
Ertesi sabah kapımın hafifçe çalınmasıyla gözlerimi açtım. Hizmetçilerin sesi uzaktan kulağıma çalınıyordu; belli ki geç kalmak üzereydim. O an, geceyi nasıl bitirdiğim gözümün önüne geldi. Kütüphaneden aldığım o eski kitabı neredeyse sabaha kadar elimden düşürememiştim. Sayfaları çevirirken çıkan hafif hışırtılar bile hâlâ kulağımda yankılanıyordu. Uykusuzluktan göz kapaklarım ağırdı, ama zihnim kitaptan öğrendiğim ejderhalar hakkındaki bilgilerle dolup taşıyordu.
Hızla yataktan kalktım, hizmetçilerin getirdiği lila rengindeki elbiseyi aceleyle üzerime geçirmeye başladım. Elbisenin kolları bileklerime kadar uzanıyordu ama o kadar inceydi ki, sanki tenime tül değiyormuş gibi hafif bir his bırakıyordu. Kare yakası, boynumu ve köprücük kemiklerimi zarifçe ortaya çıkarırken, kenarlarını süsleyen danteller elbiseye sade ama şık bir hava katmıştı. Kendi beyaz spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdim.Topuklu veya sandelet giymek istemiyordum.
Hızlıca odadan çıktım ve beni kapıda bekleyen hizmetçiyle birlikte aceleyle koridor boyunca ilerledik. Büyük kapılı odaya geldiğimizde, kapıyı açarak içeriye adım attım. Arkamda kapının yavaşça kapanışı duyuldu. O an, odadaki herkesin bakışlarını hissederek, gözlerimi masada oturan insanlara çevirdim. Sağ tarafta Brenda ve Lorien, sol tarafta ise Eris ve geçenlerde bana çarpıp ismimi söyleyip kaçan o adam vardı. Adı Brandon'dı, galiba. Yanlarında fazladan iki kişi daha vardı. Gözlerim, turuncu saçlı adama takıldı. Sert bakışları, sanki ruhuma işliyordu. İçimden, hiç duraksamadan arkamı dönüp kaçabileceğimi hissettim. Ama sonra gözlerim kahverengi saçlı adama kaydı. O bana gülümsüyordu. Ne kadar zıt iki kişiydiler. "Demek meşhur Laura sensin." dedi kahverengi saçlı adam, ayağa kalkarak hızla karşıma geldi ve elini uzattı. "Ben Louis, Orman Krallığı'ndan." Ben de ona gülümseyerek elini sıktım.
Eris'in boğazını temizleme sesi duyulunca, ellerimiz birbirinden ayrıldı ve Louis gözlerini devirdi. "Merak etme, onu yemedim." dedi, Eris'e bakıp alaycı bir şekilde sırıtarak. Eris ise kaşlarını çatıp ona sert bir bakış fırlattı. "Bir de yemeyi dene."dedi, sesinde keskin bir alay vardı. "Akşam yemeğinde tilki yahnisi nasıl olur, merak ediyordum ben de."
Eris, Louis'e bakarak sırıtmaya devam ederken odadaki herkes gülüyordu-Louis ve ben hariç. Aslında ben espriyi hiç anlamamıştım. Şaşkın bakışlarımı fark eden Brenda hafifçe gülerek bana döndü. "Louis, tilkileri yönetebiliyor." Gözlerim istemsizce büyüdü ve hızla Louis'ye döndüm. O ise her zamanki gibi gözlerini devirdi, belli ki bu tepkiyi bekliyordu. "Kızı korkutacaksınız." Ama ben hâlâ şaşkınlıktan donakalmıştım. Bu yaşadıklarım bir şaka olmalıydı. Belki de şu an komadaydım ve gördüklerim sadece bir rüyaydı! Başka bir açıklaması olamazdı. Lorien, yanındaki sandalyeyi çekerek bana kibarca baktı. "Kızı ayakta bıraktık. Gel, otur Laura." Şaşkınlığımı biraz olsun bastırmaya çalışarak ona doğru yürüdüm ve sandalyeye oturdum. Geldiğimden beri masadaki kahvaltılıkları fark etmemiştim. Şimdi ise gözlerim, özenle hazırlanmış sofraya takıldı. Resmen dünyamdakilerle aynı kahvaltılıklar vardı. Masanın üzerinde taze ekmekler, dumanı tüten çay, altın renginde parlayan bal ve kremamsı tereyağı duruyordu. Peynir tabakları, zeytin kaseleri ve renk renk reçeller sofraya canlılık katıyordu. Mis gibi kızarmış hamur işlerinin kokusu havaya yayılmıştı. Karnımın hafifçe guruldadığını duyunca fark etmeden yutkundum. Meğer aç olduğumu yeni fark ediyordum.
"Kahvaltıdan sonra planı konuşuruz." dedi Eris, sesi kararlı ve netti. Sözleri havada asılı kaldı ama kimse itiraz etmedi. Herkes onun fikrini mantıklı bulmuş olacak ki sessizce kahvaltı etmeye başladılar. Bir süre sadece çatal bıçak sesleri ve arada duyulan hafif mırıltılar vardı. Ben de onlara katıldım. Kahvaltı bittikten sonra hizmetçiler hızla masayı toparladı. Tabaklar birer birer kaldırılırken, yerlerine ince belli bardaklarda sıcak kahve kondu. Kahvenin yoğun kokusu havayı doldurduğunda içimde yükselen "Sonunda kafein!" diye bağırma isteğini zor bastırdım. Eris arkasına yaslandı, gözlerini hafifçe kısıp düşünceli bir ifadeyle konuşmaya başladı. "Öncelikle oraya nasıl gireceğimizi konuşmalıyız." Sözleri bir anda tüm dikkatimizi üzerine çekti. Brenda'nın omuzları hafifçe gerildi, dudaklarını huzursuzca ısırdı. "Ama oraya girmek sandığımız kadar kolay değil." dedi, sesi tedirgindi. Kaşlarımı istemsizce çattım. "Nesi zor olabilir ki? Yerini babandan öğrendin, çözümünü de buluruz. Hem baban sana kıyamaz bile." Brenda, gözleri büyümüş halde Eris'e döndü. "Ona hiçbir şey söylemedin mi?" Bu tepkiyle içimde hafif bir huzursuzluk kıpırdandı. Şimdi ben de bakışlarımı Eris'e diktim. "Bana neyi söylemedin?" Eris yorgun bir şekilde alnını ovdu, yüzünde hafif bir sıkıntı gölgesi belirdi. Derin bir iç çekti, sonra gözlerini bana kaldırdı. "Ejderhalar, Işık Sarayı'nda değil... Denge Sarayı'nda." Bir an beynim boşaldı. Ne? Anladığım dilden konuşsa olmuyor muydu? Tek anladığım ejderhaların Brenda'nın sarayında olmadığıydı! "Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun?" Sesim, odanın içinde sert bir yankı bıraktı. Gözlerimi kısarak Eris'e baktım, bakışlarım adeta ona saplanan bir ok gibiydi. O ise hiçbir şey olmamış gibi gri gözlerini benimkilere kilitledi, yüzündeki sakin ifade vardı. "Şimdi söyleyecektim." Bu kadar umursamaz olması içimdeki öfkeyi daha da ateşledi. Sandalyemi hızla geriye iterek ayağa kalktım. Tahta ayakları zeminde sürtünerek tiz bir ses çıkardı ama umurumda bile değildi. "Bu işte beraberiz sanıyordum! Öyleyse neden bildiklerini benden saklıyorsun?" Eris derin bir nefes aldı, sanki sabrını zorlayan bir çocukla konuşuyormuş gibi bir ifadeyle yüzüme baktı. "Bilmen gereken her şeyi zaten sana söylüyorum, Laura." Düz ve soğukkanlı konuşması sinirlerimi büsbütün gerdi. Yumruklarımı sıkıp dişlerimi sıktım. Ya plan için fazla zamanımız kalmadıysa? O zaman ne yapacaktı, hâlâ bu kadar sakin mi olacaktı? İçimdeki öfkeyi kontrol etmeye çalışarak derin bir nefes aldım ve sinirle sandalyeme geri oturdum. "Bana Denge Krallığı'nı anlatın." Kaçamak cevaplar istemiyordum. Bilmem gereken her şeyi, en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye kararlıydım.
"Denge Krallığı bir terazi gibidir; her şeyi dengede tutmak zorundadır. Adil olmak diğer krallıklar için bir seçim olabilir, ama onlar için bir zorunluluktur." Eris'in sesi sakin ama kesindi. Sözlerinin havada ağır bir yankı bıraktığını hissedebiliyordum. O sırada Louis'ten alaycı bir kahkaha yükseldi ama Eris'in gözlerini ona dikmesiyle birlikte sesi anında kesildi.İfadesini bozmadan devam etti.
"Diğer beş krallık kendi iradeleriyle hareket edebilirler. Fakat eğer büyük bir konuysa bu Denge Krallığını ilgilendirir. Çünkü diyarımızın ayakta kalması için dengeyi sağlamak zorundayız. Eğer denge bozulursa, her şey çöker." Eris gözlerini pencereye dikti, yüzünde hafif bir gerginlik vardı. Onun bakışlarını takip ettiğimde fark ettim: Hava kararmıştı. Bir an sersemledim. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Daha sabah olalı en fazla bir iki saat olmuştu! Eris, gözlerini pencereden ayırmadan konuşmaya başladı. "Eğer eşitlik Denge Krallığı'nda bozulursa. diyarın dengesi de bozulur. Gece ve gündüz ya çok hızlı geçer ya da olduğundan uzun sürer. Yazın ortasında bir anda sonbahara benzeyen bir hava hissedebilirsin. Ve bunlar sadece küçük etkiler. Daha birçok dengesizlik ortaya çıkar." Sesi ciddiydi, hatta biraz da kaygılıydı.
Ona bakarken içimde huzursuz bir his belirdi. Denge Krallığı'nda kesinlikle ters giden bir şeyler vardı. Ve Eris'in pencereye bakarken bu durumu daha iyi kavramamı sağlaması... Sanki bana göstermek istediği bir şey vardı ama kelimelere dökmek istemiyordu. Yine de anlamamış gibi davrandım. Omuzlarımı hafifçe silkip ciddi bir ifadeyle başımı salladım. "Tamam, o zaman sıra plan yapmaya geldi." dedim, sesim kararlı çıkmaya çalışsa da içimdeki belirsizlik sızıyordu. Denge Krallığı hakkında bildiklerim kısıtlıydı. Umuyordum ki, öğrendiklerim oraya vardığımda işime yarayacaktı. Geri kalan her şeyi yolda, yaşayarak görecektim.
Eris derin bir nefes aldı, boğazını temizledi ve aniden ayağa kalktı. Avuçlarını ağır bir hareketle masaya bastı. Tam o an...Sanki havada görünmez bir büyü dokunmuş gibi, masanın üzerinde bir harita belirdi. Gözlerimin önünde şekillenmesi bir anda olmuştu. Kalbim hızla çarptı ama... Artık şaşırmıyordum. Şaşıracak gücüm bile kalmamıştı. Kesinlikle komadayım. Başka bir açıklaması olamazdı.
"Denge Krallığı'na hep birlikte giremeyiz." dedi Eris, bu kez sesi daha sert, daha temkinliydi. Bakışları, masaya yayılmış o eski haritanın üzerinde gezindi. Kenarları yıpranmış, rengi solmuş, çatlak çizgilerle dolu parşömene ben de göz gezdirdim.

"Kırmızıyla işaretlediğim yolları takip edeceğiz." diye devam etti. Parmağı haritanın üzerinde yavaşça ilerlerken sanki o yolları çoktan yürümüş gibi konuşuyordu. Gözlerim onun gösterdiği yerlere takıldı. İlk durağımız Ecelgeçit... adı bile insanın boğazında bir düğüm bırakıyordu. Oradan geçip Kanisarn denen yere ulaşacaktık. Bu ismi daha önce hiç duymamıştım, ama kulağa ürkütücü geliyordu. Sonra Morgalith... ardından da Zifiryurt... en sonunda da Denge Krallığı.
Bu isimler, haritanın soluk kâğıdı üzerinde yalnızca kelimelerden ibaretti. Ama her birinin ardında ne saklandığını bilmiyordum. Kimse tam olarak bilmiyordu. Belki de o yolları deneyip geri dönebilen hiç kimse olmamıştı. Yine de, ejderhaları kurtarmak için her şeyi göze almaya hazırdım.
***
Bölümümüzü okuduğunuz için teşekkürler instagram hesabımıza da beklerizz 💓💓
instagram: hayaldenyazarr
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |