
ᏦıᎽᎯᎷᎬᎿᎿᎬᏁ ᎾᏁᏨᎬᏦᎨ ᎶᏬᏁ
Demir Şahin’in gösterişli malikânesine doğru adım attıkları anda Hüseyin’in kalbi, göğsünde yankılanan bir savaş davulu gibi atmaya başladı. Yanında Şeyma vardı; ona sessiz ama güçlü bir güven veren, ne olursa olsun hep onun yanında kalacak olan kadın... Hüseyin, Şeyma’ya bir an baktı, yüzündeki huzurla karışık kararlılığı görüp derin bir nefes aldı.
Kapıyı açan kişi, Eylül’dü. Onun gülümsemesindeki çatlak, yıllardır biriktirdiği özlem ve acıyı açığa çıkarıyordu. Ama aynı zamanda içinde bir umut parlıyordu; bugün, gerçeği herkes öğrenecekti.
“Hoş geldin abi,” dedi Eylül. Sesi titrek ama sıcak bir tona sahipti. Hüseyin’in bakışları, bir an onun gözlerine takıldı, sonra yere kaydı. “Eylül...” diye mırıldandı. Daha fazlasını söylemeye cesaret edemedi.
“Hazır mısın?” diye sordu Eylül. Ama bu soru aslında yalnızca Hüseyin’e değil, kendisine deydi. Hazır mıydı gerçekten?
Hüseyin derin bir nefes aldı. “Hayır,” dedi dürüstçe. “Ama buradayım.”
Eylül, bir an başını salladı, bir şey söylemedi. Yalnızca Hüseyin’in yoluna çekildi ve onu içeri buyur etti. Şeyma’nın ayakları, bir an tereddüt etti. Hüseyin’in yanında kalmalı mıydı? Bu, onun kendi savaşıydı... Ama Hüseyin’in sesi ve aniden kolunu tuttuğu hissi ile tereddüdünü dağıttı:
“Beni yalnız bırakma, Şeyma. Düşünme bile bunu.”
Şeyma bir adım yaklaşıp Hüseyin’in yüzünü ellerinin arasına aldı. Gözlerinin içine bakarak yavaşça başını salladı. “Asla yalnız değilsin,” dedi, sesi yumuşak ama güçlüydü.
Eylül, Hüseyin’i büyük bir salona götürdü. Salonun tam ortasında, Selin ve Arda oturuyordu. Hüseyin’in nefesi kesildi. Karşısında duran genç, aynaya bakıyormuş gibi hissettirdi. Tanıyordu ama şimdi benzetmişti kendisine. Arda, ona inanılmaz bir şekilde benziyordu. Aynı keskin çene hattı, aynı koyu gözler... Ama Arda’nın bakışlarında bir şey vardı; bir eksiklik, bir özlem...
Selin’in yüzü daha farklı bir hikâye anlatıyordu. Hüseyin’in onu görür görmez yüzüne düşen gölge, içinde biriken her duygunun göstergesiydi. Selin, ince ve narin parmaklarını dizlerinin üzerinde kenetlemişti. Oğlunun karşısında olmanın ağırlığıyla neredeyse nefes alamıyordu.
Hüseyin birkaç adım attı, ama her adımda ayakları daha da ağırlaştı. Sanki bir uçurumun kenarına yaklaşıyordu. Sessizlik, her saniye daha dayanılmaz bir hâl alıyordu.
Arda, sonunda fısıldadı: “Abi mi?”
Hüseyin durdu. Bu tek kelime, kalbine bir hançer gibi saplandı. Onun omuzları hafifçe düştü. Yutkunarak, güçlükle konuştu. “Evet...,” dedi. Ardından bakışlarını yere indirdi, çünkü başka bir şey söylemek için gücü kalmamıştı.
Selin, dudaklarını araladı ama kelimeler diline gelmiyordu. Yıllarını bu anı hayal ederek geçirmişti, ama şimdi gerçeklik karşısında sessizdi. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. “Oğlum...” diye fısıldadı sonunda.
Hüseyin, bu kelimeyle irkildi. Ona ne kadar yabancıydı bu sesleniş... ve ne kadar tanıdık. Bir adım attı, ardından bir tane daha. Selin, oturduğu yerden kalktı, ama olduğu yere çivilenmiş gibi duruyordu. Gözlerinde biriken yaşlar, yanaklarından aşağı süzülüyordu.
“Sen... sen gerçekten...” dedi, ama cümlesini tamamlayamadı. Hüseyin, sonunda Selin’in önünde durdu ve göz göze geldiler. Selin’in eline uzandı, ama durdu.
“Ben... yıllar boyunca seni düşündüm,” dedi Selin, sesi titriyordu. "Seni koruyamadım. Seni bırakmak zorunda kaldım.”
Hüseyin, gözlerini sıktı. Annesine baktığında, karşısında güçlü ve ihtişamlı bir kadın değil, geçmişin yükü altında ezilmiş birini görüyordu. “Eee... ben... sebeplerini biliyorum. Neden çaresiz kaldığını... Öhöm... Yani bir açıklama yapmak zorunda değilsiniz."
Selin, geri çekildi, iyice eriyip akmıştı sanki. Yıllarca oğlunu öldü diye sanmıştı. Kızı söylemese haberi bile olmayacaktı. Belki de onun varlığından habersiz gözlerini yumacaktı. Demir'e bunun hesabını çok feci soracaktı.
Hüseyin derin bir nefes aldı, ardından yüzünü elleriyle kapattı. Arda ise bu konuşmaları sessizce dinliyor, gözlerini ağabeyinden ayırmıyordu. Sonunda, genç bir çocuk gibi koşarak Hüseyin’e sarıldı. “Abi... artık buradasın. Önemli olan bu,” dedi. Gülümsedi ve hafif güldü. "Hem senle benim bu mizah anlayışımızın başka açıklaması olamazdı değil mi?"
Hüseyin, kardeşinin sırtını sıvazladı. Keskin çenesi hafif alayla gülümsedi. “Haklısın. Artık hiçbirinizi bırakmam,” dedi. Ama gözleri hâlâ annesindeydi.
Bu ağır atmosfer içinde Selin, yanındaki bir dolaba doğru yöneldi. Dolaptan eski bir defter çıkardı, titreyen elleriyle Hüseyin’e uzattı. “Bu... babanın yazdıkları,” dedi kısık bir sesle.
Hüseyin defteri aldı, kapağını açtı. Sayfaların arasındaki yazılan satırları gördü. Birkaç saniye öylece baktı. Ardından yüksek sesle okumaya başladı:
Bir göğüs ki, içinde yılların çığlıkları yankı bulur,
Kırık dökük zamanlarda, kırılmış hayallerin kokusu vardır.
Bir rüzgar geçer, her köşede bir acı titrer,
Ve her adımda, bir hayal daha kaybolur…
Bazen gözlerinde, bir zamanın kaybolan ışığı sönüp gider,
Gözlerinde, yitip giden sevdaların izi kalır.
İçinde yılların ağırlığı, bir taş gibi hissedilir,
Zaman, her yürekten bir parça çalar.
Geriye sadece bir gölge kalır,
Ve o gölge, geçmişin ince çizgilerinde kaybolur.
Bir adım daha atılır, bir başka hayal daha yok olur,
Ve her gece, kaybolmuş bir sabahın özlemiyle uyanılır.
Bir parça huzur beklerken, bir yürek kırılır,
Bir başka kaybolan umut, bir başka kırılan kalp.
Bir zaman var ki, içinde herkes kaybolur,
Ama geriye sadece bir yürek kalır,
Ve o yürek, unutulmuş zamanların yankısıdır.
Bir adım daha atılır, bir başka hatıra silinir.
Hüseyin'in okumasının ardından, odadaki sessizlik derinleşmişti. Herkes kendi düşüncelerine gömülmüşken, birden salonun kapısı yavaşça açıldı. Kapının eşiğinde, Demir Şahin duruyordu. Şık takım elbisesi ve soğukkanlı duruşuyla, adeta bir gölge gibi belirivermişti. Gözleri, bir an Şeyma’yı aradı, ardından önce Selin’in öfkeden kasılmış yüzüne sonra o elde tutulan deftere kaydı. Anladı. Her şeyi anladı. Ve gözlerini bir an kapadı.
Selin, Demir’i görür görmez yerinde doğruldu. Yılların birikmiş öfkesi, sanki bir baraj kapakları gibi patlamıştı. Bir hışımla kalkıp eline geldiği cam sürahiyi ona doğru fırlattı.
"ANNEE!" diye ciyakladı Arda. Kardeşler kısa bir çok huzmesinin ardından birbirlerine baktılar. Hüseyin, bu ortamı bildiğinden engellememiş fakat sıkıntılı bir eda ile izlemişti sadece. Şeyma ise sırf Hüseyin için bu insanların arasında olmaktan sinir oluyordu. Çenesi gerilmiş, olanın bitmesini bekliyordu.Gelen cam sürahi Demir'in yüzünden teğet geçip duvara çarpıp kırılmıştı. "Neden?” diye bağırdı. Sesi çatlamış, gözleri alev alev yanıyordu. “Neden bunca yıl acı çektirdin? Neden beni oğlumun öldüğüne inandırdın? Neden?!”
Demir, o an Selin’in bu hiddetini göğüslemek zorunda kalacağını biliyordu. Sessizce salona girdi. Adımları, yerin derinliklerinden gelen bir yankı gibi ağır ve ürkütücüydü.
“Selin,” dedi sakin ama ciddi bir tonla. “Bunu açıklamak kolay değil.”
Selin, bu kelimelerle daha da öfkelendi. “Kolay değil mi?!” diye tısladı. “Yıllarca beni kendi içimde bir mezara gömdün, Demir. Oğlumun öldüğüne inandım. Geceleri gözyaşlarımda boğuldum. Ve sen... sen neredeydin?”
Demir, Selin’in karşısında sarsılmaz bir duvar gibi duruyordu. Ama gözlerinde bir şey vardı; bir pişmanlık, bir ağırlık. “Seni korumak için yaptım,” dedi sonunda. “Hepinizi korumak için.”
Hüseyin, bu sözlere daha fazla dayanamadı ve aniden araya girdi. “Korudun mu?” dedi alayla. “Bu mu korumak? Beni kendi annemden, kardeşimden koparıp Amerika’da yalnız bırakmak mı korumak?”
Demir, Hüseyin’e dönerek derin bir nefes aldı. “Evet, seni oraya göndermek zorundaydım. Çünkü hedefteydiniz. Selin, sen ve Eylül... Hepiniz.”
Selin’in yüzündeki öfke bir an dondu. “Hedef mi? Neden bahsediyorsun?” diye sordu. Ama sesinde hâlâ bir güven eksikliği vardı.
Demir, bir an bakışlarını Şeyma’ya kaydırdı. Şeyma, durumu dikkatle izliyordu; ne kadar sakin durmaya çalışsa da, yüzündeki gerilim açıkça okunuyordu. Demir, ardından tekrar Selin’e döndü. “Titan Maritime... ve onun karanlık ortaklıkları,” dedi soğuk bir şekilde.
Bu kelimeler odada yankılandı. Herkesin yüzünde aynı ifade vardı: Şok ve merak. Hüseyin, daha fazlasını bilmek ister gibi bir adım öne çıktı. “Açık konuş, Demir. Bizi daha fazla bilmeceye sürükleme.”
Demir, derin bir iç çekti. “Hüseyin... yıllar önce, Titan Maritime’a sızan bilgiler yüzünden ailemizin hedef hâline geldiğini öğrendim. Senin,annenin ve Eylül’ün hayatı tehlikedeydi. Niye bıraktım seni o köyde sanıyorsun? O gemiden düştüğün an bilinçsiz mi sanıyorsunuz! Ölüyordun az daha! Debelendim her yerde seni arattım! Şu an ailen bildiğin kişilere emanet ettim seni! Eğer ben bunları yapmasaydım şuan karşımda olamazdınız! Seni Amerika’ya gönderdim çünkü onların eline geçmemen gerekiyordu. Seni korumanın tek yolu buydu.”
Selin’in gözleri, yaşlarla dolmuştu. Ama öfke hâlâ dilindeydi. “Bunu neden bize söylemedin?” diye fısıldadı. “Neden tek bir kelime bile etmedin? Hayatlarımızı mahvettin, Demir. Oğlumun öldüğünü söyledin! Bu mu korumak?”
Demir, gözlerini yere indirdi. “Çünkü eğer bunu bilseydiniz, daha büyük bir risk alırdınız. Sevginize yenik düşerdiniz."
Bu açıklama, odadakilerin tüm sorularını yanıtlamaya yetmiyordu. Selin, olduğu yerde titrerken, Hüseyin derin bir nefes aldı. “O zaman neden şimdi buradasın?” diye sordu, sesi alçak ama sertti.
Demir, bir an duraksadı. “Çünkü gerçekler artık gizlenemez. Titan Maritime’ın son hamlesi, sizinle bağlantımı açık etti. Şeyma ve ekibi zaten araştırmalarını sürdürüyor. Artık kaçmanın ya da gizlenmenin bir anlamı yok.”
Şeyma, sonunda konuşmaya cesaret etti. “Ve hâlâ bu tehdit devam ediyor, öyle değil mi?” dedi. Demir, ona bakarak başını salladı. “Evet. Ama bu sefer, karşılarına daha güçlü bir şekilde çıkacağız.”
Selin, yavaşça koltuğa çöktü. Elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı. Hüseyin, annesine yaklaştı ve omzuna elini koydu. “Anne... artık buradayız. Birlikte savaşacağız,” dedi yavaşça.
Demir, onları izlerken derin bir iç çekti. “Benim yüzümden çok acı çektiniz,” dedi, sesi kırılmıştı. “Ama şimdi bunu telafi etme zamanım geldi.”
Odada sessizlik hâkimdi. Herkesin içinde bir fırtına kopuyordu, ama aynı zamanda bu fırtınanın ardından bir sakinlik geleceği umudu vardı. Şeyma, Hüseyin’e doğru bir adım atıp elini tuttu. “Birlikte başaracağız,” dedi.
Demir, son bir kez bakışlarını Şeyma’ya çevirdi. “Bu sefer doğru olanı yapacağım,” diye mırıldandı. Arkasında, geçmişin acılarını ve geleceğin belirsizliğini bırakarak...
Demir, ailesine son sözlerini söyledikten sonra bakışlarını Şeyma’ya çevirdi. Şeyma’nın gözlerine kısa bir an derin ve anlam yüklü bir bakışla baktı. Bakışı, “Konuşmamız gerek” diyordu. Şeyma, bu bakışı anladı ve başını hafifçe eğerek karşılık verdi. O anda ne Hüseyin ne de diğerleri bir şey fark etti.
Bir süre daha sohbet devam etti. Ancak ortamın kalabalıklığına rağmen Demir ve Şeyma, fark ettirmeden salonun bir köşesinden ayrılmayı başardılar. Sessizce koridor boyunca yürüdüler ve sonunda Demir’in çalışma odasına geçtiler. Demir, kapıyı kapatıp kilitledi, ardından masasına doğru yürüdü. Şeyma, odanın ağır havasını hissetti ama yüzünde sakin bir ifade vardı.
“Sizi dinliyorum,” dedi, duruşu sert, sesi kararlıydı.
Demir, masasına yaslanarak ona baktı. Yüzü düşünceliydi. “Dün gece...” dedi, cümlesini tartarak. “Baban geldi. Sonra… seninle konuşmaya karar verdim, gelin hanım.”
Şeyma, ince bir alayla kaşlarını kaldırdı ve hafif bir sırıtışla, “Sonunda kabul ettiniz,” dedi. “Babamın yanınıza gelmesine şaşmamalı. Belliydi zaten. Bu kadar ileri görüşlü olmasına başka bir sebep bulamamıştım. Ahh Demir bey. Keşke kötü adam rolünüzde kalsaydınız. Şimdi hedefim sizin yüzünüzden sekteye uğradığı gerçekten" dedi alayla.
Demir, Şeyma’nın alayını görmezden geldi. Onun sakinliği ve özgüveni, Demir’i rahatsız etmek yerine artık etkilemeye başlamıştı. “Babanla konuşmamın sebebi, düşündüğün gibi basit bir ziyaret değildi,” dedi soğukkanlılıkla. “Gelip beni uyardı. Senin ve Hüseyin’in bu meseleye daha fazla bulaşmaması gerektiğini söyledi.”
Şeyma’nın kaşları hafifçe çatıldı. “Ve bunu neden söylüyorsunuz? Babamın sizi uyarması beni durduracağınızı mı gösteriyor?”
Demir, ona ciddi bir şekilde baktı. “Hayır. Aksine, baban haklı. Ama seni durdurmak gibi bir niyetim yok. Artık durdurmamın bir anlamı da yok.”
Şeyma, bu sözler üzerine hafifçe geri çekildi. “O zaman neden buradayız?” diye sordu. Sesindeki sertlik, merakla karışmıştı.
Demir, gözlerini masadaki boş bir noktaya dikip devam etti. “Çünkü dün gece fark ettim ki, sen bu işin çok daha derinindesin, Şeyma. Ve yalnızca Hüseyin için değil. Kendi nedenlerin var. Babana rağmen… bana rağmen bu savaşı sürdürüyorsun.”
Şeyma başını eğip hafifçe güldü. “Doğru. Benim de nedenlerim var. Ama bir şey söyleyeceğim,” dedi ve gözlerini Demir’e dikti. “Ben hiçbir savaşa korkak biriyle girmem. O yüzden, bu işte gerçekten bizimle misiniz, yoksa karşımızda mı?”
Demir, bu sözlerle kısa bir an sustu. Sonra, başını kaldırıp Şeyma’nın keskin bakışlarına karşılık verdi. “Ben sizinle olmaya karar verdim. Hüseyin’i korumak için yaptıklarım yeterince acıya yol açtı. Ama bu defa…” Gözlerini kısarak devam etti, “Sizi, ailemi korumak için savaşacağım.”
Şeyma derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. “Güzel,” dedi basitçe. “Ama unutmayın, Demir Bey. Ben birine güvenmeden hareket etmem. Bu söylediklerinizin arkasında durmazsanız… karşınızda beni bulursunuz.”
Demir, bu sözlere hafif bir tebessümle karşılık verdi. “Hiç şüphem yok, Yüzbaşı,” dedi. “Babanın dediği gibi, sen fazla ileri görüşlüsün. Ama bu sefer doğru taraftasın.”
Şeyma, bunu bir onay olarak kabul etti ve başını salladı. Ardından, oturduğu yerden kalkarak kapıya doğru yürüdü. Ancak kapının eşiğindeyken bir an durdu ve Demir’e döndü.
“Bu işin sonunda hepimizin yara alacağı kesin,” dedi alçak bir sesle. “Çok canlar yanıcak. Ama ben hiçbir savaşı yarım bırakmam. Sizin de bırakmamanızı umarım.”
Demir, ona sessiz bir onayla başını salladı. Bakışlarındaki kararlılık, bir kez daha Demir’in gözünde, onun bu savaşta ne kadar güçlü bir yer tuttuğunu açıkça göstermişti.
"Mersin'deki gemi sevkiyatında endişelenmemiz gerektiğini söylediniz değil mi?"
"Evet"
"E size nasıl güvenmemi bekliyorsunuz!"
Demirin bakışları sertleşti soru sorarcasına.
"Aldığımız bilgilerde getirdiğiniz gıda sevkiyatında uyuşturucu da olduğu ve silah olabileceği söylendi. Ve bir de hüseyini oraya mı göndericektiniz!"
Demir bu sefer gerçekten şaşırmışa benziyordu.
"Böyle bir durumdan haberim yok kızım!"
Şeyma’nın sesi öfkeli ve alaycı bir tona bürünmüştü, kelimeleri adeta birer hançer gibi Demir’e saplanıyordu.
"Sizin mi yok? Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Titan Maritime’ın halen daha başındasınız! Bütün kontrol sizin elinizde, ama gemilerinizde ne taşındığını bilmiyorsunuz öyle mi?"
Demir, Şeyma’nın keskin sözleri karşısında bir an duraksadı. Yüzünde şaşkınlıkla karışık bir rahatsızlık ifadesi belirdi. "Bunu bilseydim, izin vermezdim," diye yanıtladı, sesi artık sert ve kararlıydı. "Bu şirketin adını böyle bir skandalla lekelemem!"
Şeyma kollarını göğsünde birleştirerek adeta meydan okuyordu. "Eğer bu söylediklerim doğruysa, lekelemekten fazlası var. Aldığımız bilgilere göre, bu sevkiyat sadece uyuşturucu değil, kaçak silahlarla da bağlantılı. Ve siz bunu bilmediğinizi söylüyorsunuz."
Demir’in bakışları daha da sertleşti. "Bilmediğimi söyledim! Şeyma, bu işi kontrol etmem gerektiğini anlıyorum. Ama benim arkamdan işler çeviren birileri varsa, bunu hemen öğrenmem gerek."
Şeyma kaşlarını kaldırarak alayla güldü. "Arkanızdan işler çevirenler var öyle mi? Siz Titan Maritime'ın en tepesindeki adamsınız, her şey sizin kontrolünüzde olmalıydı. Ama bu durum, kontrolsüz bir liderlikten başka bir şey değil."
Demir derin bir nefes aldı, sinirlerine hâkim olmaya çalışıyordu. "Senin bu söylediklerin doğruysa, bunu yapanları bulacağım ve gerekeni yapacağım. Ama bana biraz zaman ver. Bu işi çözmek benim sorumluluğum."
Şeyma gözlerini kısmış, onu dikkatle süzüyordu. "Zaman mı? Size Hüseyin’i bu bataklığa sürüklemeden önce düşünmeniz için yeterince zaman vermiştim. Ama siz bunu yapmadınız."
Demir, Hüseyin’in adını duyunca bir an sessizliğe gömüldü. Gözleri dalıp gitti, sanki bu durumun ağırlığı omuzlarına binmişti. "Hüseyin benim ailem gibi… Ona zarar gelsin istemem. O gemiye gitmesi onun güvenliği içindi."
Şeyma bu sözler üzerine kaşlarını çattı, sesi yükseldi. "Güvenliği mi? Bir uyuşturucu ve silah sevkiyatına karışmış bir gemide mi güvende olacak?"
Demir, Şeyma’nın haklı öfkesi karşısında çaresiz bir şekilde iç geçirdi. Yavaşça yerine oturdu ve kafasını iki elinin arasına aldı. "Ben bir hata yapmış olabilirim. Ama bu gemilerde dönen işler, benim bilgim dışında gerçekleşiyor gibi görünüyor. Buna inanın ya da inanmayın, ama bu olay benim de düşmanlarımın olduğunun kanıtı."
Şeyma bir süre sessiz kaldı, Demir’in bu samimi görünen itirafını tartıyordu. Sonunda sakin bir nefes aldı. "Eğer samimiyseniz, bunu kanıtlamak zorundasınız. Yoksa sadece sizin değil, bu şirketin de sonu gelir. Eğer Hüseyin'in başına bir şey gelsin! Hepinizi kül ederim! "
Demir başını kaldırıp gözlerini Şeyma’nın gözlerine dikti. O da öfkenin keskin uçlarının dayandığını hissediyordu. " Kendine gel! Bunu kanıtlayacağım. Hem senin hem de Hüseyin’in güvenliği için elimden gelen her şeyi yapacağım."
Şeyma, onun bu sözlerine fazla güvenmiyor gibi bir ifade takındı, ama daha fazla tartışmaya girmek istemedi. "O zaman başlayın, Demir Bey. Ama şunu bilin: Eğer söylediğim şeylerin doğruluğu ortaya çıkarsa, bu sizin için sadece bir sonun başlangıcı olur."
Demir bir süre sessiz kaldı. Gözlerinde bir gölge belirmişti, sanki bu sözler onu derinden etkilemişti. Yavaşça başını salladı. "Başlayacağım, ama iş birliği yapmamız gerek. İçimizden kimlerin hain olduğunu bilmiyorum, ama bu durumda aynı tarafta olduğumuzu kabul etmelisin."
Şeyma başını yana eğerek düşünceli bir şekilde baktı. "Aynı tarafta mıyız, bilmiyorum. Ama şimdilik buna inanmayı seçiyorum."
Demir, hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi, ama bu gülümseme yorgun ve umutsuzdu. Şeyma ona bir kez daha dikkatle baktı, sonra arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi. "O zaman harekete geçin. Çünkü bizim bekleyecek vaktimiz yok."
Demir, Şeyma’nın odadan çıkmak üzere olduğunu görünce derin bir nefes aldı ve kararlı bir ses tonuyla konuştu.
"Şeyma, bir dakika."
Şeyma durdu, arkasına dönerek ona baktı. "Evet?"
Demir yerinden kalktı, ciddi ve düşünceli bir ifadeyle Şeyma’ya doğru birkaç adım attı. "Birlikte hareket etmeliyiz. Seninle çalışmak istiyorum. Bu işi temizlemek ve gerçekleri ortaya çıkarmak için sana ihtiyacım var."
Şeyma kaşlarını kaldırdı, hem şaşkın hem de şüpheli bir ifade yüzüne yerleşmişti. "Benimle mi çalışmak istiyorsunuz? Bunu söylediğinize inanamıyorum. Birkaç dakika önce bana düşmanlarınız olduğunu söylediniz, şimdi ise iş birliği teklif ediyorsunuz."
Demir, sakin ve kararlı bir ses tonuyla devam etti. "Evet, çünkü sen de düşmanlarımın kim olduğunu bulmak istiyorsun. Hüseyin bu işin tam ortasında ve ikimiz de onu korumak istiyoruz, değil mi?"
Şeyma bir an sessiz kaldı. Demir’in gözlerinde samimiyet ve kararlılık görüyordu, ama hâlâ tam olarak güvenemiyordu. "Hüseyin’i korumak… Bunu gerçekten istiyor musunuz? Yoksa bu işin içine onu daha fazla çekmek mi amacınız?"
Demir, bu sözler üzerine iç çekti. "Hüseyin benim için çok önemli. Onun zarar görmesini istemem. Ama sen de biliyorsun ki bu işin bir şekilde çözülmesi gerekiyor. Ve senin yardımına ihtiyacım var, Şeyma. Titan Maritime’daki dönen işleri içeriden temizlemek için benimle çalışmalısın."
Şeyma derin bir nefes aldı, gözlerini Demir’den ayırmadan konuştu. "Bunu sadece Hüseyin için yaparım, Demir Bey. Ama size bir uyarım var."
Demir kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Nedir?"
Şeyma, gözlerinde kararlılıkla bir adım Demir’e yaklaştı. Sesi soğuk ve sertti. "Hüseyin benim için her şeyden önemli. Onun canını yakan, onu tehlikeye atan ya da üzen her kimse… Ya da her neyse… Onu durduracağım. Bu, siz bile olsanız fark etmez."
Demir bir an sessiz kaldı, Şeyma’nın kararlılığı karşısında etkilenmiş gibiydi. Sonunda hafifçe başını salladı. "Anlıyorum. Haklısın. Hüseyin’in canını yakacak bir şey yapmayacağım. Onun güvenliği de, senin güvenliğin de artık benim önceliğim olacak."
Şeyma, Demir’in bu sözlerini tartıyormuş gibi bir süre sessiz kaldı. Ardından başını hafifçe eğerek konuştu. "Eğer bana yardım etmek istiyorsanız, bu söylediklerinizi kanıtlayın. Ama bilin ki her adımınızı takip edeceğim. Hata yaparsanız, arkanızda kimse olmayacak."
Demir, Şeyma’nın bu sert sözleri karşısında sadece bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Anlaştık, Şeyma. O zaman birlikte hareket ediyoruz."
Şeyma bakışlarını birkaç saniye daha Demir’in üzerinde tuttu, ardından başını sallayarak kapıya doğru ilerledi. "İyi. O zaman hemen harekete geçelim. Çünkü bu işin sonuçlarını beklemek için zamanımız yok."
Demir, Şeyma’nın odadan çıkmasını izlerken derin bir nefes aldı. Bu iş birliği, ikisi için de zorlu bir yolculuk olacaktı, ama bu kez bir arada çalışmak zorunda olduklarını biliyordu.
Hüseyin, konuşmaların olduğu odanın önünde durdu. Kapının aralığından Şeyma’nın sert ama kararlı sesi geliyordu. Kısa bir an, içeridekilerin onun hakkında konuştuğunu fark etti. Şeyma’nın onu savunduğunu ve Demir’in bile onu korumak istediğini duymak, içinde karmaşık bir his bıraktı.
Ne söylemesi gerektiğini bilemeden, bir adım geri çekildi. Kapıyı açıp içeri girmeyi düşündü ama yapmadı. Bu konuşma, aralarındaki bağın ne kadar güçlü olduğunu ona bir kez daha hatırlatmıştı. Sessizce uzaklaştı, ama kalbindeki sıcaklık, onların onun için ne kadar önemli olduğunu hissettirdi.
♣♣♣♣♣♣♣♣♣♣
Haluk bey köşedeki lambanın ışığında oturmuş, burnundan hafif sarkan gözlükleri ile kâh çayını yudumluyor kâh kitabını okuyordu.
"Ankara"nın sayfalarını çevirirken, Selma Hanım’ın hayatındaki değişimleri ve içsel mücadelelerini okudukça duraksadı. Ailenin, bireyin kişisel gelişiminde nasıl bir sığınak ve aynı zamanda bir sınav olduğunu düşündü. Kitapta geçen şu cümle zihnine kazındı: "Bir milletin dirilişi, ailelerin kalbindeki inançtan doğar." Haluk Bey, kitabı kapatırken gözlerini ufka dikti, ailesinin omuzlarına yüklediği anlamı bir kez daha hissetti.
Sessizlik evin duvarlarına sinmiş gibiydi. Tam o sırada kapıdan başını uzatan Ece'nin sesi ile düşüncelerinden çıktı.
"Cumhuriyet devrinin nadir albaylarından ve beyefendiliğin her yönüyle tecessüm etmiş kıymetli pedercim, şevketli gününüz nasıl geçti?"
Haluk bey başını hafif eğerek gülümsedi.
"Zarifim Ece, fevkalade hal ve ahval içinde geçen bir gün geçirdim. Lakin, her türlü teşrifata ve hürmete layık bir efendinin mürşidi olmak, en büyük mükafattır. Şükürler olsun ki, ikram ettiğiniz bu nezaket dolu sualin akabinde, huzurum bir kat daha arttı. Sizin gibi nazlı bir evlatla karşılaşmak, insanın ömrüne nur katacak türden bir nimettir."
Ece, gülümseyerek yanına oturdu: "Bugün gerçekten gülmemi sağlayacak bir şey oldu, fakat anlatmaya kalksam çok uzun sürerdi."
Haluk Bey, gülümseyerek: "İlginç! O zaman bu kısa cümlede ne gibi derin bir mana barınıyor, Ece? Merakımı cezbetti doğrusu."
Ece, babasıyla konuşurken gözleri, bir gece yarısı ay ışığına yansıyan deniz gibi parlıyordu. Her sözünde, içindeki sevinç, bir çiçeğin sabah güneşiyle açması gibi yavaşça filizleniyordu. Gözlerinin içi, bir yıldızın geceyi aydınlatan ışığı gibi ışıltılı ve canlıydı.
"Bugün okul çok güzel geçti."
"Hayırdır ne ola ki?"
"Bilmem sıkılmadım işte. Deneme sınavım çok iyi geldi. Bak!"
Hemen telefonundan sonuç listesini açtı ve babasının eline tutuşturdu. Haluk, gözlüğü tekrar takıp telefonu biraz kendinden uzaklaştırdı. İnceledi. Derin sesi hem sevinç hemde güven veriyordu.
"Hmm bir önceki ne göre netlerin artmış evet! Bak gördün mü? Sana dünyanın sonu değil demiştim."
"Sağol baba. Sen olmasaydın belki de yapamazdım."
"Haydaa. Sen de ablan gibi neden kendi başarını kabullenmiyorsun. Öz be öz kendi başarın bu. Sanki ben mi girdim bu denemeye."
Ece babasının koluna girdi.
"Yanılıyorsun baba. Tamam sen yapmıyorsun ama bu desteğinin ne kadar ileri taşıdığını tahmin bile edemezsin."
Gözlerini kapattı bir anlığına Ece. Haluk bey gezdirdi şefkatini yüzünde, aklına o an söyleyecek cümle ya da kelime gelmedi. Heyecanla tekrar gözlerini açtı kız.
"O yüzden! Benimle dışarı çıkar mısın?"
Haluk bey isteğiyle birlikte gelecek kaderi hissetmişçesine gözlerini hafifçe kıstı.
"Ece bu ses tonu... Tehlike çanları çalıyor gibi... Seninle dışarı çıkmak AVM ye gitmek değil mi?"
Babasının karşısına geçmiş kollarını göğsünde bağlayarak hafifçe başını eğdi.
"Hiiç boşuna uğraşma baba! Bu sefer beni yürüyüşle falan kandıramazsın!"
"Kızım oraya gitmek benim için bir saat nöbet işkencesinden farksız."
Ece bu sefer bu sefer iki ellerini havaya açarak ve gerektiğinde avuç içlerini kapatarak coşkulu konuştu.
"Hayır yanılıyorsun albayım. İşkence değil. Bu bir babalık görevinin en onurlu savaşı. Gel ve kutlu savaşta yanımda ol!"
Haluk bey kendini bir an için Roma lejyoneri gibi hissetti. Arkasında kızının inadı, önünde alışveriş merkezinin devasa labirenti. Ama yine de vazgeçmeyi düşündü. Hafif açık kalan ağzını kapatıp başını salladı. Gözlüğünü çıkardı.
"Bak Ece onun yerine gidip şöyle iki tane şöyle güzel İskender kebap gömek. Hem hızlı hem lezzetli ha."
Kız, babasının savunma hamlesine karşılık ince bir gülümseme ile eğildi.
"Peki pedercim. Söz veriyorum üç mağaza. Geçerse seni iskenderle ben besliyicem yemin ederim."
"Tamam ama unutma kayıt altına alındı."
"Olleyy"
Alışveriş merkezine girdiklerinde, Haluk Bey adeta bir savaş meydanına çıkmış gibi hissetti. Kalabalık, vitrin ışıkları ve yüksek müzik sesi, onu kuşatmış gibiydi. Ece’nin hızlı adımları ve mağaza vitrinlerine duyduğu ilgi ise, Haluk Bey’in sabır sınırlarını zorlamaya başlamıştı.
“Ece, kızım, kaç tane daha mağaza gezeceğiz? Vallahi bu gidişle tarihe ‘Haluk Albayın AVM Destanı’ diye geçicem” dedi, bir yandan da göz ucuyla çıkış kapısını arıyordu.
Ece, babasına dönüp kahkaha atarak, “Baba, sabret. Bu destan bir gün bizim anılarımızda yaşayacak. Torunlarına anlatacağın hikâyeleri topluyorsun şu an,” dedi.
Haluk Bey iç çekti. “Torunlarım mı? Allah aşkına, o torunlar bu hikâyeyi duyarsa kesin senin AVM’ye götürdüğün dedelerini kahraman ilan ederler.”
Alışverişin ardından kebapçıya vardıklarında Haluk Bey’in yüzünde bir ferahlık belirdi. Masaya oturur oturmaz derin bir nefes aldı. “İşte hayat bu. Eti koklamak, insanın ruhunu temizler. Şimdi sıra, hakkını vermekte.”
Ece babasının yüzündeki mutluluğu izlerken iç çekti. “Baba, biliyor musun? Küçükken seni hep özlerdim. Nerede olduğunu, ne yaptığını hep merak ederdim. Ama bir yandan da hep güçlü durmaya çalışırdım. Çünkü senin gibi güçlü bir babanın kızı olmak, zayıf görünmeyi affettirmezdi.”
Haluk Bey, kızının bu sözleriyle bir an sustu. Çatalındaki eti elinde bir an kaldı. Ellerini masaya koyup Ece’nin gözlerinin içine baktı. “Kızım, bilmediğin çok şey vardı. Bizim işimiz, geride kalanlara güç vermekti. Ama fark ettim ki, size güç verirken aslında kendimi sizden uzak tutmuşum. Belki de en büyük kaybım buydu.”
Ece, babasının bu itirafıyla gözyaşlarına hakim olmaya çalışarak hafifçe gülümsedi. “Baba, seni hiçbir zaman suçlamadım. Ama bil ki, her sabah seni bir kez daha özlerdim. Şimdi ise, seni yanımda görmek her şeye bedel.”
Haluk Bey, kızına uzanıp elini tuttu. “O zaman söz veriyorum. Bundan sonra her an, her saniye burada olacağım. AVM bile olsa."
"Hahaha."
Eve döndüklerinde Haluk Bey, Ece’yi odasına kadar götürdü. Yorganını üzerine çekerken, alnına bir öpücük kondurdu. “Kızım, sen benim en güzel hediyemsin. İyi geceler.”
Ece, uykuya dalmadan önce babasına seslendi. “Baba, iyi ki varsın. Bugün bana çocukluğumu yeniden hatırlattın. Hep yanımda ol, olur mu?”
Haluk Bey hafifçe gülümsedi. “Söz, kızım. Hep yanında olacağım.”
Haluk Bey, Ece’nin odasından çıkıp Mert’in odasına yöneldi. Derin bir nefes verdi. Hayır. Bu yorgunluk geceye ait değildi. Yılların yorgunluğuydu. Salona geçti bir an. Hacer hanım uyumuştu. Ev ahalisi sessizdi. Bir kaç dk evi dinledi. Çoğu dökülmüş beyaz siyah saçlarının arasından elini geçirdi sonra yüzünü kapattı. Tutamadığı yaşlarını nasırlı elleriyle sildi. Tekrar ayağa kalktı ve oğlunun odasına yöneldi. Kapıyı tıklatıp açtı. Mert bilgisayarında bir makale okuyor gibiydi. Ama babasını görünce bilgisayarını kapattı.
"Müsait misin oğlum?"
"Gel baba gel!"
İçeri girdiğinde yatağın diğer tarafına da o oturdu.
“Eee, Ece’yle nasıl geçti gününüz? Alışverişten sonra hayatta kaldığına göre fena olmamış,” diye esprili bir giriş yaptı Mert.
Haluk Bey güldü. “Evet, hayatta kaldım. Ama sanırım AVM’lerin babalar için gizli bir eğitim kampı olduğuna artık eminim. Cehennem haftasında bile bu kadar zorlanmadım.”
Mert, babasının gülüşünü görünce ona katılmakta gecikmedi. “Evet, baba. Artık AVM’ye giden her baba, bambaşka bir adam oluyor. Ya da daha doğrusu sabır testinden geçiyor.”
Haluk Bey, Mert’in yanına oturdu ve birkaç saniye boyunca sessizce ona baktı. O an, gözlerinin içinde bir yorgunluk ve şükran vardı. Yavaşça elini oğlunun omzuna koydu. “Oğlum, bunca zaman geçtikten sonra bu evi böyle ayakta tutman, senin ne kadar büyüdüğünü gösteriyor. Gerçekten sağ ol, Mert. Ece’yi yalnız bırakmadığın, hep yanımda olduğun için...”
Mert, babasının sözleri karşısında bir an sessiz kaldı, ancak sonra hafifçe gülümsedi. “Baba, bu evin hiçbir zaman terk edilmeyecek bir yer olduğunu hep bildim. Bu evin duvarları, hepimize sahip çıkar. Bunu sen bana öğrettin.”
Haluk Bey, oğlunun bu sözleriyle gururlandı. “Ne güzel konuştun. Evet, bu evin ruhunu senin gibi bir delikanlıya emanet etmek, gerçekten huzur verici. Ama unutma, Hüseyin asla yerini tutamaz. Bu eve her zaman benim yerime senin kadar sahip çıkacağına eminim, ama Hüseyin asla o kadar inatçı olamaz.”
Mert, babasının espirisini alaycı bir şekilde karşıladı. “Hahaah. Biliyordum. Evet, tabii... Hüseyin olsa burada kaybolur, ne yapacağını şaşırır. Ama bak baba, senin gibi bir adamı bulmak her zaman kolay olmuyor.”
Haluk Bey, oğluna daha sıkı sarılarak kafasını onun omzuna yasladı. “Evet, sen de haklısın. Ama senin gibi bir delikanlı, her yiğidin harcı değil. Gerçekten ne kadar teşekkür etsem az.”
Bir süre sessizce kalıp, birbirlerine baktılar. Sonra Haluk Bey, konuyu değiştirdi. “Neyse, hadi bakalım, Eylül ile aranız nasıl? Yani, hayatında başka birini görüp görmediğinden daha çok, o kıza ne kadar değer verdiğin önemli. Oğlum, gerçekten sana çok yakışıyor, ama kalbinin derinliklerine inebilecek biri mi o? Yoksa, sadece baştan çıkarıcı bir bakışla sana yaklaşıyor mu?”
Mert, babasının sorusuna derin bir nefes alarak yanıt verdi. “Baba, Eylül’le çok iyi anlaşıyoruz. Ama evet, dediğin gibi, bazen aşk sadece bakışlarda, jestlerde değil, kalp atışlarında da bulur yerini. Eylül’ün içindeki sadakati, ve kalbinin derinliklerine inebilme yeteneğini görebiliyorum. O yüzden, biz de zamanla birbirimizi daha çok anlayacağız. Tasalanma. Sorduğun için sağol.”
Haluk Bey, oğlunun bu olgun cevabına başını sallayarak iç çekti. “Bazen insan, hayatındaki o doğru kişiyi bulmak için çok bekler. Ama senin gibi bir adamın öyle biriyle birlikte olacağını düşünüyorum ki, ne olursa olsun asla pişman olmazsınız.”
Mert, babasına gülerek, “Hadi bakalım, şimdi ben seni geçtim sanırım. Gözlem yapmalar konusunda senden çok daha iyiyim. Sonuçta senin gibi bir adam bana örnek oldu.”
Haluk Bey, oğluna son bir bakış atıp derin bir nefes aldı. “Vallahi, seninle gurur duyuyorum. Bu evin geleceği senin ellerinde. Ama unutma, her ne olursa olsun bu evin kapıları sana hep açık olacak. Ne zaman istersen, yanındayım.”
Mert, babasına gülümseyerek, “Söz, baba. Ben de hep burada olacağım.”
Haluk Bey bir süre daha oğlunun gözlerinde kaldı, hala derin bir sevgi ve minnettarlık vardı. Gözlerinin içine bakarken, eski hatıralar aklına geldi. Oğlunun büyüdüğünü, kendi izlerini ona bıraktığını ve artık her şeyin daha iyiye gittiğini fark etti.
Haluk Bey, Mert’in yanından çıktıktan sonra derin bir nefes aldı. Gecenin sessizliği, evin her köşesinde yankılanıyordu. Her odadan ayrı bir nefes, ayrı bir yaşam akışı hissediliyordu; ama Şeyma’nın odasının önüne geldiğinde, sanki her şey durdu. Kapının önünde bir an duraksadı. Eli kapının tokmağına uzandı, ama onu hemen açmadı. İçindeki hisleri tarttı. Bu odaya girmek, Şeyma’nın huzuruna adım atmak demekti ve her defasında bunu yaparken içinde bir saygı ve sevgi dalgası hissederdi.
Kapıyı yavaşça araladı. İçeriden yayılan hafif lavanta kokusu, onu anında sarmaladı. Oda, ay ışığının ince bir tülle süzülerek yere döküldüğü, sakin ve huzurlu bir atmosfer içindeydi. Şeyma, yatağında uzanıyordu, yüzü yastığa dönük, ama nefesi, odanın içinde yankılanıyormuş gibi hissediliyordu. Haluk Bey adımını attığında, onun farkındaydı. Şeyma, babasının nefesinden, adımlarının ahenginden tanıyordu. O, uykusunun en derin yerinde bile babasının varlığını hissedebilirdi.
“Baba,” diye fısıldadı Şeyma, gözleri hâlâ kapalıydı. Sesi, gecenin dinginliğinde bir melodi gibi duyuldu. “Geldin değil mi?”
Haluk Bey, dudaklarının kenarında bir tebessümle başını salladı, ama fark etti ki, bu hareketi Şeyma görmüyordu. “Uyuyordun… Rahatsız etmek istemezdim,” dedi, sesi alçak ve şefkat doluydu.
Şeyma, yavaşça gözlerini açtı ve başını hafifçe yastıktan kaldırarak babasına baktı. “Sen rahatsızlık değil, huzursun. Hep öyleydin,” dedi, sesi bir rüyanın kıyısından döner gibi yumuşaktı.
Haluk Bey yatağın kenarına oturdu, gözleri kızının yüzünde dolaştı. “Her zaman böyle güçlüydün, ama yine de bazen bakıyorum da, senin hâlâ o küçük halini hatırlıyorum. Düşüp dizini yaraladığında bile gözyaşlarını tutmaya çalışırdın. Şimdi ise bambaşka bir dağ gibi duruyorsun karşımda. Seninle ne kadar gurur duysam az,” dedi, sesi titrek bir gururla doluydu.
Şeyma, babasının elini tuttu ve sıkıca kavradı. “Sen olmasaydın, baba… Dağ falan olamazdım. Köklerimi seninle sardım. Sen beni gökyüzüne kaldırırken, ayaklarım toprağa basmayı öğreniyordu.”
Haluk Bey’in gözleri doldu, ama bunu belli etmemeye çalıştı. “Kökler güçlü olabilir, ama dallar fırtınaya dayanmazsa neye yarar? Sen, fırtınalara inat dimdik duran bir çınarsın, kızım. Senin gibi bir evlada sahip olmak, bir babanın ömrüne ömür katar.”
Şeyma, gözlerini babasının gözlerine dikti, içinde bir sıcaklık hissetti. “Baba, bunu sana daha önce söylememiş olabilirim… Ama senin sesini duymadığım her gece, o kadar eksik hissettim ki… Sen uzağındayken bile, hep varlığını hissettim. Ama seni yeniden karşımda görmek… işte bu, dünyaları vermek gibi bir şey.”
Haluk Bey, kızının elini öptü ve alnına bir öpücük kondurdu. “Benim için de öyle. Ama şimdi yat dinlen. Yarın yine güçlü olman lazım. Unutma, çınarlar sadece rüzgârda değil, güneşin altında da dimdik durur."
Haluk Bey kızını uyurken bırakmaya hazırlanırken, Şeyma gözlerini tekrar hafifçe araladı. Bakışları babasının yüzüne takıldı. Derin düşüncelere dalmış gibiydi; dudakları bir şey söylemek ister gibi titredi ama kendini durdurdu. Babasının yanına biraz daha yaklaştı, elini tuttu ve içten bir gülümseme ile konuşmaya başladı.
“Baba,” dedi yumuşak bir sesle, “biliyor musun, yüzündeki çizgiler son birkaç yılda daha da derinleşmiş gibi geliyor. Belki ben fark etmiyordum, belki de sen onları saklamaya çalışıyordun. Ama… artık yaşlandığını görebiliyorum.”
Haluk Bey bu sözlere şaşkınca baktı. Bir an düşündü, ardından kaşlarını hafifçe kaldırarak gülümsedi. “Yaşlanmak mı? Hadi oradan, hâlâ genç bir delikanlı gibi değil miyim?” diye esprili bir tonla karşılık verdi.
Şeyma, babasının elini biraz daha sıkı kavradı. “Hayır baba, öylesin… ama yine de gözlerindeki yorgunluğu görüyorum. Benimle savaşıyorsun gibi hissediyorum. Hep beni koruyorsun, hep bir adım önde duruyorsun. Ama artık… belki de buna gerek yoktur.”
Haluk Bey derin bir nefes aldı. “Seni korumak benim görevim. Bunu yapmayacağım bir gün düşünemem bile.”
Şeyma, başını hafifçe yana eğdi. “Ama baba, yarın… ne olursa olsun, ne kadar tehlikeli görünürse görünsün, karışmanı istemiyorum. Ben halledebilirim. Her zamanki gibi… güçlü kalabilirim. Sen benimle gurur duyuyorsun ya, işte bunu gösterme zamanı. Bana güven, olur mu?”
Haluk Bey’in yüzüne bir gölge düştü. Bir baba olarak her zaman koruma içgüdüsüyle hareket etmişti. Ama Şeyma’nın sözlerindeki kararlılık, onun her zamankinden daha çok büyüdüğünü ve güçlü olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı. Kendi kendine gülümsedi ve başını salladı.
“Sana güveniyorum, kızım. Hep güvendim. Ama bir baba olarak, işlerin kötüye gitmesini izleyip hiçbir şey yapmadan durabileceğimi mi sanıyorsun?”
Şeyma derin bir nefes aldı. “Biliyorum, baba. Ama bu sefer… lütfen benim için. Her şeyi ben hallederim. Senin huzur içinde kalman, benim en büyük gücüm olacak.”
Haluk Bey, kızının yüzüne uzun bir süre baktı. Bu sözler ona bir şekilde hem gurur hem de bir kırılganlık hissettirmişti. “Tamam,” dedi sonunda, sesi yumuşaktı ama içinde derin bir kararlılık taşıyordu. “Tamam, kızım. Sana güveneceğim. Ama unutma, sen ne kadar güçlü olursan ol, benim için hep o küçük kızımsın. Hep seni düşüneceğim.”
Şeyma başını yastığa koydu ve hafifçe gülümsedi. “Biliyorum baba… ve bu, benim en büyük dayanağım.”
Haluk Bey bir süre daha odada durdu, kızını izledi. Sonra, derin bir nefes alarak yavaşça ayağa kalktı. İçindeki kaygıları susturmaya çalışarak odadan çıkarken, Şeyma, babasının uzaklaşan adımlarını duydu ve gözlerini tekrar kapattı. Ama bu kez, babasının güveniyle sarmalanmış bir huzurla uykuya daldı.
Haluk Bey, Şeyma’nın odasından çıkıp koridorun sessizliğinde ağır adımlarla ilerliyordu. Her bir adımı, yılların yüküyle doluydu. Şeyma’nın sözleri kulaklarında yankılanıyordu: “Yaşlanıyorsun, baba.” Bu cümle, hem bir gurur hem de hüzün taşıyordu. Kızının kendine güvenen, güçlü bir kadın olarak büyümesi, onun baba olarak en büyük zaferiydi. Ama aynı zamanda, yılların akıp gittiğini, onların artık eskisi gibi yanında olmadığını da hatırlatıyordu.
Hacer’in odasına yaklaştığında, kapının ardında hafif bir ışık gördü. İçeri girdiğinde Hacer, yatağın bir köşesinde oturuyordu. Elinde, çocuklarının küçüklüğünden kalma bir fotoğraf albümü vardı. Haluk’u görünce yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi.
“Ah geldin mi?” dedi Hacer, albümü bir kenara bırakırken. “Bugün uzun bir gün oldu değil mi?”
Haluk yavaşça yatağın kenarına oturdu. Hacer’in yüzüne baktı; yılların yükünü taşıyan bu yüz, ona hem huzur hem de içini sızlatan bir pişmanlık veriyordu.
“Uzun bir gün...uzun bir hayat... Bugün Şeyma bana yaşlandığımı söyledi,” dedi derin bir iç çekişle.
Hacer, bu sözlere hafifçe gülümsedi. "O sana hep bir şeyler söyler. Ama bu sefer haksız değil. Sen gerçekten yaşlandın Haluk. Ayrıca ben söyleyince neden inanmıyorsun.”
Haluk kısa bir kahkaha attı. “ Yapma Sen de mi Brütüs."
Hacer de güldü ama sesinde bir anne şefkati vardı. “Haluk, yaşlanmak kötü bir şey değil. Asıl mesele, ardında nasıl bir iz bıraktığın. Bizim çocuklarımız büyüdü, kendi ayakları üstünde duruyorlar. Bu senin başarın, bizim başarımız.”
Haluk bir süre sessiz kaldı, sonra başını ellerinin arasına aldı. “Hacer, bazen düşünüyorum da... acaba ben onların yanında olsaydım, onları zayıflatır mıydım? Yokluğum mu onları güçlendirdi?”
Hacer, eşinin bu sözlerine derin bir şefkatle baktı. “Haluk, sen yokken çocuklarımız büyümeyi, güçlü olmayı öğrendiler. Ama bu, senin eksikliğinden değil. Onlar, senin bize miras bıraktığın değerlerle büyüdü. Zemini sağlam bıraktın. Şeyma’nın kararlılığı, Mert’in sabrı, Ece’nin neşesi... bunların hepsinde sen varsın. Belki fiziksel olarak yoktun, ama ruhun hep onlarlaydı.”
Haluk gözlerini yere indirdi, geçmişin yükü omuzlarında hissediliyordu. “Ama ya ben orada olsaydım? Belki daha az hata yaparlardı. Belki onlara daha fazla destek olurdum.”
Hacer, eşinin elini tuttu. “Haluk, hata yapmak büyümenin bir parçasıdır. Eğer her adımlarını kontrol etseydin, belki de bu kadar güçlü olmazlardı. Her şey olması gerektiği gibi oldu. Senin yokluğun, onların kendi yollarını bulmalarına vesile oldu.”
Haluk, Hacer’in gözlerindeki güvene bakarak bir an sustu. “Ama yollarını şaşırabilirlerdi, sapabilirlerdi. Ya ben başarısız bir baba olduysam? Ya onların acıları benim eksikliğim yüzündense?”
Hacer, eşinin elini sıktı. “Haluk, başarısız bir baba olsaydın, çocuklarımız seni bu kadar sever miydi? Şeyma, seni gördüğünde gözleri parlıyor. Mert, her sorunda seni dinliyor. Ece, seninle zaman geçirdiği anlarda gözleri mutlulukla gülüyor. Sen, onların babasısın. Eksik olabilirsin, ama asla başarısız değilsin.”
Haluk derin bir nefes aldı. Gözleri nemlenmişti ama eşinin sözleri, içindeki şüphelerin bir kısmını dağıtmıştı. “Bazen Şeyma’ya bakıyorum, nasıl bu kadar güçlü olabiliyor diyorum. Ya da Mert’in insanlara şefkatle yaklaşmasını izlerken, benim veremediğim sevgiyi nasıl başkalarına dağıttığını düşünüyorum.”
Hacer yavaşça başını salladı. “Haluk, her biri sana çok benziyor. Şeyma’nın inadını kimden aldığını sanıyorsun? Ya da Mert’in merhametini? Ece’nin kahkahaları, senin gülüşünü taşıyor. Her birinde seni görüyorum.”
Haluk, eşine doğru eğilip alnından öptü. “Hacer, iyi ki varsın. Sen olmasan bu yükü taşıyamazdım.”
Hacer gülümsedi. “Ben her zaman buradayım, Haluk. Ve çocuklarımız da öyle. Onları korumak için hep birlikteyiz. Artık geçmişi sorgulamayı bırak ve bugünün keyfini çıkar.”
Haluk, başını salladı. İçinde bir huzur dalgası hissetti. Hacer’in şefkati ve sözleri, yüreğinde kapanmayan yaralara merhem olmuştu. Yılların yorgunluğu içinde bile, yanında sevdiği kadının ve çocuklarının varlığı, ona güç veriyordu.
Haluk, Hacer’in omzuna başını yaslamış, saçlarını usulca okşuyordu. Kadının yüzünde huzurlu bir ifade vardı; yılların yorgunluğu, fedakarlıklarla dolu geçmişi bu derin uykuda eriyip gitmişti. "Başkası olsaydı," diye düşündü Haluk, "çocuklarını bırakır, başka bir hayat kurardı. Ama Hacer… O hep yanımdaydı. Bunca acıya rağmen, sadakatinden bir an bile ödün vermedi." Yüreğine bir sızı doldu; onun sevgisini gerçekten hak edip etmediğini düşündü.
Askerlik… Hayatını kökünden değiştiren, yalnızca vatan sevgisine yer bırakabilen o kutsallık. “Hayatımı disipline, amansız fedakârlıklara adadım,” diye düşündü, “ama bu, bir bedel ödemeden olmuyor. Sevdiklerinin ellerinden kayıp gitmesine, sıcak bir yuvanın hasretine, omuzlarına çöken yalnızlığa razı oluyorsun.” Bunca yılın yükü omuzlarını eğmişti ama yine de Hacer’in sabrı ve sevgisi sayesinde ayakta kalabilmişti.
Belki de asıl güçlü olanın kendisi olduğunu sanıyordu ama güç, onun o ince ama sarsılmaz omuzlarında duruyordu.
~Ԋυȥυɾҽʋιɳԃҽ ʂσɳ ყϋȥყϋȥҽ~
Burcu, huzurevinin soğuk koridorlarından geçerken, her adımında geçmişin zincirlerini hissetti. Zihninde yıllardır kaybolan parçalar birer birer yerli yerine oturuyor, yıpranmış kalbi her geçen saniye bir kez daha söylenmemiş kelimelerle, bastırılmış duygularla sıkışıyordu. Kapıdan içeri adımını attığında, yıllardır hep geride bıraktığı, görmezden geldiği, öfkesinin odak noktası olmuş adamı—babası—görmek zorunda kaldı. Zihninde yıllarca onun imgesini tek bir düşünceyle karartmıştı. Beni hep terk etti, hiç varolmadı, benimle değil, sadece kendisiyle ilgilendi. Şimdi, o adamın kararmış gözleri, Burcu’yu her zamanki gibi içini kemiren bir suçlulukla çağırıyordu.
Babası, yaşlandığı belli olan o haliniyle yatağında zayıf bir şekilde uzanıyordu. Gözleri kırık, sesini çıkaramıyordu; yaşadığı yıllar, her bir hücresinden silinmiş gibi bir hüsranla kapalıydı. “Burcu…” dedi adam, zorlanarak, neredeyse fısıldayarak.
Burcu, o yılların acısına karşı bir duvar örerek, babasının yanına oturdu. Yavaşça başını çevirip, her zamanki kayıtsız bakışlarıyla onu süzerken, bir ömür boyunca taşıdığı ağır yükten kurtulmak istiyordu. “Damadım, torunum… Onlar nasıl?” diye sordu babası, o yorgun sesiyle. Burcu, gözlerinde yılların yükünü hissederek, derin bir nefes aldı. “Neden sordun? Onlarla hiç ilgilendin mi? Onlar senin hakkında hiç konuşmadılar.”
Adam, gözlerini Burcu’ya dikti. “Ben… Ben her şeyi kaybettim Burcu. Ama seni bir şekilde kazanmak istiyorum. Bir kez bile bana kızmadın,” dedi.
Burcu, dudaklarını sıkarak ona baktı. “Kaybetmeyi çoktan hak ettin, baba. Senin gibi birinin affı, geçmişin kuytularında kaybolmuş bir masal gibi."
"Peki, affedebilecek misin beni?” dedi adam, kalp atışları hızlanmış bir şekilde bakarak. Burcu’nun bakışları dondu. Sessiz bir an geçti, ve sonra yine, soğuk bir şekilde yanıtladı:
“Annem seni affetti mi?” Burcu’nun sesi, bir taş gibi sertti; yılların birikmiş öfkesi bir anda dudaklarından dökülüvermişti. Babası, bu soruyu cevapsız bırakıp sadece gözlerini kaçırarak, Burcu’nun yüzüne bakmaya çalıştı. “Ona hak ettiklerimi yapamadım, ama sana hak ettiklerini verebilirim,” dedi.
Burcu, başını sallayarak gülümsedi ama bu gülüş bir yıkımdan doğan, acılı bir ironi gibiydi. “Hak ettiklerini mi? Baba, ben zaten cezamı çektim. Geçmişinle yaşamaya zorlanarak, seni affetme zorunluluğundan sıyrıldım. Oğlum ile yeni bir başlangıç yapmaya kararlıyım. Artık geride bırakmalıyım seni. Benimle başlamak istiyorsan, önce senin geçmişinle hesaplaşman gerek,” dedi.
Babası, çaresiz bir şekilde kafasını kaldırıp ona baktı. Burcu’nun gözlerinde yalnızca geçmişin ve acıların yankılarını değil, geleceğe dair bir uzaklık da vardı. “O zaman, affedilmek mümkün mü?” diye sordu.
Burcu’nun içindeki her duyguyu tek bir kelimeye sığdırma çabası, babasının huzurevinde son kez karşısına çıktığında zirveye ulaştı. Babası, yıllar sonra ilk kez ona ne kadar kırıldığını, onu affetmek için belki de çok geç olduğunu kabul etti. Ve Burcu, o sessiz anlarda, yıllarca biriktirdiği öfkesinin, kırgınlıklarının ve acılarının en derin halini gözlerinde buldu.
"Baba," dedi Burcu, sesindeki kırıklık gözlerinden belirginleşirken, "Ben seni affediyorum. Ama sen, yıllarca bana yaptıklarını unutur musun?"
Babası, yavaşça gözlerini kapadı. Onun içindeki pişmanlık, Burcu’nun gözlerine yansıdı. Babasının kırgınlıkla dolu bakışları, Burcu'nun kalbinde bir yaraya dönüşse de, ondan sonra o yaraya dokunmak ve iyileştirmek istemediğini fark etti. Affetmek, sadece bir sözcük değil, içindeki yüklerin ne kadar ağır olduğunu anlamak demekti.
Burcu’nun içindeki duygular giderek karmaşıklaşıyordu. Affetmek, sevmenin ve nefret etmenin ince çizgisinde kalmak gibiydi. Ama, en derin hislerinden biri, hayatındaki en önemli kişiye karşı son bir fırsat sunmuş olmasıydı. Babasının pişmanlıkları, Burcu’nun kalbinde dev bir yankı yapıyordu. Ne kadar acı verici olsa da, babasına son bir veda etmek istemişti. İçindeki bu karmaşa, her geçen dakika biraz daha ağırlaşıyor, gözlerinde yaşlar birikiyordu.
Ve işte, o anda... Babası aniden başını yastığa yaslayıp bir nefes aldı. Burcu, gözlerini kırptığında, babasının gözleri kapanmış, elleri ölü bir şekilde gevşemişti. Bir anlık şaşkınlık ve korku içinde ne yapacağını bilemeden donakaldı. O soğuk, ağır sessizlik içinde, Burcu’nun yüreği sanki zamanın durduğu anı hissetti.
Babası, daha bir dakika önce karşısında konuşan, hayatını yeniden sorgulayan adam, şimdi sadece veda edilmiş bir geçmişti.
“Baba...!” diye bağırdı Burcu, ama sesinin ne kadar derin bir boşluğa düştüğünü fark etmesi uzun sürmedi. Gözlerinden süzülen yaşlarla babasının yanına yaklaştı, onun varlığını hissederek son kez ellerini tuttu. Ancak, babasının soğuyan bedeninde ne kadar aradığı bir yaşam izini olsa da, artık her şey bir hatıra, kaybolmuş bir düş gibiydi.
Burcu, o an içindeki acıyı hissettiği kadar, derin bir veda duygusu da taşıdı. Her şeyin sonu belki de böyle olmalıydı. Ne olursa olsun, babasına karşı hissettiği karmaşık duyguların en son hali, tek bir gözyaşının içinde birleşti. Bu gözyaşı, hem bir hüzün, hem de yılların birikmiş pişmanlıklarının sonunda var olan son veda idi.
Burcu’nun içinde bir şeyler yerle bir oldu, ama bu bir kırılma değil, bir sondu. Çünkü bazen insanlar, en son vedalarını yapmadan önce, çok sevdiği kişiye karşı en derin affı bile bulamayacak kadar kaybolmuş olur.
~ʂσɳ Ƙαɾαɾ~
Burak, geceyi bir başına geçirmişti. Zihninde beliren karanlık düşünceler, günlerdir onu takip ediyordu. Burcu’nun gözlerindeki öfke, kırgınlık ve sevda… Geçmişin gölgeleri hala peşinden geliyordu. Şimdi, o anların içinde kaybolmuştu; her geçen saniye, daha da derinleşiyordu. Ne kadar uzaklaşmak istese de, yavaşça içine işleyen acıdan kaçamayacağını biliyordu.
Ona ne kadar yakın kalabilirdi? Burcu'yu affetmek zor muydu? Ne kadar zorlayabilirdi kendini? "Her şeyin bedelini ödedim," diye düşündü. Fakat Burcu'yu affetmek, içindeki karanlıkları arındırmak için yeterli olacak mıydı? Bir yanda pişmanlık, diğer yanda kaybedilen bir sevda... Tüm bu duyguların içinde yalnız kalmıştı.
Bir an gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve arkasında bir siluet hissetti. Kapı aralandı, ve binbaşı Arif içeri girdi. Burak, bu kadar karanlık bir düşünceyle doluyken Arif’in bu şekilde görünmesi, bir an için şok etti. Ancak Arif, Burak’a her zaman olduğu gibi bir komutan değil, bir abi gibi yaklaşıyordu. Yavaşça yanına oturdu. O güçlü, disiplinli adam, Burak’a daha yumuşak bir bakışla yaklaşıyordu.
Arif, Burak’ın yanına otururken, bir süre sessiz kaldılar. Hava biraz gergindi, fakat Arif, Burak’ın ruh halini anlamıştı. Burak, bir dostunu kaybetmiş gibiydi, ama Arif onu yıllardır tanıyordu. Geriye sadece konuşarak birbirlerine güç vermek kalmıştı.
"Burak," dedi Arif, sesi hafifçe titreyerek ama kararlı bir şekilde. "Beni dinle. İçindekileri biriktiriyorsun, belki de çok uzun zamandır bu kadar baskıyı hissettin. Ne olduğunu fark etmedin belki ama şimdi zamanıdır. Konuşman gerek. Kendine bir yol açman gerek."
Burak, başını hafifçe kaldırdı, ama gözleri Arif’in gözlerinden kaçtı. Konuşmak zor geliyordu. Bir şeyleri açığa çıkarmak, içindeki o büyük boşluğu kabullenmek o kadar kolay değildi. Ama Arif, onun yıllarca yanında olmuş, her zorluğa birlikte göğüs germiş bir dostuydu. Bu kadar güçlü bir bağın içinde, Burak sessizliğini bozmaya karar verdi.
"Geçmiş... O kadar geride kaldı ki, bazen hatırlamak bile istemiyorum. Burcu’yla neredeyse her şeyimizi kaybettik, Arif. Ama ben... Hâlâ affedemedim. Hem onu hem de kendimi," dedi Burak, derin bir nefes alarak.
Arif, Burak’ın gözlerine bakarak cevap verdi. "Burak, geçmişin seni asla engellemesin. Affetmek sadece başkalarını değil, kendini de affetmek demektir. Geçmişin acılarını kabullenip, o yoldan ilerlemeden ne geride kalan ne de seni bekleyen bir şeyin kalmayacak."
Burak, Arif’in sözlerine bir an için daha düşündü. O kadar doğruydu ki, her şeyin bedelini ödeyen sadece kendisi gibi hissediyordu. Ancak o bedel, her şeyin sonu değildi. Affetmek, Burcu’ya kalben yaklaşmak, bu yeni bir başlangıç demekti. Fakat, geçmişin gölgesi bir türlü peşini bırakmıyordu.
"Ben de... Bunu başarmalıyım, değil mi?" dedi Burak, ellerini başına koyarak. "Geçmişi geride bırakıp, hayatıma yeniden başlamak."
Arif, Burak’a elini omzuna koyarak hafifçe sıktı. "Evet, Burak. Geçmişi geride bırakmak her zaman kolay olmayacak. Ama bu senin yolculuğun. Burcu’yla ve kendinle barışmanın yolu buradan geçiyor. Unutma, bu süreçte yalnız değilsin."
Bir süre sessiz kaldılar. Burak, o kadar çok acı ve pişmanlık içinde kaybolmuştu ki, Arif’in sözleri biraz olsun onu rahatlattı. Her şeyin sonu değilmiş gibi hissediyordu. Karanlık bir yolculuğun sonu, bir ışık arayışına dönüşebilirdi. Bir gün, Burcu’yla yeniden bir başlangıç yapabilecekti.
Arif, başını sallayarak Burak’a son bir kez bakıp, "Bu, senin yolun Burak. Artık gitme zamanı," dedi. Ardından yavaşça odadan çıkarken Burak, içindeki karmaşayı biraz olsun sakinleştirmenin yolunu bulmuştu. Ve ne olursa olsun, bu yeni adımı atmak zorundaydı.
Arif Binbaşı, gençliğinde çok parlak bir askerdi. Çocukluğundan itibaren disiplinli, azimli ve kararlıydı. Babası, ona askerlik sevgisini aşılayan adamdı. Her zaman, "Vatanı savunmak, insanın en yüksek onurudur," derdi. Arif'in askerlik kariyeri, bu öğretiyle şekillenmişti. Ancak bu öğreti, yalnızca zaferlerden değil, kayıplardan da oluşmuştu.
Bir gün, Arif, mezuniyetinin hemen ardından ilk görevine gittiğinde, birkaç arkadaşıyla birlikte bir operasyona katıldı. Operasyon sırasında, bir arkadaşı ağır yaralandı. Arif, onu kurtarmaya çalıştı ama o gün arkadaşını kaybetti. Bu kayıp, Arif’in hayatında derin bir iz bıraktı. Bir asker olarak vatanına hizmet etmek için çıktığı yolda, bir arkadaşını kaybetmek, bir insanın dayanabileceği en zor sınavlardan biriydi.
Bu olaydan sonra, Arif biraz değişti. Eskiden, savaşın zaferlere giden bir yol olduğuna inanıyordu, ama artık daha temkinli, daha insan odaklıydı. Başka birini kaybetmeye daha fazla dayanamayacak kadar kırılgan hale geldi. İşin içine duygusallık karışınca, işler daha da karmaşıklaştı. Hem askeri sorumluluğunu yerine getirmek hem de etrafındaki insanlara liderlik etmek arasındaki dengeyi sağlamak, bazen imkansız gibi geliyordu.
Zamanla, diğer askerlerin gözünde yalnızca bir komutan değil, aynı zamanda bir abi haline geldi. Onlara sadece emir veren değil, onları anlayan, dertlerine ortak olan bir insan oldu. Askerlerinin yanında, her zaman bir destek eliydi, bir dosttu. Fakat içsel olarak hala o kayıp, o acı onu takip ediyordu. Bir insanı kaybetmenin acısı, askerlik mesleğinde de hep ardında kalıyordu.
Zamanla, Arif’in liderlik tarzı, onu çevresindeki insanlar için özel kıldı. Bir komutanın ötesinde, gönülden bağlı olduğu askerleriyle arasındaki bağ, onu farklı bir seviyeye taşıdı. Ama yine de, bir köşede her zaman o kaybın izleri vardı.
Bir gün, görev sırasında, genç bir asker ona yaklaşarak şöyle demişti: "Binbaşı, neden bu kadar sertsin? Bize bazen gülümseseniz, bizi daha çok motive edersiniz." Arif, askerine sadece kısa bir bakış attı ve hafifçe gülümsedi. "Sert olmak, bu mesleğin gereği. Ama seni anlıyorum, gülümsemek bazen en iyi silah olur."
İşte Arif'in en büyük mücadelelerinden biri de buydu: Sert görünse de, kalbi yumuşaktı. Bir komutan, başkalarına nasıl liderlik edebilir ki, eğer kendi içindeki korku ve kayıplarla yüzleşmekten korkuyorsa?
Burak ve Arif’in tanışması, Burak’ın askeri okuldaki ilk günlerine dayanıyordu. Henüz genç, biraz da asi bir ruhla, askeri disiplinin ona sunduğu her şeyi sorgulayan Burak, ilk başlarda bu dünyada kendine yer edinememişti. O dönemde, Arif Binbaşı, Burak’ın olduğu sınıfın en zorlu eğitmenlerinden biriydi. Arif, sadece sertliğiyle değil, aynı zamanda her adımda beklenmedik bir anlayışla yaklaşmasıyla da tanınırdı. Bir gün, Burak’ın disiplin eksikliği nedeniyle sert bir uyarı alması sonrası, Arif’in odasına çağrılması gerekti. Burak, başını eğmiş, aslında hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir ruh haliyle Arif’in karşısına çıkmıştı.
Arif, o gün Burak’a sadece askeri bir uyarı yapmayı değil, onun içindeki potansiyeli görmek için bir fırsat yakalamayı da amaçlamıştı. "Burak," demişti, "Herkesin bir kırılma noktası vardır. Senin de var." O gün, Burak, Arif’in ona sadece askerlik değil, yaşam hakkında da önemli bir ders verdiğini fark etmişti. Arif, ona disiplinin sadece dışarıya değil, içsel bir huzura da ulaşmanın yolu olduğunu anlatmıştı.
Zamanla Arif’in Burak’a olan yaklaşımı, sadece bir komutan-asker ilişkisinin ötesine geçti. Arif, Burak’ı anlamış ve ona bir arkadaş gibi yaklaşmıştı. Burak, Arif’in disiplinli yaşam tarzını ve içinde taşıdığı huzuru hayranlıkla izliyordu. Arif’in akılcı ve sabırlı tutumu, Burak’ı değiştirmişti. Bir gün, Burak'ın hayatındaki bir dönüm noktasında Arif ona şöyle demişti: "Askerlik, sadece asker olmakla ilgili değil. Hayatını şekillendirmenin de anahtarı."
Bundan sonra Burak, Arif’in öğütlerine sıkça başvurmaya başlamıştı. Arif, ona zorlukların üstesinden nasıl gelmesi gerektiğini, ancak kendi içsel gücüne odaklanarak ilerlemesini öğretmişti. Arif’in hayatını ve olaylara bakış açısını daha yakından tanıdıkça, Burak ona yalnızca bir komutan değil, aynı zamanda bir abi gibi yaklaşmaya başlamıştı.
Arif, Burak’ın hem askeri kariyerinde hem de kişisel yaşamındaki bu değişimleri gözlemleyerek ona daha fazla güven duymaya başlamıştı. Birlikte geçirdikleri zaman içinde, Arif her fırsatta Burak’a yol gösterdiği gibi, onu daha iyi bir insan yapabilmek için ona destek oluyordu.
♠♠♠♠♠♠♠♠♠
Gece, Ömer’in ruhunda yankılanan karanlık gibi, sessiz ve derindi. Odasının loş ışığı, duvardaki çatlakları zar zor aydınlatıyordu; tıpkı Ömer’in kalbinin, kendi içindeki yarıkları anlamlandırmaya çalışması gibi. O gece, geçmişin hayaleti bir kez daha onun peşine düşmüştü. Babasının adı, bir lanet gibi zihninde yankılanıyordu. "Terörist..." Bu kelime, bir kurşun gibi ağır, bir hançer gibi keskin...
Yüzbaşı Şeyma’nın sesi, hafızasının derinliklerinden çıkıp onu sarstı: “Baban, yanlış bir yol seçti, Ömer. Ama bu senin yükün değil.” Bu cümleyi defalarca duymuştu, ama yine de içinde büyüyen soruyu susturamıyordu: "Eğer onun oğluysam, onun hatalarının bir parçası değil miyim?"
Geriye sadece utanç dolu bir enkaz kalmıştı. Ömer bu enkazın altında sıkıştığını hissediyordu. Babasının yaptıkları, yalnızca onun değil, ailesinin de onurunu zedelemişti. Ve bu, affedilmesi zor bir yaraydı."
Gözlerini kapattığında, annesinin titrek ellerini hatırladı. O eller, yıllar boyunca ne kadar acı çektiğini anlatmaya yetiyordu. Annesi, babasının yaptıklarının bedelini hep susarak ödemişti. Ömer’in sessiz kalmaya tahammülü yoktu. Ama ne yapması gerektiğini de bilmiyordu.
Babasının karanlık geçmişini geride bırakmak istiyordu; ama bu geçmiş, onun kanında, kimliğinde yankılanıyordu. Babasına duyduğu öfke ve hayal kırıklığı, Ömer’i her gün biraz daha güçsüzleştiriyor, ama aynı zamanda onu ileriye doğru itiyordu. Bir gün, kendini tüm bu gölgelerden arındıracak kadar güçlü olacağına inanmak istiyordu.
O gece, Binbaşı Arif onun yanına geldi. Buraktan sonra genç delikanlıyı da ziyaret etmek istemişti. Sessizce oturdular. Arif’in varlığı bile Ömer’e bir güven hissi veriyordu. Arif, yılların yorgunluğunu taşıyan gözleriyle Ömer’e baktı. "Zor, değil mi?" dedi Arif, alçak bir sesle.
Ömer başını salladı, ama gözlerini yerden kaldırmadı. “Herkes bana aynı şeyi söylüyor: ‘Babanın yaptıkları senin suçun değil.’ Ama kimse bunun içimde nasıl bir ağırlık yarattığını bilmiyor.”
Arif, gözlerini ufka dikti. “Ömer, senin acını anlıyorum. Ama şunu unutma: Geçmiş, bizi tanımlamaz. Onun üzerimize koyduğu ağırlık, sadece bizim ona verdiğimiz güç kadar büyür. Babandan farklı bir yol seçmek senin elinde. Ama bunu yapabilmek için önce kendi içindeki öfkeyi affetmen gerekiyor.”
Bu sözler, Ömer’in içinde yeni bir dalga yarattı. Babasına karşı hissettiği öfke, bir süre sonra kendisine duyduğu öfkeye dönüşmüştü. Peki, gerçekten kendisini affedebilir miydi? Arif’in bakışları Ömer’in yüzüne döndü: “Hepimiz geçmişimizle savaşırız, Ömer. Ama unutma, asıl zafer, kendimizi bulduğumuz an başlar."
O gece Ömer bir karar verdi. Babasının gölgesinden kurtulmaya, kendi yolunu bulmaya kararlıydı. Acısını, öfkesini ve kırgınlığını bir kenara bırakmak kolay olmayacaktı, ama bunu yapmalıydı. Çünkü artık biliyordu: Onu tanımlayan, geçmişi değil; gelecekte ne inşa edeceğiydi.
İçindeki kararlılık, ufukta beliren zayıf bir ışık gibi büyüyordu. Bu, uzun bir yolculuğun başlangıcıydı. Ve Ömer, bu yolda düşse bile, tekrar ayağa kalkmaya kararlıydı. Babasının gölgesinde değil, kendi ışığında yürümeye yemin etti.
♠♠♠♠♠♠♠♠♠
Mersin'de Kontrol Zamanı
Hüseyin, iskelenin pas kokan demirlerine yaslanıp gözlerini devasa gemiye dikti. Göz kapaklarının arasına sıkışmış birkaç uykusuz saat, alnındaki çizgilere sinmişti. Su, ayaklarının hemen altındaki yosun kaplı taşlara vuruyor, derinlerden gelen bir dalga yavaşça yükselip düşüyordu. Geminin gövdesinde pasın ve denizin yıllardır biriktirdiği hikâyeler vardı; her çiziğin, her göçüğün, her kaynak izinin içinde bir geçmiş saklıydı. Ve Hüseyin, o geçmişi çözmeye gelmişti.
Yanında Eylül vardı. Yalnızca duruşuyla bile buraya ait olmayan bir şeyler taşıyordu. Gemiye hâkim, ama gemiciliğe değil. Parlak zekâsı, Demir Şahin'in adının olduğu her kapıyı açabilecek kadar keskindi. Hüseyin, Eylül'ün gözlerinde Demir'in keskin bakışlarını görebiliyordu. Tıpkı bir ressamın titizlikle çizdiği eskiz gibi, baba ve kızı birbirlerinin siluetiydi. Fakat bir fark vardı; Eylül, Demir’den farklı olarak soğuk bir rasyonaliteyle değil, içten içe yanan bir öfkeyle hareket ediyordu.
Hüseyin cebinden bir sigara çıkardı, ama yakmadı. Dudaklarının arasında tuttuğu sigarayı, bir oyuncağı tartan çocuk gibi çevirdi. "Burası Demir’in oyun sahası," dedi kendi kendine, sonra başını çevirip Eylül’e baktı. "Peki, seni buraya sürükleyen ne?"
Eylül hafifçe gülümsedi. O gülümseme, bir bıçak ağzı kadar keskin ve hesaplıydı. "Aynı sebepten buradasın," dedi. "Sana ne söylenmesi gerekiyorsa, onu söylemem istendi. Ama seninle oyun oynamayacağım."
Hüseyin başını salladı. "Güzel. O zaman seninle gerçekten çalışabilirim."
Gemiye çıktılar. Metal basamaklar tıkırdarken Hüseyin’in ayak sesleri yankılanıyordu. Gözleri, paslanmış noktaları, kaynağın kötü yapıldığı yerleri, zamanın gemiyi nasıl çürüttüğünü tek tek kaydediyordu. Ellerini cebine sokup sanki umursamazca yürürken bile, zihni çoktan hesap yapmaya başlamıştı.
Ve o an… bir şey gördü.
Küçük, neredeyse önemsiz bir detay. Bir kaynak dikişinin hemen yanında, sanki biri oraya özellikle kazımış gibi görünen, ancak pasın altında ustaca gizlenmiş bir iz. Parmağını üzerine gezdirdi, metalin pürüzlü yüzeyini hissetti. Bu işin doğasında, her şeyin zamanla aşınması, eskimesi vardı. Ama bu, zamana ait değildi.
Eylül, Hüseyin’in durduğunu fark etti. "Ne oldu?"
Hüseyin eğildi, parmağının ucuyla pası kazımaya başladı. Altından ince, keskin bir çizgi belirdi. Kapatılmış bir delik mi? Ama neden? Bu kadar büyük bir gemide, bu kadar küçük bir detay neden önem taşısın ki?
Ve işte orada, bir iz. Küçük, zar zor fark edilen bir mühürleme işareti. Sıradan bir kaynak hatası değil. Rastgele bir pas lekesi değil.
Bu, bir ipucu.
Hüseyin gözlerini kısıp Eylül’e baktı. "Bana babanın en büyük sırrının ne olduğunu söyleyebilir misin?"
Eylül sessiz kalmayı tercih etti.
Hüseyin’in parmakları metalin soğuk yüzeyinde gezindi. Pas, yılların biriktirdiği kirle birleşip yüzeye yapışmıştı. Ancak altında bir şey vardı. Burada olmaması gereken bir şey. Tıpkı yıllarca süregelen bir yalanın sonunda açığa çıkmaya başlayan ilk çatlak gibi.
Eylül sessizce izliyordu. Gözleri hafifçe kısılmıştı, ama içinde bir tedirginlik yoktu. Soğukkanlıydı. Hüseyin, onun bakışlarında Demir Şahin’in gölgesini gördü. Duygusuz, kontrolü elinde tutmaya alışkın bir zihin. Ama o sessizliğin arkasında başka bir şey de vardı. Belki bir şüphe, belki de bir korku.
Hüseyin, cebinden çakısını çıkardı. Küçük ve sıradan bir şeydi, ama elinde bir cerrahın bıçağı kadar hassas duruyordu. Metal yüzeye dayadı ve hafifçe kazımaya başladı. Her hareketinde, gövdenin derinliklerinden bir yankı geliyordu. Bu, doğal bir kaynak sesi değildi. Bir şey içerde yankılanıyordu. Hüseyin durdu. Eylül’le göz göze geldi.
"Burada bir boşluk var," dedi Hüseyin, neredeyse kendi kendine konuşur gibi.
Eylül kaşlarını çattı. "Boşluk mu?"
Hüseyin başını salladı. "Burası kaynakla kapatılmış, ama içerisi boş. Sanki... bir şeyi gizlemek istemişler."
Bir an için rüzgâr sustu. Denizin dalgaları ağır ağır yükseliyor, kıyıya vuruyordu. Hüseyin ayağa kalktı ve derin bir nefes aldı. Bu sadece bir gemi değildi. Bu, bir yalanın metalden yapılmış bir versiyonuydu.
Sonra, tam o anda, sırtında bir gölge hissetti.
Hüseyin hızla arkasına döndü, ama kimse yoktu. Yine de, o his oradaydı. Gözlerinin önüne başka bir sahne düştü: Adile Sultan Kasrı’nın soğuk taş duvarları, yükselen vals melodileri, ve bir kadının, gecenin karanlığında gölgelerle dans eden silueti.
Şeyma.
O burada değildi. Ama varlığı hissediliyordu. Tıpkı rüzgârın görünmeden tenine çarpması gibi, tıpkı bir anıya dönüşen seslerin insanın kulaklarında yankılanması gibi…
Şeyma’nın gölgesi, belki de yalnızca zihninin derinliklerinden süzülüp gelen bir şeydi. Ama Hüseyin bunu önemsemedi. İçinde bir şey kıpırdanıyordu. İçgüdü mü? Yoksa belki de kaderin garip bir oyunu?
Çakısını tekrar metal yüzeye dayadı ve daha sert kazımaya başladı. Pas dökülüyor, küçük metal talaşları etrafa saçılıyordu. Ve sonunda—ince bir çizgi belirdi.
Bir mühür.
Ama bu, sıradan bir mühür değildi. Üzerinde, Demir Şahin’in şirketine ait damga vardı. Ve hemen altında, bir başka simge daha: Titan Maritime değil. Daha eski, daha derin bir bağ taşıyan bir şey.
Hüseyin’in nefesi daraldı.
Bunu daha önce görmüştü.
Yıllar önce, Amerika’da bir dosyanın köşesinde, unutulmuş bir belge arasında, bir şirket isminin yanında. O zamanlar bir anlam verememişti. Ama şimdi, burada, tam önünde duruyordu.
Eylül, gözlerini kısmış bir halde ona bakıyordu. "Ne buldun?"
Hüseyin çakısını kapattı, gözlerini geminin paslı yüzeyine dikti.
"Demir’in sahip olduğundan çok daha büyük bir şeyin parçasını."
Hüseyin’in gözleri, paslı metalin üzerindeki eski mühürde asılı kalmıştı. Boğazında bir şey düğümlendi. Yıllar önce Amerika’da gördüğü o belgenin köşesindeki simge, burada, bu geminin içinde mühürlenmiş bir sır olarak karşısında duruyordu. O zamanlar ne anlama geldiğini bilmiyordu, ama şimdi?
Şimdi, midede bir yumru gibi oturan o kötü his vardı.
Tam ağzını açıp Eylül’e dönecekken, gemi birdenbire şiddetle sarsıldı.
Metal gövde, denizin derinliklerinden gelen bir şey tarafından kavranmış gibi titredi. Zemindeki paslı demirler gıcırdadı, zincirler gerildi, halatlar keskin bir çığlık attı. Hüseyin ve Eylül dengelerini kaybedip yan tarafa savruldular.
Hüseyin refleksle bir korkuluğa tutundu, ayakta kalmaya çalışırken Eylül’ün kayıp düşmesini izledi. "Eylül!"
Kadın yere düşmeden son anda bir boruya yapıştı, ama gözlerindeki o kontrol hissi, yerini anlık bir şaşkınlığa bırakmıştı. Eylül, çabuk toparlandı, ama gözlerindeki öfke ve korku saklanamayacak kadar açıktı.
"Siktir! Bu neydi?"
Gemi bir kez daha sarsıldı. Bu, sıradan bir dalganın sebep olabileceği bir şey değildi. Sanki derinlerden, görünmeyen bir el, bu çelik devin bacaklarına yapışmış ve onu çekiştiriyordu.
Hüseyin, hızla korkuluklara koştu ve suyun yüzeyine baktı. Dalgalanmıştı. Ama garip bir şekilde, denizin hareketi, olması gerektiği gibi değildi.
Sanki aşağıda bir şey hareket ediyordu.
"Bu normal değil," dedi Hüseyin, sesi artık ciddileşmişti. "Biri bu gemiye bir şey yaptı mı?"
Eylül dişlerini sıktı, eliyle saçını düzeltti ve hemen ceketinin içine uzandı. Orada küçük bir cihaz vardı—özel frekansta çalışan bir iletişim vericisi. Gözlerini kısıp ekrana baktı, ama sinyal yoktu.
"Sinyal kesilmiş," dedi Eylül, kaşlarını çatarak.
Hüseyin, tekrar geminin yüzeyine baktı. Mühürlenmiş bölme. İçindeki boşluk. O belirsiz simge. Ve şimdi, tüm bunların üzerine bir de bu garip sarsıntı.
Tüm ipuçları birleşiyordu.
Geminin gövdesinin derinliklerinde bir şey vardı. Ve biri, o şeyi açığa çıkarmamak için gemiyi batırmaya karar vermişti.
Hüseyin arkasını dönüp Eylül’e baktı. "Ne biliyorsan, şimdi söyle. Çünkü eğer buradan sağ çıkamazsak, bunun sebebini bilmek istiyorum."
Eylül’in yüzü, bir anlığına sertleşti. Demir Şahin’in ifadesini andıran bir şey geçti gözlerinden. Ama sonra, içindeki başka bir şeyle boğuşuyormuş gibi gözlerini kaçırdı.
"Gemi boş gelmedi," dedi, sesi kısılmıştı.
Hüseyin, gözlerini kıstı.
"Ne demek boş gelmedi?"
Eylül, bir adım geri çekildi. "Babamın sahip olduğu her şey gibi… bu geminin de içinde göründüğünden fazlası var."
O anda, bir patlama sesi duyuldu. Gemi bir kez daha şiddetle sallandı.
Hüseyin’in zihninde tek bir şey yankılandı: Burada, bu geminin içinde saklanan şey, onların düşündüğünden çok daha tehlikeliydi.
Gemi tekrar sarsıldı. Ama bu sefer, metal büküldü, çığlık attı. Ayaklarının altındaki zemin yaşlı bir canavarın kemikleri gibi inledi. Hüseyin dengesini kaybedip bir boruya tutundu.
Ve işte o an, her şey koptu.
"SÖYLE ARTIK!" diye haykırdı. Sesi, geminin titreyen gövdesinde yankılandı. Boğazındaki damarlar şişmişti, gözleri öfkeden ve delilik sınırına varan sabırsızlıktan alev almış gibiydi. "NE SAKLIYORSUN? NE BİLİYORSUN?!"
Eylül nefesini tuttu, ama bir şey diyemedi.
Hüseyin’in elleri titriyordu. Bütün vücudu öfke ve hayatta kalma içgüdüsüyle gerilmişti. Sarsıntılar artık rastgele bir deniz öfkesi değildi. Bu, kontrol edilen bir şeydi. Planlıydı.
Gemi yavaş yavaş bir tabut gibi gıcırdayarak suya gömülmeye başlamıştı.
"Benimle oyun oynama, Eylül!" Hüseyin gözlerini kısarak ona yaklaştı. "Bu gemiyi ne taşıyor? Aşağıda ne var?!"
Eylül, sonunda gözlerini kaldırdı. Ama Hüseyin, o bakışta yalnızca çaresizlik gördü.
"Gemi sadece kargo taşımıyor," dedi Eylül. "O içinde—"
Bir patlama sesi duyuldu.
Gemi birden yana yattı. Hüseyin ve Eylül, bir anda yere savruldular. Metalin çığlığı, okyanusun bağırışıyla birleşti. Bir vinç, korkunç bir gıcırtıyla yerinden söküldü ve denize düştü.
Ama Hüseyin artık umurunda değildi.
Tek bildiği şey, bu geminin yanlış olduğu, bu işin yanlış olduğu ve buradan çıkmaları gerektiğiydi.
Bir gölge gözlerinin önünden geçti.
Şeyma’nın sesi—belki zihninde, belki rüzgârda—fısıldadı:
"Hüseyin, şimdi ya öğrenirsin ya da gömülürsün."
Ve Hüseyin, nefesini tutarak, delirmiş gibi tekrar haykırdı:
"NE VAR AŞAĞIDA, EYLÜL!"
Eylül’ün yüzü bembeyazdı. Gemi bir yandan şiddetle sarsılıyor, metalin bükülme sesleri içlerinde tuhaf bir korku yaratıyordu. Hüseyin’in gözleri Eylül’ün yüzündeki tereddüdü yakaladı.
"Ne var aşağıda?!"
Eylül gözlerini kaçırdı. Ama artık saklayacak bir şey yoktu.
"Patlayıcılar," dedi sonunda. "Ama sıradan patlayıcılar değil. Titan Maritime’ın en tehlikeli yüklerinden biri bu gemide."
Hüseyin’in kanı dondu.
"Ne kadar güçlü?"
Eylül, diliyle kuruyan dudaklarını ıslattı. "Bu gemiyi, ve eğer suyun altındaysa... çevresindeki her şeyi yok edecek kadar güçlü."
Hüseyin’in kafasında şimşekler çaktı. Gemi kasıtlı olarak mı sarsılıyordu? Biri bu kargoyu patlatmaya mı çalışıyordu?
"Bizi batırmak istiyorlar," diye fısıldadı. "Kanıt bırakmadan yok etmek istiyorlar."
İşte o anda, gemi bir kez daha sarsıldı.
Ama bu defa… bu, doğal bir dalganın sarsıntısı değildi.
Bir zamanlayıcı çalışıyordu.
Ve süre dolmak üzereydi.
Hüseyin’in göz bebekleri küçüldü, dişleri sıkıldı. Adrenalinin damarlarına pompalandığını hissetti. Patlayıcı. Güçlü bir patlayıcı. Ve sinyal de kesilmişti.
Yani dışarıya haber veremeyeceklerdi.
"Ananı avradını satayım," diye homurdandı, eliyle küpe tutunarak ayakta kalmaya çalıştı. "Bütün Titan'ı havaya uçurmak mı istiyor bunlar? Bunlar manyak mı?! "
Eylül hızlı nefes alıyordu. Ellerini sıkıp açtı, gözleri her zamankinden daha kararlıydı.
"Abi, şimdi sakin ol ve dinle," dedi. "Bu yükü ya etkisiz hale getireceğiz ya da gemiden atacağız."
Hüseyin dişlerini gıcırdattı. "Nasıl atacağız? Eline alıp denize mi atlayacaksın? Burası çay bahçesi değil, Eylül!"
"Hayır," dedi Eylül, elini korkuluklara koyarak nefesini dengelemeye çalıştı. "Konteynerleri denize boşaltan acil tahliye sistemi var. Ama... bir sorun var."
Gemi tekrar sarsıldı. Metalin çığlığı kulaklarını tırmalıyordu.
"Sorun ne?!" diye hırladı Hüseyin.
Eylül gözlerini ona dikti. "Sistem elle devreye girmeli. Aşağı inip bizzat açmalıyız. Ve... muhtemelen sadece biri çıkabilecek."
Hüseyin, o an ona baktı. Yüzüne. O çelik gibi soğukkanlı bakışına. Birkaç saniye, hiçbir şey söylemedi.
Sonra iç geçirdi ve hırıltıyla güldü. "Sen iyi misin lan? Ben varken, o düğmeye senin basacağını mı sanıyorsun?"
Eylül’ün yüzü kasıldı. "Bu emir vermen gereken bir durum değil. Bu işi bilmiyorsun. Aklından bile geçirme! ."
"Aynen," dedi Hüseyin, çatık kaşlarla. "Ben profesyonelim. Ve profesyonel olarak, ben basacağım o düğmeye. Sen çıkacaksın."
Gemi bir kez daha eğildi. Artık zamanları kalmamıştı.
Biri aşağı inip, her şeyi göze alarak düğmeye basacaktı.
Gemi yeniden, bu defa daha şiddetli sarsıldı. Metalin bükülme sesi, adeta bir canavarın bağırtısı gibi kulaklarını doldurdu. Hüseyin küfrederken bir yandan da ayakta durmaya çalışıyordu.
“Ulan bu gemiyi kim sürüyor? Mezardan hortlayan kaptan mı var başında?!”
Eylül, duvara yaslanarak dengesini sağlamaya çalışırken ani bir farkındalıkla irkildi.
“Abi…” sesi ciddileşti. “Burada kimse yok.”
Hüseyin, o an durdu. Kelimelerin beyninde yankılanmasına izin verdi. Sonra başını hızla çevirdi, kamaraya açılan kapıya baktı. Sessizlik… sadece okyanusun ve metalin çığlıkları.
“Nasıl yani?” dedi, gözleri kısılarak.
Eylül ileri doğru adım attı, kaptan köşkünün bulunduğu yöne baktı. Hiçbir telsiz sesi, insan ayak sesi ya da mürettebattan gelen en ufak bir hareket yoktu.
“Bizi bu gemiye getirenler çoktan terk etmiş. Bizi ve bu lanet olası bombayı burada bırakmışlar.”
Gemi bir kez daha yana yattı. Hüseyin dişlerini sıktı.
“ Hay ben böyle işin! O zaman ikimiz de buradan sağ çıkmalıyız. Ben aşağı iniyorum, sen mürettabatı eline alıyorsun!”
Eylül bir adım attı, gözleri buz gibi soğuktu. “Hayır, sen çıkıyorsun.”
“Eylül, saçmalama. O düğmeye ben basacağım.”
“Ve ben de senin kardeşinim,” dedi Eylül sert bir sesle. “Beni böyle bir şeyin içinde bırakabileceğini mi sanıyorsun? Eğer biri aşağı inecekse, bu ben olacağım.”
Hüseyin’in çenesi gerildi. “Eylül, çıkış yolunu bilen benim. Bu bir tartışma konusu değil.”
“Bu tartışma bitmedi,” dedi Eylül gözlerini onun gözlerine kilitleyerek. “Eğer gitmeye kalkarsan, seni ben çıkartırım.”
Gemi bir kez daha sarsıldı. Artık zamanları iyice tükeniyordu.
Ve bu karar onları ya kurtaracak… ya da birlikte ölüme sürükleyecekti.
Şeyma, gözlerini ekrana dikmişti. Boş bir sinyal…
Beyninin derinliklerinde bir çığlık yükseldi. Ama yüzü sabit kaldı.
Karşısında Deniz, Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanları dimdik duruyordu. Üniformalarının soğuk dokusuna işlemiş yılların deneyimi, yüzlerine sert bir ifade kazandırıyordu.
Ve bir adım ötede, Haluk Bey… Babası.
O da konuşmuyordu. Ama gözleri her şeyi söylüyordu.
Hava Kuvvetleri Komutanı, telsiz operatörüne sert bir bakış attı. "Kaç dakikadır bağlantı yok?"
Operatör, yutkunarak ekrandaki verileri inceledi. "On üç dakika, komutanım."
Deniz Kuvvetleri Komutanı, çenesini hafifçe sıktı. "Anlık kesinti mi, yoksa bilinçli mi?"
"Sinyal kesici kullanılmış gibi görünüyor, komutanım. Bu, doğal bir bağlantı kopması değil."
O an, odadaki hava daha da ağırlaştı. Sessizlik bir bıçak gibi battı.
Şeyma’nın içi fokurduyordu. Damarlarında öfke ve endişe yan yana akıyordu. Ama sesini bile yükseltmedi.
Sadece göz kapaklarını bir an kapattı ve içinden bir lanet okudu.
Demir Şahin.
Bunun arkasında onun eli olduğunu biliyordu.
Ama şimdi hesap sorma zamanı değildi.
Deniz Kuvvetleri Komutanı, hiç vakit kaybetmeden emir verdi. "SAT ekibini hazırlayın. Gemiyi bulup durumu tespit edecekler."
"Emredersiniz, komutanım!"
Şeyma’nın yumrukları istemsizce sıkıldı.
Ve gözleri Demir Şahin’i aramaya gitti.
Kendi adamlarını fırtınanın ortasına atıp, şimdi bir köşede saklanıp izliyor muydu? O, bir satranç ustasıydı… Ama Şeyma da piyon olmaya hiç niyetli değildi.
Telefonunu aldı. Derin bir nefes çekti. Ve Demir Şahin’i aradı.
Telefon çalmaya başladı. Ve Şeyma bekledi.
Telefonu kulağına götürdüğünde, avuç içi terlemişti. Öfkeden değil… Bu defa gerçekten korkuyordu. Ama korku bir zayıflık değildi. Onu hareket ettiren şeydi.
Çalıyordu… Bip. Bip. Bip.
Aç şunu, Demir.
Tırnaklarını avuç içine geçirdi. Gemi… Hüseyin… Eylül…
Her saniye, içindeki çıplak sinir uçlarına bir iğne batıyordu.
Sonra, tıklama sesi.
"Şeyma."
Demir’in sesi, her zamanki gibi pürüzsüzdü. Ama içinde garip bir şey vardı. Şeyma, yıllardır her kelimesinin tonlamasını ezbere bilirdi. Ve bu defa…
Endişeliydi.
Ama Şeyma’nın içinden geçen tek şey… öfke oldu.
"Ne halt ettin, Demir?!" diye patladı. "Sakın, ama sakın benden bir bok saklamaya kalkma!"
Demir bir an duraksadı. Şeyma ona bu şekilde konuştuğunda, işlerin gerçekten kötüye gittiğini bilirdi.
"Bana ulaşamıyor musun?" diye sordu Demir, sesi artık gerginleşmişti.
"Sana ulaşamamak mı? Lanet olası Titan Maritime’ın gemisi açık denizde sinyal kesildi! Üzerinde kimse yok! Benim adamlarımın içinde olduğu o gemi!"
Şeyma'nın sesi titredi. Ama korkudan değil. Öfkeden.
Demir derin bir nefes aldı. Ve o an… O da korktu.
"Şeyma," dedi, sesi ciddiydi. "Beni dinle. Bununla hiçbir ilgim yok. Ben de ulaşamıyorum. Tam seni aramak üzereydim."
Şeyma'nın dişleri sıyrıldı. "Yemin et."
Demir sustu. Ama sonra, sessizliğin içinden gelen keskin bir sesle konuştu:
"Yemin ederim, Şeyma. Eğer bunda benim bir parmağım varsa, şimdi buradan çıkıp kafama sıkmaya gel."
Şeyma nefes aldı. İçindeki kasırga hâlâ dinmemişti. Ama şimdi… Başka bir şey vardı.
Demir de endişeliydi.
Ve bu, işleri daha da korkunç hâle getiriyordu.
Kasırganın Gözünde
Şeyma'nın kulaklarında, karargâhın dipten gelen uğultusu yankılanıyordu. Herkes görevini yapıyordu. Emirler sert ve keskin veriliyordu. Ama onun dünyasında, sadece bir adamın sesi vardı.
"Ben hemen oraya geçiyorum."
Demir Şahin’in sesi… O iğrenç sükûneti kaybolmuştu.
Şeyma gözlerini kıstı. Ona güvenemezdi. Ama şu an güvenmek zorundaydı.
Elini masanın kenarına koydu. Nabzı bileğindeki deriyi zorluyordu. Bir an gözleri, babasına kaydı. Haluk Bey, tespihini çevirmeyi bırakmıştı. Yüzü ifadesizdi ama…
Ama Şeyma gördü. Gözlerinde titreyen o küçücük endişe kıvılcımını.
O an, babasıyla göz göze geldiler. Ve Haluk Bey, küçük bir baş selamı verdi.
Şeyma'nın içindeki titreme, bir kaya gibi yere çakıldı.
"Asıl şimdi başlıyoruz." dedi, dişlerinin arasından.
Demir'in sesi kesildi. Sonra, sorusu mermiden hızlı geldi.
"Ne demek bu?"
Şeyma gözlerini yavaşça ekrandaki koordinatlara çevirdi. Geminin sinyali kaybolmadan önceki son konumu…
Ve sonra, bütün planı gözlerinin önüne serildi
Bu gemi, Titan Maritime'ın yasal kargosunu taşıyan bir gemiydi. Resmî olarak hiçbir illegal faaliyeti yoktu. Ama resmî belgeler, görmek isteyenler içindi.
Gerçek?
Geminin içindeki kargo, silah veya patlayıcı olabilir.
Ama daha da önemlisi…
Bu gemi bir yemdi.
Ve Hüseyin ile Eylül de farkında olmadan yemin ortasına sürüklenmişlerdi.
"Sen ve Titan Maritime, bu gemiyi kaç kez kullandınız?" diye sordu Şeyma, sesi artık buz gibiydi.
Demir'in sesi bir bıçak gibi geldi. "Ne ima ediyorsun, Şeyma?"
Şeyma hafifçe başını eğdi. Çünkü her şeyi anlamıştı.
"Bana bak, Demir." dedi, alçak sesle. "Bu bir pusu."
Demir’in sesi anında sertleşti. "Kim tarafından?"
Şeyma elini masaya koydu, parmaklarını sertçe yüzeye bastırdı. "Bilmiyorum." Ama sonra, gözleri kısıldı. "Henüz."
Gemi… İçinde hiçbir mürettebat yoktu. Hüseyin ve Eylül, boş bir gemide mahsur kalmıştı.
Ama asıl mesele, geminin boş olup olmaması değildi.
Asıl mesele…
Gemi, gerçekten kimin elindeydi?
Şeyma'nın kalp atışları düzensizleşmişti, ama yüzüne yansıyan tek şey, buz gibi bir kontrol oldu. Gözlerini haritaya sabitledi. Gemi, Mersin açıklarında, kıyıya tehlikeli derecede yakın bir konumdaydı. Eğer patlama olursa…
Güneydeki ticari rotalar felç olurdu.
Kıyıya vuran dalgalar, yanık metal ve kan kokusu taşırdı.
Ve Hüseyin, o cehennemin tam ortasındaydı.
Bir an başını kaldırdı, odada bulunanlara baktı. Deniz, kara ve hava komutanları. Birbirinden deneyimli, yüzlerce krizi yönetmiş adamlar… Ama hiçbiri onun içinde yükselen fırtınayı bilmiyordu.
Sonra gözleri, masanın ucunda sessizce kendisini izleyen babasına kaydı.
Haluk Bey’in tespihi artık dönmüyordu.
Gözlerindeki o ağır, hesaplayıcı bakışı gördü. Şeyma onun zihninden geçenleri okuyabiliyordu. Babası, şu anki sessizliğiyle bile bir şey söylüyordu.
"Düşün. Öfkeni kullanma. Öfkeni yönlendir."
Şeyma nefesini burnundan yavaşça verdi. Çenesini kaldırdı, bir an gözlerini kapattı. Sonra tekrar açtığında, bakışları bıçak gibi keskindi.
Ama sesi, hâlâ bir kurmay subay disiplinindeydi.
"Bölgede acil bir operasyon gerekebilir. Eğer uygun görürseniz, ben de sahada bulunmak istiyorum."
Odadaki hava sıkıştı. Hiç kimse onu azarlamadı, kimse sorgulamadı. Komutanlar, önce birbirlerine, sonra tekrar ona baktılar.
Ve biri, alçak bir sesle konuştu:
"Tehdit seviyesi nedir?"
Şeyma, koordinatları gösterdi.
"Sinyal kesildi. Mürettebat ortada yok. Eğer gemide patlayıcı varsa, sadece o değil, çevresindeki diğer gemiler de tehlikede. Liman bile zarar görebilir."
Deniz Kuvvetleri Komutanı gözlerini kıstı. "Şüphelendiğin biri var mı?"
Şeyma’nın çenesi sıkıldı.
Vardı.
Ama bunu şimdi söylemek yanlış olurdu.
O yüzden yalnızca, "Birkaç ihtimal var." dedi.
Birkaç saniye boyunca odada kimse konuşmadı. Sonra, Hava Kuvvetleri Komutanı ağır bir nefes aldı.
"Eğer öyleyse, durumu en kısa sürede çözmeliyiz."
Gözlerini Şeyma’ya dikti. Ona izin vermeye hazırdı.
Ama son kararı, masanın başındaki kişi verecekti.
Haluk Bey, sessizce kızına baktı.
Ve Şeyma, babasının onayını içinde hissetti.
Bunu aldığı anda, hiç vakit kaybetmeden harekete geçti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.23k Okunma |
120 Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |