
O akşam Fidan, kardeşi Murat’ın tedavi masraflarını karşılayamayacaklarını öğrendiğinde gözyaşlarını içine akıtarak hastaneden ayrılmıştı. Murat’ı küçük bir battaniyeye sarmış, zayıf omuzlarıyla onu taşıyordu. Fidan, tüm çaresizliğiyle karanlık sokaklarda yürürken kalbinde bir umut kırıntısı bile kalmamış gibiydi.
Ömer ise birkaç gündür her gece o çiçekçi kızı bulma umuduyla aynı sokaklardan geçiyordu. Gözlerinde bir hüzün, içinde anlam veremediği bir boşluk vardı. Bir akşam yine yağmur çiseliyordu. Ömer, köşedeki yaşlı bir çiçekçiyi fark etti. Adamın yanı başına eğilip, Fidan’ı tarif etti:
"Omuzlarında büyük bir sorumluluk taşıyan genç bir kız... Güzel, ama gözleri hüzünle dolu. Omzunda çiçek sepeti olurdu. Onu gördünüz mü?"
Yaşlı adam hafifçe başını salladı. "Evet, hatırlıyorum. Birkaç gün önce buradaydı. Elindeki karanfillerle durmuştu. Sonra hızla uzaklaştı. Kardeşi hasta olduğunu söylüyorlardı. Belki bir tanıdıklarının yanına gitmiştir."
Bu cevap Ömer’i daha da telaşlandırdı. Nereye gitmiş olabilirdi? Fidan’ı ve kardeşini bulması gerektiğini hissediyordu. İçindeki bu duygu her geçen gün büyüyordu.
O gece Ömer, arkadaşı Halil ile buluştu. Halil onun üniversiteden dostuydu ve dertleşebildiği tek insandı.
"Halil," dedi Ömer, derin bir nefes alarak, "Sanırım, aklımdan çıkaramadığım birini gördüm. Fidan adında bir çiçekçi kız. Onun gözlerindeki acı beni paramparça ediyor. Ama onu bulamıyorum."
Halil, dostunun bu denli etkilenmesine şaşırmıştı. "Belki bu bir işarettir Ömer. Belki de onun hayatına dokunman gerekiyor. Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?"
Ömer gözlerini yere dikti. "Onları bulacağım, Halil. Bir hastaya yardım etmek bir doktorun görevidir. Ama bu sefer… Bu sefer mesele sadece bu değil."
Halil, dostunun yüzündeki kararlılığı görünce ona destek olmaktan başka çaresi olmadığını anladı. "Peki, nereden başlayacağız?" diye sordu.
Ömer, yaşlı çiçekçinin söylediklerini hatırladı ve umutsuzca ekledi: "Sokaklardan, her köşe başından... Ve ne kadar gerekirse, o kadar arayacağız."
Ömer ve Halil neredeyse hergun bu konuyu istişare ediyorlardı, Ömer halile fidanı anlatmakttan bıkmamış yorulmamıştı, yine birgün Ömer halilin karşısına geçmis diline fidanı almıştı.
Ömer, kardeşi gibi gördüğü yakın dostu Halil’le uzun uzun konuşmuş, Fidan’ın neden bu kadar aklını kurcaladığını anlamaya çalışmıştı. Halil, Ömer’in farklı bir ruh halinde olduğunu sezmişti. Bu yüzden ona sabırla yaklaşarak konuşmasına izin verdi.
“Halil,” dedi Ömer, içini dökmek istercesine. “O çiçekçi kız... Fidan. Gözlerinde bir şey vardı. Hüzünle karışık bir umut. Onu bulmalıydım ama... Şimdi her yerde onu arıyorum ve neden böyle yaptığımı bile bilmiyorum.”
Halil, gülümseyerek, “Belki de ilk kez kalbine bir söz dinletiyorsundur, Ömer. Belki kader sana bir yol gösteriyor. Hadi o zaman, beraber arayalım. İstanbul’un her köşesini karış karış dolaşırız,” dedi.
O günden sonra Halil ve Ömer, neredeyse her gün sokakları birlikte dolaştılar. Çiçekçi tezgâhlarının yanından geçip, Fidan’ın izini aradılar. Birkaç kez Fidan’ı tarif etmeye çalıştılar ama kimse onu tanımıyordu.
Arayışlarının üçüncü haftasında, Ömer’in yorgun ama kararlı durumu, evde babasının dikkatini çekmişti. Mustafa Ali Bey, oğlunun bu hâlini küçümseyerek bir akşam yemeği sırasında sert bir tonda konuştu:
“Bu ne hâl, Ömer? Her gün dışarılarda sürtüp duruyorsun. Doktorluk gibi bir mesleğin var, ama sen sokakları avare gibi gezmekle meşgulsün. Sen ne yapıyorsun, evlat?”
Ömer, dişlerini sıkarak sessiz kaldı. Babasına cevap verirse durumun daha da büyüyeceğini biliyordu. Ancak, içindeki öfkeyi bastırmak kolay değildi.
Mustafa Ali Bey, bir süre daha homurdandıktan sonra masadan kalktı. Zerrin Hanım ise sessizce oturuyor, bakışlarını Ömer’e çevirmemeye çalışıyordu. Her zamanki gibi kocasının yanında sesini çıkaramıyordu.
O gece, Ömer annesinin yanına gidip diz çökerek, “Anne...” dedi sessizce. “Beni anladığını biliyorum. Babamın söylediklerini duydun. Ama bana inan, bu sadece boş bir heves değil.”
Zerrin Hanım, oğlunun gözlerindeki ciddiyeti gördü ama yine de konuşmaktan çekindi. Sadece elini Ömer’in başına koyarak, “Sen doğru bildiğini yap, oğlum,” diyebildi.
O gece, Ömer yalnız odasına çekildiğinde, Fidan’ın masum yüzü yine aklına düştü. “Neredesin, Fidan?” diye mırıldandı kendi kendine. “Bulacağım seni. Bulmadan vazgeçmeyeceğim.”
Ömer’in Hali.(" Şiir gibi okuyun bu satirları"):))
Yağmurlu bir gün, sessiz bir meydan,
Bir yürek yorgun, bir hayal viran.
Şemsiyesinde saklı acı bir sır,
Gözlerinde baharın küskün ışıltısı var.
Zenginliğin içinde bir boşluk büyür,
Sarayımsı evinde kalbi üşür.
Ne para, ne mevki dindirebilir derdi,
Bir çiçekçinin gülüşüyle yeşeren derdi.
Bir ömür boyu aranan huzur,
Bir anlık bakışta saklıymış durur.
O kırmızı karanfil ne çok şey anlatır,
Ama dudaklarından bir kelime fısıldamaz sabır.
Omzunda bir dünyanın yükü ağır,
Kalbinde bir sızı, adı aşka çağır.
Bir adım geri, bir adım ileri,
Fidan’ı bulamamak hep kaderin eseri.
Ömer, sevdaya düşmüş bir garip adam,
Her adımında derin bir “keşke” saklar.
O sokakta yankılanır suskun pişmanlık,
Ve her adım, ona dönen zamanın yanıklığıdır.
Kabusun Gölgesi
O gece Ömer, Fidan'ın gülüşüyle başlayan,
Ama bir türlü tamamlanamayan hayalleriyle dalar uykuya.
Fidan’ın solgun yüzü ve çaresiz gözleri,
Hep zihninin bir köşesinde yankılanır.
Kabus başlar, siyah bir perde gibi,
Fidan ellerini uzatır, ama çok uzak.
Bir çiçek demeti, rüzgârla savrulur,
Karanlık bir boşluk her şeyi yutar.
Bir hastane odası, soluk bir ışık,
Fidan yerde, küçücük Murat'ın sesi yankılanır.
“Abi, ablam nerede?” diye ağlar bir çocuk,
Ömer’in kalbi paramparça olur bir anda.
Kan kırmızı bir karanfil düşer avuçlarına,
Ama çiçek yaprak yaprak solmuş, kurumuş.
“Fidan! Fidan!” diye bağırır,
Ama yankısından başka kimse duymaz.
Birdenbire, mezarlıkta bulur kendini,
Fidan’ın adı kazınmış bir taş,
Ellerinden kan damlar, dizlerinin bağı çözülür,
Ve soğuk bir sessizlik çöker her yana.
Uyandığında ter içinde kalır Ömer,
Nefesi dar, yüreği çırpınır bir kuş misali.
“Onu kaybetmeyeceğim,” der kendi kendine,
“Ne pahasına olursa olsun, bulacağım Fidan’ı.”
1930’ların nostaljik İstanbul’unda, Dolmabahçe Sarayı’nın karşısındaki büyük malikânede, sabah güneşi pencere perdelerinden süzülürken, Ömer’in babası Mustafa Ali Bey, ağır sesiyle oğlunu yanına çağırdı.
“Ömer, evladım,” dedi babası, sandalyesine yaslanarak. “Bu eve bir hanımefendi lazım. Artık zamanı geldi. Müjgan Hanım, ailemize yakışır bir gelin olur. Annesi de nezaket timsali bir hanımefendidir.”
Bu cümleler, Ömer’in içinde fırtınalar kopmasına neden oldu. Gözleri babasına dikildi, alnındaki damarlar belirginleşti. Öfkeyle yerinden kalktı.
“Baba, yeter artık! Bu, benim hayatım!” diye çıkıştı.
Mustafa Ali Bey, oğlu Ömer’in bu çıkışına hazırlıklı değildi. Kaşları çatıldı, sesi daha da sertleşti:
“Sen, bu ailede kimin sözünün geçtiğini unuttun galiba! Kendi başına karar vermek gibi bir lüksün yok! Müjgan, senin gibi bir beyefendiye yakışacak bir kadındır. Karar verilmiştir.”
Zerrin Hanım, sessizce köşede oturuyordu. Oğluna bakarken gözlerinde bir acı belirdi, ama yine de bir şey diyemedi. Mustafa Ali Bey’in otoritesine karşı çıkma cesareti yoktu.
Ömer, yumruklarını sıkıp odayı arşınladı. "Baba, siz benim mutluluğumu düşünmüyorsunuz. Sadece kendi itibarınızı düşünüyorsunuz! Müjgan’ı tanımıyorum bile, onunla nasıl bir ömür geçirebilirim?"
“Sus!” diye kükredi Mustafa Ali Bey. “Kendi iyiliğini göremeyecek kadar körsün, Ömer. Bu kadar düşüncesiz olamazsın. Bu aile için fedakârlık yapmak zorundasın.”
“Fedakârlık mı?” dedi Ömer, gözlerinde biriken yaşları saklamaya çalışarak. “Bu fedakârlığın bedeli benim hayatım olamaz.”
Sözünü bitirir bitirmez Ömer, hızla odadan çıktı. Annesi Zerrin Hanım, kocasına dönüp yutkunarak, “Mustafa, biraz daha sabırlı olamaz mısın?” dedi usulca.
Ancak Mustafa Ali Bey, oğlunun gitmesine ve karısının bu cılız müdahalesine aldırış etmeden, sinirle odada dolaşmaya başladı. “Sabır mı? Bize itaat etmeyi öğrenecek. İnatla baş edemem!” diye homurdandı.
O sırada Ömer, kalbindeki ağırlıkla kendini dışarı atmıştı. Yağmurun ince ince çiselediği sokaklarda yürürken, içindeki yangın dinmiyordu. Hayalleri ve gerçekler arasında sıkışmıştı. Tek bir düşünce zihnini meşgul ediyordu:
"Müjgan değil... Benim kalbimde başka biri var."
Ömer, babasının evlenme baskılarına rağmen kalbini başka birine, o kısacık karşılaşmada ruhunu saran çiçekçi kıza, Fidan’a kaptırmıştı. Ancak Fidan hâlâ ortalarda yoktu. Yağmurun dindiği, İstanbul’un mistik sokaklarında her gün onu arıyor, aynı yerlerden geçiyordu. Fakat Fidan’ı bir daha göremiyordu.
Babasının baskısı ise her geçen gün artıyordu. Mustafa Ali Bey, kahvaltı masasını sert bir tonda konuşmalarıyla dolduruyor, Zerrin Hanım araya girmeye cesaret edemeden oğluyla kocasını uzaktan izliyordu.
“Ömer, bu sefer kararlıyım,” dedi Mustafa Ali Bey, porselen fincanını masaya bırakırken. “Müjgan ve ailesi önümüzdeki hafta akşam yemeğine gelecek. Hazırlıklı ol. Bu konuyu daha fazla uzatmayacağım!”
Ömer, babasının bu kararlı tutumundan tiksinircesine irkildi. “Baba, kaç kere söylemem gerekiyor? Müjgan’la evlenmeyeceğim! Hayatımı sizin seçiminizle yaşayacak değilim!”
Mustafa Ali Bey, yumruklarını masaya vurdu. “Bu kadar bencil olma, Ömer! Ben bu aileyi ayakta tutmak için ömrümü verdim. Senin görevin de bizim adımıza yakışır bir evlilik yapmaktır.”
“Baba, bu sizin idealiniz olabilir, ama benim değil!” diye çıkıştı Ömer. “Ben bu eve, bu hayata, bu kurallara sığmıyorum. Kalbimi koymadığım bir hayatı nasıl yaşarım?”
Zerrin Hanım, oğlunun acısını hissediyor, ancak kocasının karşısında yapabilecek hiçbir şeyi olmadığını biliyordu. Elleri titreyerek kahve fincanını tuttu, ama tek kelime edemedi.
Fidan’ı Arayış
O gün akşam, Ömer kendini yine Fidan’la karşılaştığı sokağa attı. Kaldırım taşlarının üstüne çiseleyen yağmurda, adeta geçmişe dönmek istercesine her adımında gözleri etrafa bakıyordu. Çiçek tezgâhı hâlâ oradaydı, ama Fidan yoktu. “Neredesin?” diye mırıldandı kendi kendine, sesi rüzgâra karışarak kayboldu.
İçindeki boşluk her geçen gün büyüyor, babasının baskıları ve kendi çaresizliği arasında sıkışıp kalıyordu. Ailesi onu itaat etmeye zorladıkça, Fidan’ı bulma arzusu daha da büyüyordu. Ömer, kaderin bir oyun oynadığını düşünüyor, Fidan’ı bulduğunda hayatına anlam katacağına inanıyordu.
Ancak babası Mustafa Ali Bey, işler ciddileşmeden bir adım öteye geçti. Oğlunu köşeye sıkıştırmak için Semih Bey’le nişan günü konuşmaya karar verdi. Bu durum, Ömer’in sabrını son damlasına kadar zorlayacaktı.
Ömer için artık tek bir şey kesindi: Fidan’ı bulmadan, bu hayata boyun eğmeyecekti. Ama Fidan neredeydi? Ve kader onları tekrar bir araya getirecek miydi?
Bir Gün Daha
Mustafa Ali Bey, planını çoktan kurmuştu. Semih Bey’i ve ailesini malikâneye davet ederek Ömer’i köşeye sıkıştırmaya kararlıydı. Zerrin Hanım, bu baskının ailede daha büyük yaralar açacağından endişeliydi, ancak sessiz kalmayı tercih etti. O sabah kahvaltıda Mustafa Ali Bey, mesafeli bir sesle konuştu:
“Ömer, artık bu inadın son bulacak. Müjgan ve ailesiyle izdivaç meselesi ciddiye biniyor. Bu akşam oturup bu konuyu kesinleştireceğiz.”
Ömer, yumruklarını sıkarak ayağa kalktı. Yüzünde öfke ve hüzün bir aradaydı. “Baba, neden beni anlamıyorsunuz? Benim gönlüm başka bir yerde. Sizden tek istediğim biraz zaman. Kendimi bu kadar çaresiz hissetmek istemiyorum.”
“Başka biri mi var?” diye sordu Mustafa Ali Bey, keskin bir bakışla.
Ömer bir an için duraksadı, gözleri kaçamak bir şekilde pencereye kaydı. Aklında yalnızca Fidan vardı, ama onu bu masada dile getirmek neredeyse imkânsızdı. Babasına gerçeği söylerse, hem Fidan’ın hem de kendi hayatının daha da zorlaşacağını biliyordu.
“Baba,” dedi nihayet, sakin kalmaya çalışarak, “şu an kimseyle evlenmeyi düşünmüyorum. Bana biraz nefes alacak alan bırakın.”
Ama bu açıklama, Mustafa Ali Bey’in öfkesini dindirmedi. Aksine, yumruğunu masaya sertçe vurdu. “Nefes mi? Bu ailede herkes görevini bilir, Ömer! Senin gibi bir beyefendi, başına buyruk hareket edemez!”
Ömer, babasının yüzüne bakıp bir şey söylemeden hızla odadan çıktı. Zerrin Hanım, oğlunun ardından gitmek istedi, ama Mustafa Ali Bey’in sert bakışı onu yerinde dondurdu.
Fidan’ı Bulmaya Yemin
O günün akşamı, Ömer kendini sokaklara attı. Başındaki doktor şapkası, üzerindeki uzun paltosu ve titreyen elleriyle, her köşe başında Fidan’ı görmeyi umuyordu. Çiçekçi tezgâhına tekrar yaklaştığında, orada genç bir çocuk duruyordu. Tezgâhı dikkatle inceledi, ama Fidan yine yoktu.
“Buralarda bir çiçekçi kız vardı, omzuna kırmızı bir atkı sarardı. Onu gördün mü?” diye sordu Ömer, çaresizlikle.
Genç çocuk omuz silkti. “Sormayın beyim, o kız kardeşi hasta diye buraya bir haftadır uğramıyor. Mahallede de pek görünmez oldu.”
Ömer’in kalbi sıkıştı. Fidan’ın kardeşi hastaydı zaten! İçindeki doktor kimliği hemen devreye girdi, ama elinde hiçbir ipucu yoktu. Ona ulaşmak için tek yolu, bu mahalleye tekrar tekrar gelmekti.
Babadan Gelen Yeni Tehdit
O gece eve döndüğünde, malikânenin soğuk koridorlarında yankılanan Mustafa Ali Bey’in sesi onu karşıladı. “Ömer! Seni görmek istiyorum!”
Ömer içeri girdiğinde, babası otoriter bir şekilde onu süzdü. “Yeter! Bu evden kaçıp sokaklarda dolanarak hiçbir şey elde edemezsin. Yarın Semih Bey ve ailesiyle nişan tarihini belirleyeceğiz. Eğer buna karşı çıkarsan, seni meslekten men ettiririm!”
Ömer’in kanı dondu. Babasının ne kadar ileri gidebileceğini fark etmişti. Ancak içinde bir kıvılcım yandı. Sessizce odasına çekildi ve pencerenin önüne oturup yıldızlara bakarken kendi kendine fısıldadı:
“Fidan... Seni bulacağım. Eğer kader bizi bir araya getirmezse, ben kaderi zorlayacağım. Ne pahasına olursa olsun.”
Bu yemin, Ö
mer’i harekete geçirecekti. Ancak onu bekleyen zorluklar, hayal ettiğinden çok daha fazlaydı. Fidan’ın hayatındaki sırlar, Ömer’in kararlarını daha da zorlaştıracaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |