
SEKİZİNCİ BÖLÜM
“ YA ONA BİR ŞEY OLURSA.”
“ Barkın”
arkadaşlar kitabıma destek olmak için yorum ve oy kullanılırsanız çok sevinirim.
“Hayat sadece mutsuz sonları yazar.” Üç saattir zihnimde aynı cümle dönüyordu.
Öfkeyle saçlarıma asıldım, bugün olan her şeyi silmek ister gibi. Özellikle de beynimin içinde Asya’nın kanlar içinde olan görüntülerini silmek istiyordum. Saç köklerim acıyla sızladı. Hiçbir acı Asya’nın o halini gözlerimden silmeye yetmiyordu.
Onu ormanın içindeki gölde küçük tangasıyla aynı renk olan siyah iç çamaşırlarıyla gördüğüm an kalbim yerinden fırlayacakmış gibi hissetmiştim. O an o kadar güzeldi. Güzelliği bana eli kanlı bir katil olduğunu unutturmaya başarmıştı.
Asya’nın kucağımda bayılması içimde oluşan iyi duyguların hepsini yok etti. Gözlerimin önüne kara bulutlar çöktü. Ona bir şey olma korkusu duyularımın çalışmasına engel oluyordu. Yol boyunca gözlerimi ondan bir saniye bile almadım. Gözlerimi kapatırsam ölür diye korktum.
Kalbim sonbaharda ağacından ayrılan yaprak gibiydi. Mantığıma inat tek başına hüküm sürmek için benliğimi geride bırakıp gitmek istiyor.
İçimden hep aynı şeyi tekrar ediyorum. Bu bir görev. O bir suçlu bense çeteyi çökertmek için aralarına girdim. Aramızda başka bir şey yok. O öpücük sadece görev icabıydı. Fatih başkomiserin dediği gibi çetenin ipini çekebilmem için Asya’ya yakın olmam lazım.
İçimden aynı şeyleri tekrarlamak içimdeki huzursuzluğu gidermiyordu. Ama içimdeki suçluluk duygusunu azaltıyordu. Ona bir şey olmasından korktum çünkü bu görev için iki yılımı verdim. Asya’ya bir şey olursa iki yılım boşa gitmiş olacaktı. Evet bunun tek nedeni buydu, emeklerimin boşuna gitmesinden korktum.
Asya’nın vurulmuş halini gördüğümde aklıma görev gelmemişti bile. Dünyadaki her şey o an önemsizleşti. Bu kadının bana büyü yaptığından şüphelenmeye başladım artık. Benim hayatımdan o kadar kadın geldi, geçti. Hiçbirini kaybetmekten korkmadım.
Asya’yı kaybetmekten görev için de olsa korktum. Melekleri kıskandıran güzelliğinin dışında bambaşka bir aurası var. İnsanı büyülüyor.
İçimde dinmek bilmeyen bir öfke var. Asya’yı vurduran Ata Erdeme, kış günü yüzmeye giden Asya’ya.
İlk başta Asya’nın neden kış günü yüzmeye gittiğine anlam veremesem de daha sonra düşününce bunu neden yaptığını anladım. Bunu bunaldığı için yapıyordu. Kriz anında elinde buz tutmak insanı nasıl sakinleştiriyorsa buzlu suya girmekte öyle sakinleştiriyor.
İsrafil’in dışarı çıkması, diğerlerinin tekrardan aralarına katılması hepsi çok fazla gelmiş olmalı. Kendini sakinleşmek için kış günü ormana gitti. Bunu bilinçli yaptığını bile sanmıyorum. Zihni yaşadığı her şeye rağmen kontrolu elinde tutmaya çalışıyor.
Ama gene de bu yaptığına çok kızgınım tek başına ormanın içine nasıl giderdi. En çok kendime kızgınım o an Asya’nın vurulduğunu fark etmediğim için. O an bütün orman silah sesleriyle yankılanıyordu. Hangi kurşunun nereden geldiğini anlamak çok zordu. Barut kokusu kan kokusuna karışmış duyularımı bir neşter gibi kesip atmıştı.
Asya’nın Ata Erdem yüzünden soğuk bir ameliyathanede ölüm kalım savaşı vermesi dünyanın en saçma şeyiymiş gibi hissettiriyor. Dudaklarının değdiği dudaklarım hala sıcaktı. Tadı dudaklarımdaydı. Ama onun teni hastaneye gelirken buz gibiydi. Normalde beyaz olan teni çok kan kaybettiği için daha çok solmuştu. Ölü gibi görünüyordu.
Ölümle Asya’yı aynı cümlede kullanmak bile koskoca bir saçmalıktı. Ameliyathanenin bekleme süresi arttıkça, zihnimden aynı şeyleri daha sık tekrar etmeye başladım.
“Bunların hepsi görev, tarihi eserleri bulduğumuz an her şey bitecek. Eski umursamaz hayatıma geri döneceğim.”
Asya’nın fotoğrafını ilk gördüğüm gün başıma bela olacağını anlamıştım. Bu kadın sikik bir fotoğraftan bile ben belayım diye bağırıyordu. Buna rağmen işlerin bu kadar karışmasını ne ben ne de emniyetteki amirlerim bekliyordu.
Asya’yı anlatan tek kelime füzeydi. Bu kadın tek başına koca bir ülkenin üstüne düşen nükleer füze gibiydi. Çocukluğundan beri çektiği acıları içinde biriktirip bir bombaya dönüşmüş. Ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bomba.
Mortumun cebindeki telefonum titremeye başladı.
“Bana o sikik adamı bulduğunu söyle.” Asya’yı hastaneye getirdikten sonra Teoman’dan Ata Erdem’i bulmasını istemiştim. Evinde olan soygundan sonra her yerde Asya’yı aratmaya devam başlamıştı. Bunu biliyorduk. Ama iki yıldır Asya’yı bulamadığı için önemsememiştik. Şimdi bakıyorum da onu küçümseyerek hata yapmışım. O adamı elime geçirdiğimde sikik kemiklerini her birini tek tek kıracağım bütün tıp dünyası bir araya gelse onu bir daha birleştiremeyecek.
“Ata Erdem’i bulduk. Ama bunun onun yaptığına dair bir kanıt bulamadık. Belki o değildir. “Onun olduğunu adım gibi biliyorum. Asya’nın yaptığı soygunlar yüzünden çok fazla düşmanı olduğunu farkındayım. Ama bugün o ormanda bize saldıranlar Ata Erdem’in adamlarıydı. Başkası olsaydı bizi öldürmek için saldırmazlardı. Önce Asya’yı yakalayıp onu konuşturmaya çalışırlardı. Şu an ki şartlarda onu konuşturmadan öldürecek bir tek Ata Erdem vardı.
“O adamların Ata erdemin adamları olduğuna eminim. Büyük ihtimalle Asya’nın kimliğini öğrenince onu takibe aldılar. Ormanda tek olduğunu düşündükleri için de saldırdılar.” Güvenlik kayıtlarına bakarsak Asya’yı takip ettiklerini bulurduk. Oradan da Ata Erdem’le ilişkilerini kesinleştiririz.
“Bilişimci arkadaşlar araştırmaya başladı bile, ama bir şey çıkacağını sanmıyorum. Dediğin gibi Ata Erdem’se arkasında kanıt bırakmamıştır.” Gözlerimi öfkeyle kapatıp açtım. Teoman dediklerinde haklıydı. Bu korkak adam yaptıklarının sorumluğunu almamak için arkasında kanıt bırakmamıştır.
“Sen onu bunu bırak velinimetimizle ormanda baş başa olduğunuza göre ona yaklaşmayı başardın.” Teoman beni çok iyi tanıdığı için ne kadar öfkeli olduğumu biliyordu. O yüzden de şu an işi espriye vurarak beni sakinleştirirken ağzımdan laf almaya çalışıyordu.
Bugün ormanda Asya’yı öptüğümü Teoman’a tabi ki söylemeyecektim. İşi gereği bunu hemen Fatih Başkomisere söylemesi gerektiğini biliyorum.
“Çetenin içine daha dün girdim. Hemen nasıl yaklaşayım?” Bu yalan da değildi. Asya’yı öpmüş olmam ona yaklaştığım anlamanı gelmiyordu. Gözlerinin içine baktığımda şüpheden başka bir şey görmüyordum. Benden şüpheleniyordu. Ama bir yanı da bana güvenmek istiyordu. İçten içe birine güvenmenin nasıl bir şey olduğunu görmek istediğini biliyorum.
Onu parçalara ayırmamdan korkuyor. Aynı zamanda onu parçalara ayırmamı istiyor. Uzun süre acı çekmiş biri mutluluğu bilmez. O yüzden de hayatına kendini mutlu edecek biri değil de acı çektirecek biri alır. Asya’nın ona yaklaşmaya çalışan o kadar erkeği reddedip bana şans vermesinin nedeni buydu. İç güdüleri ona acı çektireceğimi biliyor. Asya acılarından güç alan biri, ne kadar sert yere düşerse o kadar güçlü kalkıyor.
“Herkesten sakladığı sevgilisi var mı?” Asya’nın benden başka sevgilisi olma ihtimali içimdeki vahşi hayvanın öldürme istediğini uyandırıyor. Onun bir tek ben sevgilisi olabilirim. Görev icabı yani.
“Yok herhalde yanında birini görmedim. İsrafil ya da diğerleri de birinden bahsetmedi.” Olsa bahsederlerdi değil mi? Asya’nın hayatında biri olsaydı onu öpmeme izin vermezdi. Asya rahat biri gibi görünse de karşısındakini aldatacak biri değildi.
Gerçi olsaydı da benim için bir şey değişmezdi. Karşı tarafı ortadan kaldırmak benim için zor olmazdı. Neticede ben gizli görevlere katılan bir polisim yüzden fazla öldürme yöntemi biliyorum.
“Hayatında biri olmadığı halde hala velinimetimize yaklaşamadın mı?” Bunda komik bir şey varmış gibi güldü.
“Lan sen hapiste olduğun süre boyunca paslandın mı? Yoksa senin birini tavlaman bir saat bile sürmezdi.”
“Kolaysa gel sen tavla. Kadın adamlarına kızdığında mayının üstüne oturtuyormuş. Beni kim bilir neyin üstüne oturtur.” Teoman mayını duyduğu an yüksek sesle kahkahayı pattı. Benim içime bir öküz oturmuşken o benim bu halimle eğleniyordu. Asya’ya bir şey olursa kaç yılık emek boşa gitmiş olacak bunun farkında olduğunu bile sanmıyorum.
“Tamam yerleri değiştirelim ben sarışın afeti tavlarım. Burada Fatih Başkomiser şeytanın kırbacı gibi üstümüzde. Bir saniye bile inmiyor.” Bir saniyeliğine Teoman’ın Asya’yla görüntüsü gözlerimin önüne geldi. Neden bilmiyorum ama içimden Teoman’ı öldürmek geçti
Teoman ne diyeceğimi tahmin etmiş gibi sinsice güldü. Sesimi sakin tutmaya çalışarak “Asya’dan olsa olsa doğal afet olur. Kız gittiği her yere yıkım getiriyor.” Tıpkı benim gibi.
“Asya beni artçılarıyla yıkıp geçebilir sıkıntı yok.” Ben derin bir nefes alırken Teoman’ın tekrar konuşmaya başlaması içimdeki canavarı kırbaçlamaya devam ediyordu.
“Asya benim üzerime oturacaksa beni istediği yere oturtturabilir.” Teoman her zaman çapkın biri olmuştur. Ama hiçbir zaman aptal biri değildi. Şu an verdiğim tepkilerle ona karşı bir şey hissediyor muyum diye ölçüyordu. Bunun farkında ve bilincindeyim ama gene de buna rağmen içimdeki canavarı tutamadım.
“Teoman senin ecdadını sikerim. Nasıl konuşuyorsun lan sen şüphelimiz hakkında.” Teoman sessiz kaldı. Tepkimle aklındaki düşünceleri desteklediğimin farkındaydım. Şu an durumu kurtarmak için söyleyeceğim her şeyin daha boka saracağını bildiğim için sessiz kaldım.
Telefon kapatmak için kulağımdan uzaklaştırdığım an Teoman tekrardan konuşmaya başladı. Siktiğimin çenesi bir kere açılmıştı. Susmak bilmiyordu.
“Gülşah Karayıldız İsrafil’lerin büyüdüğü yetimhaneye sık sık adamlarını yolluyor. “Gülşah Karayıldız ülkenin en bilindik inşaat grubunun sahibi olan Ünal Karayıldız’ın eşiydi. Bunu magazinle ilgisi olmayanlar bile bilir. Bilir çünkü zengin dendiğinde ülkemizde akla ilk o aile gelir. Gülşah Karayıldız ve Ünal Karayıldız’ın çocukları olmasa da Karayıldız ailesi çok köklü bir ailedir.
“Yollasın bizimle ne alakası var?” Böyle zenginler hayır yapma adı altında kendi reklamlarını yaparlar.
“Adamları birini arıyormuş.” Teoman’ın sesi bıçak kadar keskin ve ciddiydi. Söyleyeceklerinin önemli olduğunu bilecek kadar onu tanıyorum. “Yirmi üç yıl önce bırakılan bir kız çocuğu. Sarışın, mavi gözlü, kırmızı bir battaniyeye sarılmış, sağ göğsünde doğum lekesi varmış. Bu özellikler sana bir yerden tanıdık geliyor mu?”
“Asya’yı mı arıyorlar diyorsun. Gülşah Karayıldız neden Asya’yı arasın ki.” Asya, Gülşah ve Ünal çiftinin çocukları desem böyle bir şey mümkün değildi. Ünal Karayıldız’ın adı bir skandala karıştığında çocuğu olmadığını bütün ülke olarak magazin gazetelerinden okumuştuk.
“Bilmiyorum ama Asya’nın adamları Gülşah Karayıldız’ın adamlarını yakın takibe almışlar.”
İşte bu ilginçti. Gülşah Karayıldız neden Asya’yı arıyor olabilirdi. Bir tanıdıklarının çocuğu olabilir mi? Aklımdan bin bir türlü fikir geçmeye başladı. Bunlardan bazıları Asya’nın gizli bir aşkın çocuğu olmasıydı. Belki babası aile olduğunda annesinden ayrılmıştır. O da Asya’yı yetimhaneye bırakmıştır. Adam sonra pişman olup Asya’yı aramaya karar vermiş olabilir. Gizli tutmak için Gülşah Karayıldız’dan yardım istemiş olabilir.
Şu an bu çılgın fikir bile ilgimi çekmeyi başaramamıştı. Açıkçası ne olduğunu merak etmiyorum. Şu an düşündüğüm tek şey Asya’ya bir şey olmamasıydı. Diğer şeyler şu an gözümde toz dumandan ibaretti. Asya zihnimde doğru bildiğim her şeyi tozu dumana katarak yok ediyordu.
“Şu an bu magazin haberleriyle ilgilenmiyorum. Bence sen de ilgilenme iki yıllık emek boşa gidebilir. Asya ölürse tarihi eserleri bulmamız da yalan olur.”
“Haklısın Asya ölürse bunları düşünmemize gerek kalmaz zaten. Ama gene de çok heyecanlı değil mi? Bir düşünsene Asya aslında çok zengin bir ailenin çocuğu. Yokluğun dibini görmüş bir zengin.” Teoman’ın söylediklerinin sadece başını duydum. Sonra dedikleri benim için önemsizdi. Gerçek olmasından korktuğum için kısık sesle söylediğim şeyin bir başkası tarafından yüksek sesle dinlendirilmesi gerçek olacakmış gibi hissettirdi.
“Barkın sen de koluna bir baktır.” Duyduğum sesle telefonu kapatıp arkama hızla döndüm. Bugün orman çatışma anında ben de kolumdan vurulmuştum. Kurşun kolumu sıyırıp geçtiği için üstünde durmadım.
“Ben iyiyim. “ İsrafil’in kolumu baktırmam için beni rahat bırakmayacağını bildiğim için “Asya’nın ameliyatı bitsin baktıracağım.” diyerek onu geçiştirdim.
“Oğlum git baktır koluna burada beklemenin ona faydası yok nasıl olsa.” Faydam yok ama Asya onu bırakıp gittiğimi hissederdi. Bir kere terk edilmiş olan yalnızlık hissini her yerden duyar.
“Asya çıksın ameliyattan giderim.” Diye direttim. İsrafil Asya’ya o kadar üzgündü ki kolum için daha fazla ısrarcı olmadı. Asya’yı arkadaştan çok kardeş gibi görüyordu. O yüzden de şu an içinden onu yalnız bıraktığı için kızgın olduğunu biliyorum. Tıpkı diğerleri gibi!
Onların arasındaki kan bağının değil de can bağının olduğunun bir kanıtıydı.
“Bu koşturmanın içinde sana teşekkür edemedim. Kimse yanında yokken sen yanında olduğun için sağ ol. Sen olmasaydın belki de çoktan…” Cümlenin devamını söylemeye dili gitmemişti. Benim de duymaya tahammülüm yoktu.
“Önemli olan Asya’nın iyi olması.” bunun söylerken İsrafil’e bu zamana kadar hiç samimi olmadığım kadar samimiydim. Çünkü şu an benim ve İstanbul Emniyeti için en önemli şey Asya’nın iyi olmasıydı. Görev için! Her şey görev için!
“Öyle, daha önce kaç kere benim hayatımı kurtardın şimdi de kardeşim dediğim kişinin hayatını kurtardın. Senin hakkını ne yapsam ödeyemem ben.” İsrafil bana bu kadar iyi davranırken bunların hepsini onların sonunu getirmek için yaptığımı bilmek bana kendimi kötü hissettirmeye yetmişti.
Ameliyathanenin kapısı açıldığında konuşmamız bölündü. İkimizin de gözleri anında ameliyathaneden çıkan genç kadın doktoru buldu. Doktor bize doğru yaklaşırken biz de adımlarımızı doktora doğru atmaya başladık.
Bir yanım güzel şeyler duymak için sabırsızken adımları hızlı atmam için beni kamçılarken bir yanımda kötü bir şey duymaktan korktuğu için adımlarımı yavaşlatmam için uyarıyordu. Ne kadar yavaş yürürsem kötü bir haber almayacakmışım gibi geliyordu.
Ben Asya’dan önce asla mantık dışına çıkmayan biriydim. Hayatıma girişiyle bile içimde ikili bir savaş başlatmıştı. Bu öyle bir savaştı ki kazanı ben, kaybedeni gene bendim.
Hayatımızda değerli şeyler kazanmak için bir şeyler kaybetmem gerektiğini biliyorum. Ama şu an Asya’yı kazanmak için neyi feda etmem gerektiğini bilmiyorum.
Kızıl kafayla, kara kafa bizden önce doktorun yanına varmış. Peş peşe sorular sormaya bile başlamışlardı. Onlar da en az İsrafil kadar telaşlı ve korku içindeler. İki yılın ardından yeni bir araya gelmişken onu kaybetmekten korkuyorlardı.
“Asya nasıl, durumu iyi mi? Hayati tehlikesi var mı? Kurşun iç organlara zarar vermiş mi?”
Doktor soruları cevaplamadan önce eliyle kızlara sakin olun işareti yaptı. Sonra sorulara tek tek cevap vermeye başladı.
“Asya Hanım’ın durumu ciddi ama kurşunu başarılı bir şekilde çıkarmayı başardık. Kurşun bir santimle karaciğerini geçmiş. Bu bizim için iyi olsa da iç organlara zarar vermeden kurşunu çıkarmamız zor oldu. “Genç doktor bir saniye duraksadıktan sonra tekrardan konuşmaya başladı.
“Durumu kritik olduğu için Asya Hanım’ı yoğun bakıma alacağız. Yarınki testlerimizin sonucu iyi çıkarsa Asya Hanım’ı uyandırmayı deneyeceğiz. Ama bugün kan verip gözetim altında tutacağız, bir terslik olmaması için.”
Vurulduğu yere bakılırsa durumunun ciddi olduğunu biliyordum. Ama bunu doktordan duymak içimdeki korkuları gerçek kılmıştı. Kendini gerçekleştiren kehanet gibiydi.
“Bu ne demek Asya iyi mi kötü mü?” İsrafil soruyu sorarken sesini sakin tutmaya çalışıyordu. Ama şu an onun sakin olmadığını bilecek kadar tanıyordum. İçinde ne fırtınalar kopuyordu. Diğerleri yanında olduğu için güçlü görünmeye çalışıyordu.
“Bunun cevabını vermek için erken. Yarın Asya Hanım’ı uyandırdığımızda cevabını birlikte göreceğiz. Ama size şunu diyebilirim ki. İç organlara zarar vermeden kurşunu çıkarmamız iyi bir şey. Kurşun çok kritik bir noktadaydı.”
“Kritik” Bu kelimeyi hayatım boyunca kaç kere duydum bilmiyorum. Kaç kere kullandım onu da bilmiyorum. Ama şu an ondan nefret etmem için iki kere duymam yetmişti.
Bulunduğum görevler gereği kritik durumda olan hep ben olurum. Bununla da gurur duyardım zor işler başardığım için. Ama şu an anlıyorum ki asıl zor olan karşındakinin iyi olmasını beklemekmiş. Ölüme yürümek kolaymış. Zor olan sevdiğin birinin ölmemesi için ameliyathane kapısında beklemekmiş.
“Bir aksilik olmaz değil mi? Yani Asya yarın uyanır.” Kızıl kafa bunu gerçekleşmesini diler gibi söylemişti.
Asya’nın korumalarından birisi arkamızdan çıkarak öfke saçan gözleri yetmiyormuş gibi ölüm saçan sesiyle konuşmaya başladı. “Doktor patronuma bir şey olursa kendine de bir mezar kazacağım diye hiç uğraşma. Ben senin için en güzelinden kazarım.” Dedi. Bunu yaparken üstündeki kanlı takım elbisesinin altından silahı göstermeyi de ihmal etmedi. Bize yardıma geldikleri için onların da üstü başı dağılmış durumdaydı.
Doktor korumanın tehdidini görmezden gelmeye çalışsa da gözleri ara ara belindeki silahı buluyordu. Sanki bu duruma alışkınmış gibiydi. Ama gene de tedirgin olmuş görünüyordu.
“Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Asya Hanım’ın çabasına kalmış.”
“O zaman endişelenmemiz gereken bir şey yok. Asya Hanım bir şey için çabalarsa onu yapmadan bırakmaz.” Parmağını havaya kaldırıp doktoru işaret ederek kelimelerin üstüne bastırarak konuşmaya devam etti. “Ama sizin yüzünüzden patronuma bir şey olursa bütün doktorları hastaneye kapatır sonra da kibrit gibi yakar, yanışınızı izlerim.” dudaklarından dökülen her kelime yemin gibiydi.
Gerçekten Asya’yı bütün deliliklerine rağmen seviyor olmalılar yoksa doktoru bu kadar insanın önünde tehdit etmezlerdi.
“Benim işim size her ihtimali aktarmak” diyerek kendini savundu doktor. Olayların daha kötüye gitmesini istemediği için korumaların cevap vermesini beklemeden yanımızdan uzaklaştı.
“Doktoru açıkça tehdit ederken ne düşünüyordunuz. Bizi polise şikâyet ederse ne yapacağız?” diye çıkıştım korumalara. Benim için işler iyice karışırdı.
“Siz merak etmeyin Barkın Bey bu hastanede ne kadarsak yapalım bizi şikayet etmezler. Çünkü böyle bir hastane hiç yok. Hiç olmadı da “ Kaşlarım anlamaz bir şekilde yukarı kalktı.
“Bu hastane sadece mafya dünyasının isimlerine bakıyor. Fark ettiniz mi bilmiyorum ama o yüzden hiçbir yerde güvenlik kamerası bile yok. “Korumanın söylemesiyle gözlerimi etrafta hızlı bir şekilde gezdirdim. Haklıydı etrafta hiç güvenlik kamarası yoktu. Olayın etkisiyle etrafa bakmayı akıl edememiştim. Binanın içi tamamen hastaneye benzese de dışından hastane olduğunu anlamak imkânsız gibi bir şeydi.
Demek o yüzden en yakın hastaneye değil de buraya gelmiştik. Sadece karanlık işler yapan hastalara baktıkları için. Bu yaptıkları polisle uğraşmamak için mantıklıydı.
“Asya tanınan biri sonra gerçek kimliği ortaya çıkarsa…” İsrafil şaşkınlık içinde konuşmalarımızı dinliyordu. O da bunun kayıt dışı olduğunu yeni fark etmişti.
“Endişelenmeyin Barkın Bey bu hastanede hiçbir hastanın kaydı yapılmaz. Fotoğrafı çekilmez. Burası dokunulmazlık bölgesi. Bu hastanenin içindeyken düşmanlar bile birbirine dokunmazlar. O yüzden endişelenmeyin kimse patronun kimliğini açığa çıkarmaz.”
“Burayı hayalet şehir gibi düşünün. Bizi bu hastaneyken ne gören olur ne de duyan.”
Mafya dünyasının adamları pis işlerde kullanmak için kendilerine devletten gizli hastane yaptırmışlar. Bu da yetmiyor gibi hastanenin kanunlarını kendileri koymuş. Ama taktir etmedim değil. O kadar mafya içinde gizli göreve katıldım. Hiçbirinden böyle bir şey duymadım gizlemesini iyi başarmışlar.
“Buradan çıkınca da kimse dokunamaz siz endişelenmeyin. Adamlardan sağ elimize geçenler var. İşkence uzmanımızın adamları konuşturması an meselesi. Patronlarını öğrendiğimiz zaman sorunu dükünden halletmiş olacağız.” Koruma içimde bir umut ışığı yakmıştı. Ata Erdem’i bu sefer yakaladım.
“İşkence uzmanına gerek yok beni adamların olduğu yere götür. “
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |