

İKİ YIL SONRA
Ölüm eşiğindeyken insanın aklına birçok düşüncenin geldiği söylenir. Ceylan'ın aklında tek bir şey vardı. "Lütfen Allah'ım uyanmama izin verme." O anlar, bir umut ve teslimiyetin birleşimiydi. Ancak, onun bu dileği reddedildi ve iki yılın ardından gözlerini açtı. Göz kapakları yavaşça aralandığında, çevresindeki dünya, uzun bir karanlığın ardından yeniden belirginleşti. Boğazı, sanki kurumuş bir toprak gibi hissediliyordu; her nefes alışında, kuru ve ağrılı bir kurulukla karşılaşıyordu. Etrafındaki sessizlik, her şeyin geride kaldığını, yalnızca bu anın var olduğunu hissettiriyordu.
Ceylan, boğazında bir düğüm hissettiğinde, kelimeler ağzında hapsolmuş gibiydi; konuşmak, sanki fiziksel bir engelle karşı karşıyaymış gibi görünüyordu. Gözleri, hastane odasının solgun ışığında uyandıktan sonra, yüzündeki oksijen maskesinin varlığını fark etti ve zorlukla, "Su..." diye fısıldadı. Sesinin hırıltılı ve zayıf olduğunu duyduğunda, odadaki sessizliği aniden bir hareketlilik kapladı. Pamir, sevinçle gözleri parlayarak hızla ayağa kalktı ve büyük bir telaşla, "Uyandı," dedi.
Kubilay, Pamir’in bu sözleriyle paniğe kapıldı ve hemen sürahiden su doldurmaya başladı. Ancak Pamir, elini kaldırarak onu durdurdu. "Önce doktor kontrol etsin," dedi titrek bir sesle. Kubilay, bu talebi kabul ederek başını salladı ve hızla koridora doğru koştu. "Doktor, uyandı," diye bağırarak koridorda yankılanan sesi, hastane sessizliğinde bir sevinç çığlığı gibi duyuldu.Kısa bir süre içinde doktor ve hemşireler odanın kapısından içeri girdi, adımlarının sesleri hızla odada yankılandı. Kubilay ve Pamir, endişeyle ve umutla odanın dışında beklediler, gözleri birbirlerine ve içerideki doktorlara odaklanmıştı. İkili, odanın kapısında sessizce durarak, Ceylan’ın tedavi sürecine dair her hareketi dikkatle izledi, ruh halleri hem endişeli hem de umutlu bir bekleyişle doluydu.Bu iki adam eğer aynı kadına aşık olmamış olsaydılar çılgınca birbirlerine sarılırlardı.
Pamir, heyecan içinde cebinden telefonunu çıkardı. Parmakları, titrek bir hızla ekranı kaydırarak telefon rehberine girdi. Engin’in ismini bulup üzerine tıkladı, telefonun ziline rağmen kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Çalan telefon hemen açıldı ve Engin’in sesi telefonda belirdi. Pamir, heyecanını ve umudunu gizleyemeyerek, “Engin… Senhora uyandı,” dedi.
Telefonun diğer ucundaki Engin’in sevinç çığlığı, Pamir’in ellerindeki telefonu sarsarak yankılandı. “Hemen geliyorum,” diyerek, neredeyse kelimeleri yarıda bırakacak kadar aceleyle konuştu. Ardından, telefonu kapatıp, sevinç ve hafif bir rahatlamayla gözlerini kapadı. Pamir, telefonunu cebine koyarken, odanın kapısından dışarı çıkan doktorla dikkat kesildi.
Doktor, koridordaki gergin sessizliği bozarcasına sakin bir tonla konuştu: "Ceylan Hanım uyandı, şu an bir sorun görünmüyor, ancak birkaç tetkik daha yapacağız." Kubilay, bir umut ışığı ararcasına, "Görebilir miyiz peki?" diye sordu. Doktor başını onayla sallayarak, "Hastamızı fazla yormayalım ama," dedi ve uzaklaştı.
Kubilay ve Pamir, birbirlerine bakarak sessiz bir anlayışla başlarını salladılar. Pamir, hafif bir baş sallayışla, "Sen gir Çetinkor," dedi. Kubilay ve Ceylan her şeyden önce anne ve baba olarak ortak acıları paylaşıyordu. Kubilay içindeki cesareti toparlayarak, odanın kapısını hafifçe açtı.
Kapı aralandığında, odanın solgun ışığında, Ceylan’ın solgun ama uyanık yüzü belirdi. Kubilay, içeri adımını attı ve kalbinin hızlı atışlarını hissetti. Odanın içinde ilerlerken, Ceylan’ın yatağının yanına yaklaştı. Ceylan’ın gözlerinde, yorgunluk ve hastalık izleri hala yüzündeydi. Kubilay, bir yandan Ceylan’ın gözlerinin içine bakarken, diğer yandan odadaki sessizliği bozmadan, yavaş ve dikkatli adımlarla ilerledi.
Sözler, yutkunulan bir düğüm gibi boğazında takılı kaldı, ama gözleri her şeyi anlatıyordu. İçindeki derin duygular ve annelik-babalık bağları, bu sessiz anın içinde tüm ağırlığıyla vardı.
Kubilay, Ceylan’ın gözlerinde gördüğü soğuk bakışla irkildiğinde, Ceylan’ın dudaklarından dökülen kelimeler ona bir tokat gibi çarptı: "Git buradan, Kubilay."
Kubilay’ın içindeki pişmanlık ve acı, bir anda su yüzüne çıkmıştı. "Ama Mes," diye fısıldadı, sesinde çaresiz bir yalvarış vardı.
Ceylan, yüzüne bir an bile merhamet getirmeden, "Acımı unutmak için fırsat vermiyorsun," dedi. Sesinde yılların birikmiş kırgınlığı ve acısı hissediliyordu.
Kubilay, Ceylan’ın bu sözleriyle yüreğinde hissettiği keskin acıyla, "Affet beni, Mes," diye mırıldandı. Sesi titriyordu, kelimeler boğazında düğümlenmiş gibiydi.
Ceylan’ın yüzü bir an için yumuşar gibi oldu, ama ardından gözlerindeki hüzün daha da derinleşti. "Hangisini Kubilay? Yıllardır, sana oğlumu göstermediğim için vicdan azabı çektim," dedi, sesi neredeyse kırılacak kadar inceydi. "Peki ne oldu, sana yaklaştırdığımda?" diye ekledi, sesi yavaşça yükseliyordu, hüzün yerini derin bir öfkeye bırakıyordu. "Oğlum öldü."
Bu son sözler, odanın içinde yankılanırken, Kubilay sanki yeniden yıkılıyordu. Gözleri doldu, acısının derinliği tüm varlığını sardı. Ceylan’ın gözlerindeki öfke, Kubilay’ı iyice köşeye sıkıştırdı, nefesi daraldı. "Git Kubilay," dedi Ceylan, sesindeki kesinlikle artık hiçbir tartışmaya yer bırakmıyordu.
Kubilay, titreyen dudaklarını açmaya çalıştı ama kelimeler boğazına düğümlenmişti. Ceylan’ın yüzündeki ifade, yıllar önce gömdüğü bir acıyı yeniden açmış gibiydi. "Oğlumla birlikte gömdüm seni," dedi Ceylan, gözleri dolmuştu, ama tek bir damla bile düşmüyordu yanaklarına.
Kubilay, acılar içinde Ceylan’a bakarken, onun da en az kendi kadar acı çektiğini görebiliyordu. Ancak, artık aralarındaki uçurumun geri dönülemez olduğunu anlamıştı. Ceylan’ın soğuk ve uzak bakışları, aralarındaki her şeyi sonlandırmıştı. Sessizce geri çekildi, odadan çıkarken, kalbindeki ağırlığın tüm bedenine çöktüğünü hissediyordu. Her adımında, Ceylan’dan ve geçmişlerinden bir parça daha uzaklaşıyordu, ama acısı her geçen an daha da derinleşiyordu.
Kubilay, odadan çıkarken başı öne eğilmiş, yüzü acı doluydu. Koridorun solgun ışıkları altında ilerlerken, Pamir’le göz göze geldi. Pamir, Kubilay’ın yüzündeki derin üzüntüyü görmüştü; odada geçen konuşmanın her kelimesini duymuştu. Kubilay’ın adımları yavaşça koridorda yankılanırken, Pamir sessizce kapıya doğru yöneldi. Parmaklarıyla kapıyı hafifçe tıklattı ve içeri girdi.
Ceylan, Pamir’in odaya girdiğini görünce bakışlarını ondan kaçırmadı. Sesi yorgun ama samimiydi. "Pamir, ben senden özür dilerim... Sana çok kötü davrandım," dedi, sesinde yılların yükünü taşıyan bir pişmanlık vardı.
Pamir, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle Ceylan’a baktı. İki yıl geçmişti ama bazı yaralar hala tazeydi. "Hep böyle bir kadındın, senhora, olduğu gibi davranan," diye cevap verdi, sesi sakin ve güven vericiydi.
Ceylan, Pamir’in ellerini nazikçe tuttu. Parmaklarının arasından geçen sıcaklık, bir anlık bir bağlantı kurmuş gibiydi. "Biliyor musun?" diye başladı. "Kadın iki türlü sever; bir gerçekten sever, bir de adam onu öyle bir seviyordur ki, onun sevişini sever."Pamir, Ceylan’ın sözlerinden etkilendiğini hissetti, ama aynı zamanda içindeki bir şey onu geri çekilmeye zorladı. Elleri, Ceylan’ın ellerinden yavaşça kurtuldu. Neden böyle yaptığını kendisi de tam olarak bilmiyordu, ama Ceylan daha yeni uyanmıştı ve onu yormaktan korkuyordu. "Yanılıyorsun, senhora," dedi, sesi titrek ve belirsizdi. "Sen benimle ilgili hiçbir şeyi sevmiyorsun." Dedi.
Ceylan'ın kaşları çatıldı. "
Madem vazgeçecektin benden, niye kandırdın beni? Niye o kadar ilgilendin benimle? Niye inandırdın beni aşkına?"
Ceylan’ın yüzündeki şaşkınlık, Pamir’in ani tepkisiyle daha da belirginleşti. Ancak Pamir, bir an durakladı, gözlerinde beliren bir kararlılıkla, neredeyse düşünmeden, "Evlen benimle," dedi. Kelimeler ağzından çıkarken, kendisi bile şaşkınlık içindeydi.
Pamir, kendi söylediklerine bir an inanamayarak gözlerini kapattı, ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Gözlerini tekrar açtığında, bu kez daha kararlı bir sesle tekrarladı: "Duydun Ceylan, evlen benimle."
Portekizce olarak söylemişti, duygularını daha rahat ifade edebileceği bir dilde. Ceylan’ın yüzünde bir anlam arayışı belirdi, tam olarak ne dediğini anlayamamıştı. "Pamir, yine Portekizce konuşmaya başladın," dedi, biraz şaşkın ama aynı zamanda merakla.
Pamir, dudaklarının kenarındaki gülümsemeyle Ceylan’a baktı. "Senhora, bunları sonra konuşuruz. Sen iyileşmeye bak," dedi. Sesi bu kez yumuşak ve sakinleştirici bir tondaydı.
Bazı anlar vardır ki, kelimeler boğazında düğümlenir, çıkmak ister ama çıkamaz; Ceylan işte tam da bunu hissediyordu. İki yıl süren derin uykusundan uyandığında, kendini bir bilinmezin içinde bulmuştu. Komada geçirdiği bu uzun süre boyunca hayat ne kadar değişmişti? Oğlu artık yoktu, yaşamının en değerli parçası ondan koparılmıştı. Yaşamasının bir anlamı kalmamış gibi hissediyordu. Peki, o zaman neden hala hayattaydı?
Bu düşünceler içinde boğulurken, hastane odasının kapısı açıldı ve içeri Engin girdi. Engin’in arkasında iki küçük çocuk vardı; biri kız, diğeri erkek. Ceylan, gözlerine inanamadı. Çocuklar, tıpkı birbirlerinin aynısı gibiydiler; yüzlerinde aynı masumiyet, aynı merak dolu bakışlar vardı.Engin’in ellerini bırakan çocuklar, koşarak Ceylan’a doğru ilerlediler. Ceylan, neler olduğunu anlamadan, iki minik beden ona sımsıkı sarıldı. Küçük kolları boynuna dolanırken, kalbinde uzun zamandır hissetmediği bir sıcaklık oluştu. Ama aynı zamanda afallamıştı; bu çocuklar kimdi, neden ona bu kadar yakınlık gösteriyorlardı?Ceylan, şaşkınlık ve karmaşık duygular içinde, sarılışlarının sıcaklığını hissetti, ama kafasında sorular dönüp duruyordu. Bu iki küçük çocuğun varlığı, kalbindeki boşluğu bir anlığına doldurmuş gibiydi, ama aynı zamanda yeni bir bilinmezin kapısını aralıyordu. Gözleri doldu, ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle bakışlarını Engin’e çevirdi, ama çocukların masum kucaklaması, ona hayatın devam ettiğini hatırlatıyordu.
Ceylan, kendine sımsıkı sarılan iki küçük bedenin sıcaklığını hissederken, kız çocuğunun yüzündeki yarayı fark etti. Kız, yarasını ustalıkla saklıyordu; sanki yaşıtlarından çok daha olgun, büyümüş de küçülmüş gibiydi. Kız, Ceylan’ın gözlerine kocaman ve sevecen bakışlarla bakarak, "Hala… sen prenses gibi uyurken prensin geldi, uyandın değil mi?" dedi. Sesindeki tatlılık, Ceylan’ın kalbindeki karanlığı bir an olsun dağıttı.Erkek olan ise, ikizine takılarak, "Akıllım benim, halamı benden başkası öpemez," diye ekledi. Ceylan, bu masum ve içten atışmayı duyduğunda, ilk kez dudaklarında bir gülümseme belirdi. İkizlerin saf ve şefkat dolu sevgisi, ona unuttuğu bir sıcaklığı hatırlatmıştı.
Engin, ikizlerin bu sevgi dolu sahnesine nazikçe son vermek için boğazını temizlediğinde, çocuklar birdenbire ciddi bir ifadeyle Ceylan’ı bıraktılar. İkizler, babalarına ve halalarına kısa bir bakış attıktan sonra, neredeyse birbirlerini tamamlayarak aynı anda, "Biz Emir dayımın yanına gidelim. Babam ve halam ciddi konuşma yapacak," dediler.
Ceylan, çocukların bu ani olgun tavrına şaşkınlıkla bakarken, ikizlerin birbirine sıkıca sarılarak odadan çıkmalarını izledi. Küçük adımları, hastane odasının soğuk zemininde yankılanırken, Ceylan’ın içindeki karışıklık ve belirsizlik daha da büyüyordu. Ancak, ikizlerin bıraktığı sıcaklık ve masumiyet, odada hala hissediliyordu. Ceylan, Engin’e bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu, ama Engin’in yüzündeki ciddiyet, ona uzun bir konuşmanın kapıda olduğunu hissettirdi.
Ceylan, odanın soğukluğunu iliklerinde hissederken, yüzünde derin bir şaşkınlık ve kafa karışıklığı vardı. Gözlerini Engin’e dikti, sesindeki merak ve şüpheyi gizleyemeyerek, "Engin, neler oluyor? Ne babası? Hadi iki yılda evlendin, ama bu çocuklar en az beş yaşında," dedi. Kelimeler ağzından dökülürken, zihni hızla geçmişin ve şimdinin arasında gidip geliyordu.
Engin, Ceylan’ın yanına, yatağın kenarına oturdu. Yatağın ağırlığıyla hafifçe çökmesini umursamadan, Ceylan’ın ellerini nazikçe tuttu. Gözlerinde geçmişin acıları ve şimdi yaşadığı pişmanlıklar vardı. "Gördüğün iki güzellik, benim çocuklarım. Esin’den," dedi, sesi yumuşak ve titrek bir tonda. "Ve ben bunu iki yıl önce öğrendim. Hem Esin’i, hem Uğur’umu, hem de seni kaybettim. Bu küçükleri sensiz büyütemem, Ceylan. Bir daha bizi sensiz bırakma."
Ceylan’ın gözlerinden yaşlar süzüldü, yüreği bu yeni gerçekle sarsılmıştı. Duygularını kontrol etmeye çalışsa da, içindeki acı ve şaşkınlık dışa vuruyordu. "Hepsi bu kadar değil, değil mi?" diye sordu, gözlerinde derin bir hüzün vardı.
Engin, gözlerini Ceylan’ın gözlerinden ayırmadan, hafifçe gülümsedi ve ona göz kırptı. "Ölüp dirildin, zeka hala maşallah," diye takıldı. "Değil, ama önce dinlen. Her şeyin bir zamanı var."
Ceylan, bu cevaptan tatmin olmasa da, daha fazla üstelemedi. İçindeki karmaşıklığı bastırmaya çalışarak, ilgisini başka bir yöne çevirdi. "İkizlerimin adları ne bakayım?" diye sordu, sesi her ne kadar neşeli çıkmaya çalışsa da, içinde hala bir burkulma vardı.
Engin, Ceylan’ın yüzündeki ifadeyi fark etti ama bunu belli etmeden, sesine olabildiğince neşe katmaya çalışarak cevap verdi, "Eray ve Eylem."
Ceylan, bu isimleri bir an için içinden tekrarladı, zihnine kazımak istercesine. Ardından Engin’e dönüp, gözlerindeki belirsizliği bir kenara bırakarak, "Kaç yaşındalar? Engin, soru sordurma, işte anlat ikizleri bana," dedi, merakı biraz olsun galip gelmişti.
Engin, Ceylan’ın bu isteğine içtenlikle karşılık verdi, bildiği her detayı paylaşmaya başladı. "Öyle içten anlatıyordu ki, doğduğu aydan sevdikleri yemeklere kadar…"
Engin’in sözleri arasında, ikizlerin yaşamlarına dair küçük ama önemli ayrıntılar dökülüyordu. "Biliyor musun," diye devam etti Engin, gözleri parlayarak, "aralarında bir bağ var. Biri yaralanınca diğeri hissediyor. Birbirlerini tamamlıyorlar…"
Ceylan, başta hüzün doluyken, şimdi içini ısıtan bir şeylerin farkına varıyordu. Evet, Uğur’u kaybetmişti, ama önünde korunmaya ve sevilmeye ihtiyaç duyan iki küçük melek vardı. İkizlerin varlığı, onun için yeniden yaşamın bir anlamı olabileceğini fısıldıyordu. Gözlerindeki yaşlar hafifçe kururken, kalbinde yeni bir umut filizleniyordu. "İnanamıyorum, bu çok güzel," dedi Ceylan, sesi yavaşça dolan bir mutlulukla. Bu iki küçük çocuğun varlığı, ona hayatın ona hala sunacakları olduğunu hatırlatıyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 24.94k Okunma |
1.28k Oy |
0 Takip |
75 Bölümlü Kitap |