43. Bölüm

Episode : Kingdom Niubis : One Last War

Harmony Series
harmonyseries

Bir krallık nasıl doğar? Bir soy nasıl kök salar ve zamanla destanlara dönüşür? Bazen hakikatle yüzleştiğimizde ya gölgesinde kayboluruz ya da ışığı biz oluruz. Ben Penny, bu da gençliğimin son perdesi. Her şey, kardeşlerimle birlikte Yedi Krallığa meydan okumamızla başladı; şimdi ise onu kurtarmak için Phoenix’lere karşı savaşıyoruz. Bir zamanlar birlikte inşa ettiğimiz bu topraklar, şimdi tırnaklarımızla söküp geri aldığımız bir savaşın eşiğinde. Daha önce bu krallığın yasalarından ve tahtın nasıl hüküm sürdüğünden bahsetmiştim. Burası Sirenia—her taşında geçmişin fısıltılarını barındıran, her köşesinde unutulmaz hikâyeler saklayan kadim bir diyar. Ve bize miras kalan bu topraklar, yalnızca hak edenlerin ellerinde yaşamaya devam eder.

Sirenia’nın toprağı, bir kez aldığına bir daha geri vermez. Burada her adım, geçmişin izlerini taşır; her taşın altında unutulmuş bir hatıra yatar. Burası, kadim büyülerin kök saldığı, kanla yazılmış tarihlerin yankılandığı bir diyardır. Bir zamanlar ejderhaların soyundan gelenler, tek bir bayrak altında birleşmişti. Güçleri, alevin kudretiyle beslenirken, bilgelikleri zamanın derinliklerinden geliyordu. Ama güç, her zaman bir bedel ister. Kendi içlerindeki hırs ve hiddet, onları böldü. Birlikte yükseldikleri gibi, ayrı düşerek düşman oldular. Şimdi ise geçmişin bu kanlı mirası, Sirenia’nın damarlarında akmaya devam ediyor. Fakat her savaşın bir sonu vardır. Artık bu çatışmalar son bulmalı; toprak, yitirdiklerini geri almayacak ama biz geleceği inşa edebiliriz. Bunun tek yolu barıştır. Kılıçlar kınına girmeli, kaybolan soylar tek bir çatı altında toplanmalı. Çünkü ancak birlikte, küllerimizden yeniden doğabiliriz.

Sirenia’nın toprakları, büyük savaşların ayak seslerini her zaman önceden duyar. Önce küçük çatlaklar belirir; önemsiz gibi görünen aksaklıklar, kaybolan kervanlar, suskunlaşan çarşılar… Yedi krallığın her birinde huzursuzluk baş gösterirken, gökyüzünde kara bulutlar toplanmaya başlar. Kaos, önce fısıltılarla gelir; sonra yükselen bir fırtına gibi dört bir yana yayılır. Hiçbir elin uzanmadığı, hiçbir kılıcın savunmadığı topraklarda, masumlar birer birer toprağa düşer. Adaletsizlik, kanla beslenirken, öfke derinlere kök salar.

Bu acının bedeli ödenecek. Sirenia’nın suskun taşları, hak ettikleri adaleti haykıracak. Ve bu haykırışın ilk yankısı, halkların direnişinden yükselecek. Toprağın çocukları, unutulmuş soylar ve gölgelerde kalan savaşçılar, kaderlerini ellerine alacaklar. İlk hamle, krallıkların içindeki çürümüş kökleri kesmek olacak. Orduların içine sızan hainler birer birer avlanacak, sahte krallıklar devrilecek ve yeni bir düzen doğacak.

Bu, sadece bir savaş değil. Bu, unutturulmak istenen hakikatin geri dönüşü. Küller altındaki kudretin yeniden doğuşu. Ve bu kez, Sirenia’nın kaderini başkaları değil, kanı ve onuruyla direnenler yazacak.

***Savaştan İki Gün Önce ;***

Lorenzo ve Randall Prens Raros'u kurtarmak için bir takım planlar içerisindeydi. Savaşın gölgesi, Sirenia’nın üzerine çoktan düşmüştü. Her sokakta, her taşın altında yaklaşan fırtınanın yankıları hissediliyordu. Bu, sadece bir kurtarma görevi değildi. Bu, geleceği yeniden yazacak ilk hamleydi.
Gece, üzerlerine bir örtü gibi serilmişti. Kamp ateşinin loş ışığında, iki kardeş son planlarını yapıyordu. Randall, haritanın üzerine eğilmiş, Phoenix’lerin kalesini gösteren noktaya parmağını bastırdı.

Randall : Buraya, en iyi ihtimalle şafaktan önce ulaşırız. Ama Raros’un nerede tutulduğunu hâlâ bilmiyoruz.

Lorenzo, gözlerini haritadan ayırmadan başını salladı. : Öğreneceğiz. Yerin altını üstüne getirsek de öğreneceğiz. Ama asıl mesele, Raros’u aldıktan sonra ne yapacağımız. O kale bir mezbahaya dönüşmeden çıkmamız gerek.

Randall, düşünceli bir şekilde dudaklarını ısırdı : En büyük zaafları kibirleri. Kendilerini ulaşılmaz sanıyorlar. Bu yüzden güvenlikleri düşündüğümüz kadar sıkı olmayabilir. Biz bir gölge gibi hareket edersek, fark edilmeden içeri süzülebiliriz

Lorenzo gülümsedi : Ve bir fırtına gibi ayrılacağız

Randall gözlerini kardeşine çevirdi : Girişimizi sessiz yapmalıyız ama çıkış… Çıkış daha gürültülü olacak. Phoenix’lerin kafasını karıştıracak bir şeyler yapmalıyız. Belki sahte bir patlama, belki birkaç nöbetçiyi farklı bir yöne çekmek için bir tuzak

Lorenzo başını onaylar şekilde salladı : Ve bir kez dışarı çıktığımızda, Raros’u en kısa sürede güvenli bir yere götüreceğiz. Ancak…”** diye duraksadı, gözleri ciddileşmişti.

Lorenzo : Eğer içimizden biri düşerse, diğeri durmayacak. Raros’u almak her şeyden önemli.

Randall derin bir nefes aldı : Biliyorum.

Gece, planlarını dinliyormuşçasına ağırlaştı. Onlar ise, geri dönüşü olmayan bir yola adım atmak üzereydiler. Kamp ateşinin ışığı yavaş yavaş sönmeye yüz tutarken, Lorenzo ve Randall sessizce kılıçlarını kontrol edip yola koyuldular. Geceyle bir olup, gölgelerin arasına karıştılar. Phoenix’lerin kalesine doğru ilerlerken, kaderin çoktan yazılmış bir bölümü, onların ellerinde yeniden şekillenmek üzereydi.
Solaria Krallığı Bir zamanlar, ışığın ve bereketin diyarıydı. Güneşin en parlak ışınları buranın altın sarısı tarlalarına düşer, toprak bereketle karşılık verirdi. Ama artık… Phoenix’lerin ellerinde, bu diyar kurak bir mezarlığa dönmüştü. Toprak, bir zamanlar can verdiği her şeyi reddediyor, güneşin altında bile gölgeler sinsice dans ediyordu. Çamur kusan toprak, havadaki keskin koku ve yıkılmış binaların hayaletleri. Solaria, ölümün fısıltılarıyla boğulmuştu.

Lorenzo, Randall ve Prens James, karanlığın içinde ilerlerken, gördükleri manzara midelerini bulandırıyordu. Harabelerin arasından sessizce geçerken Lorenzo, kuru bir kahkaha attı ve çevresine bakarak mırıldandı:

Lorenzo : Daha önce bir krallığın ağladığını hiç görmemiştim ama burası resmen hıçkırıyor. Phoenix’ler yeteneklerini gerçekten yanlış kullanıyor olmalı.

James, burnunu çekerek yanıtladı: Bunu zekice bir espri mi saymalıyım, yoksa Solaria’nın bu hale gelmesini gerçekten hafife mi alıyorsun?

Lorenzo, gülümseyerek omzunu silkti : Gülüp geçemezsek, burada gördüğümüz her şey bizi yutar. O yüzden biraz alaycı olmakta fayda var.

Randall, kaşlarını çatarak ilerlemeye devam etti : İkiniz de susup adımlarınızı sessiz atsanız iyi edersiniz. Burada gölgelerin bile kulağı var.

James, Lorenzo'ya yan gözle bakarak kıkırdadı : Görüyor musun? Randall her zamanki gibi eğlenceyi baltalamakta üstüne yok

Lorenzo kaşlarını kaldırarak başını salladı : Evet evet, tam bir ruh hali canavarı. Ama hakkını yemeyelim, ciddi anlarda işe yarıyor

Randall gözlerini devirip dişlerini sıktı : Ciddi an mı? Gördüğümüz şu sefalet ciddi değil mi?!

dedi, önlerinde yürüyen yaşlı bir kadına ve çelimsiz bir çocuğa bakarak. Çocuğun yanakları içeri çökmüş, gözleri bomboştu. Açlık, kemiklerini bir hançer gibi delip geçmişti.

James : Bunlar… Bunlar Phoenix’lerin yarattığı dünya mı? Halkı bu hale getirip, topraklarını lanetlediler. Midemi bulandırıyor.

Lorenzo : Şimdilik mideni tut, James. Biliyorum, her kemiği kırmak istiyorsun ama önce şu belayı temizleyelim. Onlarla hesaplaşma zamanı gelecek.

Randall : Lorenzo haklı. Şimdi sinire kapılırsan, bu görevi tamamlayamadan bir cesede dönüşürsün.

Sessizce ilerlemeye devam ettiler. Kaleye yaklaştıkça, Solaria’nın bir zamanlar ihtişamlı olan kalesinin önünde durdular. Eskiden altın kaplamalarla süslü kuleleri olan saray, şimdi pis bir otlaktan bile beterdi. Duvarlar yıkılmış, bayrakları küle dönmüştü. Geçmişin görkemi, şimdinin utancına karışmıştı.

Gizlice halkın arasına karışarak ilerlemeye devam ettiler. Çökmüş binaların gölgelerinde saklanarak, saraya giden yolları gözlüyorlardı. İnsanların yüzlerindeki korku, çektikleri acıyı anlatıyordu. Çocuklar bir köşeye sinmiş, annelerinin arkasına saklanıyordu. Açlık, korku ve çaresizlik… Phoenix’lerin armağanı buydu.

James : Önce Prens Raros. Sonra bu cehennemi yerle bir edeceğiz.

Lorenzo : Raros'u mahzenlerden alalım. Ve sonra bir kez daha Phoenix’lerin kanatlarını yakalım.

Gizlice sarayın zindanlarına inen gizli geçide doğru ilerlemeye başladılar. Gölgeler onların dostuydu… Şimdilik.

Mahzenin taş duvarları rutubet kokuyordu. Loş ışık, hücreleri bölen demir parmaklıkları olduğundan daha uzun ve korkutucu gösteriyordu. Dar koridorun iki yanında sıralanmış hücrelerin başında, hareketsizce nöbet tutan Phoenix askerleri vardı. Gözleri, en ufak bir hareketi bile yakalayacak kadar dikkatliydi. Üçlü, sessizce gölgelerde ilerleyerek durumu değerlendirdi.

Koridorun sonundaki hücre, diğerlerine göre daha sıkı korunuyordu. İki zırhlı muhafız, kapının hemen önünde dimdik duruyor, ara ara içeriyi kontrol ediyordu. Lorenzo, kaşlarını kaldırarak hafifçe eğildi ve fısıldadı:

Lorenzo : Eğer bu adamlar tavuk olsaydı, en iri ve en pis kokanı kesin buradaki olurdu.

James : Şu an önemli bir görevdeyiz, Lorenzo. Ne düşündüğünü sormayacağım çünkü ne düşündüğünü biliyorum.

Randall : Eğer Prens Raros buradaysa, onu alıp buradan hızla çıkmamız lazım. Ama bu kadar asker varken sessiz olmak neredeyse imkânsız.

Lorenzo : Bize ses çıkarmadan bu askerlerden kurtulmanın bir yolu lazım… En sevdiğim kısım işte burada başlıyor.

James : Lorenzo’nun bu cümleyi kurduğu her an başımıza büyük bir bela açılıyor.

Lorenzo : Beni bir kerecik olsun takdir edin. Biliyorsunuz ki ben önlem almayı severim

Randall, şişeye şüpheyle baktı : Bu da nedir?

Lorenzo gururla şişeyi salladı. : u küçük şişe, çok büyük bir mide bozukluğu yaratıyor. Bunu su kaynağına dökersek, birkaç dakika içinde bütün muhafızlar, bağırsaklarını kontrol edemeyen birer zavallıya dönüşür.

James : Sen… bunu neden yanında taşıyorsun?

Lorenzo : Ne zaman birisinin yemeğine ‘kazayla’ katmam gerekirse diye.

Randall : Bazen seni desteklemek istiyorum, ama sonra konuşuyorsun.

Lorenzo şişeyi dikkatlice en yakındaki su kabına döktü ve geri çekildi. Birkaç dakika sonra, muhafızlardan biri yüzünü buruşturdu, ardından diğeri. Aralarında fısıldaşmalar başladı, sonra aniden hepsi birer birer koridorun sonundaki kapıya doğru koşmaya başladı. Şimdi, hücreleri boş bırakmışlardı.

James : Bunun işe yaramış olmasına şaşırdım… Ama aynı zamanda hayatta bazı şeylerin fazla kolay olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Randall : Çok konuşmayın. Raros içeride mi, görelim.

Kapıyı açtıklarında, zincirlenmiş bir figürle karşılaştılar. Prens Raros, kollarından ve ayaklarından ağır zincirlere vurulmuş, başı öne düşmüştü. Ağızlık, konuşmasını ve muhtemelen büyü yapmasını engelliyordu. Baygın gibi görünüyordu.

James hızla zincirleri inceledi. Dokunur dokunmaz kaşlarını çattı. **“Bu… sıradan bir demir değil. Sihirli bir maden. Eritmek için zaman lazım.”**

Randall kapının yanında dikilip dışarıyı gözlerken, Lorenzo hafifçe kapıyı kapattı ve fısıldadı: Harika. Yani burada fazladan birkaç dakika geçireceğiz. Tabii, eğer dışarıda büyük bir kaos çıkmazsa.

James büyü gücünü toplayarak zincirleri eritmeye başladı. Metal cızırdarken, Lorenzo hafifçe Randall’a döndü. **“Biliyor musun, neden Prens Raros’u bir kuş kafesine koyup satmaya kalkmadık? Yani, sonuçta Phoenix’lere karşı kendi silahlarını kullanmış olurduk.”**

Randall : Bunu önerdiğin için seni şuracıkta bayıltmak istiyorum.

James : Siz orada aptalca konuşmaya devam edin, ben burada kritik bir işle uğraşıyorum.

Lorenzo : Haklısın, haklısın… Ama eğer bu kapıyı tutan bizsek, bence en azından biraz eğlenmeliyiz. Randall, kapıyı tutarken şarkı söylemek ister misin?

Randall, Lorenzo’ya sert bir bakış attı. : Beni öldürecek misin?

Tam o sırada, James son zinciri de eriterek Raros’u serbest bıraktı. Prens yavaşça kendine gelmeye başladı. James hızla ağızlığı çıkardı. **"Tamam, artık çıkabiliriz!"**

Lorenzo : Bizi takip ettiklerini anlamasınlar diye bir şey yapmalıyım.

Randall kaşlarını çattı. **"Ve bunun anlamı ne, Lorenzo?"**

Lorenzo, hücredeki boş zincirlere hızla yöneldi, sonra dışarıdan aldığı eski bir korkuluğu zincirlere bağladı. Korkuluk, eğri büğrü bir şekilde zincirlerin içinde sallanıyordu.

James gözlerini kocaman açtı. **"Ne… Bu mu yani? Gerçekten kimse fark etmeyecek mi sanıyorsun?!"**

Lorenzo kollarını açarak gururla baktı. **"Bence yeterince iyi! Sonuçta kimse hapiste bir korkuluk olmasını garipsemez, değil mi?"**

Randall derin bir nefes aldı. **"Bu görevden sağ çıkarsak, seni boğacağım."**

Lorenzo gülümsedi. **"Önce şu mahzenden çıkalım, sonra kimin kimi boğacağını tartışırız."**

Üçü, Raros’u da yanlarına alarak gölgelerin arasına karışıp hızla çıkışa yöneldiler. Mahzenin soğuk ve kasvetli havası geride kalırken, kaçışlarının ilk aşamasını başarıyla tamamlamışlardı. Ancak asıl mücadele daha yeni başlıyordu.

Niubis’in taş duvarları geceyi yırtan birer dev gibi yükseliyordu. Uzun ve zorlu bir yolculuktu ama sonunda başarmışlardı. Lorenzo, Randall, James ve baygın haldeki Prens Raros, hiç kimseye görünmeden krallığa varmıştı.

Kalenin devasa kapıları, muhafızların sert bakışları altında açıldı. İçeri girdiklerinde, taş zemin adımlarının yankısını fısıldıyordu. Tam o sırada, büyük salonun kapısında duran heybetli figürle göz göze geldiler. Kral Mark , yorgun, ama gözleri hâlâ bir savaşçının ateşini taşıyordu. Kaşları çatılmıştı, bir an bile tereddüt etmeden seslendi: **“Raros’u hemen revire götürün! Prenses Dike’a haber salın,onun yanında olması gerek.”** James hızla Raros’u kucaklayarak revire götürdü. Arkasında Lorenzo ve Randall, kralın sert bakışlarından kaçamayacaklarını bilerek dimdik durdular.
Kral Mark, derin bir nefes alarak başıyla toplantı salonunu işaret etti. **"Siz ikiniz benimle gelin."**
Geniş ahşap kapılar ağır bir iniltiyle kapandığında, odaya yalnızca mum ışığı ve krallığın kaderini değiştirecek bir konuşma kaldı. Kral Mark, uzun masa boyunca ilerleyerek başındaki tahtvari sandalyeye oturdu. İki oğlu da onun karşısında dikilmişti.

**“Anlatın,”** dedi derin ve buyurgan sesiyle. **“Ne gördünüz?”** Randall ciddi bir ifadeyle önce davrandı. **“Solaria artık bir mezarlık, baba. Toprak kurumuş, hava zehir gibi. Phoenix’lerin elinde her şey çürüyor. İnsanlar aç, korkmuş ve bitik halde. ”** Lorenzo sandalyesine yaslanarak iç çekti. **“Çocukların gözlerinde umut namına hiçbir şey kalmamış. İnsanları sokağa çıkmaya bile korkar hâle getirmişler. Ama asıl mesele bu değil.”** Kral Mark, Lorenzo’nun gözlerine dik dik baktı. **“Asıl mesele ne?”** Randall kaşlarını çattı. **“Phoenix’ler, Tempestas’tan savaş makineleri getirmişler. Devasa mancınıklar, alev atan kuleler, zırhlı barikatlar… Düşmanı daha görmeden yakacak bir cehennem inşa ediyorlar.”** Kral Mark’ın yüzüne gölgesi düşmüş gibi oldu. Yumruklarını masaya koydu. **“Ve siz… bunu kendi gözlerinizle gördünüz?”** Lorenzo başını salladı. **“Sadece görmekle kalmadık, askerleri de duyduk. Şimdiden kazanma naraları atıyorlar. Kendilerini yenilmez sanıyorlar.”** Kralın sesi kılıç gibi sertleşti. **“O naraları ağızlarına tıkamak bizim görevimiz.”**
Bir süre odada sessizlik hüküm sürdü. Mumların titrek ışığı üç savaşçının gölgelerini duvarda oynatıyordu. Sonunda Kral Mark derin bir nefes aldı ve kararını verdi. **“Tempestas Krallığı’na gideceksiniz.”** Randall gözlerini kıstı. **“Tempestas’a mı?”**
Kral başını salladı. **“O makineleri getiren krallık. Onları yok etmeden bu savaşta ilerleyemeyiz. Ama normal bir yolculuk yapamazsınız. Düşman her yerde.”**
Lorenzo hafifçe gülümsedi. **“Ve bu yüzden deniz yolunu kullanacağız.”**
Randall kardeşine döndü. **“Bu konuda şüphem yoktu.”**
Kral Mark sandalyesinden kalkarak oğullarına yaklaştı. **“Lorenzo, sen yedi krallığın en iyi denizcisisin. Sirenia’nın bütün sularını biliyorsun. Deniz altından geçerek Tempestas’a ulaşacaksınız. Sessiz ve görünmez olmalısınız.”**
Lorenzo, hafifçe başını sallayarak gülümsedi. **“Kimsenin geçemediği suları aşıp en iyi korunan kıyıya varacağız, yani? Tuhaf bir şekilde kulağa hoş geliyor.”**
Randall kollarını bağladı. **“Eğer bu görevde başarısız olursak, Niubis de savaşta ağır bir darbe alır. Bunu biliyorsun değil mi?”**
Lorenzo hafifçe ona döndü. **“Randall, bazen biraz fazla ciddisin. Bence bu görevin keyfini çıkaralım. Yedi krallığın en büyük savaşına hazırlık yapıyoruz.”**
Kral Mark bir adım geri çekildi ve sertçe başını salladı. **“Siz yola çıkarken biz burada hazırlıklarımızı tamamlayacağız. Prens Raros’un kurtarılması Phoenix’lere bir mesaj oldu. Ama asıl mesajı, onların bozguna uğratıldığını gösterdiğimizde vereceğiz.”**
Lorenzo ve Randall babalarına saygıyla eğildiler. Görev belliydi. **Tempestas’a gidip, düşmanın savaş makinelerini bozguna uğratacaklardı. Ve bunu kimsenin beklemediği bir şekilde yapacaklardı.**
Gecenin soğuk havası, bu odada verilen kararlarla biraz daha keskinleşti. Büyük fırtına artık ufukta görünüyordu. Ama asıl kasırga, denizlerin altından koparak gelecekti.

Güneşin ilk ışıkları Niubis’in taş duvarlarını turuncuya boyarken, revire ince bir aydınlık süzüldü. Gece boyu Raros’un başında bekleyen Prenses Dike, yorgun ama dimdik oturuyordu. Gözleri uykusuzluktan kızarmıştı, ama prensinin zayıf nefesini dinlemekten başka bir şey düşünemiyordu.
Raros, zincirlerin soğuk baskısından, işkencenin karanlık anılarından sıyrılmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Ama bir anda…
**"HAYIR!"**
Bir çığlık yankılandı odada. Raros gözlerini dehşetle açarak doğruldu, vücudu titriyor, nefesi düzensizleşiyordu. **Gördüğü kâbusun, hissettiği acının etkisinden kurtulamıyordu.**
Dike hızla ileri atılarak prensinin ellerini tuttu. **"Raros! Sakin ol, buradasın. Niubis’teyiz, güvendesin!"** dedi. Sesi şefkatliydi ama kararlılıkla doluydu.
Raros gözlerini Dike’a dikti, titremesi hafifledi. Soluk soluğa, **"Beni… bırakmadınız,"** diye fısıldadı.
Dike hafifçe gülümsedi. **"Sana ihanet etmeyecektik, prensim. Artık güvendesin."**
Kapının hızla açılmasıyla içeri Prenses Penny girdi. **"Bu çığlıklar da neydi?"** dedi, endişeyle. Gözleri hemen Raros’a çevrildi, yorgun ama hayatta olduğunu görmek onu rahatlattı.
**"Raros, seni burada görmek güzel. Yaşadıklarından sonra hayatta olman büyük bir zafer."** Penny’nin sesi yumuşaktı ama gözlerinde savaşın yakıcılığı vardı.
Raros hafifçe başını salladı. **"Zafer mi…? Phoenix’lerin elinde geçen her saniye bir kayıptı,"** dedi boğuk bir sesle.
Penny kaşlarını çattı ama tartışmaya girmedi. Bunun yerine elini Raros’un omzuna koyarak hafifçe sıktı. **"Dinlenmelisin. Daha sonra konuşuruz."**
Sonra Dike’a dönerek başını hafifçe eğdi. **"Ben babamın yanına gidiyorum. Gün ağardı, artık harekete geçmeliyiz."**

Dike prensine minnettarlıkla baktı. Penny çıkarken Raros’un yanına döndü ve onun elini sıkıca tuttu. **"Ben buradayım. Hep buradayım."**
Penny, hızlı adımlarla merdivenleri tırmanarak kalenin en yüksek noktasına, kraliyet terasına ulaştı. Sabahın rüzgârı saçlarını savururken, babasının sırtı ona dönüktü. Büyük taş masanın üzerine yayılmış haritalara eğilmişti.
**Kral Mark, Sirenia’nın kaderini çizmeye hazırlanıyordu.**
Penny biraz daha yaklaşıp seslendi. **"Baba."**
Kral Mark başını kaldırmadan, **"Geldin mi?"** dedi. Sonra derin bir nefes alarak haritaya son bir kez baktı ve kızına döndü. **"Pulvia’ya gitmek için hazır mısın?"**
Penny gözlerini haritaya dikti. **Pulvia…** Zehirli rüzgârların hüküm sürdüğü, en ufak bir hatanın felakete yol açabileceği bir krallık. Görevi, orada bir günlük kamp kurup Sirenia’nın en büyük silahlarını, **zehirli toz uçaklarını koordine etmek** olacaktı.
**"Evet, hazırım."**
Kral Mark gözlerini kızına dikti, bakışları yorgun ama sertti. **"Orada fazla kalamazsın. Zehirli tozların etkisi büyük. Ama savaşta en güçlü kozumuz bu olacak. İşareti gördüğünde harekete geçeceksin."**
Penny derin bir nefes aldı. **"Biliyorum. Bir gün içinde tüm planları tamamlayacağım ve işareti bekleyeceğim."**
Kral Mark başını eğerek onayladı. **"Bu savaş, yalnızca kılıçlarla değil, akılla da kazanılacak. Eğer bunu başarırsak, Phoenix’lere vuracağımız darbe büyük olacak."**
Penny babasının sözlerini sindirerek başını salladı. **"O zaman zaman kaybetmeden yola çıkmalıyım."**
Kral Mark, kızına son bir kez baktı ve elini omzuna koydu. **"Kendine dikkat et, Penny. Sirenia’nın sana ihtiyacı var."**
Penny gülümsedi, ama gözlerinde ciddiyet vardı. **"Sirenia’nın hepimize ihtiyacı var, baba."**
Ve böylece, savaşın başka bir cephesi daha açılmak üzereydi.

Krallığın avlusuna adımını atar atmaz, Prenses Penny’yi Kral Henry ve Kraliçe Mathilda karşıladı.
**"Gecikmediniz, Prenses Penny,"** dedi Kral Henry, yüzünde endişeyle karışık bir tebessüm vardı. **"Umarım yolculuğunuz zorlu geçmemiştir."**
**"Zorluktan kaçacak durumda değiliz, Kral Henry,"** diye yanıtladı Penny. **"Hepimiz bu savaşın içindeyiz. O yüzden vakit kaybetmeden konuşmalıyız."**
Kraliçe Mathilda, gözlerini Penny’ye dikerek başını sertçe salladı. **"Sizin gibi doğrudan konuya giren insanları severim, Prenses. Gelin, toplantı odasına geçelim."**

Toplantı odasında, Pulvia haritalar, belgeler ve savaş raporlarıyla doluydu. Odaya adım attıkları anda gergin hava Penny’nin tenini bile yakıyordu. Kral Henry ve Kraliçe Mathilda, başköşedeki büyük masaya oturdular. Penny, tam karşılarına yerleşti.
**"Durum vahim,"** dedi Kral Henry, elini haritanın üzerine koyarak. **"Phoenix’ler bizim topraklarımızı doğrudan işgal etmediler, ama ticaret yollarımızı kestiler. Tarım alanlarımızı kullanamaz hale getirdiklerinden halk açlıkla burun buruna."**
**"Asıl mesele,"** diye ekledi Kraliçe Mathilda, **"Bize tarafsız kalma lüksü tanımamaları. Bu savaşın bir tarafı olmalıyız, yoksa yutuluruz."**
Penny, ellerini masanın üzerine koyarak konuştu. **"Ve siz hangi tarafı seçtiniz, majesteleri?"**
Kraliçe Mathilda hiç düşünmeden konuştu. **"Tabii ki Sirenia. Phoenix’lerin bize getireceği tek şey yıkım olur."**
Kral Henry iç çekerek başını salladı. **"Ancak, kazanmak zorundayız. Kaybedersek, Pulvia diye bir yer kalmayacak. Sizin de bu yüzden burada olduğunuzu biliyorum."**
Penny ciddi bir ifadeyle konuştu. **"Evet. Zehirli toz uçaklarını kullanmamız gerekiyor. Hava saldırılarımız savaşın seyrini değiştirebilir."**
Kraliçe Mathilda kaşlarını çattı. **"Sizi temin ederim ki, uçaklar hazır. İçlerine gereken karışımları da ekledim. Ama bu tozların etkisi büyük olacak, eğer rüzgâr yön değiştirirse…"**
Penny onu sözünü keserek araya girdi. **"Bu yüzden koordinasyon sisteminizin detaylarını öğrenmek istiyorum. Eğer savaşta başarısız olursak, Pulvia’nın hayatta kalması zor olacak."**

Kral Henry hafifçe gülümsedi ve Penny’yi odanın diğer köşesindeki haritanın yanına çağırdı.
**"Bunu özellikle geliştirdik,"** dedi Henry, elini haritaya koyarak. **"Her bölgeye belirli aralıklarla asker yerleştirdik. Haberleşme sistemi sayesinde, birbirlerinden anında bilgi alabiliyorlar. Bir tehlike anında birkaç dakika içinde harekete geçebiliriz."**
Penny hayranlıkla başını salladı. **"Bu inanılmaz. Eğer bu kadar hızlı bilgi akışı sağlayabiliyorsanız, hava saldırılarımız da daha güvenli olacaktır."**
Kraliçe Mathilda kollarını kavuşturarak konuştu. **"Her şeyi riske atıyoruz, Prenses Penny. Bize verdiğiniz planın işe yarayacağını umuyoruz."**
Penny, kendinden emin bir şekilde başını salladı. **"Beni izleyin."**

Penny, kamp alanına geldiğinde her şeyin titizlikle organize edilmesi gerektiğini biliyordu. İlk olarak, **uçakların diziliş noktalarını belirledi.** Rüzgâr akımlarını inceledi ve **en uygun kalkış noktalarını işaretledi.**
Daha sonra, saldırının nasıl gerçekleşeceğini planladı: Uçaklar, gece yarısı havalanacak.
İlk dalga, Phoenix’lerin sınır bölgelerine saldıracak. Ana orduyu dağıttıktan sonra asıl saldırıyı başlatacaklar. İşaret verildiğinde, Sirenia’dan gelecek kara birlikleriyle senkronize hareket edilecek.
Penny, nefesini tutarak her ayrıntıyı gözden geçirdi. **Plan harikaydı. Kazanacaklardı.**
Son olarak, babasına her şeyin hazır olduğunu bildiren bir mektup yazdı:

> **Kralım,**
> Plan tamamlandı. Pulvia’da her şey hazır. Uçaklar donatıldı, askerler konuşlandırıldı ve saldırının ilk aşaması titizlikle planlandı.
> Savaşın en kritik anlarından birine yaklaşırken, bu hareketimiz Phoenix’leri geriye itecek. Bu, Sirenia’nın en büyük şansı olabilir.
> İşaret verildiğinde, ben ve ordum hazır olacağız.
>
> **Penny**

Mektubu mühürleyip gönderdikten sonra Penny, uzaklara iç çekerek baktı.

Bu sırada Jade ve Astrid yola koyulmuşlardı. Nivis Krallığı’na girerken soğuk iliklerine kadar işliyordu. Prenses Jade ve Prenses Astrid, atlarının üzerinde buzla kaplı yolları geçerken, her nefesleri gökyüzüne beyaz duman gibi yükseliyordu. Kar taneleri yüzlerine çarptıkça, savaşın gölgesi burada da hissediliyordu.
Astrid, titreyerek ellerini ovuşturdu. **"Bu kadar soğuk olacağını bilseydim, üzerime ekstra bir kürk daha alırdım. Jade, parmaklarım donuyor!"**
Jade, ablasının sızlanmasına hafifçe gülümseyerek başını iki yana salladı. **"Buz krallığına geliyoruz Astrid, ne bekliyordun? Güneş ve sıcak kumsallar mı?"**
Astrid gözlerini devirdi. **"Evet! Bir gün bir krallık fethedeceksek, neden sıcak bir yer olmasın?"**
Jade iç çekerek önlerine döndü. **"Şu anda tek derdimiz sıcak kumlar değil, savaşın bizi nereye sürüklediği."** Krallığın devasa kapıları açıldığında, onları Kraliçe Dysnomia’nın muhafızları karşıladı. İçeri adım attıklarında, taş salonun içi bile buz gibi soğuktu. Devasa pencerelerden görünen kar fırtınası, krallığın ne kadar zor bir süreçten geçtiğini gösteriyordu.
Kraliçe Dysnomia, tahtında oturuyordu. Gözleri keskin, duruşu dimdikti. **"Sizi burada görmek güzel, Prensesler."**

Astrid hafifçe eğildi. **"Majesteleri, Nivis’in desteğine ihtiyacımız var."**
Jade de ekledi. **"Buz mermileri, ordularımız için kritik. Savaş her yere sıçradı. Eğer birlik olmazsak, Phoenix’ler bizi teker teker yok edecekler."**
Kraliçe Dysnomia başını salladı. **"Bunun farkındayım. Burada da huzur kalmadı. Ancak buz mermileri hazır, dağıtılmaları için emir verdim."**
Daha sonra, masanın etrafına geçerek haritayı açtılar. **"Sadece Sirenia değil, Tempestas ve Pulvia’da da savaşın sıcaklığı hissediliyor."** Kraliçe parmağıyla haritayı göstererek konuştu. **"Phoenix’lerin nasıl hamleler yaptığını biliyor musunuz?"**
Astrid kaşlarını çattı. **"Henüz değil. Ama hazırlıklılar. Ve biz de onların her adımını izliyoruz."**
Kraliçe, hizmetkârlarına işaret etti ve metal kutular içinde dizilmiş mermiler önlerine getirildi. **"Bunlar, Phoenix birliklerine karşı büyük avantaj sağlayacak. Ateş onların gücü, ama buz bizim silahımız."**
Jade, kutuların içini kontrol etti ve başını onaylar şekilde salladı. **"Mükemmel. Bunları hemen diğer krallıklara göndermeliyiz."**
Astrid hafifçe kıkırdadı. **"Ateşi buzla söndürmenin zamanı geldi."**
Ancak tam o sırada, dışarıdan gelen bir haberci soluk soluğa içeri daldı. **"Majesteleri! Bir Phoenix askeri, prensesleri gördü! Haberleri en tepeye ilettiler!"**
Jade ve Astrid hızla birbirlerine baktılar.
Kraliçe Dysnomia’nın ifadesi ciddileşti. **"Demek bizi izliyorlar. O zaman daha hızlı hareket etmelisiniz."**
O sırada, Phoenix birliklerinin liderlerinden biri olan **Ferdinand'ta**, bu haberi aldığında, gözleri kısıldı. **"Sirenia’nın prensesleri, buz mermileri alıyor ha? Demek öyle oynuyoruz."**
Hemen Tempestas’a emir verdi. **"Yerin altına mayınlar dizin. Deniz yolundan geleceklerse, onları suyun altında bekleyen ölüm karşılayacak."**
Ancak bu planı fark eden biri vardı: **Randall.**
Randall, Niubis Krallığı’na geri dönerken denizin kenarında garip hareketlilik fark etti. Suların içindeki baloncuklar, yüzeye çıkmaya çalışan bir şeyin varlığını belli ediyordu. **Ve orada olduğunu anlamıştı—yer altı mayınları.**
Gözlerini kısarak fısıldadı. **"Phoenix’ler, pislik oynamaya başladı bile."**

***Savaş günü ;***
*Penny'nin Gözünden ;*
Bir çok savaş gördüm bir çok anlaşmazlığa tanıklık ettim. Ama hiç biri bu kadar acı dolu değildi. İlk olarak Phoenix'lerin mayınları patlatmasıyla başladı. Sonra ki hamlemizde uçakları yolladık ilk bir kaç filo işe yarasada onları yakarak kurtuldular. Savaşın sekizinci gününde Pulvia'yı kurtardık ve krallığı koruma altına aldık. İlerleyen günlerde daha da şiddetlendiler sanki her kaybedişlerinde biraz daha hırslanıyor gibiydiler. Gök gürültüsünü andıran savaş çığlıkları, çeliğin çeliğe çarpan yankıları ve alevlerin çıtırtısı, savaş alanının hiç durmayan melodisiydi. Günler ilerledikçe her iki taraf da tükenmişti, ancak Phoenix’ler sanki yitirdikleri her askerle daha da güçleniyordu. Onları yenmenin yolu sadece fiziksel üstünlükten geçmiyordu, akıllıca hareket etmemiz gerekiyordu.

Onuncu gün, Nivis Krallığı büyük bir saldırıya uğradı. Phoenix’ler gökyüzünü alevlerle boyarken, Nivis’in dev buz duvarları birer birer eriyordu. Buz mermileri ve soğuk rüzgarlar, ateşin sıcaklığını bastırmaya çalışıyordu ama yeterli değildi. Savaş alanında gökyüzünden inen alevler, karla kaplı toprağı çamura çevirirken, buzdan heykeller gibi dimdik duran Nivis askerleri, kalkanlarını kaldırarak sonuna kadar savaştılar. Prenses Jade ve Astrid, ordularını savunma hattına çekti. Kraliçe Dysnomia ise taht odasında, haritanın başında bir plan yapıyordu. "Phoenix’ler bir savaşı kazanmak için değil, bizi tamamen yok etmek için buradalar. Onlara tek bir güçlü darbeyle karşılık vermeliyiz," dedi sertçe.O sırada Randall, Niubis birlikleriyle Nivis Krallığı’na destek olmak için yola çıkmıştı. Ama Phoenix’lerin gökyüzünü sarmalayan birlikleri, her yoldan çıkışlarını kapatıyordu. "İçeri girmeliyiz! Eğer Nivis düşerse, geriye sadece üç krallık kalır!" diye bağırdı Randall. Askerleri, kılıçlarını sıkarak onu takip etti.Ancak Phoenix’lerin planı, sadece Nivis’i ele geçirmekten ibaret değildi. Aynı anda Tempestas Krallığı’na da saldırıyorlardı.

Denizin ortasındaki görkemli Tempestas Krallığı, şiddetli dalgalar ve rüzgarlarla korunuyordu. Ama Phoenix’ler ateşi bile suyun altına taşıyabilecek kadar acımasızdı. Gökten süzülen alev topları, okyanusun yüzeyine düştüğünde patlayarak sıcak bir buhar çıkardı. Su kaynıyordu, gökyüzü kıpkırmızıya dönmüştü. Krallığın son amirali, askerlerini bir araya topladı. "Deniz bizimdir! Onlara bu suları mezar yapacağız!" dedi, ama düşmanları çok güçlüydü. Günler süren savunmadan sonra, Tempestas’ın altın sarayları alevler içinde kalmıştı. Sonunda, dalgalar krallığı yavaşça içine çekti. Geriye yalnızca duman ve yanan enkazlar kaldı.
Tempestas düştüğünde, diğer krallıkların kalplerine büyük bir korku yayıldı. Eğer güçlü Tempestas bile dayanamadıysa, sıradaki kim olacaktı?

Nivis’in buz duvarları sonuna kadar dayandı, ama erimeye başladı. Kraliçe Dysnomia, Prenses Jade ve Astrid, son bir savunma hattı kurarak, Phoenix ordusunun en güçlü generaliyle yüzleştiler: Ferdinantla. Ferdinant, gözlerinde ölümsüz alevleri taşıyan bir iblis gibi, kılıcını kaldırdı. "Buzun soğuğu benim alevimi söndüremez," dedi ve tek bir hareketle önündeki askerleri kül etti.
Randall, sonunda Nivis Krallığı’na ulaşmayı başardı ve Kral Mark ile birlikte savaş alanına daldı. "Bunu bitiriyoruz!" diye haykırdı Mark.
İki taraf, savaş alanında son bir çarpışmayla karşı karşıya geldi. Jade ve Astrid, Phoenix’lerin kanatlarını hedef alarak oklarını fırlatırken, Randall ve Mark, düşmanları tek tek kesiyordu. Ancak bu savaşın bir bedeli olacaktı.

Lorenzo ve James, savaşın başından beri birbirleriyle didişen ama aynı zamanda yan yana savaşan iki prensti. İkisi de zekiydi, cesurdu ama belki de en önemlisi, birbirlerini sinir etmeyi çok seviyorlardı. Solaria Krallığı, Phoenix ordularının hedeflerinden biriydi. Çünkü burası, güneşin ve ışığın krallığıydı. Eğer Phoenix’ler burayı ele geçirirse, ateşleri daha da güçlenecekti.
Savaş başladığında, Lorenzo ve James surların tepesinde duruyordu. Aşağıda Phoenix’lerin ordusu toplanmış, gökyüzüne ateşten işaret fişekleri fırlatıyordu.

James kollarını kavuşturdu. "Şuna bak Lorenzo, bu kadar ateşi neden boşa harcıyorlar ki? Bu kadar alevle bir mangal partisi bile yapabiliriz."

Lorenzo gözlerini devirdi. "Bilmiyorum James, belki de düşman oldukları içindir? Sence?"

James gülerek omzunu silkti. "Hâlâ gereksiz. Yani, biz zaten yanıyoruz. Güneş Krallığı’ndayız. Bir de Phoenix’ler mi lazım?"

Lorenzo kılıcını çekti ve ileriye doğru işaret etti. "Komik adam, konuşmayı bırak da şu alev tavuklarını nasıl yeneceğimizi konuşalım."

James gözlerini kıstı. "Biliyorum, biliyorum. Planımız hazır. Ama önce itiraf et Lorenzo, benim planım dahiyane değil mi?"

Lorenzo derin bir nefes aldı. "Evet James, planın _inanılmaz!_ Şimdi lütfen savaş başlamadan bana bir beş dakika sessizlik ver."

James kahkaha attı ama sonra ciddileşti. Aşağıda Phoenix generali Ignis ordusunun önünde duruyordu. Büyük bir alev kanadı açığa çıkardı ve savaş borularını çaldı. Phoenix’ler gökyüzüne sıçradı ve alevlerden oluşan mızraklarını Solaria'nın surlarına fırlattı.Lorenzo ve James aynı anda hareket etti. Lorenzo kılıcını kaldırarak askerlere bağırdı. "Kalkanlar yukarı! Formasyon alın!"

James ise özel bir düzenek hazırlamıştı. Phoenix’lerin en büyük gücü havada savaşmaktı. Ama James, havada olmalarını bir avantaja çevirecekti.Phoenix askerleri hızla yukarıdan saldırıya geçtiğinde, James ellerini ovuşturdu. "Hazır mıyız çocuklar?"

Aşağıda bekleyen Solaria askerleri ve Pulvia mühendisleri gülümseyerek başlarını salladılar. Herkes, James’in planının ne kadar çılgın olduğunu biliyordu ama bir o kadar da zekiceydi.
Phoenix askerleri surların üstüne daldığında, aniden yere düşmeye başladılar. Çığlıklar attılar, kanatlarını çırptılar ama havada bir şey onları aşağı çekiyordu.

Lorenzo şaşkınlıkla James’e baktı. "Bu da ne?!"

James sırıtarak yere gizlenmiş büyük mıknatısları gösterdi. "Phoenix zırhları metal ile kaplı. Birazcık manyetik sihir ekledik ve bum! Uçamıyorlar!"

Lorenzo başını iki yana salladı. "Sen tam bir çılgınsın."

James gururla başını salladı. "Evet. Ama çok işe yarayan bir çılgınım."

Phoenix askerleri yere düştüğünde, Solaria ve Pulvia birlikleri hızla onları etkisiz hale getirdi. Ama bu sadece başlangıçtı. Ignis hala ayaktaydı ve planlarını bozmak için çok daha büyük bir saldırı başlatıyordu.Ignis kollarını açtı ve gökyüzünü kıpkırmızı yapan bir ateş kasırgası yarattı. Surların bir kısmı çatırdadı, kulelerden biri devrildi. Savaşın kaderi değişmek üzereydi.

James hızlıca Lorenzo’ya döndü. "Sanırım biraz fazla eğlenmiştik. Şimdi ne yapıyoruz?"

Lorenzo dişlerini sıktı. "O kasırgayı durdurmanın tek yolu, rüzgarı kullanmak. Pulvia’nın fırtına okları burada işimize yarar mı?"

James kaşlarını kaldırdı. "Kesinlikle! Ama bir sorun var."

Lorenzo kollarını bağladı. "Ne gibi?"

James gülümsedi. "Bunu yapmak için senin ve benim, Ignis’in tam altına gitmemiz gerekiyor."

Lorenzo gözlerini kapattı. "Harika. Beni öldürmeden bir savaş bitiremeyeceksin değil mi?"

James omuz silkti. "En azından eğlenceli oluyor."

İkili, Ignis’in oluşturduğu ateş kasırgasının tam altına ulaştığında, James fırtına oklarını çıkardı. Lorenzo ise Solaria’nın en güçlü ışık büyülerinden birini kullanarak, Phoenix gücünü kırmaya çalıştı.

Ignis onları fark etti ve öfkeyle bağırdı. "Siz küçük prensler! Beni mi durduracaksınız? Ben alevin efendisiyim!"

James gözlerini devirerek Lorenzo’ya fısıldadı. "Bu adam hep böyle mi konuşuyor?"

Lorenzo iç geçirdi. "Evet, evet. Çok dramatik."

James, fırtına oklarını havaya fırlattı. Lorenzo ışık büyüsünü ekledi ve Ignis’e doğru gönderdiler. Kasırga aniden tersine döndü ve Ignis’in kendi alevleri onu sararak etkisiz hale getirdi.

Ignis dizlerinin üstüne çöktü. "Bu… bu imkansız…"

James gülerek kılıcını ona doğrulttu. "Dostum, imkansız diye bir şey yoktur. Sadece yeterince zeki bir planın yoktur."

Ignis yere yığıldığında, Phoenix ordusu paniğe kapıldı. Komutanlarını kaybettiklerini fark ettiklerinde, çoğu kaçmaya başladı. Ancak savaş bitmişti. Solaria yanıyordu, saray küller içindeydi ama savaş kazanılmıştı.

Lorenzo ve James savaş alanında durup etrafı izledi.

James derin bir nefes aldı. "Sanırım Solaria artık eskisi gibi olmayacak."

Lorenzo başını salladı. "Evet. Ama bu savaş bitti. Ve biz hala buradayız."

James ona döndü. "Bir itirafta bulunmam gerek."

Lorenzo şüpheli gözlerle baktı. "Ne?"

James kollarını açtı. "Beni özleyeceksin, biliyorum."

Lorenzo gözlerini devirdi. "Hadi James, buradan gidelim."

Böylece, iki prens yan yana yürüdüler. Didişmeleri hiç bitmeyecekti, ama bir şey kesindi: Bu savaşta, birbirlerine olan güvenleriyle zafer kazanmışlardı.

Alevler gökyüzüne yükselirken, Tempestas Krallığı ölüm çığlıklarıyla yankılanıyordu. Phoenix orduları şehrin her yanına ateş yağdırmış, evleri küle çevirmişti. İnsanlar çığlıklar atarak kaçıyor, ama kaçacak bir yerleri kalmadığını fark ettiklerinde korkuyla diz çöküyorlardı. Krallığın liderleri Kral Arkas ve Kraliçe Mercia ise tam bir ihanet içindeydi—ama işler bekledikleri gibi gitmemişti.
Astrid ve ben, Tempestas’ın ana meydanında, arkalarında bir grup savaşçıyla birlikte duruyorlardı. Şehir çökerken, önlerinde Phoenix generalleri ve yanlarında diz çökmüş halde zincirlenmiş Kraliçe Mercia duruyordu.

Kılıcımı yere sapladım ve kollarımı bağlayarak yanan saraya baktım. “Ne dersin Astrid? Hak ettiklerini buldular mı?”

Astrid hafifçe gülümsedi ama gözlerinde öfke vardı. “Bana sorarsan, hala fazla hafif atlatıyorlar. Kendi halklarını sattılar, silah ticareti yaptılar, sonra da Phoenix’lerin onlara ihanet etmeyeceğini düşündüler. Aptallık mı, yoksa kibir mi bilemiyorum.”
Tam o sırada, Phoenix komutanı **Varek** ileri çıktı. Kırmızı-siyah zırhı, alevlerle ışıldıyordu. “Siz iki küçük prenses… Burada ne yapıyorsunuz? Burayı koruyacağınızı mı sandınız? Tempestas’ın sonu geldi.”

Penny : Bunu her yerde söylüyorsunuz. ‘Sonunuz geldi! Yok olacaksınız!’ Falan filan. Biraz daha yaratıcı olsanız olmaz mı?

Varek kaşlarını çattı ama Astrid gülmeye başladı. “Gerçekten Penny, her savaşta biri aynı repliği kullanıyor. Phoenix’lerin özel bir senaryo yazarı falan mı var?”

Varek dişlerini sıktı. “Dalga geçtiğiniz yetti! Ateş getirin!”

Phoenix askerleri ellerini kaldırıp büyülerini çağırdı. Yerden yükselen alevler Tempestas’ın son kalan binalarına sarıldı, gökyüzü turuncu ve kırmızıya büründü. Kraliçe Mercia, zincirlerinin içinde çırpındı. “Hayır! Bize söz vermiştiniz! Bizi koruyacaktınız!”

Varek, ona küçümseyerek baktı. “Ne yapabilirim Mercia? Phoenix’ler sadece güçlülerle çalışır. Ve siz… güçsüzsünüz.” Kraliçe korkuyla geriye doğru sendeledi ama Phoenix askerleri onu sürüklemeye başladı.
Astrid, kılıcını çekti. “Biliyorsun Penny, bence onlar da fazla kibirli.”

Penny : Ne şanslıyız ki, kibir en sevdiğim zayıflıktır.

İkisi de hızla harekete geçti. Astrid, yere doğru vurdu ve rüzgar büyüsüyle Phoenix askerlerinin dengesini bozdu. Penny ise bir hançerini çekerek bir askerin zincirini kesti ve Mercia’yı serbest bıraktı.

Mercia şaşkınlıkla onlara baktı. “Beni mi kurtarıyorsunuz?”

Penny gülümsedi. “Hayır.” Sonra Mercia’yı ileri itti ve Phoenix askerleri onu tekrar yakaladı. “Ama kaçmanıza da izin vermeyeceğiz.”

Varek kükrer gibi bağırdı. “Yeter!”

Ama bu sırada Astrid işaret verdi ve Tempestas’ın en güçlü silahlarından biri, büyük bir şimşek topu, gökyüzünden inerek Phoenix ordusunun üstüne çarptı. Yıldırımın gücüyle alevler bir anlık söndü ve gökyüzü bembeyaz parladı. Phoenix askerleri birer birer yere düşerken, Penny ve Astrid hızla saldırıya geçti.
Penny kılıcıyla Varek’i savurdu, Astrid ise rüzgar büyüsüyle Phoenix askerlerini savurdu. Savaşın gidişatı bir anda değişti. Tempestas askerlerinin çoğu ölmüştü ama geriye kalanlar da artık savaşamayacak haldeydi. Burası, artık bir krallık olmaktan çıkmıştı.

Varek, yaralı halde geriye doğru sendeledi. “Bunu unutmayacağız.”

Astrid, kılıcını omzuna koydu ve gülümsedi. “Bence unutmalısınız. Çünkü bir daha böyle bir şansınız olmayacak.”

Varek dişlerini sıktı ama geri çekilmek zorunda kaldılar. Phoenix askerleri, Mercia’yı da yanlarına alarak kaçarken, arkalarında sadece kül bırakıyorlardı.

Astrid ve Penny, savaş alanında durup etrafa baktılar. Tempestas, artık ayakta değildi. Saray yerle bir olmuştu. Halkı kaçmış ya da yanmıştı. Bir zamanlar güçlü olan bu krallık, şimdi sadece küllerden ibaretti.

Penny, yanındaki bir taş parçasına tekme attı. “Bitti mi?”

Astrid, ağır ağır başını salladı. “Evet. Tempestas artık yok.”

Penny iç çekti. “Peki şimdi ne yapıyoruz?”

Astrid, gökyüzüne baktı. “Diğer savaşlara hazırlanıyoruz.”

Ve böylece, Tempestas’ın yıkılışı tamamlandı. Arkalarında sadece sessizlik ve küllere gömülmüş bir krallık bırakarak, Astrid ve Penny savaşın bir sonraki cephesine doğru yola koyuldular.

Dilvium Krallığı’nın gökyüzü kan kırmızısına dönmüştü. Alevler, çığlıklar ve metalin metale çarpan keskin sesi, savaş alanını dolduruyordu. Phoenix’ler tüm güçleriyle saldırıyordu, ama bu savaş onların da son şansıydı. Ellerinde kalan tüm birlikleriyle, krallıkları yok etmeye ve sonsuz bir hakimiyet kurmaya çalışıyorlardı.Penny, elindeki hançeri bir Phoenix askerinin boynuna sapladı ve hızla geriye çekildi. Birkaç metre ötede, Astrid rüzgar büyüsüyle düşmanları savuruyor, Jade buz oklarıyla havadaki Phoenix’leri indiriyordu. Lorenzo ve James, savaşın ortasında bir Phoenix komutanını döverken hâlâ didişiyorlardı.

Lorenzo, James’in kolunu çekip bir kılıç darbesinden kurtardı. “Bana teşekkür etmelisin!”

James, bir Phoenix askerinin kafasına baltasını indirirken homurdandı. “Teşekkür edeceğim, evet. Ama önce şu çılgın savaştan bir çıkalım!”

Prens Raros ve Prenses Dike, yan yana savaşırken, Ceraunus Kralı ve Pulvia Kraliçesi , kendi ordularını yönlendiriyordu. Dilvium’un hükümdarı , elinde devasa bir savaş baltasıyla kanlar içinde savaşıyordu. Yorgundu ama düşmemişti. Savaşın en şiddetli anında, devasa bir Phoenix canavarı gökyüzünden süzüldü. Adı **Xerathar**dı. Ateşten kanatları ve pençeleriyle ölüm saçıyordu.

Randall, Xerathar’ı fark ettiğinde içgüdüleri ona kaçmasını söylüyordu. Ama kaçmadı. Bunun yerine, Kral Mark’la göz göze geldi.

“Bunu durdurmalıyız,” dedi Mark, baltasını sıkıca tutarak.

Randall gülümsedi. “Ben seni destekleyeceğim.”

Birlikte, savaş alanının ortasına doğru atıldılar. Mark, baltasını fırlattı ve Xerathar’ın kanatlarından birini paramparça etti. Dev canavar acıyla kükrerken, Randall hızla ileri atılıp yaratığın boğazına hançerlerini sapladı.

Ama o an—Xerathar, devasa pençesini savurdu ve Randall’ın boğazına geçirdi. Randall, gözleri korkuyla açılmış halde, kanlar içinde yere yığıldı. Mark, oğlunun düşüşünü izlerken öfkeden deliye döndü. Baltasını tekrar kavrayarak, kükreyerek canavara doğru atıldı. Ancak Xerathar son hamlesini yaptı—kocaman çenesi Mark’ın boynuna indi ve onu tek hamlede kafasından ayırdı.
Kral Mark’ın başsız bedeni dizlerinin üzerine düştü. Penny, Kral Mark ve Randall’ın yere düştüğünü görünce donakaldı. “Hayır… hayır, hayır, hayır!”
Ama savaş devam ediyordu. Astrid, Jade, Lorenzo, James ve diğerleri, tüm acılarına rağmen, geri çekilmeden savaşı sürdürdüler. Xerathar, yaralıydı. Ve bu, onların son şansıydı. Savaş alanı sessizleşti. Alevler hala yanıyordu, cesetler her yerdeydi. Ama savaş bitmişti. Phoenix’ler yok olmuştu.
Zafer kazanılmıştı. Ama Mark ve Randall artık yoktu.
Bütün hükümdarlar ve savaşçılar, düşen kahramanların başında durdu. Astrid gözyaşlarını silerek başını eğdi. Penny, Mark’ın baltasını yerden aldı ve kılıcını kaldırarak bağırdı:
“Onlar için! Kazandık!”
Ve herkes, kaybettiklerinin anısına, zafer çığlığı attı. Savaş bitmişti. Ama hiçbir zaman unutulmayacaktı. Alevlerin küle, öfkenin hüzne ve savaşın barışa evrildiği zamanlardı. Krallıklar yeniden ayağa kalkmaya başlamış, büyük kayıplar verilmiş olsa da, umut hala varlığını sürdürüyor ve geçmişin kahramanları unutulmuyordu.

Savaş meydanında hayatlarını kaybeden Kral Mark ve Prens Randall için büyük bir tören düzenlenmişti. Tören, Niubis ve Dilvium Krallıklarının ortak kararıyla, beş büyük krallığın önderliğinde gerçekleştirilmişti.
Dilvium’un meydanında, onların anısına devasa heykeller dikildi. Kral Mark, elinde baltasıyla dimdik duruyordu—tıpkı son savaşındaki gibi. Yanında, Prens Randall kılıcını yere saplamış, dimdik bakışıyla sonsuza kadar halkını koruyacak gibi duruyordu.
Törende herkes saygı içinde başını eğdi. Penny, gözlerinde yaşlarla heykellerin önünde durdu. Birkaç adım yanında Astrid ve Jade vardı. Lorenzo ve James, her zamanki gibi didişmeden duramıyordu ama bugün yüzlerinde hüzün vardı. Penny derin bir nefes alarak konuştu:
“Onlar sadece birer kral ve prens değillerdi. Onlar halklarının koruyucuları, cesur savaşçılar ve bizim dostlarımızdı. Onların mirası, sadece bu taş heykellerde değil, özgürce nefes alan her bir insanın yüreğinde yaşamaya devam edecek.”
Bütün krallıklar saygı duruşuna geçti. Kral Orion, Kraliçe Dysnomia, Raros ve Dike, Kral Henry, Kraliçe Mathilda da heykellerin önüne çelenk bıraktılar. Bir dönem kapanmıştı, ama yeni bir çağ başlamıştı.

Tempestas Krallığı artık bir hükümdarlık merkezi olmaktan çıkmıştı. Savaştaki ihanetleri yüzünden, halkın büyük bir kısmı diğer krallıklara sığınmıştı. Ancak stratejik konumu nedeniyle, burası artık **Batının askeri bölgesi** olarak kullanılacaktı. Krallık harabelerinin yerine devasa bir kale inşa edilecek ve tüm orduların ortak bir savunma noktası olacaktı.Solaria, küllerinden yeniden doğan bir anka kuşu misali inşa edilmeye başladı. Koca şehir, Phoenix’lerin yaktığı küllerin üzerine tekrar yükseliyordu. Prens Raros ve Prenses Dike, krallığı yönetmek için taçlarını giydiler ve Solaria’nın yeni kral ve kraliçesi oldular.

Taç giyme töreninde Raros, Dike’e gülümseyerek fısıldadı: “Kraliçem, umarım hükümdarlığımız biraz daha az kaotik olur.”

Dike kıkırdadı. “Phoenix’lerle savaşmaktan daha zor bir şey varsa, o da krallık yönetmektir. Hazır ol, Kralım.”

Savaşın sonunda Penny, Niubis’in tahtına oturdu. Mark’ın ölümüyle, halk onu yeni hükümdarları olarak kabul etmişti. Penny, krallık yönetiminin ne kadar zor olacağının farkındaydı ama yanında Astrid ve Jade vardı.
Bir gün, taht odasında Astrid yanına geldi ve koluna hafifçe vurdu. “Bütün kralları topladın, büyük bir askeri üs kurdun, diplomatik ilişkileri düzelttin… Ama hala kendine bir tatil vermedin.”

Penny gözlerini devirdi. “Sence bir hükümdarın tatili olabilir mi?”

Jade hafifçe gülümsedi. “Kral Mark olsaydı, ‘Önce krallığını sağlamlaştır, sonra kendine vakit ayır’ derdi.”

Penny iç çekti. “O zaman önce görev, sonra tatil.”

Astrid ve Jade aynı anda başlarını salladı. “Aynen öyle.”

Penny, Niubis tahtına oturduktan sonra krallığını toparlamakla meşguldü. Ancak bir sabah, sarayın büyük kapıları çalındığında, beklenmedik bir ziyaretçi grubu içeri girmek için izin istedi.

Üç kişi… Bir kadın ve iki genç. Kadın asil bir duruşa sahipti, ama gözlerinde yılların getirdiği derin bir hüzün vardı. Yanında duran genç adam, yaklaşık on sekiz yaşlarında, babasına benzeyen sert ama kararlı bakışlara sahipti. Küçük kız ise on yaşlarındaydı, altın rengi saçları babasınınki gibi dalgalıydı.
Penny, tahtında otururken, muhafızlar onları içeri aldığında kadının gözleri yaşla doldu. Kadın titreyen bir sesle konuştu
“Kraliçem, affınıza sığınıyorum. Ama buraya kolay gelmedik. Ben Maria, bu da çocuklarım Ryder ve Carolina…”
Penny, onların bu kadar yorgun ve bitkin görünmesine rağmen, içlerindeki asil duruşu fark etti. Ama içgüdüleri ona, bu insanların burada olmasının çok daha büyük bir nedeni olduğunu söylüyordu.
Maria derin bir nefes aldı ve devam etti:

“Biz… Prens Randall’ın ailesiyiz.”

Sarayda ölüm sessizliği oldu. Astrid ve Jade bir anlığına göz göze geldi. Penny’nin yüzü ifadesizdi, ama gözlerindeki şok dalgası gizlenemeyecek kadar büyüktü. Maria devam etti: “Randall, savaş çıkmadan önce bizi güvende tutmak için yeryüzüne, uzak diyarlara gönderdi. Phoenix’lerin gelmekte olduğunu biliyordu… Bizi korumak için bizi sakladı. Ama şimdi, onun öldüğünü duyduk. Ve artık saklanacak bir yerimiz yok.”

Ryder, annesinin yanına bir adım attı. Sesi boğuktu ama güçlüydü: “Ben babamı hiç tanıyamadım. Ama onun onuruna yaşamak istiyorum. Niubis’ten sığınma talep ediyoruz.”

Carolina gözyaşlarını tutamıyordu. “Babam gerçekten… öldü mü?”
Penny, o ana kadar kendini güçlü tutmaya çalışıyordu. Ama küçük kızın sesi içini burktu. Gözlerini kapattı, savaşta son kez gördüğü Randall’ın görüntüsü gözlerinin önüne geldi. Kanlar içindeki vücudu, ama yine de son nefesine kadar mücadele eden güçlü hali…

Derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. Karşısında duran Maria, Ryder ve Carolina’ya baktı.

“Randall benim sadece savaşta omuz omuza savaştığım bir dostum değildi… O benim kardeşimdi. Ve bir hükümdar olarak değil, onun kız kardeşi olarak konuşuyorum: Burası artık sizin de eviniz.”

Maria’nın gözleri yaşla dolarken başını eğdi. “Teşekkür ederim, Kraliçem. Randall sizinle gurur duyardı.”

Penny hafifçe gülümsedi ve Carolina’nın önüne diz çökerek onun gözyaşlarını sildi. “Baban bir kahramandı, küçük prenses. Onun adını yaşatacağız.”
Sonrasında Ryder’a döndü. “Eğer istersen, Niubis’in ordusunda yer alabilirsin. Baban gibi onurlu bir savaşçı olacağına inanıyorum.”
Ryder başını dik tuttu. “Babamın onuruna savaşırım, Kraliçem.”
O andan itibaren, Randall’ın ailesi Niubis Sarayı’na yerleşti. Maria, sarayda onurlu bir yer edinirken, Ryder, Niubis ordusunda eğitim almaya başladı. Carolina ise Penny’nin gözetimi altında büyüyerek krallığın bir parçası oldu.
Randall’ın adı asla unutulmadı. O sadece bir savaş kahramanı değil, aynı zamanda ailesini her şeyin üstünde tutan bir adamdı. Ve şimdi, onun mirası Niubis’te yaşamaya devam ediyordu.
Savaş bitmişti ama etkisi sonsuza kadar sürecekti. Kaybedilenler unutulmayacak, kazanılan zaferler ise tarihe altın harflerle yazılacaktı. Krallıklar toparlanmış, yeni bir çağ başlamıştı. Ve her hükümdar, o son savaşın mirasını, hiç unutmayacak şekilde kalplerinde taşıyacaktı.

Bölüm : 24.02.2025 23:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...