
Selamlar
------
Kapıyı açtığımda ilk hissettiğim şey evin sıcaklığı değildi. Yüzüme çarpan nemli havam, içimde birikmiş o boğuk utançtı. Zihnimde tek bir görüntü dönüp duruyordu: Jisung. Bankta, Sunghoon’un yanında. Ağlarken. Dışarıda yağmur hâlâ devam ediyor muydu yoksa dinmiş miydi haberim yoktu. Ama üstümden damlayanlar sadece yağmur muydu, emin değildim. Salona geçtim. Changbin mutfaktan çıktı, elinde çay kupası. Gözleri anında üzerime takıldı. Arkamdan gelen Hyunjin’in sesi daha alaycıydı, her zamanki gibi: "Yine mi bisikletten düştün? Şaka yapmıyorsan cidden sürmeyi bırak artık."
Cevap vermedim. Changbin kaşlarını çattı, yaklaşarak sessizce sordu: "Bir şey oldu. Minho, ne bu hâl?"
Islak montumu çıkardım, yere bıraktım. Ellerim hâlâ titriyordu. Gözlerimin kızarıklığını görmemeleri için başımı eğdim.
"Onu gördüm," dedim. Boğazımda düğümlendi kelimeler.
"Jisung'u… Sunghoon’la."
Hyunjin bir adım daha yaklaştı. Ses tonu bu kez alaydan uzaktı. "Sunghoon? O çocuk hâlâ buralarda mı dolaşıyor ya? Neymiş bu arkadaşlık? Her köşe başında ona denk geliyorsun."
Changbin sessizce iç çekti. Gözlerimi arıyordu ama ben bakamıyordum. Anlatsam, beni anlayacaklar mıydı? Bu nasıl anlatılırdı ki? Jisung’un ağlamasını kıskanmıştım. Çünkü gözyaşlarını ben görememiştim. Yanında ben olamamıştım. "Yan yanaydılar," dedim.
"Jisung… ona güveniyor. Ona yaslandı. O yanında olmasına izin verdi. Ben değil."
Hyunjin’in sesi bu kez daha doğrudandı: "Kanka sen... bence bu kadar dramatik olmana gerek yok. Çocuk ağlıyorsa biri teselli ediyordur işte, illa sana mı yazacak gözyaşını?"
"Bana yazsın istemiyorum!"
Sesim yükselince ikisi de sustu. Bir an odaya yalnızca kalp atışlarım yayıldı. Sonra daha yumuşak, daha kırık bir sesle ekledim: "Ama yanında ben olayım istiyorum. Ağladığında ben olayım. Düşerken ben tutayım. Başını koyacaksa, benim omzuma koysun..."
Changbin yanıma yaklaştı, sessizce kanepeye oturdu. "Minho... çok seviyorsun onu, biliyoruz. Ama belki biraz fazla sıkıyorsun? Jisung… özgürlüğüne düşkün biri. Alanına müdahale edilmiş gibi hissediyorsa, bu onu uzaklaştırabilir."
Hyunjin iç çekti, her zamanki ciddiyetsizliğinden sıyrılarak: "Kıskançlık seni yiyip bitiriyor farkındasın değil mi? Bunu ilk defa yapmıyorsun. Başkalarıyla iki kelime konuşunca bile gözün kararıyor resmen."
Yutkundum, haklıydı. Ama kendimi durduramıyordum. Jisung'u sevmek... benim için bir sahiplenme değildi. Ama aynı zamanda onun başkasının yanında kırılmasını izlemek de affedilir gibi değildi.
"Ben… onu kaybediyorum, “dedim. "Ve elimden hiçbir şey gelmiyor gibi hissediyorum. Konuşmak istiyor muyum emin değilim. Çünkü konuşursam belki de her şey bitecek."
Changbin başını salladı. "Belki de biraz zaman vermelisin ona. Ve kendine. Onu susturarak değil, dinleyerek anlayabilirsin."
Hyunjin’in sesi yine alıştığım tonundaydı ama bu sefer içten bir şeyler vardı: "Ve Minho, çocukla kavga edersen… söyleyeyim, Jisung senden iyice uzaklaşır. Gözünün önünde biri varsa, o kişiyi düşman gibi görmek yerine, kendine bak."
Kendime baktım. Üzerimden sular damlıyordu. İçimden ise sadece sessizlik. Ben Jisung’suz ne yapacağımı bilmiyordum.
Sabah güneşini ilk gördüğüm an nefret ettim. Bir gün daha başlamıştı. Jisung’suz. Bir gece daha geçmişti. Konuşamadan sarılamadan ve hâlâ göğsümün ortasında bir sıkışma vardı, kıpırdamayan. Telefonum yastığın yanında. Ekranı karartmıştım, gece boyu bakmamaya çalışmıştım ama başarılı olamamıştım. Ellerimle saçlarımı dağınık şekilde geriye attım. Sonra yine ona yazmak için parmaklarım titremeye başladı.
"Sabah… günaydın. Nasılsın?"
Hayır, bu çok sıradan.
"Seni özledim."
Hayır. Çok doğrudan. Üstüne giderim.
"Konuşabilir miyiz? Sadece… biraz."
Bu olabilir. Ama bu mesajı yazarken bile midem sıkıştı. Gönder tuşuna bastığım an, kalbim boğazıma kadar çıkmıştı.
Bir saat geçti. Yanıt yok. Changbin -her zamanki gibi- kapımı çalmadan içeri girdi.
"Kalk artık. Bak hâlâ yatıyorsun. Evde nefes almak zorlaştı sen bu halindeyken."
Yüzüm yastığa gömüldü.
"Git başımdan, Changbin."
Yatağın ucuna oturdu, cevabımı umursamadan. "Bugün seni azıcık toparlayacağız. İnsan içine çıkaracağız. Komşuları çağırdım. Jeongin’le Jake geliyor. Ayrıca..."
Kısa bir duraklama."...Felix de uğrayacak. Birlikte vakit geçiririz dedik. Hadi kalk, duş al. Kendine gel."
Felix. Changbin'in gözleri parlıyor onun adını söylerken, fark etmemek imkânsız. Ama o mutluluk, bana dokunmaz gibiydi şu an. Jeongin ve Jake… İkisi de komşu çocukları. Jeongin Jisung’un arkadaşıydı. Belki bana acıyacak gözlerle bakarlardı. dayanamazdım. Yine de Changbin’in sesinde yargı yoktu, sadece nazik bir ısrar. Yanımda olmaya çalışıyordu. Hyunjin ise kapının eşiğinde durdu, elinde bir fincan kahveyle.
"O mesajı attın mı?"
Göz ucuyla bana baktı. "Attıysan şimdi beklemekten başka çaren yok. En azından beklerken çirkin görünme. Giyin biraz."
Başımı ellerimin arasına aldım. "Bilmiyorum ne beklediğimi..."
Hyunjin kahvesinden bir yudum aldı. “Bir cevap." Sustu. "Ama gelmezse de dünyanın sonu değil, tamam mı? Dünyan olur belki ama... dünya dönmeye devam eder."
Changbin’le göz göze geldim. İçimde bir şeyler kırılıyordu hâlâ ama ikisinin de iyi niyetini inkâr edemezdim. O an için ayağa kalkmasam da, kalkmak istedim. Çünkü onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı.
"Yarım saate çıkıyorum," dedim. Changbin gülümsedi. "Aferin oğlum. Bak, bir duş insanı adam eder."
Hyunjin göz kırptı: "Evet, bu hâlinle birine mesaj atman bile mucizeydi zaten."
Yüzümde belirsiz bir gülümseme oluştu. Acı vardı. Ama onların arasında biraz nefes almak da vardı. Jisung, bana cevap vermese bile… Ben hâlâ onunlaydım.
-------
Bol bol satır arası yorum yapmazsanız baskına geliyormuşum.
oy atmayı unutma hee
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |