

~𝓗𝓮𝓻 𝓮𝓻𝓴𝓮𝓴 𝓶𝓪𝓼𝓪𝓵 𝓪𝓷𝓵𝓪𝓽ı𝓻. 𝓐𝓭𝓪𝓶 𝓸𝓵𝓪𝓷 𝔂𝓪𝓼𝓪𝓽ı𝓻.~
Hüseyin ve Şeyma, akşam yemeği için Hollanda'dan dönüp, Ankara’daki mütevazı bir restorana gitmişlerdi. Restoran, çok gösterişli olmayan ama huzur verici bir yerdi; klasik bir Türk lokantası, ahşap masalar ve duvarda eski zamanlardan kalma fotoğraflar asılıydı. İçerisi sıcak ve samimiydi. İkisi de bir süre sessizce yemeklerini yiyip, birbiriyle göz teması kurarak günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorlardı.
Bir anda, Şeyma kafasını kaldırıp Hüseyin’e takıldı. “Bana bak Hüseyin, senin şu kıskançlığından gınageldi ya...” dedi, hafifçe kınayarak. “Ya adam yanlışlıkla yanıma oturdu. Tam ben söyleyecektim zaten. Ya da karıştırdın diyebilirdin. Niye adamın yakasına yapıştın.”
Hüseyin gözlerini kısıp, suratını asarak cevap verdi. "Gerekeni yaptım işte. Biraz sus Allah aşkına. Sen yeni hastaneden çıktın çenen yorulmak bilmez mi senin! O kadar önemli değil,” dedi ama sesindeki ince gerilim barizdi.
Şeyma gülerek başını salladı. “Ne! Sen bana geveze mi diyorsun! Ben seni şimdi..."
Hüseyin, elini kaldırarak, parmaklarını dudaklarına götürdü. “Şşş... Sen yorulmadın mı ya? Valla bak. Ben çok yoruldum.Az nefes al,” diyerek gülümsedi. Şeyma, ona şaşkın bakarken Hüseyin, cebinden kulaklığını çıkardı. “Bak, biraz rahatla,” dedi ve bir kulaklığı Şeyma’nın kulağına takarken, diğerini kendi kulağına yerleştirdi.
Şeyma, hala biraz şaşkın ama eğlenceli bir şekilde karşılık verdi. “Gerçekten, sen de her şeyin altında bir ‘plan’ mı yapıyorsun?”
Hüseyin, gözleriyle ona anlamlı bir şekilde bakarak cevap verdi: “Bazen, plan yapmadan da işler yoluna girer. Ama senin gibi biriyle vakit geçirmek, işte en güzel planım.”
Şeyma, Hüseyin’in gözlerine bakarken bir anda kulağındaki kulaklıkla birlikte müzik çalmaya başladı. Yaşlı Amca’dan Yakamoz güzeli şarkısı. Hüseyin, kulaklıklarından gelen müzikle hafifçe başını sallarken, onunla birlikte ritmi yakaladı. Şeyma müzikle birlikte zarifçe elini çenesine koyarak, ona nazik bir şekilde baktı.
“İyi seçmişsin. Ama, bana bak... bu şarkıyı anlamak zor, ya da belki bu kadar mı anlamlı dinliyoruz?” dedi, biraz cilvekar bir şekilde.
Hüseyin gülümseyerek kafasını salladı. “Bazen anlamak zor olur ama... insanı içine çeker. Tıpkı bazen bir bakışın, ya da bir gülüşün içinde kaybolmak gibi.”
Şeyma, hafifçe gülümsedi ve gözlerini Hüseyin'den ayırmadan, müziğin ritmine kendini kaptırarak gülümsedi. Artık az, önceki hırçınlığından eser kalmamıştı. Gerçekten Hüseyin bu kızı çözmüştü. :)
İkisi de şarkının melodisini dinlerken bir süre sessiz kaldılar, ama bu sessizlik, bir anlam arayışından çok, birbirlerinin varlığını hissederek, sadece rahatlamaktan ibaretti. Dışarıda akşam kararmıştı, ama içlerinde bir sıcaklık vardı.
Şeyma, gülümseyerek Hüseyin’e bakıp, “Bazen seninle vakit geçirmek, dünyanın en huzurlu anı gibi hissediyorum,” dedi.
********
Evin kapısını çaldıklarında, içerden sevinçli sesler duyuluyordu. Elmira ve Cahit, onları karşılarken her ikisi de aşırı mutluydu.
“Ohoo, kimler gelmiş? Oğlummm,” diye bağırdı Elmira, Hüseyin’i sarılarak karşıladı. “Hoş geldiniz, gelin, gelin!”
Cahit de hemen araya girdi, “Ne oldu, kim geldi Elmira? Aha, çocuklar gelin, gelin! Özlettiniz kendinizi.”
Hüseyin ve Şeyma içeri adım attılar, Elmira önce Şeyma’nın montunu alıp, iki yanağını öptü. “Hoş bulduk anne. Nasılsınız?” diyerek kucaklaştılar.
“İyi işte, kendi halimizdeyiz kızım. Sonunda oğlumu getirdin bana. Yoksa bu evin yolunu unuttu çoktan,” dedi Elmira, gülerek.
Hüseyin hemen karşılık verdi, “Anne, o ne demek ya!”
Elmira kahkahalarla güldü. “Hadi siz Cahit ile sohbet edin biraz, ben de yemek koyayım hemen. Geleceksiniz diye bir sürü şey hazırladım. Kesin görevden yeni gelmişsinizdir, açsınızdır siz.”
Hüseyin Şeyma’ya dönerek, “Ohoo, annemin enerjisi benden çok baba,” dedi.
“Hahaha, hiç sorma. Sen telefon açınca bir türlü oturmadı,” diye ekledi Cahit, gülerek.
Şeyma, kayınvalidesine yardım etmek için ayağa kalkıp mutfağa yöneldi. “Bende yardım edeyim.”
Elmira, “Otur kızım, sen otur. Hem yaralanmışsın yine. Hasta halinle yardım mı edeceksin?” diyerek Şeyma’yı oturtmaya çalıştı.
Şeyma, gözlerini devirdi ve “Ya anne sen de mi Allah aşkına? Bakma bu pinpirikli oğluna. Yara falan almadım ben,” diyerek gülümsedi.
Elmira Hüseyin’e bakarak, “Doğru kız, gayet iyi. Niye bana telefonda ölecekmiş gibi konuştun?” dedi.
Şeyma şaşkın bir şekilde, “Ney! Ne yapmış?” diyerek tepki gösterdi.
Hüseyin ağzı açık kalıp aycayı yedik diyerek saliseyle gözlerini açıp kapattı.
Cahit, eline fındık alıp izlemeye başladı, “Allah kurtarsın oğlum,” dedi, gülerken.
Hüseyin bir anlık sinirle, “Baba bir dur...” diye fısıldadı. Sonra Şeyma’ya dönerek, “Anne, ben öyle bir şey yapmadım, bu bir. Şeyma, sen de çok yorma kendini,” diyerek onu uyardı.
İki bilmiş kadının gözleri birbirine kayarken, mutfağa yöneldiler. Cahit ise elindeki fındığı ağzına götüremeden hayal kırıklığına uğradı. “Ha, ee, gerisi nerde? Hüseyin’i aranızda sıkıştırmayacak mısınız? E böyle tadı olmadı ki canım,” dedi.
“Babaa,” diye feryat etti Hüseyin, sitemli bir şekilde.
Kadınlar sofrayı hazırlarken, Cahit ve Hüseyin geçmişteki anılara dalmışlardı. Hüseyin birden, “Baba, hatırlıyor musun, küçükken her zaman bir kış günüydü, seninle o köpekli parka gitmiştik, ‘Hayatta sana güvenebilirim,’ demiştin. O anı hatırlıyor musun?” dedi.
Cahit derin bir iç çekişle, “Tabii hatırlıyorum, her anı… O zamanlar başka bir Hüseyin vardı,” diye cevap verdi.
Hüseyin, biraz buruk bir şekilde, “Başka bir Hüseyin...” diye tekrar etti.
Tam o anda, Elmira birden sendeledi ve elindeki bardağı düşürüp yere kırıldı. Şeyma hemen yanına koştu, “Anne, iyi misin?” diyerek omuzlarından tutarak destek oldu.
Elmira hemen kendini toparlamaya çalıştı. “Ha, yok kızım, iyiyim. Elimden kaydı sadece,” dedi, gülerek.
Fakat kırılma sesiyle, Cahit ve Hüseyin de hemen koştular. Elmira, kırıklarını toplamaya çalışıyordu. Hüseyin hemen annesinin elini tuttu, “Anne... Anne dur, elini kesersin. Ne oldu, başın mı döndü? Bak bana,” diyerek gözlerini annesinin gözlerine yönlendirdi ve fenerle gözlerini inceledi.
Elmira, sanki ölüm ile burun buruna gelmişti. İçine ölüm korkusu ve soğukluğu yerleşmişti sanki. Ve bu birdenbire içine doğmuş fark etmesiyle bardaklar elinden düşmüştü. Titreyen ellerini oğlunun ellerine sararak, “Biliyorsun, her şeyi biliyorsun,” diyerek ağlamaya başladı. Hüseyin o an anladı, derin hüzünlü bir nefes ve gözyaşı aktı içinden. Annesinin başını okşayarak, “B-biliyorum. Sakin ol bi bakalım” diye sordu.
Elmira derin bir nefes alarak, yavaşça anlatmaya başladı:
"Nasıl, nasıl öğrendin? Yoksa!" Cahit te kendini hiç ortaya çıkmayacakmış gibi kendini kandırmış unutmaya çalışmıştı oysaki. Kurumuş dudaklarıyla;
"Hüseyin?"
"Evet baba öğrendim. Yıllarca sakladığınız acı olayla yüzüme çarptı."
Olayın şokunu Şeyma'nın yanında atlatan Hüseyin şuan sakın kalabiliyordu. Onların suçu yoktu, bunu da biliyordu. Sadece kaybetme korkularının arşa çıktığını biliyordu. Çünkü bu hissi en çok o bilirdi. Şeyma yine dengeleyici bir rol aldı. Hüseyin annesini omuzlarını tutarak destek veriyordu. Şeyma da Cahit'in yanına geçti. Elimi sırtına koydu.
"Gelin salona geçelim. Böyle olmaz."
Tekrar bir koşu gidip su getirdi ikisine de. İkisi de yıllların vicdan azabını silip götürecekmişçesine suları tek içişte bitirdiler.
"Şimdi bana neler olduğunu anlatabilirsiniz. O adamdan detayları duymak istemiyorum" dedi. Elmira Hanım suçluluk psikolojisiyle sanki bir küçük çocuk yakalanmışta hızlı hızlı kendini anlatma çabasındaki gibi direk konuya girdi. Cahit ise yine sessiz kaldı.
“Hüseyin, seni bir deniz kenarında bulduk. O zamanlar çok kötüydüm, kendimi denize atmak istedim. Ama seni gördüm. Sen öyle benzer oldun ki, ölen oğlum gibi. Cahit de sana bir şey hissetti. Sonra seni evlat olarak aldık. Oğlumuz gibi seni korumak istedik, hem de senin adına hayatı kaybetmek pahasına. Ama sonra Demir geldi. Bizi buldu. Oğlunu almak istedi. Ama biz seni bırakmadık. Demir de kabul etti. ‘Ama seni kontrol edeceğim,’ dedi, Bunu kabul etmezsen, seni bir daha göremeyeceğimi söyledi. O günden sonra seni hep gözümüzde büyüttük.”
Hüseyin derin bir iç çekişle, “Demir mi? Bunu mu yaptı? Niye?” dedi, gözleri korku ve öfkeyle karışmıştı.
Şeyma, yanlarında sessizce duruyordu, ancak her kelimeyi dikkatle dinliyordu.
Cahit, bir an sessiz kalıp derin bir nefes aldıktan sonra, gözlerini Hüseyin’e çevirdi. "Hüseyin," dedi, sesi yumuşak ama kararlı, "Demir, seni korumak için bizimle yaşamana izin verdi. Canının garantisi yanındayken olmadığını söyledi. O zamanlar seni kaybetmekten çok korkuyorduk. Seni hiç vermek istemedik. Bizi affet, ama amacımız hem seni güvende tutmaktı hem de seni sevmekti."
Elmira, gözleri dolarak, "Biz seni sevmeden nasıl büyütebilirdik ki? Demir korkusuyla, ama seni hep kalbimizde büyüttük," dedi, elleri titreyerek.
Şeyma, Hüseyin’in düşmüş omuzlarını, yorgun bakışlarının daha da arttığını görünce omzuna şefkatle dokundu. Koluna girdi ve sırtını sıvazladı.
Hüseyin, sessizce bir süre düşündü, sonra başını eğdi. "Anlıyorum... Beni kaybetmek istemediniz," dedi. Şeyma, elini onun omzuna daha sıkı yerleştirerek, "Evet, şimdi her şey doğru, Hüseyin. Her şey yolunda olacak," dedi.
Cahit, gözlerini hafifçe kırpıp, "Bunları geçip, şimdi yanında olmak yeter," diyerek, kırık bir gülümsedi.
Hüseyin, annesinin gözlerindeki korku ve endişeyi gördü. Elmira’nın bakışları, “Beni bırakıp gidecek misin?” diye fısıldıyordu. İçinde bir acı yankılandı. Annesinin o saf, naif korkusu karşısında kendini çaresiz hissetti. Ama bunu belli etmemek için derin bir nefes aldı. Gözleri yavaşça gezindi, sonra ailesine dönerek gülümsemeye çalıştı.
“Hadi canım, artık yapacak bir şey yok,” dedi, gülünç bir bakış atarak. “Önümüzdeki maçlara bakıcaz. Hem, valla Hollanda’da aç kaldım ben. Kıtlıktan çıktım, nerde sofra?”
Elmira ve Cahit’in yüzündeki gerginlik yavaşça çözülürken, Şeyma hafifçe gülümsedi. Hüseyin’in, her zamanki gibi, gerilimi mizahla dağıtma biçimi onlara güven verdi.
“Evet evet, tabi ki aç kalıcaksın. Geç geç çabuk,” diye şaka yaptı Cahit, gülerek. Masanın başına oturdu, yanına oğlunu aldı.
Elmira, hala biraz endişeli ama artık daha rahatlamış bir şekilde, “İyi madem, hadi bakalım. Yemekler hazır. Hem senin de biraz güç toplaman lazım,” dedi. Gözyaşlarını silip burnunu çekerek.
Hüseyin, başını sallayarak, “İşte bu! Hayat kurtaran annem,” dedi, annesinin elini nazikçe tutarak.
Şeyma, hafifçe gülümsedi ve ona bakarak kualğına fısıldadı, “Vallahi, bu kadar geç gelmenizi beklemiyordum, ama şimdi biraz rahatladım,” dedi. Cevap olarak Munzur gülüşünü görmek daha iyi olduğunun göstergesiydi.
Hüseyin, içindeki sıkıntıyı biraz olsun dışarı atmıştı. Ailesinin yüzündeki korku gitmişti, ama yine de biraz fazla kafasında soru işareti vardı. Şeyma’ya, ona destek olduğu için minnettardı ama aileyi bırakıp gitmenin ne kadar zorlayıcı olacağını hissedebiliyordu. Ama bu anı geçirecek ve gerisini birlikte halledeceklerdi.
*******
Ankara'ya dönüş.
İki hafta sonra. Geldiklerinden beri tim ve bütün ekip çalışmaktaydı. Son olan olaydan sonra nefes almaya hakları yoktu. Günlerdir nöbetleşe çalışmanın ve uzun vadeli emeğin karşılığı gelmeye başlamıştı.
Kartal Timi’nin kalede çalışmaları devam ederken, Yüzbaşı Şeyma bu kez MİT binasındaydı. Takım elbisesi üzerindeydi, yürüdükçe boynunda asılı olan kart sağa sola sallanıyordu. Hızlı adımlarla koridorda ilerlerken arkasından gelen çalışanlara direktifler veriyordu. Masanın kenarını sımsıkıca kavramış, bir eli de farede geziniyordu. Laptopun içine girecekti neredeyse. Kaçırıldığı gün Demir'in ondan istediği istekleri öğrendiği andan beri dakikaları huzursuz geçiyordu.
Hakim terör örgütlerinin maşası olmuş, amerikan bürolarında eğitilmiş ve yıllardır bu ağın içinde çalışıyormuş. Dağdaki teröristlere mühimmat sağlayan organizasyonun ana arterlerinden biri olup sınırlardan geçirilerek dağ kamplarına da ulaştırmış. Asla onun geçirilmesi için bir kırıntı bir yarar yapmayacaktı. Cezasını çekmeye devam edecekti.
İçinden ana avrat geçiriyordu. 'Bir ülkenin içinde bu kadar hain olabilir mi?'
Bilincinin son kırıntılarında ise imzalattırmaya çalıştığı o kağıt. Belge sınırdaki silah taşımacılığını resmi yardım adı altında meşrulaştırıyordu. Eğer imzalasaydı yasak hale gelicek, bu mühimmatların sınır ötesine geçişi meşru bir operasyon gibi görüneceğini, geçirmeleri daha kolay bir hale geleceğini söyledi yanındaki avukat. Derin bir öfke nefesi verip yanından gidebileceğini gösterdi.
“Demir Şahin’in bağlantılarını tamamen ortaya çıkarmamız gerekiyor. Hiçbir ipucunu gözden kaçırmayın. Çalışmalar raporlanmadan masama gelmesin.”
Hemen arkasından gelen bir çalışan telaşlı bir şekilde seslendi:
“Şeyma Hanım, şifreler sonunda çözüldü!”
Şeyma, bir an duraksadı, ardından hızla çalışanın peşine takıldı. Uzun bir koridordan geçip bir kapıyı iterek, kabloların ve bilgisayarların bulunduğu geniş odaya girdiler. Odada birkaç kişi harıl harıl çalışıyordu. Şeyma’nın hedefi belli bir masaydı. Masanın başındaki adam onu fark edince ayağa kalktı ve elini hafifçe sallayarak oturmasını işaret etti.
Şeyma hiç vakit kaybetmeden yerine oturdu, dosyalara doğru eğildi. "Evet, sonuç?" dedi, sesinde hem otorite hem de acelecilik vardı.
Adam ekrandaki bilgileri açarak konuşmaya başladı:
"Şifreleme sistemi üç katmandan oluşuyordu, Şeyma Hanım. İlk katman, standart ama güçlü bir güvenlik duvarıydı. Titan Maritime’ın iç sistemine sızan ekip, Mustafa Bey’in sağladığı yazılım sayesinde bu aşamayı kolayca geçti. Ancak işin zorluğu burada başlıyor."
Şeyma kaşlarını çattı, dikkatle dinliyordu. Adam konuşmasını sürdürdü:
"İkinci katman, biyometrik bir güvenlik sistemiyle korunan bir algoritmaydı. Algoritma, Demir Şahin’in ses tonu ve parmak izi gibi verilerle çalışıyordu. Ancak bu katmanın çözülmesi için onun e-postaları ve kişisel cihazlarından elde edilen ham verileri analiz ettik. Algoritmayı kandıracak dijital bir ‘imza’ oluşturduk. Bu aşamada neredeyse yakalanıyorduk, ama..."
Şeyma, sabırsızlıkla adamın sözünü kesti. "Bana hikaye anlatma. Sonuçları söyle."
Adam hızla ekranı değiştirdi. "Son katmana ulaştığımızda, asıl bilgi burada gizliydi. Titan Maritime’ın kirli sırlarını saklayan bir veritabanına ulaştık. Elimizde şu anda şirketi ve Demir Şahin’i yok edecek kadar güçlü belgeler var:
•Uluslararası silah ticareti anlaşmalarının sözleşmeleri.
•Yasadışı kaçakçılık için kara para aklama şemalarının detayları.
•Şirketin savaş bölgelerine gönderdiği gemi rotaları ve kargoların dökümü.
Ve..."
Adam bir duraksadı, derin bir nefes alarak devam etti.
"•Demir Şahin’in rüşvet verdiği politikacıların ve iş insanlarının bir listesi."
Şeyma hafifçe geriye yaslandı, ama yüzündeki ciddiyet hiç değişmedi. "Bu belgeler, onu uluslararası mahkemelerde dize getirmek için yeterli mi?"
Adam başını salladı ve bilmiş bir sevinçle gülümsedi.
"Tam anlamıyla yeterli. Ayrıca belgelerin doğruluğunu onayladık. Tüm metadata verileri, tarih ve kaynak uyumu kontrol edildi. Her şey sağlam."
Şeyma ayağa kalktı, derin bir nefes aldı. Gözleri odadaki herkesin üzerinde dolaştı. "Bu, bir dönüm noktası. Şimdi yapmanız gereken tek bir şey var: Bu bilgilerin güvenli bir şekilde yayılmasını sağlayın. Ve..." Sesi daha da sertleşti. "Herkes disiplinli olacak. Tek bir hata yaparsanız, bu adam ülkenin bekasıyla oynayacak. Adi köpek! Hadi arkadaşlar! Duramayız. Biliyorum çok yoruldunuz. Ama zamanımız kısıtlı hissediyorum. Ve bu zamana kadar hissettiğim hiçbir durum boşa çıkmadı. Devletin geleceği size bağlı."
Odanın içindeki herkes başıyla onayladı. Şeyma, kararlılıkla yerine geçip yeni gelen bir yığın e mail ve dosyaları bütün hale getirip toparlarken bu süre zarfında ayrıntı elde etmişti. Baloda konuştuğu ortak bayanın da Demir'in akrabası ve bütün yolları açtığı görülmüştü. Detaylara indikçe başka başka deliller ortaya çıkıyordu. Arkasında bir grup profesyonel ve hummalı bir çalışma atmosferi bıraktı. Artık her şey, bu operasyonun başarısına bağlıydı. Demir Şahin’in imparatorluğu yıkılmak üzereydi. Aylardır verilen çabalar artık çabasını gösteriyordu.
Devletin en büyük gücü beyaz hackerlerindan bir genç daha kıza seslendi. Genç, yeni katılmıştı aralarına. Toy sesinin altında büyük bir vatansever sevgisi yatıyordu. Zehir gibi bir çocuktu. Aynı Ömer'e benziyordu. Şeyma önce etrafına sonra ona baktı. Gururla. Atatürk'ün de dediği gibi.
"Gelecek Türk gençliğinin elindeydi."
"Şeyma Hanım!"
"Söyle evlat."
"Buldum! Bir delil daha!" Gerisi çorap söküğü gibi geliyor!"
"Ne buldun bakalım! Çabuk anlat!” dedi Şeyma, masanın kenarına dayanarak ekrana odaklanmıştı. Onun bu heyecanını gören genç daha da keyiflenerek anlatmaya başladı.
Genç ekrandaki verileri büyütüp projeksiyon cihazına aktardı.
“Bu sizin bulduğunuz bilgi doğruymuş. Hani benden bir kontrol etmemi istemiştiniz. İsveç’teki sahte lojistik şirketinin ilk hesap kaydı. Ama sadece bu değil. O hesaptan Titan Maritime’ın ana bir banka hesabına düzenli ödeme gönderildiğini tespit ettik. İşte burada iş ilginçleşiyor. Titandaki bu hesap, aslında offshore hesaba yönlendirilmiş. Ve o hesaptan çıkan paralar, orta doğudaki terör örgütüne silah olarak dönüştürülmüş.”
Şeyma’nın gözleri ekrandaki haritalar ve ödeme akışlarını taradı. Yüzü ciddi ve kararlıydı. “Yani Demir Şahin’in sadece yolsuzluk yapmadığını, aynı zamanda terör finansmanında aktif bir rol oynadığını söylüyorsunuz.”
“Kesinlikle,” dedi “Bu veri, uluslararası bir soruşturmayı başlatacak güçte. Ama sadece bu kadar değil.”
Ekranın diğer tarafındaki bir dosyayı açtı. “Titan Maritime’ın CEO’su olarak Demir Şahin’in imzaladığı bir elektronik belge bulduk. Bu belge, İsveç’teki sahte şirketi kurarken kullandığı yasal bir yetkilendirme protokolü. Ancak o belge üzerindeki zaman damgası, İsveç yasalarına aykırı. Bu, onu hem ekonomik suçlardan hem de uluslararası yasaları ihlalden suçlu gösterecek.”
Cümlelerini öyle bir heyecanla bitirdiki şuan sanki dünyaları yenebilirmiş gibiydi. Herkes bu gence bakıp şaşkınlıkla kalakaldı. Bu genç kimdi biliyor musunuz?
Ferhan!
Operasyonda terörlerin başı olarak görev yapan delikanlı. Haluk beyin soruşturmada onu bir sözle konuşturduğu çocuk. Demir'in yetiştirdiği çocuklar elinde patlıyordu. Şeyma içini akan deli kanı doldurdu onun gibi.
'Demir, ne kadar çabalarsan çabala, hepiniz, bü ülkenin bütün düşmanları bu milletin vatan sevdasını ellerinden alamazsınız. Özlerini değiştiremezsiniz.'
Şeyma, bir an için duraksadı ve odadaki sessizliği bozdu. Gencin omzunu babacan salladı. “Elimizde şu anda Demir Şahin’i dibe batıracak her şey var. Ama bu bilgilerin güvenliğini sağlamadan adım atamayız. Hemen bu dosyaların yedeklerini çıkarın. İç sunuculara değil, bağımsız bir ağa yükleyin. Ayrıca İsveç, Kuzey Afrika'da ve Orta doğudaki bütün faaliyetlerini, uluslararası ortaklarla iletişime geçtiği her şeyi. Eğer bu bilgilere ulaşamazlarsa, harekete geçmemiz çok daha kolay olur.”
Odadaki herkes telaşla çalışmaya devam ederken Şeyma masadan uzaklaştı ve arkasındaki ekibe döndü. “Bu sadece bir başlangıç. Şimdi, Titan Maritime’ın aktif operasyonlarını nasıl durdurabileceğimizi tartışmamız gerekiyor. Şu anda hedefimiz Demir Şahin. Ve bu sefer, o adamı elimizden kaçırmak gibi bir lüksümüz yok.”
Şeyma’nın liderliği, odadaki her bireyi daha çok çalışmaya iterken, onun için bu, sadece bir görev değil, bir intikam savaşıydı. Demir Şahin’in karanlık dünyasını sona erdirmenin eşiğindeydiler.
Şeyma bir an duraksadı, ekrana baktı ve duyduğu bilgilerin ağırlığını kavradıktan sonra derin bir nefes aldı. Birden, odadaki gergin atmosferi yarıp geçen bir kararlılıkla sesini yükseltti:
"İşte bu!" dedi, ellerini sertçe masaya vurarak. Gözlerindeki kararlılık, odadaki herkese yayılan bir enerji gibiydi. "Bu bilgilerle Demir Şahin’in tüm sistemi dizlerinin üstüne çökecek. Harika bir iş çıkardınız!"
Odada bir anlık şaşkınlık oldu. Analistlerin, teknisyenlerin ve alanındaki herkesin yüzleri ilk kez rahatladı. Şeyma’nın yüzündeki gülümseme, odaya cesaret saçıyordu. Hemen ardından devam etti:
“Herkes ne kadar önemli bir iş başardığımızın farkında olsun! Titan’ın bu kadar uzun süre gizli kalmasının sebebi, sizin gibi zeki insanların karşılarına çıkmamış olmasıydı. Ama artık kartlar bizim elimizde!”
Odadakiler hafifçe gülümsedi, bazıları birbirlerine onaylayıcı bakışlar attı. Şeyma ellerini iki yana açarak konuşmasını sürdürdü:
“Bu iş daha bitmedi. Ama şunu unutmayın: Bugün kazandığımız bu aşama, Titan’ın sonunu getirecek! Bir sonraki adımda daha da büyük bir başarıya imza atacağız.”
Odadan bir alkış sesi yükseldi. Her bir üye, bir yandan işlerine geri dönerken bir yandan da Şeyma’nın sözlerinden aldıkları cesaretle daha kararlı görünüyordu. Şeyma, ekibinin moralinin düzeldiğini ve odadaki enerjinin yükseldiğini hissetti.
Kendi içinden, “Demir Şahin, bu savaşı kaybedeceksin,” diye geçirdi ve tüm dikkatini bir sonraki hamleye verdi.
Yalnız sevinçleri kursaklarında kaldı.
Dijital kapı açıldı. İçeriye kartal ve kunguz timi girdi. Binbaşı eşliğinde. Şeyma ayağa kalktı.
"Ne durumdayız?"
"Artık şirketi ve Demir'i bitirecek her türlü delile sahibiz komutanım. Ve gerisi de gelmeye devam ediyor."
Binbaşı Arif acı ama sevindirici bir şekilde gülümsedi. Kız hemen herkesi yokladı. Hepsinin yüzünden düşen bin parçaydı.
"Bende sizin gibi sevinmeyi çok isterdim yüzbaşı. Keşke bu sevindirici haberle kalsaydık."
Mustafa ona döndü.
"K-komutanım. Operasyonda bulduğumuz şifreler... çözüldü."
Kız sinirle açıklamasını bekliyordu.
"Eee oğlum anlatsana niye taksit taksit söylüyorsun."
Binbaşı soğukkanlılıkla başını tutarak nefes verdi. Başını tuttu. Şeyma'nın masasına oturdu.
"Durum sandığımızdan çok daha ciddi komutanım. Çözdüğüm üzerine şifreler... güvenliğimizi ciddi anlamda tehdit ediyor" dedi Fırat.
"Söyleyin artık!" diye köpürdü Şeyma. Etraftaki herkes onlara doğru döndü.
"Her bir dört yanımızdaki sınırlarımıza gelmeye hazır gemi mühimmatları mevcut. Ama şifrelerde zamanı yoktu komutanım. Kriz anındayız ve her an olabilir" dedi Mustafa.
"Ben raporlarınızı ilettim makamlara. Ankara telaş içinde. Halk için basına şuan haber verilmiyor. Ve acilen o gemilerin yerini bulmamız gerekiyor yüzbaşı. Onun için buradayız. En başından beri biz bu işin içindeyiz. Yine biz bitirmek zorundayız" dedi Binbaşı.
"Şuan TSK ve ülkenin birimleri teyakkuz halinade komutanım. Büyük bir şey gelecek" dedi Kerem.
"Binbaşım, yüzbaşım emirleriniz nedir?" dedi Göktuğ.
Her iki timde ikisinin gözünün içine bakıyordu. Göktuğ, Yahya, Fırat, İlyas, Kerem, Yusuf, Ece, Mustafa, Furkan ve diğerleri hepsi. Ve odadaki herkes.
Şeyma haberi atlatmaya çalışıyordu. İkisi de birbirine baktı. Şuan omuzlarında halka karşı o kadar ağır bir yük vardı ki. Bu 15 temmuzdan da beterdi. Eğer önlenmezse yine bir sürü eve ateş düşecekti, yine anaların gözü yaşlı, babaların bağrı yanık kalacaktı. Hemen kendini toparladı. Boğazındaki yumruğu tuttu ve herkese açık bir şekilde konuştu.
"Yapacağımız şey belli! Kendinizi toplayın! Hemen sınırdaki bütün alaylara iletişim halinde olup bağlantıyı kesmeyin."
Binbaşının gür sesi duyuldu.
"Yüzbaşı haklı! Endişelenmeye zamanınız yok! Korku, sizi ayakta tutsun! Hadi! Kendi yerel ağımızı bağlantıya açık tutun. Hiçbir engeli göze alamayız. Türk Konseyi ile iletişimde kalın. Acil durumu bildirin. Hadi arkadaşlar bulalım o gemileri!"
**********
Demir Şahin'in geniş ofisi odanın dört bir yanını kaplayan karanlık ahşap mobilyalar ve gölgelerle çevriliydi. Masanın üzerindeki her şey dağılmış, zemine saçılmış belgelerin arasında bir sigara külleri gibi yanmış umutlar seriliydi. Hüseyin komutanlarının ve planlarının gereği son ana kadar bu adamın yanında kalmanın verdiği azabı çekiyordu. Hepsi ne ya da nasıl gerektiriyorsa veya nasıl hissediyorsa aynen devam etmesi gerektiğini söylemişti. Onun yanına birden geçmesi şüphelerini artırırdı. Önünde duruyor sessizce nefes alıp verirken yumruklarını sıkıyordu. Yanındaki Eylül her ne kadar taviz vermese de -her ne kadar alışmış gibi gözükse de- babasının öfkesinin karşısında titriyordu.
Karşısında Eylül ve Hüseyin ayakta duruyordu. İkisi de Demir'in onlara dönmesini bekliyordu. Odadaki hava hiçte konuşmanın seyrinde olmayacağının belirtisiydi.
Nihayet döndüğünde yüzünde ne öfke ne de memnuniyet vardı. Sadece tehlikeli bir sakinlik. İşte bu derin okyanusun içine çekip boğması misali feci bir tavırdı.
"Eylül, sen her zaman benim için değerli bir evlat oldun. Birlikte başardığımız işler. Her zaman sağ kolum oldun. Ama... şimdi yeterince ya dürüst değilsin ya da eski şevkin yok."
Eylül bu suçlamanın altında ezilmemeye çalışarak dik durdu. Ne olduğu hakkında bir fikri yoktu. Gözlerini babasından kaçırmadı, ama sesi biraz titrek çıktı.
"Sana sadakatimden şüphen olmasın. Bilmediğim bir durum mu var?"
Demir bir gülümser gibi oldu ama hiçbir sıcaklık belirtisi yoktu.
"Sadakat. Bugünlerde kolay bulunan bir şey değil. Sen ne dersin Hüseyin? Kararını verdin mi?"
"Sana verdiğim sözün arkasındayım. Ama sadakatle bağlı olduğum söylenemez. Mecburen."
Masanın üzerine eğildi. Yüzünden bir şey okunmuyordu. Ama sanki Hüseyin içinden 'o değil, yapmamış' dediği bir hissiyat aldı. O an işte Hüseyin çocukların yakalanma ihtimalini düşündü.
"Yani?"
Derin bir nefes verir.
"Senin yanındayım... baba."
Bu kelime ilk kez ona bu kadar yabancı geliyordu. Sanki ağzından sözcük değilde bir parça irin çıkmıştı. O an Demir gülümsedi.
"Ah sonunda. Beni ne kadar mutlu ettiğini tahmin edemezsin."
Eylül'ün bakışları ikisinin arasında gidip geliyordu. Bu karşısısında yıllarını geçirmiş adamı çözememiş olmanın, sadece kendisini bir araç olarak görmesinin hayal kırıklığını yaşıyordu. Hüseyin'in ise neden bunu kabul ettiğini bilmiyordu fakat korkusunu hissedebiliyordu. Kendisi de aynı durumun içindeydi. Babasına tekrar baktı. Sanki az önce burayı devirmemiş gibi sakin kalması onu daha da endişelendiriyordu.
"Biliyor musun," diye söze başladı Demir. Sesi, sessiz ama tehditkâr bir yankı gibi odada dolandı. "Bazı seçimler insanın kaderini belirler. Ve ben, oğlumun nihayet doğru tarafta olduğunu öğrendiğim için... mutluyum."
Hüseyin, gözlerini kısarak Demir’e doğru bir adım attı. Sözlerin ardındaki niyeti sezinlemeye çalışıyordu. "Oğlun kendi kararlarını verir, Demir," dedi soğuk bir ifadeyle. "Ama senin mutluluğunun bedelini herkes ödeyemez. Neyin peşindesin?"
Eylül, bu sertleşen atmosferin ağırlığını hissederek geriye yaslandı. Bakışları bir Hüseyin’e, bir babasına kayıyordu. İçindeki huzursuzluk, babasının asıl niyetini bilmekten kaynaklanıyordu. Ama konuşmadan önce Demir’in cevabını bekledi.
Demir, ağır ağır Hüseyin’e yaklaştı. Elleri arkasında birleşmiş, gözleri tıpkı bir avcı gibi keskin ve dikkatliydi. "Benim peşimde olduğum şey, bir aile kurmanın ne demek olduğunu anlaman. Fedakârlığın ve sadakatin değerini görmen." Sesi alçaldı. "Ve bunu seninle yapacağım, Hüseyin. İster kabul et, ister direniş göster."
Hüseyin, ilk önce histeriyle güldü. Sinir hizmetine her zerresine yayılmıştı. Kaşlarını çatarak bir adım daha yaklaştı. "Sen... Aile... Güldürme beni Demir? Bu, senin laf oyunlarından biri mi? Sadakat, aile dediğin şey, insanların iradesini çiğnemek mi?"
Demir, kısa bir kahkaha attı. "Sadakat, irade değildir, oğlum. Sadakat, seçtiğin kişiye hayatını adamakla ilgilidir." Ardından bakışlarını Eylül’e çevirdi, sesi yumuşar gibi oldu. "Eylül bunun ne anlama geldiğini biliyor. Değil mi kızım?"
Eylül, rahatsız bir ifadeyle başını çevirdi. Babasına karşı konuşmanın bir anlamı olmadığını biliyordu, ama sessizlik de onun için bir seçenek değildi. "Sadakat dediğin şey, korku ve tehditle sağlanamaz, baba," dedi. Sesi sakin ama kararlıydı. "Bunu öğrenmenin zamanı geldi."
Demir, bir süre sessizce kızını izledi. Ardından tekrar Hüseyin’e döndü. "Belki öğrenmenin zamanı gelmiştir," diye mırıldandı. "Ama önce bana borcunu ödeyeceksin."
"Ne borcu?" diye sordu Hüseyin, gözlerindeki öfke büyüyerek. "Senden bir şey istemedim ki borçlu olayım!"
Demir, birden bire ciddileşti. Sandalyeye oturdu, masaya yaslanarak Hüseyin’e baktı.
"Bu zamana kadar yaşadığın hayatı bana borçlusun oğlum. Bir gün beni anlayacaksın. Unuttun mu? Sana vereceğim görev, bunu anlamanı sağlayacak," dedi. "Kim olduğun ve nereden geldiğin konusundaki gerçekleri görmeni sağlayacak."
Tam o sırada kapı açıldı. Şirketin yazılımından sorumlu olan Cem içeri girdi. Rahatsız edici bir ifadeyle, elindeki dosyaları sımsıkı tutarak konuşmaya başladı. "Efendim, sistemlerimiz saldırıya uğradı," dedi aceleyle.
Bu haber odadaki havayı bir anda değiştirdi. Demir’in gözleri öfkeyle kısıldı. Yavaşça ayağa kalktı ve Cem’e yaklaştı. "Ne dedin sen?" dedi, sesi buz gibi.
Cem, korkarak geri çekildi. "Efendim, saldırı çok profesyonel. Yedeklemeler bile devrede şuan. Şu anda tüm verilerimiz dışarıya erişilemez durumda. Sizi hemen haberdar etmek istedim."
Demir’in yüzündeki öfke, bir volkanın patlamasına benziyordu. Masanın kenarını sıkıca kavradı,
"Tamam çık! Kontrol altında tutun. Mustafa'ya söyle yanıma gelsin. Bir şey olursa hemen bildirin!"dedi öfkeyle. Ardından hızla Hüseyin ve Eylül’e döndü. "İkiniz de bu işte bir şey biliyorsunuz," dedi alçak ve tehditkâr bir tonla. "Ve bana her şeyi anlatacaksınız."
Hüseyin, ileri doğru bir adım attı. "Bize bulaştırmaya çalıştığın hiçbir şeyle ilgimiz yok, Demir!" dedi, sesi yükselerek. "Kendi yaptıklarının sonuçlarını başkalarına yıkmaya çalışma."
Demir bir kahkaha attı, ama bu kahkaha tehditkar bir yankı gibiydi. "Öyle mi? O zaman sana göstereceklerimle başa çıkabilecek misin, Hüseyin? Hadi, bir de bunu deneyelim!"
Demir derin bir nefes alarak masanın yanındaki küçük monitörün düğmesine bastı. Ekranda gizli bir kamera kaydı belirdi. Ailesi....
Cahit, Elmira, Hacer, Haluk, Eda, Mert ve en sonda Şeyma'nın görüldüğü aracına yerleştirilen görüntü. İkisi de ekrana bakarken tatmin olmuş ifadeyle konuşmaya başladı.
"Oğlum" dedi sesi zehir ve soğuktu. Bir aileyi korumak, bazen kendi onurunu hiçe saymanı gerektirir. Ve sen bugün ve bundan sonra bu fedakârlığı göstereceksin."
Dudaklarından çıkmak üzere olan küfürü zorla tuttu.
"Onlardan uzak dur Demir!" diye tısladı. "Bunun cezasını öyle bir ödersin ki!"
Demir alaycı bir gülüşle araya girdi.
"Tehditler hoşuma gidiyor, ama bugün benim günüm. Benim kurallara göre hareket edicez. Sana ihtiyacım olan her şeyi yapacaksın."
Eylül onları sessizce izliyordu ama içinde bir volkan patlamak üzereydi. "Baba bu yaptığın korkaklık!" diye patladı. "Onları tehdit ederek istediğini elde edemezsin. Hüseyin'i buna zorlayamazsın. Bu kadar da olmaz. Hayır!"
"Zorlamıyorum Eylül. Sadece seçeneklerini daraltıyorum. Doğru kararı vereceğinden eminim."
Hüseyin kaşlarını çatarak bir adım daha yaklaştı. "Ne istiyorsun Demir? Ne yapmamı bekliyorsun?"
Masanın arkasındaki çekmeceye ilerledi. Çekmeceden iç içe iki dörtgenin çevresinde sekiz kurşun olan şekilin ortasında da göz halesi beliren mühürlü yüzüğü ve o mühürle basılmış bir mektup verdi. Odanın loş ışığı altında mühür soğuk ve otoriter bir güç simgesi gibi parlıyordu.
"Al bunu," dedi sesi kararlı ve soğuktu. "Bu mühürü gösterdiğin zaman sözün benim yerime sözüm yerine geçecek. İnsanlar sana itaat edecek. Eğer nişanlın ve devlet yine kuyumu kazmaya devam ederse, gemilerim ve daha birçok ağır yüklü askeri lojistik gemim serbest kalacak. Mersin’deki sevkiyatı bu sefer sen yapacaksın. Merak etme, yalnızca depremden sonra insanlara yardıma gelen gemiler bunlar. Ama beni zorlamayın, oğlum. Nişanlını ikna et, nasıl olacağı umurumda değil. Dediklerimi yap.
İnan, insanıma gerçek silah yüklü gemilerimi salmak istemiyorum. Bunu yapmayı hiç istemiyorum. Önüme taş koymayın."
Hüseyin, mühürü elinde tutarken, Demir'in yüzüne baktı. Gözlerinde öfke ve hayal kırıklığı vardı. Mühür, ona teslim edilmişti; ama bu sadece bir göstergedir. Kendisinin sözü geçirebileceği bir güç değil. Onun yerine Demir’in, Hüseyin’e verdiği her kelime, her harekette, gizli bir tehdit gibiydi. Mühürü tutmaya devam etti, ama elleri titriyordu.
"Beni bulduğun için seviniyor olabilirsin ama bu… bu kibrinle daha da kendinden soğutuyorsun haberin olsun," dedi Hüseyin, sesi çatallaşarak. Her bir kelimesi, içindeki öfkenin dışa vurumu gibiydi. Demir’in gözleri sabit, yüzü soğuktu, ama sessizdi.
Bir an boyunca, odada sadece derin nefesler ve hüznün sesi vardı. Hüseyin, Demir’in sözlerine hiçbir şekilde inanmak istemiyordu. Bu adam ona ne kadar yarar sağlamıştı? Ya da ona zarar vermek için ne kadar çok şey yapmıştı?
İçindeki tüm korkuları, öfkeleri bastırmaya çalıştı. Demir, ona bir şey söylemeden, sadece gözleriyle takip etti.
Eylül'ün sesi duyuldu: "Neden böyle bir şey yapıyorsun? Neden hep aynı şekilde yaklaşıyorsun? Bunu yapmak zorunda mısın?"
Hüseyin, Eylül'ün tam karşısına geçti. Ona baktı, gözlerinde derin bir boşluk vardı. Şimdi ne yapacağını bilemiyordu. Bu sefer gerçek her şeyin önündeydi. Ardından hızla odadan çıktı.
Eylül, şoka girmişti. Yavaşça ağzını açtı ve dedi, "Bunu bana açıklayacak mısın? Neden hepsi? Neyden bu kadar korkuyorsun?"
Demir, sesini biraz daha yumuşatarak, ama kararlı bir şekilde, Eylül'e döndü. "Onu saklamadım kızım. Gerçek, o senin… abindi."
Eylül bir an için sessiz kaldı. Şokun içinde, kelimeleri doğru bir şekilde bulamıyordu.
"Ne... Nasıl?" diye sordu, sesindeki titremeyi fark etti.
"Öldüğünü sandığımız abin yaşıyor ve o Hüseyin?
Eylül'ün bir an önünde siyah noktalar belirdi. Vücudu aşağı çekti onu. Oturdu koltuğa.
"Gerçekten neyin peşindesin, baba?"
Demir’in gözleri, gözlerindeki suçluluk ve pişmanlıkla dolmuştu. Ama bu sefer, kelimeleri sert değildi. Zayıf ama ağır bir itiraf vardı. "Oğlumu kaybetmekten korktum. Onu, bu karanlık dünyadan koruyamadım. Bilmiyorum, onu daha çok çekiyorum sanki. Ama gerçekten benim elimde olan bir durum değil. Zor bir seçimdi. İnan bana, hiçbir zaman böyle istemedim."
Eylül, gözlerinden yaşlar süzüldü. Öfkeden ziyade bir hayal kırıklığı vardı. Onun gözlerinde belirsizlik ve yeniden doğmuş bir travma vardı. Bu durumda baba ona bir yalan mı söylemişti, yoksa doğruyu mu?
"O zaman şimdi ne yapacaksın? Bunu nasıl düzeltebilirsin? Senin yaptığınla her şeyin bedelini biz ödeyeceğiz," diye bağırdı Eylül. Bu sefer öfkesi, sessizliği paramparça etti.
Demir bir an için, Eylül'ün gözlerindeki boşluğu gördü. Onun içindeki ağır ve derin acıyı hissetti. Ama bunu düzeltmek, asla kolay olmayacaktı.
******
Hüseyin bir hışımla odadan çıktı. Parmaklarının arasındaki mühür avucunu acıtacak kadar sıkıydı. Adımlarını hızlandırarak koridorda ilerlerken gözlerini sertçe sildi. Ne yapacağını bilmiyordu ama burada kalmaya dayanamazdı. Her adımda kafasının içinde Demir'in sesi yankılanıyordu. Mühürlenmiş mektuba bir kez daha baktı.
"Şirketten çıkmalılar," diye mırıldandı kendi kendine. Hemen telefonu çıkarıp Mustafa'yı aradı. Telefon açılır açılmaz sert bir sesle konuştu.
"Mustafa, hemen oradan çıkın. Demir her şeyin farkında. Ne yapıyorsanız durun. Hemen ekibi topla çabuk."
Mustafa'nın şaşkın sorularını duymadı bile. Çağrıyı hemen sonlandırıp derin bir nefes aldı. Ama o nefes ciğerlerini doldurmak yerine onu daha da boğuyordu. Adımları daha da hızlandı. Binadan çıkmak için can atıyordu. Arkasından bir ses duyuldu.
"Hüseyin!
Daha hızlı yürümeye başladı. Sanki o sesi duymamış gibi davranabilirse, tüm gerçeklerden de kaçabilecekti.
"Hüseyin, lütfen bekle!"
Ama Hüseyin, adımlarını kesmeden ilerledi. Tam binadan çıkmak üzereydi ki, duyduğu tek bir kelime dünyasını altüst etti:
"Abiii!"
Hüseyin durdu. Bu kelime, bu ses... yıllardır duyabileceğini hayal bile etmediği bir şeydi. Gözlerini kapadı, nefesi düzensizleşti. Titreyen elleriyle cebindeki mühüre baktı. Ardından yavaşça arkasını döndü.
Eylül, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle ona doğru koşuyordu. Yüzündeki şaşkınlık ve acı, Hüseyin’in yüreğini bıçak gibi deldi geçti. Eylül, aralarındaki mesafeyi hızla kapatıp gözlerinin içine bakarak sordu:
"Sen... sen benim abim misin? Gerçekten mi?"
Hüseyin, bakışlarını yere çevirdi. İçindeki fırtına kelimeleri kolayca dile getirmesine izin vermiyordu. Derin bir nefes alıp, sesi çatallı ve kısık bir şekilde yanıtladı:
"Evet."
Eylül, birkaç adım geri çekildi. Dizleri titremişti. Gözyaşları yanaklarından süzülürken fısıldadı:
"Peki... neden kimse bilmiyor? Neden annem bile bilmiyor? Neden bizden sakladın?"
Bu sorular Hüseyin’i sarstı. Onun karşısında güçlü durmaya çalışsa da her kelime bir tokat gibi yüzüne çarpıyordu. Başını iki yana salladı. "Eylül... Ben bile yeni öğrendim. Sence bunu babanın söylemesi gerekmez miydi?"
Eylül, gözleri dolu dolu ona bağırdı:
"Ama bizi kandırarak, bizi senden uzak tuttun. Bu kadar da yabancı mıyız? Kaç yılımız geçti bilmeden? Sen yıllardır bir sır olarak yaşarken, biz yalnız kaldık. Annem yalnız kaldı. Ben yalnız büyüdüm, Hüseyin! Demir varla yok arasında görmüyor musun? Bir şey oldu ona. Eskisi gibi değil."
"Onla alakalı bir kelimeye bile tahammülüm yok. Yeter."
Eylül, bir adım daha atarak ona iyice yaklaştı. Gözlerindeki öfke, yerini derin bir kırgınlığa bıraktı. "Ama bilmek isterdim, Hüseyin. Bilmek ve seni anlamak. Annem bilmek isterdi. Kardeşim bilmek isterdi. Sen hepimizi bizden sakladın. Bu adil mi?"
Hüseyin’in yüzü donuklaştı. Uzun süre sessiz kaldıktan sonra, kelimeler adeta boğazından zorla çıktı:
"Adil değil. Hiçbir şey adil değil, Eylül. Ama sizi koruyabilmek için başka bir yolum yoktu. Eğer beni bilseydiniz... eğer geçmişimi bilseydiniz, bunun sizi nasıl etkileyebileceğini düşünmek bile istemezdim. Annene bunu nasıl açıklayabilirdim? Kendime nasıl açıklayabilirdim?"
Eylül, gözlerini mühüre dikti. Ardından titreyen bir sesle fısıldadı:
"Ama artık biliyoruz. Ben biliyorum. Annem de öğrenecek. Kardeşim de. Ve biz bu gerçeği öğrenirken seni kaybetmek istemiyoruz. Hüseyin, senden uzak kalmak istemiyorum. Çünkü..." Durdu, gözyaşları sel gibi akıyordu. "Çünkü ben yıllardır eksik büyüdüm. Sen, benim eksik parçam oldun. Her ne kadar sana soğuk davranmış olsam da her gelişinde mutlu olurdum. Abi olduğun gerçeği beni korkutmuyor, beni tamamlıyor."
Hüseyin, yavaşça Eylül’ün gözlerine baktı. Bu kadar kararlı ve aynı zamanda bu kadar kırılgan birini görmek, içindeki duyguların taşmasına neden oldu. Elleriyle Eylül’ün omuzlarından tutarak, sesi titreyerek konuştu:
"Sana söz veriyorum, Eylül. Bir daha seni yalnız bırakmayacağım. Ama bu dünyanın gerçeklerini de öğrenmek zorundasın. Sana zarar gelmemesi için elimden geleni yapacağım. Anneme, kardeşime de. Ama beni bilmeyecekler. Tamam mı?"
"Ne... niye?"
"Fırtınanın farkında değil misin? Şimdi değil daha zamanı değil."
Eylül, onun ellerini tuttu. "Bunu birlikte yapacağız, abi... Ama bana söz ver. Benden bir şey saklama lütfen."
Hüseyin, bir an tereddüt etti ama sonra yavaşça Eylül’e sarıldı. İkisi de sessizce ağlıyordu.
*******
Karargah – Strateji Odası
Haritanın kuzeydoğu sınırını işaret etti ve sınır bölgelerindeki görevlilere döndü. "Peki, sınır hattında devriye gezen ya da sabit duran ağır mühimmat gemilerinden bir iz var mı? Radardan geçen herhangi bir sinyal ya da anormallik tespit edildi mi?"
Karşısında oturan saha istihbarat sorumlusu Üsteğmen Tolga, omuzlarını silkerek iç geçirdi. "Maalesef, Yüzbaşım. Son üç gün içinde ne radar sinyali ne de sınır hattında fiziksel bir gözlem var. Bölgedeki gözetleme ekiplerimiz, her şeyi raporluyor ama ağır mühimmat gemisi olduğu iddia edilen hiçbir şey tespit edilmedi."
Şeyma'nın kaşları çatıldı. "Hiç mi bir şey yok? Titan’ın gemileri bu kadar görünmez olamaz. Sınır hattını nasıl aşmış olabilirler? Ya da belki henüz sınırın gerisindeler..."
Tolga, elindeki dosyayı Şeyma’ya uzattı. "Elimizdeki bilgiler, Titan'ın bu rotayı kullandığına işaret ediyor. Ancak bu gemiler ya sınır dışındaki bir limanda bekliyor ya da hâlâ rotalarını tamamlamadılar. Aksi halde, bizim teknelerimizin kör noktasını bulmuş olmaları gerekirdi."
Göktuğ araya girdi, yüzünde karamsar bir ifadeyle. "Bu teknolojiyle kör nokta yaratmaları mümkün. Radar karıştırıcıları sadece radarlarımızı değil, uyduları da yanıltıyor olabilir. Ayrıca, Titan'ın yerel bağlantıları sınır devriyelerinin raporlarında manipülasyon yapıyor olabilir."
Tolga başını salladı. "Göktuğ haklı olabilir. Liman bölgelerinden aldığımız uydu görüntüleri bile şüpheli şekilde eksik veya bulanık. Ancak şu anda elimizde kanıt yok."
Şeyma bir süre düşündü, haritaya bir kez daha bakarak kendi kendine mırıldandı. "Bu kadar görünmez bir operasyon yürütüyorlarsa, içeriden birinin bu gemilerin pozisyonunu bildirmesi gerekirdi. Ya bilgi sızdırıyorlar ya da henüz harekete geçmemişler."
Ece, sessizliği bozdu. "Yani, bu mühimmatların sınırdan geçip geçmediğini bilmiyoruz. Ya şimdiden bir yere saklandılar ya da hâlâ hareket hâlindeler. Biz, ikinci seçeneğe göre hazırlık yapıyoruz, değil mi?"
Şeyma, Ece’ye döndü ve başını onaylayarak sert bir şekilde konuştu. "Evet. Hareket ettikleri varsayımıyla hazırlık yapıyoruz. Ancak bu durumda operasyonu genişletmemiz gerekebilir. Eğer sınırdan geçtilerse, mühimmatların saklandığı yerleri bulmak için saha operasyonlarına ağırlık vermek zorundayız."
Mustafa, haritanın bir başka noktasını işaret etti. "Bu rotaların bazıları, eski kaçakçılık yollarıyla çakışıyor. Titan'ın bu yollardan faydalanması mümkün. Sınır hattındaki bu kör noktalara ek devriyeler göndermek gerekecek."
Şeyma düşünceli bir şekilde başını salladı. "Tamam. Tolga, bu bölgelerdeki gözetleme ekiplerini artırın. Mustafa, yazılım sistemimizi bir kez daha kontrol et ve karıştırıcı sinyalleri analiz edebilecek bir şeyler bulmaya çalış. Göktuğ, Ece, siz de bölgedeki köylerden bilgi toplayan yerel irtibatlarla konuşun. En ufak bir şüphe bile bizim için değerli olabilir."
Tolga hemen onayladı. "Emredersiniz, Yüzbaşım."
Şeyma derin bir nefes alarak bakışlarını masadaki tüm tim üyelerine çevirdi. "Unutmayın, bu iş sadece bir mühimmat operasyonu değil. Eğer bu gemileri bulamazsak, elimiz kolumuz bağlı kalır. Bu yüzden herkes görevinin en iyisini yapmak zorunda. Bir bilgi kırıntısı bile bize yön gösterebilir."
Kartal ve Kunguz Timleri, Şeyma’nın kesin ve net talimatlarıyla harekete geçmek üzere hazırlıklarına devam etti. Şeyma ise haritaya bakmayı sürdürdü, zihninde bu operasyonun gidişatını planlayarak.
Bir an durakladı. Ardından Göktuğ’a dönerek kararını verdi. "Göktuğ, su altı taarruz askerlerinin devriye rutinini yeniden gözden geçirin. Eğer bu bölgelerde su altı taşımacılığı yapılmışsa, tekne ve gemilerin suya yakın hareket etme ihtimali var. Su altı devriyelerini nöbetleşe yapmalarını sağlayın. Su altı tehdidi, her zaman en zor tahmin edilendir."
Göktuğ, gözlüğünü burnunun ucundan kaldırarak ona bakarken, "Emredersiniz, Yüzbaşım. Takımlarımızda zaten su altı taraması konusunda uzman isimler var. Yalnızca sualtı cihazlarını kontrol etmemiz gerekebilir, özellikle de yeni taktikler konusunda."
Şeyma başını sallayarak onayladı. "Aynen öyle. Teknolojiyi güncel tutmak önemli. Eğer gerçekten bir şey kaçtıysa, en küçük izleri bile değerlendirmeniz lazım."
Karargâhta hummalı bir çalışma vardı. Tim üyeleri, sabah gelen şifreli bir haberin ardından tamamen işe odaklanmış, kiminle savaşıp kiminle müzakere edeceklerini belirlemeye çalışıyordu. Ancak odanın havası bir anda değişti. Kapı sertçe açıldığında tüm başlar aynı anda o yöne döndü.
Hüseyin içeri girdi. Sırtı dik, yüzü her zamankinden farklı bir ciddiyetteydi. Gözleri, hem şaşkınlık hem öfke hem de başka bir tanımlanamayan duyguyla karışık bakıyordu. Şeyma hemen başını kaldırdı, endişeyle Hüseyin’i süzdü. Normalde her girişinde bir espri patlatan Hüseyin’den bu kez bir kelime bile çıkmamıştı.
Şeyma yerinden doğrulup ona doğru bir adım attı.
“Hüseyin, ne oldu?” dedi. Sesinde hem bir komutanın otoritesi hem de nişanlısının telaşı vardı.
Ama Hüseyin, o an ona farklı bir şekilde baktı. Birkaç saniye durakladı, sonra gözlerini kaçırdı.
“Komutanım...” dedi, kelimeyi yavaşça ve kesik kesik söyleyerek. Şeyma, bu hitap şeklinin ağırlığını hissetti. Hüseyin’in ne kadar büyük bir şok yaşadığını o anda anladı.
Hüseyin’in elleri titriyordu. Açık bir mektubu ona doğru uzattı. Kâğıt sararmış, üstünde ağır bir aile mührü basılıydı. Şeyma mektubu alırken göz ucuyla tim üyelerine baktı. Hepsi sessizdi, nefeslerini tutmuş bir şekilde Hüseyin’in halini inceliyorlardı.
“Bunun ne olduğunu söyler misin?” dedi Şeyma, mektubu açmaya cesaret edememişti.
Hüseyin, derin bir nefes alıp konuşmaya çalıştı. Ama ağzından çıkan kelimeler bir türlü tamamlanmıyordu. Sonunda arkasındaki sandalyeye çöktü ve saçlarını karışık bir halde geriye itti.
“Demir Şahin... Ne olacak benim başka derdim mi var?” dedi. Ses tonu çatallıydı. Sonunda kelimeleri güçlükle sıralamaya başladı.
Mektup: Gerçekler ve Sevgiyi Açıklayan Satırlar
*“Hüseyin,
Sana bu mektubu yazmak, şu ana kadar yaptığım en zor şeylerden biri. Ama bir Şahin olarak, gerçekleri saklamak için yeterince zaman harcadım. Artık bunu daha fazla taşıyamam. Herkesin bildiği o güçlü, acımasız adam portresinin ardında, aslında geçmişte alınmış ağır kararların pişmanlığı var.*
Titan Maritime Inc. bugünkü gücüne kolay ulaşmadı. Yıllar önce, şirket iflasın eşiğindeyken, elimde sadece iki seçenek vardı: Ya ailemi kaybedecektim ya da yeraltı dünyasının karanlık düzenine boyun eğecektim. Ben ikinci yolu seçtim. O zamanlar bunun sadece geçici bir çözüm olduğunu düşünmüştüm. Ama ne zaman bu bataklığa bir adım atsam, beni daha derine çektiler.
Yıllar içinde, bu bağlantılar daha da büyüdü. Ve her hamlede, bu dünyanın beni daha fazla kirlettiğini gördüm. Bazı şeyleri sadece parayla değil, kanla satın aldım. Bana bir zafer gibi gösterilen her şey aslında bir kayıptı. Ama o kadar ilerlemiştim ki geri dönüşüm kalmamıştı.
Seni ilk gördüğümde, bir babanın hissetmesi gereken sevgiyi hissettim. Ama o zaman sana yaklaşmak, seni korumaktan çok tehlikeye atardı. Yine de seni hep izledim. Üniversite yıllarında yanında oldum, yaptığın her başarıda bir parçam sevindi. Seni kendi ellerimle yetiştiremesem de, uzaktan da olsa her anında sana hayranlık duydum.
Şimdi Titan Maritime Inc.'i sana bırakıyorum. Ama bu sadece bir şirket değil. Bu, benim yıllardır omuzlarımda taşıdığım ağırlıkların ve geçmişteki seçimlerimin bir mirası. Seni bu dünyaya yalnız bırakmayacağım. Şirketin temizlenmesi ve yeniden doğması için gereken tüm yolları hazırladım. Ama bu, benim yapamadığım bir savaşı senin üstlenmen anlamına geliyor.
Sana bu kadar yük bırakmamın bencillik olduğunu biliyorum. Ama seni güçlü biri yapacak olan da bu yük olacak. Seni hep sevdim, Hüseyin. Ama her zaman doğru bir baba olamadım. Umarım bir gün beni affedebilirsin.
Demir Şahin.
Şeyma mektubu okurken her satırda kaşları daha da çatıldı. Kâğıdı indirdiğinde yüzünde hem hayal kırıklığı hem de endişe vardı.
“Hüseyin…” diye fısıldadı.
Hüseyin başını kaldırdı, gözleri doluydu ama ağlamıyordu.
“Demek her şey böyleymiş,” dedi. Sesinde karışık bir öfke ve çaresizlik vardı. “Titanın kaderi benim elime geçecekmiş ha. Sevineyim mi üzüleyim mi? Yoksa gelen daha felaketli günlere mi sinirleniyim.”
Ece araya girdi, her zamanki neşeli tonu bu kez biraz kırılmıştı:
“Şirket dediğin nedir ki? Beraber temizleriz be! Kartal Timi sadece operasyonlarda mı güçlü sanıyorsunuz?”
Furkan omzunu silkti. “Aynen kardeşim, Titan Maritime bile bizimle baş edemez!”
Yahya ciddi bir sesle ekledi:
“Hüseyin, yalnız değilsin. Ne gerekiyorsa yaparız.”
Hüseyin, bir an sessiz kaldı, sonra yavaşça başını salladı. Sonra dudakları kenara kıvrıldı.
“Benim Komutanım…” dedi Şeyma’ya bakarak. “Buna ne dersiniz?”
Şeyma mektubu masaya bıraktı ve Hüseyin’in önünde durdu.
“Yalnız değilsin, Hüseyin. Ben...biz yani hepimiz yanındayız. Ama önce şu mektuptan çıkıp ne yapacağına karar ver. Senin adımın çok önemli.”
Başıyla onaylayarak salladı ve derin bir nefes verdi. Şeyma'nın yanında bitti. Az önce sinir yumağı olmamış gibi konuşmaya başladı.
"Bu arada size haberlerin var. İyiden mi başlıyim kötüden mi?"
"Eh kötüden başla kardeşim en azından içimize su serpilsin" dedi Yahya.
"Kötü haber Demir verilere ulaştığımızı öğrendi ama sizleri halen daha bilmiyor."
"Tabi bilmez," dedi Mustafa. Tüy gibi hareket ettik bizden şüphelenemez tabi. Verilerine gelince farkedilmeyecek bir program yüklemiştim bilgilerini alırlar ama biz çoktan istediklerimizi aldık."
"Doğru, bizi tam zamanında uyardın kardeşim o an anlamadık ama tam zamanında odadan çıkmıştık" dedi Fırat.
"Eh bu o kadar da kötü bir haber sayılmaz" dedi Şeyma. Diğeri ne?"
"Demir, bana Mersin'e gitmemi sevkiyatı benim yönetmemi istedi. Bu mühürle," elindeki mühür basılı yüzüğü gösterdi. "Eğer gösterirsem herkes kim olduğumu anlayacakmış."
Şeyma ve herkesin gözleri açıldı. Her ne olursa olsun kontrol edilmeliydi.
"G-gök..."
"Hayır komutanım."
Tim ne olacağını merakla bekliyordu. Lafının gerisini getiremedi Şeyma. Yargılarcasına gözlerinin içine baktı. O ise sanki yalvarırcasına ona bakıp devam etti.
"Bu sefer geri adım atsanız... Yani bu işi bu sefer ben halletsem olmaz mı?"
"Ne?"
"Biliyorum, bunu sizden isteyemem. Cüretimi mazur görün ama izin verin ne olduğunu orada ne işler döndüğünü anlayayım."
Hiddetle yükselmek istedi fakat kendini tuttu kız.
"Ne var aklında?! Bu benim tek başıma verebileceğim bir karar değil Hüseyin! Üstlere rapor vermem gerekiyor. Durumun ciddiyetini biliyorsun!
Şeyma'nın sert itirazı üzerine Hüseyin, gözlerini kısarak ona baktı. Nefesi hızlanmış, elleri yumruk olmuştu. Bu hali, hem çaresizliğin hem de öfkenin patlamak üzere olduğu bir volkanı andırıyordu. Birkaç saniye, odayı saran sessizliği sadece Hüseyin’in derin ve kesik kesik aldığı nefesler doldurdu. Sonra birden ayağa kalktı. Sandalyenin gıcırtısı, odadaki herkesin tüylerini diken diken etti.
"Siz... Sen... Onun avucunun içindesin, Şeyma!" diye bağırdı, sesi çatallı ve keskin bir yankı yaptı. Az önceki konuştuğu resmi yerinden eser yoktu. Eliyle masayı işaret ederken neredeyse titriyordu. "Demir Şahin öldürecek seni! Aileni! Ailemi! Hepinizi! Hepinizi benden alacak! Anlamıyor musun? O adam sıradan biri değil! Senin, bizim, kimsenin baş edemeyeceği bir canavar! Ve sen hala... hala her şeyi prosedürlere mi bağlayacaksın?"
Şeyma şaşkınlıkla bir adım geri çekildi ama gözlerini Hüseyin’den ayırmadı. Onun bu kadar öfkeyle haykırması, alışık olmadığı bir şeydi. Bir anlık sessizlikte Hüseyin, kontrolsüzce solumaya devam etti, sonra eliyle saçlarını geriye itti. Sesi, az önceki patlamanın ardından yorgun ama daha keskin bir tonda devam etti.
"Bu sefer dikkatli düşün! Yalvarırım, Şeyma!" dedi, sesi neredeyse bir fısıltıya düştü ama o fısıltı, Şeyma’nın yüreğine bir ok gibi saplandı. "Ne kadar güçlü olursan ol, o adam seni tuzağa çekmek için her şeyi yapacak! Ben bile seni koruyamam..." Hüseyin’in sesi çatladı, bakışları yere düştü. "Hiçbirimiz yapamayız."
Tim üyeleri nefeslerini tutmuş, sessizce izliyordu. Kimse bir kelime etme cesaretini bulamıyordu. Fırat, Yahya’ya bakarak müdahale etmeyi düşündü ama Şeyma’nın kararlı ifadesini görünce vazgeçti.
Şeyma derin bir nefes aldı. Kendini toparlamıştı. Ellerini beline koydu ve Hüseyin’in karşısında dimdik durdu.
"Hüseyin..." dedi, sakin ama otoriter bir tonla. "Beni koruyamamak mı? Beni kimsenin korumasına ihtiyacım yok, bunu en iyi sen bilirsin. Ama bu mesele bir kişisel fedakârlıkla çözülecek kadar basit değil. Bu, sadece benim hayatımla ilgili değil. Bizim hayatımızla ilgili değil! Bu, hepimizin, ülkenin hayatıyla ilgili. O yüzden sakin ol ve birlikte bir plan yapalım."
Hüseyin, Şeyma’nın sözlerini dinlerken ellerini iki yana açtı ve başını iki yana salladı.
"Plan mı?" dedi alaycı bir kahkaha atarak. "Demir Şahin’in planlarının yanında bizimkiler oyun gibi kalır, Şeyma! O adamın nasıl bir zihniyette olduğunu bilmiyorsunuz!"
Şeyma bir adım daha yaklaştı. Artık birbirlerine birkaç santim mesafedeydiler. Göz göze geldiler. Şeyma’nın bakışları sertti ama Hüseyin’in öfkesi, onun kararlılığını çatlatamamış gibiydi.
"Ve bu yüzden," dedi Şeyma, sesi sakin ama bir çelik gibi sertti, "bunu yalnız yapmana izin vermem. Tek bir adım bile. Bu benim son sözüm."
Hüseyin derin bir nefes aldı. Bir an için bir şey söylemek ister gibi ağzını açtı ama hiçbir kelime çıkmadı. Onun yerine bakışlarını yere dikti, sonra bir anlık tereddütle Şeyma’ya baktı.
"Sonra pişman olma, Şeyma," dedi, sesi kısılmış ve karanlık bir tonda. "Sadece bunu bil... Eğer sana bir şey olursa, bunu hiçbir zaman kendime affettiremem."
Şeyma, Hüseyin’in bu sözlerine karşılık tek bir şey söylemedi. Gözlerini bir an için yumuşatmıştı ama kararlılığından ödün vermedi. Arkalarındaki tim üyeleri, gerginliği hissederek bir kez daha suskun kalmayı tercih ettiler. Bu anın ağırlığını bozacak bir şey söylemek, cesaret isteyen bir işti.
Hüseyin odadan dışarı fırlarken Şeyma, bir an duraksadı. İçindeki karışıklığa rağmen yüzündeki ifadeyi hemen toparladı. Tim arkadaşlarına döndü ve kararlı bir sesle,
"Herkes görevlerinin başına! Derhal!" diyerek birliğin disiplinini sağladı. Yahya, Hüseyin'in peşinden gitmek için harekete geçti. Şeyma bunu görmezden geldi; önceliği, üst makamlara acil ve kritik bilgileri iletmekti.
Karargâhın üst katında bulunan toplantı odasına hızlı ama disiplinli adımlarla ilerledi. Zaman kaybetmenin manası yoktu. Kapının önünde durup derin bir nefes aldı, ardından üniformasını düzeltti. Kapıya tok bir şekilde vurdu.
“Girin!”
İçeri girdiğinde odada Deniz Kuvvetleri’nden bir koramiral, Kara Kuvvetleri’nden bir tuğgeneral, Sahil Güvenlik Komutanlığı’ndan bir albay, MİT bölge sorumlusu ve babası Emekli Albay Haluk’un olduğunu gördü. Gözleri hızla babasına kaydı, ancak hiçbir tepki vermedi.
“Yüzbaşı Şeyma Çelikkol, bilgilendirme için emredildiği üzere hazır bulunuyor!” diyerek selam verdi.
“Rahat,” dedi tuğgeneral. “Durum nedir, Yüzbaşı?”
Şeyma, elindeki belgeleri masaya koydu ve duruşunu daha da sağlamlaştırarak konuşmaya başladı:
“Efendim, Kartal Timi adına vereceğim ek bilgiler operasyonel planlarımız açısından hayati önem taşıyor.”
Kısa bir duraksamanın ardından sesini daha kararlı bir tona getirdi:
“Demir Şahin, Titan Maritime şirketinin tüm yetkilerini yazılı olarak Hüseyin Bey’e devrettiğini bildirdi. Bu devirle ilgili mektubu da yanımda getirdim. Mektup, Şahin’in kendi el yazısıyla yazılmış olup, bizzat şirket kayıtlarında da resmi olarak görünmektedir.” Şeyma, belgeleri tuğgenarale uzatırken devam etti:
“Ayrıca, Demir Şahin’in Hüseyin Bey’i tehdit ettiğine dair güvenilir bilgilerimiz var. Şahin, güneyde Mersin Limanı’na yapılacak bir sevkiyatın sadece depremden kalan yardım malzemeleri olduğunu iddia etti. Ancak daha sonra, Hüseyin Bey’e açıkça bu sürecin durdurulması gerektiğini, aksi halde gemilerdeki mürettebatı ve yükü tehlikeye atabileceğini belirtti. Bu tehdidi, Hüseyin Bey’in tek başına çözmesi için baskı yaparak dile getirdi.”
Şeyma, sesindeki titremeyi bastırarak sözlerini toparladı:
“Ancak Hüseyin Bey’in bu meseleyi bireysel olarak çözmek istemesi ulusal güvenlik açısından risk teşkil ediyor. Mersin Limanı’ndaki sevkiyatın içeriği doğrulanmadan ve bu tehditlerle ilgili gerekli önlemler alınmadan harekete geçmek büyük bir hata olacaktır.”
Şeyma’nın sözleri odada sessizlik yarattı. Tuğgeneral masanın etrafında oturanlara baktı, ardından Haluk’a döndü.
“Albay Haluk Bey, bu konuda sizin değerlendirmeniz nedir?”
Haluk, bir an gözlerini kapatıp düşünceli bir nefes aldı. Sesi sakin ama tok bir şekilde yükseldi:
“Bu noktada iki şeyi netleştirmemiz gerekiyor. İlki, Hüseyin’in niyeti. Eğer bireysel hareket etmekte ısrar ediyorsa, ya onun bu süreçte yalnız olmadığını hissettireceğiz ya da bu yetkiyi ondan alacağız. İkincisi, Demir Şahin’in bu tehditlerinin gerçekliğini teyit etmek. Eğer tehditler blöfse, onu çözmek zaman alabilir. Ancak gerçekse, bu sevkiyat ülkemizin kıyılarında daha büyük saldırıların habercisi olabilir.”
Haluk, masadaki haritaya eğildi ve ekledi:
“Bu süreçte, Deniz Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik’in ortak operasyonel denetimleri kritik olacak. Kara Kuvvetleri, kıyı güvenliği için destek sağlayabilir. Ancak, Hüseyin’i yalnız bırakmak gibi bir hata yaparsak, onu hem operasyonel hem de psikolojik olarak kaybedebiliriz.”
Odadaki komutanlar Haluk’un sözlerini dikkatle dinledi.
Deniz Kuvvetleri’nden koramiral , Şeyma’nın uzattığı mektubu inceleyerek konuştu:
“Demir Şahin, burada açıkça bir baskı mekanizması kurmaya çalışmış. Kendi başına halletmek istemesi olağan bir durum. Ancak Titan’ın Mersin Limanı’na yapacağı bu sevkiyat, kesinlikle bir yardım sevkiyatı olmayabilir. Deniz Kuvvetleri olarak bu bölgedeki operasyonları hızlandırmamız gerekiyor.”
MİT temsilcisi söz aldı:
“Şifrelerden edindiğimiz bilgiler, saldırının eş zamanlı olarak hem kuzey hem de güney kıyılarında gerçekleşeceğini gösteriyor. Ancak zamanı hâlâ net değil. Bu sevkiyatın içeriği, planlanan saldırıların bir parçası olabilir.”
Sahil Güvenlik albayı da değerlendirmeye katıldı:
“Bu sevkiyatın gizlice izlenmesi ve gerekirse müdahale edilmesi gerekiyor. Sahil Güvenlik birimleri hazır, ancak Deniz Kuvvetleri ile eşgüdüm şart.”
Şeyma bir süre odanın köşesinde duruşunu bozmadan mevkilerin konuşmasını dinledi. Bir süre sonra karar belirlendi.
Tuğgeneral, odadaki konuşmaları toparlayarak konuştu:
“Yüzbaşı Çelikkol, size son talimatlarımızı iletiyorum. Derhal Mersin Limanı’ndaki sevkiyatın içeriği hakkında teyit alacağız. Kartal Timi ve Hüseyin Bey operasyon için hazır beklesin. Eğer bu sevkiyatın içeriği silahsa, bu yalnızca Demir Şahin’in değil, daha büyük bir organizasyonun parçası olabilir. Deniz Kuvvetleri, Sahil Güvenlik ve MİT koordinasyonunda, Kara Kuvvetleri destek birimlerini hazırlıkta tutacağız. Herkes tetikte olsun.”
Şeyma, verilen talimatları dikkatle dinledi. İçinde büyük bir baskı hissediyordu, ancak bunu dışa vurmadı. Dimdik durarak, “Emredersiniz, Komutanım,” dedi ve selam vererek odadan ayrıldı.
Haluk, kızını bir an izledi. Bu duruş, yalnızca bir askerin değil, aynı zamanda gurur duyulacak bir evladın duruşuydu.
Toplantı bitip, odadan çıkar çıkmaz Şeyma, hızla koridora yöneldi. Etrafına hızla bir göz gezdirdi. Birkaç adım ileride, Haluk sessizce duvarın kenarına yaslanmıştı. Yüzündeki ciddiyet, her zamankinden daha belirgindi. Şeyma, yalnız olduğunu fark etti ve hızlıca yanına gitti.
Babasına doğru adım atarken, bir anda içindeki duygular patladı. Kollarını açarak, Haluk’a birden sarıldı. Sessizce ağlamaya başladı. Haluk, kızının bu kadar kırılgan anlarına alışkındı, ona sarılırken hafifçe başını eğip, sessizce onu teselli etmeye çalıştı. O da özlemişti. Kaç gündür onu görev yüzünden görmüyordu. Burnunda tütmüştü.
Haluk: "Anlaşıldı. Hergele yine yapmış yapacağını. Uyarılarım yine hafif kalmış demek ki."
Bu sefer ses tonu yumuşak ve şakacıydı. İkisinin tartıştığından yine adı kadar emindi. Damadına da kızamıyordu çünkü elinde olmayan sebepleri vardı. Bilerek yapsaydı zaten onu kimse elinden alamazdı.
Şeyma, gözleri dolmuş bir şekilde başını babasının göğsüne yaslayarak, yavaşça cevap verdi: "Her şey... her şey o kadar karmaşıklaştı ki baba. İlk kez bir görevde sıkışıp kaldım. Hüseyin... bir türlü doğru yolu bulamıyor. Bu defa yalnız. Ve bu defa yanına gitmeli miyim bilmiyorum? Hani hep güçlüydü, ama şimdi... ne yapacağım? Ne olacak?"
Haluk, Şeyma’yı sakinleştirmeye çalışırken, ona yumuşak bir şekilde fısıldadı:
"Bu işler öyle kolay olsaydı, zaten hepimiz çözerdik. Senin gücün, Hüseyin’in yanında olmaktan değil, onun hatalarına göz yummamakta. Ne olursa olsun, doğru olanı yapmalısın, kızım."
Şeyma, derin bir nefes alarak başını kaldırdı, babasına bakarken gözlerinde hâlâ bir belirsizlik vardı ama bu sefer daha az kaygı vardı. Biraz daha kendini toparlayarak, hafifçe gülümsedi. İstemsizce ayrıldı kollarından. Nerde olduğunu hatırladı.
"Özür dilerim, baba. Ben... bu kadar yükü taşıyamadım."
Haluk, hafifçe gülümsedi, kızı bir an için kırılgan olmuş olsa da, onun gücünü hissediyordu. "Hiçbir zaman yalnız değilsin, kızım. Niye özür diliyorsun. Hem ben ay parçamı çok özledim zaten. O balo dan sonra seni görmek için canımdan can verdim sanki."
Dedi ve yanağını okşadı hafifçe.
"Bak herhangi bir yaran beren yok di mi gerçekten? Binbaşı Arif sağolsun bana her şeyi anlattı.
"İyiyim iyiyim merak etme. Hem... sen neden buradaydın ben onu anlamadım."
Tabi ki de soracağını biliyordu. Derin bilmiş bir nefes verdi.
"Çağırdılar geldim kızım. Sorgulayamam ya."
Bir süre sessiz kaldılar, Haluk'un elleriyle Şeyma’nın omzuna hafifçe dokunarak ona destek olduğunu hissetti. Birbirlerine son bir kez bakıp, derin bir nefes aldılar.
Şeyma, koridordaki havayı bir kez daha kontrol etti ve gözlerinde kararlılıkla, “Baba, Hüseyin’i yalnız bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama bu sefer kendim hareket etmeli miyim?Hızla bir çözüm bulmalıyız.” dedi.
Haluk, gözlerini kızına odaklayarak, “Nerede o sıpa? Bu sefer ben konuşacağım."
"Ama b-baba."
Baş parmağını tehditkâr bir şekilde kaldırdı.
"Şşt. Tek kelime duymuyucam. Oğlumla arama girme."
Bu sefer kız dudaklarından sırıtışını tutamadı.
"Tövbe.Neler duyuyorum. Albayım iyi misiniz? Dikkat edin bu sözünüzü Mert duymasın."
"Yav hiç sorma kızım ya. Onu bana deme. Bana Mert deme. Benim artık bir oğlum yok. Gözüme kırk tane gözüktü."
"Hahaha. Niye yine ne oldu?"
"Siz istemeye gelemediniz tabi. O akşam varya Albay Gökhan'a baba deyip durdu."
"Ovv. Ohho. Şimdi anlaşıldı. Hehehe."
"Gülme bak. Onun sinirini senden çıkarmıyim. Kız almaya değil pezevenge baba bulmaya gittik sanki."
Haluk, sinirli bir şekilde ellerini ovuşturarak, “Vallahi bu kadarını da beklemiyordum! Bu kadar ‘baba’ demek ne demekmiş ya? Öz oğlum, yüzük takılır takılmaz ‘baba’ diyor, utanmıyor musun?!” diyerek arkasını döndü, gözleriyle duvarı deliyordu.
Şeyma, Haluk'un bu kadar sinirli olduğunu görünce daha fazla gülmemek için kendini zor tuttu. Yavaşça, hafif alaycı bir sesle, “Baba, tamam, tamam! Niye bu kadar kafaya takıyorsun? Sen artık kendi hayatlarınızı kurun bu kadar bağlanmayın deyince o da yeni baba buldu herhalde. :) Kayınpederine ‘baba’ demek, gayet normal yani. Belki de Mete'nin içindeki bir çocuğu uyandırmışdır, kim bilir?” diye espri yaptı, gözlerinde gizli bir gülümseme vardı. Dudakları gülmemek için büzülüp duruyordu.
Haluk, başını sallayarak, “Ya sen de! Bu kadar komik bir şey mi var? Oğlumun gözünü boyadılar, Şeyma! Vallahi bak. Tamam dünür iyi hoş adam da. ‘Baba’ diyor, ama o kadar ciddiye alıyor ki! İnanamıyorum!” diyerek elleriyle kafasını tutmaya çalıştı.
Şeyma, “Baba, ciddi misin? Bu kadar dert edilecek ne var? ‘Baba’ demek, dünyanın sonu mu? Mete’nin belki de kayınpederini gerçekten seviyor olamaz mı?” diyerek, gözlerindeki gülüşü saklamaya çalıştı.
Haluk, sinirle arkasını dönerken, “Seviyor! Şeyma bak beni delirtme! Bundan sonra benim tek oğlum var. O da Hüseyin. Görsün bakalım o zaman Mert bey," dedi, burnunu çekerek.
Şeyma, kahkahasını tutamayarak sarıldı, koluyla sırtını sıvazladı “Hahaha, tamam baba. Anlaşılan sende alerji reaksiyon yapmış. Sakinleş."
Haluk, gözlerini ve kollarını kızından ayırmadan, “Bana bak, daha fazla gülme! Bu kadar önemli bir mesele!"
Kafasını kaldırdı Şeyma. Eliyle ağzının fermuarını kapattı.
"Tamam. Kapattım."
Hafif kaşları çatılı, dudakları belli olmayacak kadar güldü Haluk bey.
"Aferin. Şimdi söyle bakalım. Nerde benim oğlum."
"Bilmiyorum ki Yahya peşine gitmişti."
Hemen onu arayıp yerini öğrendi. Çatıya çıkmış.
*******
Hüseyin, çatının kenarına yaslanmış, uzaklara bakıyordu. Yahya yanındaydı, ama sesini çıkarmıyordu. İkisi de, gökyüzünün derin maviliğinin ve bulutların yüz tuttuğu o sakin anı içlerine çekiyordu.
Bir süre sonra, Haluk Bey çatıya adımını attı. Yahya, geldiğini fark etti ve Haluk gözleriyle onay verdi. Ardından, omzuna kısa bir dokunuş yaparak ayağa kalktı. Hüseyin, bir an önce ayağa kalkmak istedi ama sigarasını yere atmayı aceleyle unutmuştu. Hızla izmariti bastı, dumanı kollarıyla dağıtarak, başını eğdi.
Haluk, bir süre sessizce yanına oturdu. Havanın serinliği, aralarındaki sessizliğe eşlik ediyordu. Hüseyin, gözlerini kayınpederinin yüzüne çevirdi. Haluk Bey’in bakışlarında ne bir sinir, ne de bir acele vardı; sadece sakin bir anlayış vardı.
Birkaç dakika sonra, Haluk Bey derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. Kelimelerini dikkatle seçerek, sesi önceki kadar sert değildi ama netti.
“Bir şeyler kafanı karıştırıyor, değil mi evlat?” dedi. Hüseyin bir an sessiz kaldı, gözlerini yere indirdi. Haluk’un sözleri, bilinçaltında yavaşça yankılandı.
"Kimse sana bu kadar yük bırakmaz, oğlum. Neden ben diyorsun? Ama hayat böyle. İnsanları türlü türlü akla mantığa sığmaycak sıkıntılardan geçiriyor Yüce Mevlam. Hem, her şeyin bir zamanı var." Haluk, dikkatlice Hüseyin’in gözlerine baktı. "Bazen insan, içinde bulunduğu durumu net göremiyor. Ama bak, en zor zamanlar bile geçer. Güven bana, geçer."
Hüseyin başını salladı, ama gözlerinden bir şeyler kaybolmuş gibiydi. “Ama…” diye başlayacak oldu, ama sesini toparlayıp derin bir nefes aldı.
Haluk ona doğru yaslandı, yavaşça devam etti:
“Sen, bana oğlum gibi bir insansın. Her durumda senin yanındayım. Ne yaşadığının hepsini bilmesem de, bazen anlayabiliyorum. Sadece şu an, sakin olman gerek. Kimse sana buradan başka bir çıkış yolu gösteremez, tek çıkış yolu senin içindeki güçte."
Bir süre sessizlik vardı. Hüseyin yavaşça derin bir nefes aldı, ama hala kayınpederinin ona gösterdiği desteği sindirememişti.
Sonra Haluk, biraz daha esprili bir şekilde konuya girdi. “Ve evet, bazen kabul ediyorum kızım çekilmez olabilir. Hıh. Ama ne yapalım, çocukken de böyleydi, hep böyle işte. Şimdi, sizin durumunuz tersine dönmüş durumda. Sen ona koruma rolü yapman gerekirken, o sana yardımcı olmaya çalışıyor. Ama bu da hayatın bir gerçeği. Sen de haklısın, yapacak bir şey yok.”
Bu sefer ikisi birden kahkaha attı. Hüseyin bu kez gülümsedi, başını sallayarak, “Evet, bazen gerçekten fazla abartıyor.”
Haluk, gözlerinde bir parıltı belirerek, gülümsedi. “Evet, yumuşak olmasını bekleyemezsin, sonuçta mesleği bu. Bunu bilerek seçti. Bu işi yapacaksa, bu kadar sert bir dünyada yumuşak olmasını beklemek yanlış olur.”
İkisi de hafifçe güldü, gülüşleri, birbirlerinin yanında daha da içtenleşmişti. Hüseyin, biraz rahatlamış gibi hissetti.
Haluk, elini Hüseyin’in omzuna koyarak, konuşmayı değiştirdi. “Hem, gel bak sana anlatacaklarım var. Şu arabanın motorundan sesler geliyor, ona bir bakmamız lazım. Şunu bir halledelim, sonra bir cağ gömeriz ohğğ ,tavşan kanı çay içeriz. Hadi, ben seni kırmam. Sen seversin zaten. Sonra sanayiye gideriz, arabayı baktırırız, belki bir tur daha dolanırız. Kafan dağılsın. Hadi bakalım, evlat.”
Hüseyin, babasının verdiği destekle biraz daha rahatlamıştı. Gülerek, “Tamam, gidelim. Gerçekten kafamı dağıtmam gerek,” dedi.
İki adam, yan yana yürürken, aralarındaki güven, sevgi ve şefkat her adımda daha da güçlenmişti. Hüseyin, hayatın ne kadar zorlayıcı olsa da, Haluk’un yanında her şeyin daha kolay olacağını fark etti. O anda, babasının yanında olmak her şeyden daha değerliydi.
Hüseyin bir adım attıktan sonra duraksadı. Derin bir nefes alıp, geri dönerek Haluk'a döndü. Gözleri, suçlulukla parlıyordu. “Baba... Ben... Özür dilerim.”
Haluk ne olduğunu hemen anlayarak, kararlı ama sakin bir şekilde sordu: “Neden özür dilediğini söylüyor musun, evlat?”
Hüseyin biraz daha gerildi, ama bir yandan da yavaşça anlatmaya başladı. “Baloda olanları... Şeyma... Kaçırılmasını... Yani, bana emanet ettiniz, koruyamadım. İnan, tahmin etmemiştik. Her şey o kadar hızlı gelişti ki...”
Haluk bir an sessiz kaldı, gözlerinde bir anlam belirdi. Hüseyin’in bu duygusal halini biliyordu. Ancak, ona sakinleştirici bir bakış atarak, hafifçe gülümsedi. “Evlat, ne demek ‘koruyamadım’? Kimse her şeyin kontrolünü elinde tutamaz. Duyduğum an evet seni boğmak istedim onu diyim. Canımdan can gitti. Bikaç yıl yaş aldım. Ama timdeki çocuklar her şeyi bana anlattı zaten. Durumu, olanı biteni... Demir’in dikkatini dağıtmak için her şeyi yaptığını biliyorum. Ama bana güven, her şeyin farkındayım. Hiçbir şey senin elinde değil.”
Hüseyin bir an gözlerini babasına çevirdi. Haluk, ellerini cebine koyarak, olaya pozitif bir şekilde yaklaşmaya devam etti.
“Bazen işler yolunda gitmez, sen ne kadar dikkatli olsan da. Ama önemli olan, ne yapacağımızı bilmemiz. Ve şimdi de bilmelisin ki, Demir’e karşı aldığın her tedbirin doğruydu. O da, senin her hareketini izliyordu. Seninle ilgili düşündüklerini tahmin etmen çok zor. Ama, sonuçta sen doğru yoldasın. Şeyma senin yanında, sana emanet. Bundan başka hiçbir şey istemem ben.”
Hüseyin hala biraz gergindi ama babasının sözleri rahatlatıcıydı. Haluk, ona daha da yaklaşıp, elini omzuna koydu.
“Baba olmak kolay değil. Ama senin gibi bir evladım olduğu sürece, her şey hallolur. Şeyma’yı koruyamadık diyorsun ama, o da biliyor ki hayat bazen beklenmedik şeyler getiriyor. Hepimizin yapabileceği tek şey var; elinden gelenin en iyisini yapmak. Sen bunu zaten yapıyorsun.”
Hüseyin, babasının desteğini hissederek, kafasını hafifçe salladı. “Baba, gerçekten çok sağ ol. Sadece... ben de ona o kadar çok şey vermek istiyorum ki, korkuyorum bazen.”
Haluk, gülümseyerek ona doğru eğildi. “Ona verebileceğin en güzel şey, seni olduğun gibi kabul etmesidir evlat. Şeyma seni seviyor, ve o, senin yanında olmak için her şeyin farkında. Haydi vakit geçiyor!
Ve birlikte, Haluk ve Hüseyin, önlerindeki zorlukları birlikte aşacaklarına inanarak adımlarını attılar.
Haluk Bey’in Evi – Akşam Çayı Sohbetleri
Evde çaylar taze, sohbet koyuydu. Hacer hanım istemenin fotoğraflarını gösteriyordu hepsine. Masanın bir yanında Haluk Bey maça odaklanmıştı, elinde kumandasıyla sanki başka bir dünyadaydı. Karşısında oturan Hüseyin, kurnaz bir gülümsemeyle Mert’e döndü. Saçını hızla karıştırdı. Bu gecenin eğlencesini bulmuştu: Kayınçoya takılmak.
"Kayınço, kulağıma haberler geldi. Duyduğuma göre, aslanlığın istemeye kadarmış. Ne oldu? Haluk babamı satmışsın. Tüh be! Biz de gelseydik ya! Şeymam… Bütün eğlenceyi kaçırmışız!"
Mert, daha ilk cümlede derin bir iç çekti. Elleriyle yüzünü ovuşturup başını eğdi. "Yarabbim… Gel de sabır et. Abla, sen bu adamı nereye götüreceksin? İç güveysi mi yapacaksın, başımıza niye bela ettin gene bunu?" dedi.
Şeyma, çayını yudumlarken gülümseyerek karşılık verdi: "Hüseyin zaten yerini bulmuş kayınço, niye bu kadar dert ediyorsun ki? Onu da bu evden say artık. Tıpkı senin o eve gideceğin gibi."
Eda munzurca gülmekten ablasının omzuna düştü. Hacer;
"Şeymaa. Sus nereye gidiyormuş bakayım."
Şeyma çayını aldı ve şakayla yüzünü burışturdu. Eda;
"Anne valla kusura bakma. Bu gidişle abim o eve gelin gidecek. Hehehe."
Kızlar gofretlerden ısırık aldılar ve teneke kutularındaki kolaları birlikte açtılar. Gaz çıkışı birlikte çıktı. Ve gülerek kolaları değiştirdiler.
Mert, o sırada kafasını kaldırıp bir tehditkâr bakış attı herkese ama Hüseyin duracak gibi değildi.
“Videoları var mı kayınço izliyelim. Hadi getir." dedi ve daha söylemeden kahkaha atmaya başladı.
Haluk Bey, kumandasını çevirerek kanallar arasında gezinirken bu konuşmayı açıkça duyuyordu ama hiçbir tepki vermedi. Aksine yüzünde tebessüm belirdi. Elini yüzünü kaşıyormuş gibi kaldırdı. Ancak Mert’in sinirden kısılan sesi yükseldi.
"Babaaa, şunun ağzını topla ya!"
Haluk Bey omzunun üzerinden, "Neden? Ne demiş ki?" diye sordu ama gözleri hala televizyonda gibiydi.
Mert, çaresiz bir şekilde Hüseyin’i işaret etti. "Diyor ki, yerimi almış. Bu ne yaaa?"
O sırada Hüseyin elini göğsüne koyup, dramatik bir sesle, "Doğru! Haluk baba dedi ki, Madem bu oğlum kendine yeni baba bulmuş, ben de seni oğlum ilan ediyorum Hüseyin' dedi!"
Bütün kadınlar kahkahayı patlattı. Mert’in suratı patlıcan gibi morardı. "Babaaa! Duyuyor musun, bu adam ne diyor?"
Haluk Bey, derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Gözlerini televizyondan ayırmadan, sakince konuştu. "Evet, doğru diyor."
O an evde bir saniyelik ölüm sessizliği oldu. Ardından Mert, kelimeleri toparlayamadan halının üstüne çöküverdi. "Neee?! Babaaa, cidden mi?"
Haluk Bey yine sakince konuştu: "Eee oğlum, sen kendine başka baba ararsan, ben de başka oğul bulurum. Öyle işler böyle yürüyor."
Hüseyin bir anda elini silah haline getirdi. Ve gerçekmiş gibi Mert'in göğsüne doğrulttu. Göğsüne dram dolu bir hareketle elini koydu ve "Bum!" diye bağırdı.
"Ağğğğ.Abla işiyicem şimdi."
Yine ablasının kolunu düştü. Son kelimesi gülmekten kısık çıkmıştı.
"Sus kız. Sakin ol. Yine dozunu kaçırdın."
Mert, yere çökmüş halde sinirle bağırmaya devam ediyordu: "Bu adam şaka yapıyor ya! Babaaa, yapma bunu ya!"
Haluk Bey başını çevirdi,
"Oğlum, şaka mı gerçek mi, orasını sen düşün," diyerek bir kahkaha patlattı.
Mert, elini yumruk yapıp sinirle halıya vurdu. Önündeki koltuk yastığını ona fırlattı. Az kalsın çay Hüseyin'in üstüne dökülüyordu.
"Allah. Biraz abarttım galiba. Yav kayınço senle de şakayla konuşulmuyor. Tamam sakin ol ya."
"Hüseyin, yemin ediyorum seninle işim bitti!" dedi.
Hüseyin bu fırsatı kaçırmadı: "Ahh Mert Bey, zoruna mı gitti? Hadi hadi, böyle şeylere alışık olman lazım, sonuçta Haluk babanın asıl favorisi benim!"
Mert, telefonunu sıkıca tutarak yüzünü ekşitmiş bir şekilde odanın ortasında dikiliyordu. Herkesin kahkahalarına daha fazla dayanamayıp, bir anda patladı:
“Yeter ya! Hepiniz bir olup benimle dalga geçiyorsunuz! Babaaa, sen de! Ben senin oğlun değil miyim?”
Haluk Bey, derin bir nefes alıp nihayet televizyonu kapattı. Oturduğu yerden doğrulup ciddiyetini takınarak Mert’e döndü. Otoritesini hissettiren babacan bir edayla konuşmaya başladı:
“Otur lan şuraya.”
Mert, bir yandan sinirle gözlerini devirirken bir yandan da babasının bu ciddi tonuna karşı koyamayarak yanındaki koltuğa çöktü. Herkes aniden sessizleşti, bir merak havası sardı odayı.
Haluk Bey, kaşlarını çatıp konuşmaya başladı:
“Mert, bak oğlum, seni sevdiğimi biliyorsun değil mi?”
Mert, alttan alttan buruk bir sesle cevap verdi:
“Bilmiyorum baba… Hani Hüseyin’i oğlun ilan etmişsin ya, ondan pek emin değilim artık.”
Bu laf Haluk Bey’in yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşturdu. Ama o gülümsemeyi saklamayı başarıp ciddi görünmeye devam etti.
“Hadi bakalım, mızmızlanmayı bırak. Sen benim oğlumsun. Ama şu Hüseyin var ya, o başka bir şey… O tam bir…”
Hüseyin, kulak kesilmiş bekliyordu:
“Tam bir ne baba? Söyle hadi, bir mükemmeliyet örneği mi?”
Haluk Bey, bu kez kendini tutamadı ve kahkaha attı. Ardından ciddiyetine geri dönüp Mert’e döndü.
“Tam bir deli. Ama eğlenceli bir deli. Bak oğlum, Hüseyin’in bu kadar konuşması seni sinirlendirmesin. O sadece dikkat çekmek istiyor. Çünkü biliyor ki, benim gönlümde asıl yer senin.”
Mert, dudaklarını büzerek mırıldandı:
“Gerçekten mi?”
Haluk Bey omzunu sıvazlayarak devam etti:
“Gerçekten tabii. Ama şu huyundan da vazgeç. Her şeye alınıp surat asıyorsun. Hüseyin’le uğraşmanın sırrını vereyim mi sana?”
Mert bir anda kulak kesildi. “Neymiş o sır baba?”
Haluk Bey göz kırpıp, ciddi bir sesle yanıtladı:
“Duymamış gibi yapacaksın. İşte bak, ben hep öyle yapıyorum. Adam kendi kendine konuşuyor, sonunda yoruluyor zaten.”
Hüseyin, koltukta kollarını iki yana açarak tepki verdi:
“Ohoo! Baba ya! İhanetin böylesi! Ben yorulmuyorum ki, daha yeni başladım!”
Haluk Bey bu kez gözlerini Hüseyin’e dikerek şakayla karışık bağırdı:
“Sen sus, lafı uzatma. Zaten seni oğlum saydım diye bir cıvıdın.”
Bütün oda kahkahaya boğulurken, Mert biraz yumuşamış bir ifadeyle babasına döndü.
“Baba, gerçekten beni mi seviyorsun?”
Haluk Bey, bir anlık ciddi bir tavırla, “Tabii ki seni seviyorum. Ama… benim yanımda dünüre baba deme” dedi ve sesini alçaltarak ekledi, “Hüseyin daha eğlenceli!”
Mert bir anda fırladı, “Yine mi yaaa!” diyerek başını ellerinin arasına aldı.
Tam o sırada Hacer Hanım seslendi:
“Mert, oğlum, bırak şu alınganlığı. Hadi gel, biraz tatlı yiyelim, şekerin düşmüş senin!”
Şeyma, masadaki kola kutusunu havaya kaldırarak Eda’ya göz kırptı. “Bence bir kutlama yapmalıyız. Yeni oğlumuz Hüseyin için!”
Hüseyin, dramatik bir edayla ayağa kalktı ve eğilerek selam verdi:
“Teşekkür ederim leydim, ailemin biricik gözdesi olduğun için çok mutluyum.”
Şeyma uzattığı elini tuttu.
"Aa ne kadar naziksiniz. Teşekkür ederim."
Mert, bu sahneye daha fazla dayanamadı ve elindeki telefonla odadan hızla çıkmaya çalıştı. Tam giderken herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle telefonu açtı:
“Efendim çiçeğim…”
Odaya yeniden bir kahkaha dalgası yayıldı. Hüseyin, karnını tutarak yere yığılacak kadar güldü.
“Ya şuna bak! Adam tam bir romantik! Kayınçom ‘çiçeğim’ diyor”
Haluk Bey, gülmekten gözleri yaşararak, “Hadi yeter! Bu kadar eğlence bize fazla. Hüseyin, bir dahaki sefere bu evi sana bırakıp tatile gideceğim!” dedi.
Gece boyunca herkes gülmeye devam ederken, Mert odanın dışından bir yandan tatlı tatlı konuşuyor, bir yandan da içeriden gelen kahkahaları duymazdan gelmeye çalışıyordu.
Şeyma, karnını tutarak güldü. Eda, gözlerinden yaşlar akarken, “Abla, bu adamla yaşamak nasıl bir şey? Biz bile dayanamayız!” dedi.
"Gördüğün gibi Eda. Sence nasıl?"
"Çok iyi.
Hüseyin, akşam boyunca yaşanan neşeli sohbetlerin ardından eve gitmek üzere ayakkabısını giymek için eğilmişti. Şeyma da onu kapının önüne kadar uğurlamak için yanındaydı. Hüseyin bağcıklarını bağlarken, Şeyma bir şey söyleyecek gibi durdu ama sustu. Hüseyin, onu fark etmesine rağmen belli etmedi. Ayakkabısını bağlayıp ayağa kalktığında, aniden Şeyma’ya doğru eğilip yanağına bir öpücük kondurdu.
Şeyma hemen etrafına bakarak telaşla fısıldadı:
“Ne yapıyorsun? Biri görecek şimdi!”
Hüseyin, elini cebine sokup omuz silkti:
“Veda öpücüğü aldım, ne var bunda? Allah Allah, sanki suç işledik. Hadi, yarın görüşürüz ay parçam.”
Şeyma, hafifçe erimiş bir şekilde kapının kenarına yaslandı. Yüzü kızarmış, tebessüm ediyordu. O sırada Hüseyin asansörün düğmesine basmıştı ki, Haluk’un sesi içeriden yükseldi:
“Damat! Bekle, birlikte çıkalım.”
Hüseyin bir an duraksadı, ardından kapıya doğru döndü. Haluk ceketini almış, ayakkabısını giymek için eğilmişti. Hüseyin hemen Şeyma’ya dönüp bakış attı, “Ne oluyor?” der gibi kaşlarını kaldırdı. Şeyma ise omuzlarını “Bilmiyorum” dercesine kaldırıp hafifçe başını yana eğdi.
Haluk ayakkabısını bağladıktan sonra, Şeyma’ya dönüp seslendi:
“Hadi kızım, kapıyı kapat. Geç oldu artık.”
Şeyma endişeli bir şekilde:
“Tamam baba. Dikkat edin, çabuk gel olur mu?”
Haluk elini hafifçe salladı:
“Tamam, tamam. Hadi hadi!
Apartmanın dışında Haluk arabasına bindi, direksiyonun başına geçti ve Hüseyin’e gözleriyle işaret ederek “Hadi” dedi. Hüseyin de ağır adımlarla arabaya yöneldi ve ön koltuğa oturdu. Haluk kemerini takıp motoru çalıştırdı. Yolculuğun ilk birkaç dakikası sessizlikle geçti, sadece arabanın motor sesi duyuluyordu.
Hüseyin sessizliği bozdu:
“Baba, bu sessizlik beni korkutuyor. Hayırdır, bir şey mi diyeceksiniz? Yoksa bu ağırlıkla bizi boğacak mısınız?”
Haluk gözünü yoldan ayırmadan:
“Hiç… Düşünceliyim.”
“Vay be! İnsan bir derdini paylaşır. Bak, ben buradayım, yakışıklı, karizmatik, şakacı damadınız olarak yardım etmeye hazırım. Söyleyin, çözüm bulalım.”
Haluk, yan gözle Hüseyin’e baktı ama ciddi duruşunu bozmadı:
“Hadi oradan, saçmalama. Yolumuza bakalım.”
Hüseyin hafifçe gülümseyip omuz silkti, ama yerinde duramayıp yeniden konuşmaya başladı:
“Baba, bir şey diyeyim mi? Siz benim sizin kızınızla evlendiğime o kadar memnunsunuz ki, söylemeye utanıyorsunuz. Ama olsun, ben anlıyorum.”
Haluk, direksiyonu çevirirken kaşlarını kaldırdı:
“Susmazsan seni şu kapıdan atarım.”
Hüseyin gülerek:
“Tamam, tamam, sustum!” dedi.
Kısa bir sessizliğin ardından Hüseyin’in evi göründü. Haluk arabayı usulca apartmanın önüne çekti ve motoru durdurdu. Hüseyin kemerini çözüp arabadan inerken, Haluk arkasından seslendi:
“Hadi bakalım. Düzgün bir şekilde içeri gir ve uyu. Yarın işe yaramaz bir damat istemiyorum.”
Hüseyin, Haluk’a dönüp göz kırptı:
“Merak etmeyin baba, ben her zaman formdayım.”
Haluk başını iki yana sallayıp derin bir nefes aldı, Hüseyin’i gözden kaybolana kadar izledi.
Hüseyin’i evine bıraktıktan sonra Haluk, direksiyonu başka bir yöne kırdı. Evine dönmek yerine, uzun zamandır aklında olan bir rotaya girmişti: Demir Şahin’in villası. Yol boyunca hiçbir şey düşünmeden direksiyona odaklandı. Zihnindeki karmaşa, yıllardır çözülmeyen bir düğüm gibi onu sıkıştırıyordu.
Demir’in villasına vardığında, büyük demir kapılar yavaşça açıldı. Haluk arabasını bahçeye park etti ve ağır adımlarla villaya doğru ilerledi. Girişteki hizmetliler, onun bu ziyaretini sessizce karşıladı. Sanki önceden biliyorlarmış gibi. Haluk, hiçbir şey demeden doğrudan Demir’in çalışma odasına geçti.
Demir yaşlanmıştı. Boydan camın önünde yer alan ceviz ağacından yapılmış koltuğunda oturuyordu. Bastonuyla yere ritmik bir şekilde vuruyordu. Odanın sessizliği, sadece bu tok sesle yankılanıyordu. Gözleri uzaklara dalmıştı. Zihni, bir çınar ağacının dalları gibi karmaşık düşüncelerle doluydu.
Geçmiş, bir gölge gibi peşindeydi. Hayatındaki kayıplar, yaptığı yanlışlar, elde ettikleri ve kaybettikleri… Hepsi, her gece onu uyutmayan bir senfoni gibi beyninde yankılanıyordu. Elindeki baston, oğlunun doğum gününde hediye aldığı eski bir hatıra gibi hafifçe avucunu sıktı. Oğlunun yüzü, bir an için zihninde belirdi. O tanıdık gülümseme… Ama artık o yüz yoktu. Geriye sadece gölgeler kalmıştı.
“Her şey geçti,” diye düşündü. “Ama izleri silinmedi. O izlerle yaşamayı öğrenemedim.”
Bastonun sesi bir anda durdu. Arkasında birinin olduğunu hissetti. Kendi gölgesinden bile şüphe eden bu yaşlı adam, artık kimseyi davetsiz görmek istemezdi.
"Uzın zaman oldu dostum... "
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.23k Okunma |
120 Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |