
Selamlar
______
Ertesi gün…
Uyandığımda ilk yaptığım şey telefona bakmak oldu. Hiçbir şey yoktu. Ne bir mesaj, ne bir cevapsız arama. Jisung sessizdi.Belki hâlâ uykudadır. Belki de daha iyi hissetmiyordur.Belki de...
Hayır, dün gece düşündüğüm her şeyi tekrar etmenin anlamı yoktu. Bugün, kendim görecektim.
Yürürken cebimdeki anahtarlık ses çıkardı. Her adımda kalbim biraz daha hızlanıyordu. Dün akşamki konuşmamız, Jeongin’in yüzü, Jisung’un sessizliği… Hepsi içimde birbirine dolanmış bir yumak gibiydi.
Evin önüne geldiğimde duraksadım. Güneş biraz daha yüksekteydi bugün ama içimdeki hava hâlâ grinin tonlarındaydı .Kapıya yaklaştım. Elimi kaldırıp zile bastım.
Birkaç saniye geçti. Sonra kapı açıldı karşımda Jisung duruyordu.İlk anda hiçbir şey söyleyemedim.
Yüzü solgundu, ama uyanıktı. Saçları dağınıktı, üstünde kalın bir hoodie vardı o gri olan, kollukları hafifçe uzamış olan.Gözleri bana baktı.
“…Minho,” dedi. Sesi hâlâ biraz çatallıydı, ama bu kez... canlıydı. Gerçekti. İçten, boğazım düğümlendi.
“Dün… geldim,” dedim, sesim biraz daha alçaldı. “Sana çikolata, mandalina... ballı şekerler getirmiştim. Jeongin aldı.”
“Biliyorum,” dedi. Başını eğdi hafifçe. “Teşekkür ederim. Hepsini yedim neredeyse.” Dudaklarının kenarında çok silik bir gülümseme belirdi.Bir adım ileri gittim ama hâlâ eşiğin ötesine geçmedim.“Seni görmek istedim.”
Bakışlarımız çarpıştı o anda.Gözlerinde yorgunluk vardı, evet. Ama başka bir şey daha… suçluluk gibi. Belki de çekinme.
Belki ben gördüğüm her şeyin anlamını fazla büyütüyordum. Ama...
“Sana mesaj attım ama,” dedi birden, sanki bir savunma gibi. “Yani... kötü hissettiğim için, sadece… haber vermek istedim.”
“Biliyorum,” dedim. “Ama o mesaj... Soğuktu.” Sözler dökülmeden önce iki kere düşünmedim. Sadece gerçeği söyledim. Bir sessizlik oldu. Jisung derin bir nefes aldı.
“Bazen...” dedi, “Sadece kafamın içinde kalmak istiyorum. İnsanlar iyi niyetli bile olsa... yoruyorlar. Ama bu seni kırdıysa, özür dilerim.”
Onu izledim. Kapının önünde duruyordum ama asıl dışarda kalan, içimdeki duygulardı sanki.
“Elimde değil,” dedim. “Sana kızmak değil... sadece seni özledim. Ve bazen, beni dışarda bıraktığında... Jeongin’le olanlar, sen… Bunların arasında kayboluyorum.”
Jisung bir adım geri çekildi, ama bu sefer korkudan değil. Gözleri hâlâ bendeydi. “İçeri gelmek ister misin?” diye sordu.
Sesindeki o tanıdık tını… beni tanıyan, beni gören tını... sonunda geri dönmüştü. Ben de başımı salladım ve eşiği geçtim.
Ayakkabılarımı çıkarırken sessizlik ağırdı ama rahatsız edici değildi. Jisung kapıyı yavaşça kapattı, ben salona geçtim. Her şey tanıdıktı ama... bir süredir sanki ben yokken düzenlenmiş gibiydi. Battaniye koltuğun üstündeydi, sehpanın üstünde ilaçlar ve boş bir su bardağı vardı.
Arkamdan geldi, sessizce koltuğa oturdu. Ben de karşısındaki pufa çöktüm. Dizlerime bakarak konuştum önce.
“Dün gece... çok düşündüm. Seni düşündüm. Bizi.”
“Minho...” İsmimi o şekilde söylediğinde, içimde bir düğüm daha çözüldü. Yine de devam ettim.
“Bazen senin sessizliğinle ne yapacağımı bilemiyorum. Sanki seni kaybediyormuşum gibi geliyor. Saçma, biliyorum ama...”
Başımı kaldırdım. “Jeongin’i gördüğümde... Kapıyı açıp içeri girdiğinde... İçim ezildi.”
Jisung, battaniyeyi elleriyle büzdü, gözlerini kaçırmadı ama hemen de cevap vermedi. Sonra, usulca:
“O gün... Gerçekten çok kötü hissediyordum. Halsizdim ama en çok kafam doluydu. Sana dönüp beni merak etmeni istemedim bile... Çünkü bazen sadece... boğuluyorum.”
“Ve Jeongin?” diye sordum, sorunun ucunu biraz sivri tuttum. “Neden o vardı?”
Gözlerim onun gözlerinden kaçmadı.
“Ben çağırmadım,” dedi. “Ev arkadaşım gibi davranıyor bazen. Anahtarı da... Hyunjin'den istemiş, hastayken merak edip gelmiş. İyi niyetliydi. Ama… haklısın. Bunu sana söylemeliydim. Açık olmalıydım.”
Kalbim bir an duraksadı. Dürüstlüğü... içtenliğiydi sevdiğim. Ve o an, yine karşımdaydı.
“Ben seni düşünüp endişelenirken... dışarıda kaldım gibi hissettim. Bilirsin, bana bazen fazla gelir duygularım. Ama sana gelmekten hiç korkmadım.”
“Biliyorum,” dedi. “Ve ben de senden korkmadım hiç. Sadece... seni de yormak istemedim.”
Bir sessizlik daha oldu. Bu sefer daha yumuşaktı. Yorucu değil, hafif. Sonra hafifçe gülümsedi.
“Senin getirdiğin o ballı şekerler... boğazıma o kadar iyi geldi ki. Mandalinaları da bir gecede yedim. Senin gibi... aceleciydiler.”
Ben de güldüm. Hafifçe, içten. “O zaman ben de bir şey diyeyim,” dedim. “Yarın hasta olursam, suçlusun.”
“Olursan sana çorba yaparım.”
“Yemem, çok kötü yapıyorsun çünkü,” dedim, sırıtarak.
“Çok ayıp.”
Bir anda gülüşmelerimiz yankılandı odada. Sonra ben yaklaştım. Parmaklarım onun ellerine değdi, elleri hâlâ sıcaktı. Hafifçe tuttu, bırakmadı.
“Ben buradayım, tamam mı?” dedim. “Bir şey olursa, kötü hissedersen, kaçma. Susma. Sadece ‘buradayım de’ yeter. Çünkü... ben seni böyleyken de, iyiyken de... hep seveceğim.”
Gözleri parladı. Sanki içinde tuttuğu bir şeyi sonunda bırakabilmişti.
“Seni seviyorum,” dedi usulca. “Ve bazen bu sevgi... beni korkutuyor çünkü çok gerçek. Ama bu doğru, Minho. Bunu bilmeni istiyorum.”
Artık aramızda sessizlik yoktu. Ellerimiz birbirini buldu, sonra ben yanağını okşadım. Gözlerini kapattı, başını elime yasladı ve dudaklarımız buluştuğunda, her şey yerine oturdu.
Hastalığın sersemliğini, kırgınlığı, yanlış anlamaları... hepsini geride bıraktık.
O öpücük, yavaş ve yumuşaktı. Sanki "buradayım", "anlıyorum", "affettim" ve "özledim" kelimeleri bir aradaydı. Jisung, alnını benim göğsüme yasladı.
“Sen gelince… her şey geçiyor gibi oluyor,” dedi.Ben de başını okşadım.
“Geçsin diye buradayım zaten.”
Yatağın kenarında, göz göze kaldığımız o saniyeler... bir anda uzadı. Zaman, kıyıya vuran dalgalar gibi yavaşladı. Ellerimi jisunga'un beline yerleştirip onu kendime doğru çekerken, aramızda hâlâ kalan o birkaç santimlik mesafenin ne kadar ağır olduğunu fark ettim.
Tişörtüm, onun parmakları arasında gergin bir ip gibi yukarı çekildi. Tenime dokunan ilk nefesiyle irkildim sıcak ve sabırsızdı. Aynı anda onun sırtına kayarken ellerim, her kasın altında atan o gerilimi hissettim. Titriyordu. Ya da belki bendim titreyen, hangimiz olduğunu ayırt edemeyecek kadar birbirimize karışmıştık artık.
Dudakları boynumda yavaşça ilerlerken başımı geriye yasladım. Öpücüklerim önce nazikti, ama sonra... daha aç. Daha istekli. Her noktada biraz daha fazlasını ister gibiydi ve ben ona hiçbir şeyde hayır diyemedim.
Jisung beni yatağa ittiğinde, bir anlığına aramızdaki sıcaklık kesildi. Ama o hemen üstüme geldi. Ellerimi yanlarımda değil, göğsünde hissetmemi istedi. Parmaklarını parmaklarıma kenetledi. Dudaklarımız arasında artık kelimelere yer kalmamıştı sadece nefesler, küçük inlemeler ve arada kaçan o boğuk fısıltılar...
“Minho…” dedi adımı söylerken sesindeki tınıyı ömrüm boyunca unutamayacağımı biliyordum.
Çarşaflar, vücudumuzun altındaki hareketle kıpırdadı. Kıyafetler birer birer aramızdan çekilirken, bedenlerimiz birbirine yabancı olmaktan çıktı. Sanki hep böyleymişiz gibi... sanki bu yatak, bu an, bu gece bizi bekliyormuş gibi.
Ellerimiz, dudaklarımız, tenimiz... birbiriyle yarışır gibi dolaştı. Her öpücük bir yangın gibiydi. Her dokunuş bir yolculuk. Jisung’un kalbi, göğsüme yaslandığında ritmini duydum hızlanmıştı. Ama bir o kadar da kararlıydı.
Onu kendime çektiğimde aramızda kalan son boşluk da eridi. Artık hiçbir şey yoktu ikimizi ayıran.
Sadece biz vardık. Sadece onun sıcağı, nefesi, teni… ve içimde kıpır kıpır büyüyen bir aitlik hissi.
Gece uzun sürdü. Zamanla odadaki her şey silikleşti sadece sesimiz, tenimiz, ve kalbimizin attığı ritim kaldı.
Ve sonunda… ikimiz de derin bir nefesle sustuk. Sanki bir yolculuğun sonunda değil, en sonunda eve varmış gibiydik.
___
Bayrama bölüm
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |