
Olayın olduğu limanda sanki dünya durmuş gibiydi. Rüzgarın sesi, denizin sakin hışırtısı bile duyulmaz olmuştu. Yalnızca, gergin bir bekleyiş vardı. Herkes birbirine bakıyor ama kimse ne yapacağını bilemiyordu. Halk, tedirgin adımlarla sokaklarda koşuyor, elleriyle kafalarını ovuşturuyor, adeta nefeslerini bile tutuyorlardı. İçeri giren tek kişi Hüseyin’di ve onun tek başına nelerle karşılaşacağına dair kimsenin bir fikri yoktu. Bekleyişin her anı, kaybetme korkusuyla birleşiyor, her saniye bir felaketi müjdeliyordu. Ya gemi patlarsa? Ya içinde birileri varsa ve zaman daralıyorsa?
Limanda bir panik havası vardı. Arka planda deniz kuvvetleri, sahil güvenlik, kara kuvvetleri, jandarma, sağlık ekipleri... Hepsi oradaydı, hepsi birden bu korkunç olayın çözülmesi için bekliyordu. Fakat kimse, bu olağanüstü durumda nasıl hareket etmesi gerektiğini tam olarak bilmiyordu. Herkes birbirini kolluyor ama kimse kimseye güvenemiyordu. Ve bir tek Hüseyin vardı, içeride, karanlıkta, belki de tek başına ölümle burun buruna.
Göktuğ, limanda telaşla koşan ve bir o kadar da kararlı gözleriyle Eylül’ü alıp geminin üst katından aşağıya indiriyordu. Demir ve Selin, sanki dünyadaki her şey durmuşçasına aceleyle ona doğru koşuyorlardı. Eylül, bir anda babasına sarıldı. Telaşla ağlayarak, "Baba! Baba! Abim içerde! Oradan çıkamaz! Lütfen kurtar onu!" diye bağırdı. Sesinin titremesi, her kelimeyi bir bıçak gibi kesiyordu.
Selin, durumu kavrayamamış bir şekilde, korku ve şaşkınlık içinde, "Ne?!" diye haykırdı. Her bir saniye, bir başka kabus gibiydi. Eylül’ün başı kanlar içindeydi, ama o acı, yüreğini dehşetle yaralıyordu. Arda nerede? Herkesin kafasında aynı soru. "Arda nerede?" diye sordu Eylül, gözleri donmuş bir şekilde.
Demir, gözlerindeki öfkeyi ve korkuyu gizlemeye çalışarak Selin'e dönüp "Senin yanında değil mi?" dedi. Ama Selin, titreyerek "Hayır," diye yanıtladı. O an her şey yıkıldı, her şey alt üst oldu. Arda da içerideydi, demek ki. Demir ve Selin’in kalp atışları hızlandı, korku yüzlerine yansıdı, her saniye başka bir umutsuzluğu beraberinde getiriyordu.
Ve o an, Şeyma, Haluk ve Binbaşı olay yerine geldiler. Şeyma, bir asker soğukkanlılığıyla oradaydı, ama gözleri donmuştu. Ne yapacağını bilmiyordu. Gözleri, sadece olayın büyüklüğünü fark etmişti, bu, ona ait bir alan değildi. Kendini ortaya atmaktan kaçınıyor, olayı karmaşıklaştırmamak için her bir adımı dikkatle atıyordu. Ama o an, Eylül’ün yaralandığını görmedi, o an ne kadar elini ayağını bağlasalar da, her şey bir çıkmaza girmişti.
Şeyma, birdenbire Eylül’ün yakasına yapıştı, gözleri ateşle yanıyordu. “Aptal! Aptal sürüleri! Ben sana demedim mi onu yalnız bırakma! Nasıl olur da geminin boşaldığını fark etmezsiniz! Size verdiğim telsizler nerede!” diye bağırırken, Eylül’ün gözlerinden yaşlar süzüldü. O, sadece bir çocuğa benziyordu, ama Şeyma'nın gözlerindeki öfke bir orduyu bile yenebilecek kadar büyüktü. Eylül’ün tek cevabı gözyaşlarıydı. Her şeyin suçlusu kendisi gibiydi.
Haluk, gözleri kısılmış şekilde Eylül’ü kenara çekmeye çalıştı, ama Şeyma bir an bile durmadı. Öfkeyle Eylül’ü itip kenara fırlatırken, bu kez Demir'in gözlerinde bir alev vardı. Şeyma, Demir’in karşısına çıktı ve hiçbir şey umursamadan, kudretini göstererek, yüzüne bir tokat indirdi. O tokat, Demir’in geçmişindeki yaralı hatıraları uyandıran bir çığlık gibiydi. Ardından, bir tükürük, tam olarak o kaybolmuş hayalleri üzerine damladı.
"Sığır herif! Gözünün önündekini göremeyen herif! Ne oldu hah! Ne oldu! Hani oğlunu korurdun! Ha onu koymuşsun oraya, ha beni!" Şeyma, her kelimesiyle Demir’in kalbini paramparça etti. Onunla, bütün bu dünya arasında bir boşluk vardı. “Hani nerde planın? Gördün mü bak? Bir halta yaradımı aptal herif!” Demir, kelimelerin acısını hissediyordu ama cevap veremedi. Şeyma, devam etti: “Ne biçim ailesiniz be! Bu kadar mı bağlarınız kopuk olur! Arda’nın içerde olduğundan bile haberin yok!”
Her kelime bir bıçak gibi etrafını sararken, Şeyma, Demir’in göğsüne defalarca vurdu. “Ne oldu, haşmetli Demir! Bu sefer gücün yetmedi mi?!” Baş parmağını Demir’in göğsüne vururken, Şeyma’nın içindeki öfke bir volkan gibi patlamak üzereydi. "Eğer ona bir şey olsun, seni gebertirim Demir! Senin elimden kimse alamaz! Hayatıma mal olsa bile!"
Demir, o an sadece bir baba gibi hissediyordu. Bir baba, her şeyin önünde. Ama her şeyin sonunda, iki evladının da içinde olduğu bir felakete karşı ne yapacağını bilemiyordu. Yalnızca zamanla yarışıyordu ve Şeyma'nın gözlerinden akan öfkenin içindeki boşluğu hissetti. O boşluk, kaybolmuş bir umut gibiydi.
Karanlık…
Her şeyin başladığı yer, her şeyin biteceği yere benzerdi bazen. O karanlıkta, insanın kendi kalbi bile başkasına ait gibi atardı. Hüseyin’in bilinciyle bilinçsizliği arasındaki o ince çizgide, sanki zaman bükülmüş, gerçeklik yerinden kaymıştı. Kulaklarında boğuk bir uğultu, gözkapaklarının ardında kıvranan puslu gölgeler vardı. Ama en çok da göğsünde bir ağırlık… Nefes alırken ciğerlerini delen bir şey… Demir gibi sert, ölüm gibi soğuk.
Açmaya çalıştığı gözleri itaat etmiyordu. O an anladı; yaşam bazen sadece nefes almak değil, o nefesi hak edebilmekti. Bilinç perdesi aralanırken burnuna dolan mazot kokusu ciğerlerini yaktı. Paslanmış metalin keskin kokusu, nemli ve ağır bir hava… Geminin bağırsaklarındaydı sanki. Öyle derin, öyle kuytu bir yerde ki, bir insan burada yalnızca iki sebepten bulunurdu: Ya ölmek için, ya öldürmek için.
Hafifçe kıpırdanmaya çalıştı ama vücudu isyan etti. Her kası yanıyordu. Elini kaldırdı, alnına uzandı; parmaklarına bulaşan yapışkan sıvının sıcaklığı, zihnini bir kılıç gibi kesti. Kan… Kimdi bu halde olan? Kendisi mi? Başkası mı? Hatırlamıyordu.
Sonra o sesi duydu.
İnsanı hayata döndüren bazı sesler vardır. Anne sesi gibi; eve dönüş gibi… Ama bu ses başka bir şeydi. Acemi ama cesur, korkmuş ama dimdik… Genç bir çocuk sesi:
“Abi!”
İlk başta halüsinasyon sandı. Yorgun zihninin bir oyunu… Ama hayır. Ses, tekrar yankılandı, daha net, daha çaresiz. Karanlığın içinden bir adım sesi, ardından hızla gelen bir siluet belirdi. Kalbi duracak gibi oldu. Arda. Koca dünyada korumak için var olduğu tek varlık. O burada ne arıyordu? Bu cehennemin içinde nasıl olurdu da onun kardeşi olurdu?
"Ne yapıyorsun sen burada, çık git buradan!" diye bağırdı Hüseyin, sesi çatallaşmış, öfkesi çaresizliğe karışmıştı. Ama Arda, bir kaya gibi yerinden oynamıyordu.
“Git dedim sana, Arda! Çık git buradan! Bu işin şakası yok!”
Ama Arda… Ah, o çocuk… Kalbinin en kırılgan köşesinde sakladığı, kanından kan, canından can… Gözleri yaşarmış ama duruşu sarsılmazdı. Sanki bütün gemiyi sırtında taşıyordu da kılını kıpırdatmadan ilerliyordu. İnsan bazen ya korkusuz olur ya da sevdiklerinden korkmayı bırakır. Arda, ikincisini seçmişti.
"Sen benim abimsin!" diye bağırdı, sesi bir bıçak gibi keskin ve titrek. “Sana bir şey olursa, ben ne yaparım? Çık git diyorsun, ama sen olmazsan ben neyim ki abi? Yalnız kalamam! Sana bir şey olursa ben yaşayamam!”
Hüseyin’in kalbine bıçak saplanmış gibi hissetti. O cümle… O itiraf… "Sen olmazsan ben neyim?" Kaç gece bu çocuğun başında durup gizlice onun uykuya daldığı anı beklemişti? Kaç kere “Sen bensin, ben de sen,” diye içinden geçirmişti de bir kez bile dile getirememişti? Oysa şimdi, o çocuk karanlığın içinde, ölümün eşiğinde, korkusunu ayaklarının altına alıp ona tutunuyordu.
Hüseyin, dişlerini sıkarak kalkmaya çalıştı. “İnatçı herif!” diye homurdandı. Ama ne yapsa nafile, vücudu taş kesilmişti. Kardeşinin adımlarını duyunca içini bir korku sardı. Bu karanlık yerde, bu canavar gibi metalin içinde Arda’nın ne işi vardı? Ölümün soğuk nefesi etraflarını sarmışken, bir çocuğun burada olmaması gerekirdi. Ama Arda, bir çocuk değildi artık. Kardeşti. Kan bağıydı.
O sırada geminin alt katında bir patlama sesi yankılandı. Yer sarsıldı, duvarlar inledi. Arda sendeleyip yere düştü ama hemen kalktı. Gözlerindeki kararlılık, gemiyi havaya uçurabilecek kadar güçlüydü.
"Buradan beraber çıkacağız abi!" dedi, dişlerinin arasından, neredeyse yemin eder gibi. “Bırakmam seni. Ne olursa olsun!”
Hüseyin’in gözleri doldu, ama gözyaşları dökülmedi. Çünkü erkekler bazı yaşları gözlerinden değil, kalplerinden dökerdi. Bir şeyler yapmak zorundaydı, bir şeyler yapmalıydı. Kardeşini korumalıydı. Ama ne? O halde, o güçsüzlükle ne yapabilirdi?
Kulağına bir ses geldi o sırada; belki bir siren sesi, belki de kendi vicdanının yankısı. Ama kesin olan bir şey vardı: Bu karanlıktan ya birlikte çıkacaklardı, ya da hiçbir zaman çıkamayacaklardı.
İnsan bazen bir gemide değil, kendi içinde batardı. Ama o gün, Hüseyin batmayacaktı. Çünkü kardeşi ona tutunmuştu. Kardeşi, ışığı getirmişti. Bu cehennemde yalnız değildi artık.
Ve işte, tam o anda… Beklenmedik bir şey oldu.
Limanın kıyısında zaman durmuştu.
İnsan kalbinin attığı her saniye, burada başka türlü akıyordu. Deniz, geceyi sarmalayan soğuk bir ölüm gibi karanlıktı. Dalga sesleri bile susmuştu; yalnızca patlamaya hazır, canavara dönüşmüş bir gemi ve içinde iki oğul…
Demir Şahin, omuzlarında dünyanın ağırlığını taşıyan bir adam gibi duruyordu. Ama o an… O an bir babaydı. Ne Titan Maritime’ın kudreti, ne elinde tuttuğu güç umurundaydı. Kalbinde çırpınan tek bir şey vardı: Evlat. İnsanın canını bir kere kanından kopardın mı, hiçbir kudret yerini dolduramazdı. Bunu şimdi değil, yıllar önce anlamıştı. Yitip giden oğlunu düşününce bir an sendeledi. Arda… Hüseyin… İkisinin adı zihninde yankılandı. Aynı kaderi bir daha yaşamayacaktı. Yaşayamazdı.
Dizlerinin önünde, soğuk betona aldırmadan sarılmış iki kadın… Selin’in soluğu titriyordu, sesi bir annenin bütün çaresizliğiyle çatallandı.
“Kurtar onları, Demir! Ne olur… Ne olursun!”
Eylül, kan içindeki başını kaldırdı. Yüzünün bir yanı mosmordu ama gözlerinde yalnızca korku vardı. Çocuktu daha, ama bir kardeşin en büyük yükünü omuzlamıştı. Babasına sarıldı, sanki o koca adamın içinde hâlâ bir umut kırıntısı bulmak istercesine.
“Baba… Abim, Arda ölecek!”
Demir, dişlerini öyle bir sıktı ki çenesinde damarlar belirginleşti. Bir baba, evladının korkusuna yenik düşemezdi. Gözlerini kapadı, sadece bir anlığına. O an, bütün hayatı gözlerinin önünden geçti. Hataları, pişmanlıkları… Ve Haluk’un sesi… İnsanı en çok dostlarının gerçeği yaralardı.
“Vazgeç bu kinden, Demir. Korkunun hükmetmesine izin verme. Ya bir gün çok geç olursa?”
O gün işte bugün müydü? Haluk’a döndü. O da oradaydı. Yılların dostu… Onu en iyi tanıyan adam. Göz göze geldiklerinde, Haluk başını hafifçe yana eğdi. “Oğullarımızı kurtaracağız, Demir. Birlikte.” dedi sessizce.
O anda, insanın yüreğini bıçak gibi kesen o gerçekle yüzleşti Demir: Bir baba, başka hiçbir şey için değil ama evladı için imkânsızı bile denerdi.
Birden ayağa kalktı, omuzlarını silkti ve yıllardır taşımaya alıştığı o sert, sarsılmaz ifadesini takındı. Titan Maritime’ın CEO’su, dünyanın en güçlü adamı olsa ne fayda… Evladına yetişemezse, neye yarardı?
Kulağındaki telsizi çekip aldı. Sesi çelik gibi keskin, karanlık gibi ağırdı:
“Bu gemi benim. Mühendis ekibiyle iletişime geçin. Alt katın hidrolik sistemine hemen erişim istiyorum.”
Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Kararlılığı ayak seslerine vurdu. Haluk peşinden geldi. Dost, dostun yanında dururdu böyle zamanlarda.
Göktuğ bir köşede durmuş, Şeyma’yı durdurmaya çalıştığını anlatıyordu. Nefes nefese konuşuyordu ama sesi titremiyordu:
“Yüzbaşım… Gelmemesi için çok uğraştım. Ama dinletemedim. Farklı bir yol arıyor.”
Demir’in gözleri kısıldı. Şeyma… Tabii ya. O kadın vazgeçmezdi. Başka bir yol bulurdu. Ama bu işin çözümü burada, bu limanda olmalıydı. Bir baba, kendi evladını başkasına emanet etmezdi. Haluk sonra omzuna döndü:
“Sen bu işin mekanik kısmını bilirsin,” dedi, sesi taş gibi sertti. “Alt bölmelerdeki basınç dengesini nasıl sağlarız?”
Demir bir an düşündü. O eski mühendislik günleri… Zihinleri birleştiğinde, imkânsız dediğin şey yalnızca bir mühendislik hatasından ibaretti.
“Gemi fazla yükle basınç dengesini kaybetmiş. Hidrolik devreleri kontrol edebilirsek, ana valfi kapatıp patlamayı durdurabiliriz,” diye mırıldandı Demir, gözleri hızla bir çözüm arıyordu.
Demir hemen telsize sarıldı. Titan Maritime ekibini aradı. Sesi öyle keskin, öyle katiydi ki kimse soru sormadı. “Ana hatlardaki hidrolik pompalara erişim sağlayın. Valfi manuel devreye alın! Eğer gecikirseniz, bu limanı denize gömerim.”
Göktuğ hemen atıldı, SAT eğitimi almış bir adam gibi soğukkanlıydı:
“Ben dalarım. Alt bölmelere ulaşabilirim.”
Demir başını salladı ama gözlerinde tek bir ifade vardı: Zaman daralıyor.
Haluk’un parmakları titrerken telsizdeki çizimleri inceliyordu. Tahmin ederek mırıldandı:
“Yedek hidrolik hatları… Oradan basıncı dengelersek, gemiyi stabilize edebiliriz. Ama valf sıkışırsa, başka yol yok.”
“Başka yolu yoksa,” diye kesti Demir, “o valfi bizzat açarım.”
Çünkü bir baba için durmak yoktu. Çünkü bir baba, evladının canı için her şeyi göze alırdı.
O an limanın üzerinde sadece geminin sarsıntısı değil, iki babanın yükü de asılıydı. Birlikteydiler. Tıpkı eskisi gibi… Ama bu kez konu intikam ya da güç değildi. Bu kez mesele, evlattı.
Ve Demir, eski Demir olmasa da… Hâlâ bir baba olduğunu hatırlamıştı.
Liman, nefesini tutmuştu.
Her şey öyle bir sessizliğe bürünmüştü ki, denizin kesik kesik çarpan dalgaları bile bu sessizliğe saygı gösteriyordu. Göktuğ, gözlerini gemiye dikmişti; içindeki hareketlilik gözünden kaçmamıştı. İşte o an adımını attı, ne olursa olsun geri dönmeyecekti. Ama önce bir şey yapmalıydı.
“Bu planı komutanlara bildirmeniz gerek,” dedi Demir’e dönerek. Sesi bir SAT komandosu gibi soğukkanlı ama içinde bir ağabeyin tedirginliğini barındırıyordu. “Bu işin sonu belirsiz. Eğer yanlış giderse, geride bir şey bırakmamış olmayalım.”
Demir’in kaşları çatıldı ama hak verdi. Bu işin bedeli vardı. Ya kaybederlerdi ya da kazanırlardı—başka bir ihtimal yoktu. Hemen telsizi eline alıp, durumu karargahtaki ekibe aktardı. Haluk başını kaldırdı, gözleri bir anlığına Göktuğ’a kaydı. Oğullarını kaybetmiş iki adam gibi değil de, evlatlarına siper olan babalar gibi duruyorlardı artık.
Tam o sırada, Haluk gözleriyle Şeyma’yı aradı. Onu sakinleştirmek lazımdı. Çünkü biliyordu: O kız, yüreğinde ateş taşırdı. Ama ateşin de sönmesi gereken bir an vardı.
Şeyma, elinde titreyen telsizle biraz ötede durmuş, gözlerini gemiden alamıyordu. Her saniye, onun için bir ömür kadar ağırdı. Haluk yanına sokulup, yumuşak ama otoriter bir sesle konuştu:
“Şeyma… Kendini suçlama. Biz onları çıkaracağız. Ama senin de ayakta kalman lazım. Eğer çökersen, hepimiz çökeriz.”
Şeyma başını çevirdi. Gözleri buğuluydu ama sesi hâlâ çeliktendi:
“Onları yalnız bırakmam. Hüseyin’i oradan almadan gitmem.”
“Ve alacağız,” dedi Haluk, gözlerinde baba olmanın binlerce tonluk ağırlığı vardı. “Ama biz buradayken senin yapman gereken başka bir şey olabilir. Bizi dinle, kızım.”
Tam o anda, geminin sarsıntısı kesildi. Bir anlık bir sessizlik… Sanki patlamak için nefesini tutmuş bir dev gibi, o ölümcül titreşim durmuştu.
Haluk, hemen durumu kavradı. Gözlerinde bir ışık belirdi.
“Başardık,” diye fısıldadı. “Demir… Hattı stabilize etti!”
Limanın üzerinde uğursuz bir sessizlik vardı artık. Deniz, pusuda bekleyen bir avcı gibi kıpırtısızdı. Göktuğ, geminin alt bölmelerine inmişti. Demir ve Haluk birlikte valfleri kontrol ediyor, her adımda biraz daha yaklaşan felaketi önlemeye çalışıyordu.
Ama bazı şeyler, insanın ellerinden kayıp giderdi. Ne kadar çabalarsa çabalasın…
O an geldiğinde, herkes aynı anda hissetti. Önce bir uğultu… Sonra derinlerden gelen, kemikleri sızlatan bir titreme…
Ve sonra—
Bütün limanı sarsan, geceyi yırtan delici bir patlama.
Alevler, denizi kızıla boyadı. Metalin kulak tırmalayan çığlığı, havayı parçaladı. İnsan sesleri sustu. Ve gemi… O devasa, çelikten yapı, parçalanarak ikiye ayrıldı.
Hüseyin ve Arda…
Çıkmadan.
•••••••••••••
Geminin içi, artık sadece bir ölüm sessizliğiyle yankılanıyordu. Alevlerin yükseldiği, metalin titrediği bu karanlıkta, sanki her şey birer anlık rüyaydı. Hüseyin, Arda'yı yanına alarak, daracık koridorda ilerlemeye çalışıyordu. Adımlarını dikkatle attı, her bir hareketinde zemin sanki kayıyormuş gibi bir hissiyat vardı. Bir an, Arda’nın bilinçsiz vücudunun ağır ağırlığıyla hızla ilerlemek neredeyse imkansız gibi görünse de Hüseyin pes etmeye niyetli değildi. Her adım, onun bedenine işkence gibi gelse de, bir güç vardı ki, onu hayatta tutuyor; sevgisi, koruma içgüdüsü, ve ardında bekleyen şeyler...
Bir anda, güçlü bir patlama sesiyle dengesini kaybetti. Ayakları kayarken, neredeyse yere düşecekti, ama hemen kendini toparladı. Arda'nın vücudu, her sarsıntıda daha da ağırlaşıyor, fakat Hüseyin'in yüreği, bir babanın çocuğunu koruma arzusuyla doluyordu.
"Arda! Arda, uyan! Uyanman lazım!" Hüseyin, sesini yükselterek, Arda’nın kafasını iki elinin arasına aldı. Yüzü, ölümün eşiğindeki bir insanınki gibi bembeyazdı. Arda'nın nefes alıp vermesi zorlaşmıştı. Bir an için gözleri açıldığında, Hüseyin, ona nazikçe gülümsedi.
"Her şey yolunda, genç adam," dedi, ama içindeki korkuyu bastırmak için sesini titretmemeye çalıştı. Ama gözlerinde, Arda'yı bir daha kaybetme korkusunu görebilirdi.
Geminin içi, şimdi sadece patlamaların ve alevlerin sesleriyle doluyordu. Hüseyin, bir anlık tereddütle, geri dönüp başka bir yolu denemek için yola koyuldu. Ama nereye gitse, çıkışa yaklaşmanın zorluğu ve felaketten kaçma şansı azalıyordu. Düşünceleri birbirine karıştı. Bir yanda Arda'nın vücudu, diğer yanda ise patlayan motorlar ve devrilmiş makineler vardı. Gemi öyle bir sarsılıyordu ki, ayakta durmak zorlaşıyordu.
"Bir dakika daha, Arda," diye mırıldandı. "Bir dakika daha dayan."
Birkaç adım attıktan sonra, birden ışıklar söndü. Sadece duman, alev ve titreyen metal kalmıştı. Artık bir şey yapması gerekiyordu. Yavaşça Arda’yı yere yatırıp, çevresine göz attı. Sadece birkaç metre ileride, yangın söndürücülerin ve kurtarma ekiplerinin bulunduğu bir çıkış vardı. Ama o çıkışı geçebilmek için her şeyin son bir hamlede başarılmasına bağlıydı.
"İyi misin?" diye sordu, Arda’nın yüzüne bakarak. Bu kez Arda, bir an için gözlerini açtı. “Abi…” diye mırıldandı, ama sesi kısık ve zayıftı.
Hüseyin, Arda'nın ellerini kavrayarak, onu kendine doğru çekti. Bütün gücünü kullanarak, adım adım ilerledi. Bir adım daha... ve bir adım daha. O anda, hiç beklenmedik bir patlama daha gerçekleşti. Metalin keskin bir şekilde bükülmesiyle yer sarsıldı. Ancak Hüseyin, Arda’yı yıkılmadan taşıyarak bir çıkışa yöneldi. Kalbi hızla çarparken, gözleri ileriye odaklanmıştı. Dışarıda, yaşamın ve ölümün savaşı devam ediyordu, ama o bir şeyi biliyordu; Arda’yı bir şekilde hayatta tutmalıydı.
Sonunda, yolun sonuna geldiler. Gemi, içindeki tüm enerjisini, son gücünü kullanarak son bir çığlık attı. Ve hemen ardından, Kartal Timi, sahil güvenliği ve sağlık ekipleri bir anda sahneye girdi. Göktuğ, Furkan ve Mustafa hemen kollarını açarak, Arda’yı Hüseyin’den aldı. Arda'nın bilinci gittikçe daha da kayboluyordu.
Bir anlık bir boşlukta, Hüseyin gözlerini kapadı. Ama ne kadar yorulursa yorulsun, başını kaldırdı ve etrafındaki kurtarma ekiplerine bir işaret verdi. “Hadi… onu sağ salim dışarı çıkarın,” dedi, sesi hala titreyordu. Fakat bir kararlılık vardı. Herkesin kaderi birbirine bağlıydı. Hüseyin’in son bir umutla çıkardığı çığlık, hiç durmayan bir mücadeleyi simgeliyordu.
Hüseyin, bir anlık gözlerini Arda’dan ayırıp dışarıdaki patlayan yangına ve felakete odaklandı. Zihninde, hayatla ölüm arasındaki ince çizgide, her şeyin çok daha ağır olduğunu hissediyordu. Ama o, buradaydı. Ve hala mücadele ediyordu.
“Onu sağ salim çıkarın...” dedi Hüseyin, sesi çatlak bir niyet duası gibi süzüldü dudaklarından. Göğsü inip kalkıyor, ama içindeki yorgunluk kelimelere bile ağırlık yapıyordu. Gözleri yarı kapalıydı, ama hâlâ etrafındaki her şeyi görmeye, herkesi hatırlamaya yetecek kadar açık... Çünkü insan, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide sadece sevdiklerini sayar, nefes değil.
Az sonra limanın taş zemini, siren sesleriyle birlikte kalabalık adımların gölgesinde kaldı. Ambulansların beyaz ışığı, kanın kızıllığıyla dans ederken, birer hayalet gibi belirdiler: Selin, Demir, Eylül... Kimi kalbiyle koştu, kimi gözleriyle. Arda’nın taşındığı sedye, neredeyse zamanla yarışıyor gibiydi.
Selin, oğlunu görünce dizleri çözülmüş bir dua gibi yere düştü. Boğazından çıkan hıçkırık, annenin evlat nefesine sarılan en eski duasıydı. Dudakları kıpırdadı, ama hiçbir kelime anlam kazanamadı. Sadece gözyaşları konuştu, onlar da sel olup Arda'nın gidişini uğurladı.
Eylül bir adım geride durmuş, ağabeyinin solgun yüzüne bakıyordu. Gözleriyle konuştu, sesi yoktu ama pişmanlık alnına yazılmıştı. Sinsice gecikmiş bir “özür” gibi süzüldü sözleri:
“Abi… özür dilerim. Seni bırakmamalıydım.”
Hüseyin, gözlerini yavaşça kırptı. Ne bir suçlama ne de bir sitem… Sadece yorgun bir gülümsemeydi verdiği cevap. Eylül ona sarılmak istercesine adım attı. Fakat Hüseyin, titrek bir hareketle elini kaldırdı; yarı baygın ama hâlâ kararlıydı.
"İyiyim ben... Arda'nın yanında kal."
Sesi, içinden geçen fırtınalara rağmen dingindi. Sanki yıllarca abi olmuş değil de, yıllarca baba olmuş gibiydi.
Eylül, gözlerinden akan yaşlara rağmen başını öne eğdi, sedyeye yönelip kardeşinin yanına bindi. Ambulans kapandığında, Hüseyin’in gözleri hâlâ onların üzerindeydi. Gözlerini bu defa Selin'e ve Demir’e çevirdi. Üçünün arasında kısa ama yüklü bir sessizlik asılı kaldı. Fakat ne Selin’in gözleri ne de Demir’in varlığı bir anlam ifade etti Hüseyin için. O an, tüm o yaşanmışlıklar bir sis gibi geriye çekildi.
Sonra, gözleri bir başka tanıdığa ilişti. Haluk.
Aralarında mesafeler değil, yılların ördüğü sağlam bir anlayış vardı. Hüseyin hafifçe gülümsedi. Haluk, gözlerini kısmış, sanki savaş meydanında evladının dönüşünü izler gibi bakıyordu. Elini kalbine götürdü, içini çeken bir sesle:
“Valla bizi bir gün kalpten götüreceksin evlat,” dedi.
Hüseyin, yorgun ama içten bir gülümsemeyle başını eğdi.
Tam o anda, rüzgâr yön değiştirdi. Kalabalığın içinden yükselen bir çığlık, Hüseyin’in kanını damarlarından söküp aldı. Çünkü o ses, sıradan bir çığlık değildi. Adını kalbine kazıdığı kadının, Şeyma’nın sesiydi bu.
“HÜSEYİN!”
O ismi öyle bir çağırdı ki, dünya bile susmayı tercih etti.
Şeyma, dizlerinin bağı çözülmüş halde geldi, dizleri sarsıldı ama durmadı. Kollarıyla Hüseyin’e sarıldığında, sanki koca bir gemiyi enkazdan değil de, kalbini cehennemden çıkarıyordu. Hüseyin’in elleri, refleks gibi Şeyma'nın beline dolandı. Burnunu, tanıdığı o keskin metal ve barut kokusuna yasladı. Onun kokusu, hayatın kaldığı yerdi. O kokudan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.
Şeyma gözlerini onunkilere dikti. Panik içindeydi. Elleriyle onun yüzünü, omzunu, boynunu yokladı. Her hareketinde, içindeki korku büyüyordu. Ve sonra, eli enseye geldiğinde...
Bir sıcaklık.
Yavaşça parmaklarına bulaşan koyu, pıhtılı kan.
Gözleri büyüdü, nefesi kesildi.
“Şeyma... şşş... iyiyim ben,” dedi Hüseyin, dudak kenarına yorgun ama sinsi bir gülümseme yerleştirerek. “Gözyaşına değil... sana ihtiyacım var.”
Şeyma, dolu gözlerle bir şey diyemedi. Ağzı açık kaldı ama yutkundu. Hüseyin birden sendeledi, başı Şeyma’nın omzuna düştü. O an dünya durmuştu.
“Yanımda kal,” dedi.
Elini sıktı, bir koluyla onu dimdik tuttu.
“Buradayım,” dedi, sesi artık ağlamaktan değil, direnmekten titriyordu.
“Her zaman yanındayım.”
Sonra omuzlarından içeriye giren görev bilinciyle doğruldu. Yüzündeki sevda silindi, yerini komutan soğukluğu aldı:
“Mustafa!”
Bir yıldırım gibi düştü adı.
Mustafa ve Fırat, zaten tetikte bekliyorlardı. Şeyma’nın sesi, kurşun gibi emir verdi. Hemen koştular, Hüseyin’i omzundan aldılar. Sedyeye yatırdılar. Selin hemen Arda’nın yanına koştu, iki evladı arasında parçalanan kalbiyle.
Şeyma, gözlerini bir an sedyeden ayırıp, yanan gemiye çevirdi. Denizin ortasındaki cehennem, hâlâ canlıydı. Alevlerin dansı, gözlerine yansıdı. O ışıkta gözleri bir başka noktaya kaydı: Demir Şahin.
İki çift göz çarpıştı.
Güneş, ikisinin de yüzünü aynı kızıllıkla yıkıyordu ama kalpleri farklı ateşlerde yanıyordu.
Şeyma, gözlerini kıstı.
“Bu iş burada bitmedi.”
Ve gerçekten... hiçbir şey bitmemişti.
Limandaki kargaşa, ambulanslar uzaklaştıkça ağır ağır dağılırken, sirenlerin sesi yerini tuz kokan bir sessizliğe bıraktı. Şeyma, göz ucuyla kalabalığı tararken bir hareket, kalbinin ritmini bir anda değiştirdi. Geminin gölgesinde, konteynerlerin kenarında bir siluet... Kapüşonlu, yüzü maskeyle örtülmüş bir adam. Sanki olayların içinde değil, dışında bir figür gibi... İzliyordu. Bilerek, dikkatle, hedef belirler gibi.
Adamın yüzüne gölge düşmüş, ama duruşu tehditkârdı. Sonra bir adım geri çekildi. Bir daha... ve gözden kayboldu.
Şeyma çaktırmadı. Gözlerini Haluk’tan ayırmadan, sakin ama net bir sesle konuştu:
"Baba... siz gidin. Ben de hemen arkanızdan geliyorum."
Haluk şüpheyle baktıysa da bir şey demedi. Yorgunlukla başını sallayıp uzaklaştı. Şeyma, kalabalıktan sıyrılıp limanın derinliklerine, konteynerlerin arasında başlayan soğuk ve sessiz yola adım attı.
Ayak seslerini kısmıştı. Adamın izini kaybettiğini düşünmesini istiyordu. Çevresi metal duvarlarla çevrili bir labirent gibiydi. Her konteynerin kenarına yaklaşırken dikkatlice kulağını veriyor, gölgeleri izliyordu. Limanda çalışan iş makineleri çoktan susturulmuştu. Rüzgâr bile ses çıkarmıyordu sanki.
Adam birden durdu. Şeyma hemen yandaki konteynerin arkasına sığındı. Nefesini tuttu. Adam geri dönüp bakmadı ama tereddütle etrafı süzdü. Ardından bir anda koşmaya başladı.
Risk alarak peşinden gitmek yerine başka bir rota çizdi. Bu limanın krokisini daha ilk görev gününde ezberlemişti. Bu dar geçitlerin nereye açıldığını, hangi konteynerin gölge sunduğunu, hangisinin ses yansıtacağını biliyordu. Adamın koştuğu istikametteki çıkışın diğer yanına geçmek için ters yönden ilerledi. Dizlerinin üstünde süründüğü oldu, sırtını sıyıran paslı demirlere aldırmadı. Hesap ettiği gibi, adam kısa sürede büyük boşluğa çıkan alana vardı.
Gökyüzü kızıllığın yerini lacivertin en koyu tonuna bırakırken, konteynerler arasında bir açık alan... Adam nefes nefese arkasına baktı. Takip edilmediğinden emin gibiydi. Tam dönecekken, karşısında biri belirdi.
Şeyma.
Ayakta, dimdik. Gözleri karanlıkta bile parlıyordu. Adam irkildi. Tam geri çekilecekken, Şeyma konteynerin köşesinden ayağıyla sertçe zıplayıp önüne indi. Toprak hafifçe sarsıldı.
Adam ilk başta saldırmadı. Şeyma’nın da eli silahına gitmedi. Sanki ikisi de birbirini tartıyordu. Ama bu denge, kısa sürdü. Adamın elinde bir bıçak parladı. Gümüş gibi, soğuk ve ölümcül.
İlk hamleyi adam yaptı. Bıçağı alttan savurarak Şeyma’nın kaburgasına doğru ilerletti. Şeyma vücudunu sağa kırarak darbeden sıyrıldı, adamın bileğini yakalayarak yere bastırmak istedi. Adam, güçlüydü. Bileği çevirdi, Şeyma’yı iterek geri attı. Ama Şeyma yere düşerken takla atarak toparlandı, hızla dizlerinin üstünden kalktı.
Aralarındaki mesafe kısa. Şeyma, bu kez sola hamle yaparak adamın sağ yanına geçti. Dirseğiyle adamın böğrüne vurdu. Adamın soluğu kesildi ama bıçağı bırakmadı. Şeyma’nın karnına diz atmak isterken Şeyma geri çekildi, sonra iki eliyle adamın bileğini kavrayarak bıçağı yukarıya itti.
Bir anlık güç savaşı...
Şeyma dizini adamın dizine bastırarak dengeyi bozdu. Adam diz çökerken, Şeyma dizini adamın sırtına dayayıp onu yere bastırdı. Bıçak elinden fırladı, metal zeminde takırdayarak uzaklaştı. Adam öfkeyle bağırdı ama Şeyma bir an bile tereddüt etmedi. Dizini omzuna bastırıp, hızla maskeye uzandı.
Ve yüz ortaya çıktı.
Zaman durdu.
Bir anlığına sadece rüzgârın uğultusu kaldı. Şeyma’nın gözleri büyüdü, soluğu boğazına düğümlendi.
"İlyas..."
O isim, geçmişin kırık aynası gibi dudaklarından döküldü. Adam sessizdi. Gözlerinde bir çırpınış, bir mahcubiyet, bir öfke... Hepsi aynı anda.
Şeyma’nın elleri titremedi. Ama kalbi... Kalbi o an, bir daha asla eskisi gibi atmadı.
Bir an, zaman donar. Dışarıdaki yangın, ambulans sesleri, denizin uğultusu — hepsi arka fonda boğuklaşır.
İlyas, gözlerinin içinden tanıdığı ama tanımak istemediği bir yüzü görüyordur: Komutanı. Bir zamanlar saygı duyduğu hatta sevdiği güvendiği kadın.
Şeyma bir adım geri çekilir, çünkü İlyas'ın bakışı kararsızdır. Yüzü sanki, “kaçayım mı, konuşayım mı, bitireyim mi?” diye soruyordur.
Ama tam o an, İlyas yere çöküp Şeyma’nın bacağına sert bir tekme savurur. Dengesini kaybeden Şeyma geri sendeleyince, İlyas hızla dönüp konteynerler arasına karışır.
> “İLYAS!” diye seslenir Şeyma, ama yanıt gelmez.
Çoktan geceyle birlikte yok olmuştur. Ve Şeyma sadece bir cümle fısıldar:
> “Nereye kaçarsan kaç, seni ben yetiştirdim. İzini bulurum.”
Deniz kıyısında gece, dumanın göğe yükseldiği bir karanlıkta, Şeyma ağır adımlarla konteyner bölgesinden çıktı. Gözleri hâlâ kaçan adamın izini sürmek ister gibiydi ama zihninde artık komuta sorumluluğu vardı. Gemi enkazının üzerinden esen rüzgar, yanmış mazotun ve tuzlu denizin kokusunu taşıyordu. Onun için gece henüz bitmemişti. O sadece bir nişanlı ya da bir kadın değil; bir yüzbaştı. Kartal Timi'nin komutanı.
Telsizini kaldırdı, sesi sakin ama sertti.
“Yüzbaşı Şeyma. Lojistik komuta alanını devralıyorum. Enkaz güvenliğini sağlayın. Olay yeri ekipleri gelene kadar alanı mühürleyin. Ben üst birimlerle iletişime geçeceğim.”
Bir asker koşarak yanına geldi, resmi rapor defteri elindeydi. Şeyma kısa bir imzayla sahadaki görevini devraldı. Ardından bir adım geri çekilip telefonunu cebinden çıkardı.
İlk aradığı Yahya oldu.
“Yahya, sonuç nedir?”
Karşıdan ses bir süre gelmedi. Ardından Yahya’nın o tanıdık, düşük tonlu sesi duyuldu.
“Pek iç açıcı değil komutanım. Dronla takip ettiğimiz kişi gerçekten de İlyas gibi görünüyor. İyi ki yüzünü açabildiniz. Görüntü net alınabildi.”
Şeyma'nın yüzü bir anlığına gökyüzündeki duman gibi kararır gibi oldu. Kaşları çatıldı.
Tam o sırada Fırat, hatta bağlandı. Sesi daha hızlı ve tizdi.
“Ama bu nasıl olur. O çocuk bu timdeydi. Bir zamanlar sizinle sırt sırta çatışan bir askerdi.”
Şeyma derin bir nefes aldı. Gözleri yangının yansımasını taşıyan limana daldı. Sesi, o an bir yüzbaşının yükünü taşıyan bir kadının sesi gibiydi—yorgun ama dimdik:
“Birileri bu timin içini ezberlemiş, duvarlarımızı çatlatmak istemiş. Ve en kötüsü… bunu içeriden biriyle yapmışlar.”
Kısa bir sessizlik oldu. Şeyma devam etti:
“Patlamadan geriye bir şey kaldı mı bilmiyorum ama... yerleştirdiğimiz gizli kameralardan bir şey çıktı mı?”
Yahya’nın sesi yeniden geldi. Bu kez sesinde karışık bir duygu vardı: öfke mi, hayal kırıklığı mı, yoksa inançsızlık mı? Belki de hepsi.
“Evet komutanım… Dediğiniz gibi bütün kontroller yapılmıştı. Bu yangını dışardan biri yapamazdı. İçeriden birinin, sistemlere erişim yetkisi olan birinin işi olmalıydı. Gizli kameraların biri—motor odasına yakın olan—hareket algıladığında kayıt yapmış.”
Şeyma gözlerini kapattı. İçinden bir şeyin kırıldığını hissetti. Yine de dinlemeye devam etti.
“Devre panellerine müdahale eden, patlayıcıyı yerleştiren kişi… açıkça İlyas.”
Bir sessizlik daha oldu. Herkes susmuştu. Sadece arkada rüzgarın uğultusu ve aralıklarla siren sesleri duyuluyordu.
Fırat mırıldandı:
“Demek ki İlyas çoktan tarafını seçmiş. Sadece biz değil, tüm vatanı sırtından bıçaklamış.”
Şeyma tekrar nefes aldı, bu kez daha derinden. Gözlerini açtı, dumanın ardındaki gökyüzüne baktı. Karşı kıyıya yansıyan yangın alevlerinde bir zamanlar omuz omuza savaştığı bir askerin ihaneti parlıyordu.
“İhanetin rütbesi olmaz,” dedi sadece.
“Ama karşılığı olur. Onu ben vereceğim.”
📖 Bölüm Başlığı: "Gece Raporu"
Yangın nihayet söndürülmüş, can kayıpları önlenmişti. Ama gecenin içinde hâlâ kıvılcımlar vardı. Çıplak gözle değil, kâğıtlarda, kameraların içine saklanmış kayıt dosyalarında, bir de alınması gereken ifadelerin arasında yanıyordu o alevler.
Ve Yüzbaşı Şeyma Karahan için savaş henüz başlamıştı.
---
⏳ Olaydan Hemen Sonra (İlk 1 Saat)
Saat 21:35
Şeyma, Arda ve Hüseyin’in ambulansla götürülmesinden sonra limanın deniz tarafından ayrıldı. Hâlâ kamuflajı üstündeydi. Yaralı koluna yapılan geçici müdahale sargıyla sınırlıydı ama orada kalması gerekiyordu.
Çünkü TSK İç Hizmet Yönetmeliği ve Kriz Durumu Protokolü uyarınca, bir subay, görevi tamamlanmadıkça bölgeyi terk edemez. Ve özellikle sabotaj şüphesi varsa, olay yerinden çekilmek kesinlikle yasaktır.
📌 Görev 1: Olay Yeri Güvenliği ve Alan Kapatma
Şeyma, ilk olarak Sahil Güvenlik Komutanlığı Lojistik Ekibi’yle birlikte, yangının çıktığı geminin çevresinin tamamen güvenliğe alınmasını sağladı. Sadece askerî personelin girişine izin verildi.
Yangın sebebi dış saldırı/sabotaj olduğundan, bölgeye gelen herkesin kimliği fotoğraflandı.
Olay yerinde bulunan her nesne, TSK envanterine kayıtlı kriptolu dijital kayıt sistemine alındı.
“B-04” konteyneri, patlamanın çıktığı alan, etrafındaki dijital veri kaydedicilerle işaretlendi.
> Not: Bu süreçte jandarma kriminal henüz olay yerine gelmemiştir. Olay yeri kontrolü askerî statüde kaldığı sürece, ön rapor yazma sorumluluğu Şeyma’ya aittir.
---
📌 Görev 2: Ön Rapor Hazırlığı ve İlk Kriz Brifingi
Saat 22:20
Şeyma, telsiz üzerinden bağlı olduğu Doğu Saha Komutanlığı'na geçici ön raporu sözlü iletti:
> “Koruma Subayı tarafından kurtarılan iki sivil şahsın sağlık durumu kritik. Gemide yangının çıkış noktası tespit edildi. Sabotajdan şüpheleniliyor. Şirket içi personel hareketliliği, giriş çıkış listeleri incelenecek. Kamera kayıtları talep ediliyor.”
Ardından hemen, dizüstü bilgisayarını limandaki konteyner ofislerinden birine taşıttı. TSK’ya ait kriptolu rapor programı olan “ANKA-S RAPOR” üzerinden ön değerlendirme formu doldurdu:
Yangın çıkış noktası koordinatları
Şüpheli hareketlilik
Gemi içi giriş logları
Olay esnasında görevde bulunan personel
Kurtarılan şahıs bilgileri
Can kaybı / Yaralı sayısı
> Bu rapor, Genelkurmay Bilgi Akış Merkezine anında iletildi. Yani artık devletin kalbi olan Ankara, her şeyi izliyordu.
---
📌 Görev 3: İfade Süreci ve Tanıklıklar
Saat 23:15
Kapsamlı ifade süreci başlatıldı.
> Yangına tanık olanlar: Mustafa, Furkan, Göktuğ, Kartal Timi üyeleri, Hüseyin ve Arda'nın ifadeleri alınamadı çünkü hastanedeydiler.
Şeyma, acil olarak konteyner ofiste sözlü ön tanık ifadesi verdi. Bu ifade askerî istihbarat arşivine alındı.
Aynı anda, jandarma kriminalin bölgeye gelişi beklendi. Geldiklerinde Şeyma, görevi devralan jandarma olay yeri ekibine şunları aktardı:
> “Patlama sabotaj içeriklidir. Olay yerinde benim bilgim dahilinde yerleştirilmiş mikro kameralar vardı. Görüntüler MİT’e ve Genelkurmay’a aktarılıyor.”
---
📌 Görev 4: İç Güvenlik ve Şüpheli Takibi
Saat 00:30
Şeyma, olay yerine döndüğünde, şüpheli kapüşonlu adamı gördüğü alanda güvenlik kameraları ve dronların pozisyonlarını analiz etti.
Liman krokisini açtı.
İlyas'ın tahmini güzergâhını belirledi.
Dronlar üzerinden görüntüler alındı.
Bu noktada sahadaki operasyonel görevlerini bırakmıştı, ama emir gelene kadar devam eden ilk sorumluluklarından biriydi: veri toplamak ve durumu sabitlemek.
---
📌 Görev 5: Mersin İl Emniyet Müdürlüğü ve MİT’e İlk Bilgi Paylaşımı
Saat 01:15
Şeyma, olaydan bağımsız olarak Ankara tarafından yönlendirilen özel bir MİT saha personeli ile limanda görüştü.
> Bu kişi "sivil giysili bir memur" gibi görünse de, TSK – MİT Koordinasyon Görevlisiydi. Veriler USB ile, özel korumalı bir sisteme yüklendi. Belgeler elle teslim edildi.
Ona sadece tek bir soru sordular:
> “Bu olaydan en çok kim fayda gördü?”
Şeyma cevap vermedi. Yalnızca gözlerini yangından arta kalan kararmış denize çevirdi.
---
📌 Görev 6: Sabah 04:00 – Lojistik ve Personel Devri
Şeyma, Kartal Timi’nin kalan üyelerinin sağlık durumunu kontrol ettirdi.
Tüm ekip istirahate çekildi, dosya Ankara’ya yönlendirildi.
Şeyma, görev dışı değil, aktif görevden pasif bilgi görevlisi konumuna geçti.
******
Sabah olmuştu ama gökyüzü aydınlanmamıştı.
Şeyma, hastanenin gri binasına vardığında, şehir hâlâ geceyi kusuyordu sanki. Dumanı değil artık, hatırasını. Gözkapaklarının ardında titreyen patlamaları, bir çocuğun gözbebeklerine gizlenen korkuyu, bir adamın yere düşmeden son kez doğruluşunu...
Adımlarını yavaş atıyordu. Giydiği üniforma dimdikti ama içindeki kadın ezilmişti.
Kapıdan girdiği anda, kurşun gibi ağır bir sessizlikle karşılandı. Ne bağırış vardı, ne koşuşturan bir hemşire. Her şey donmuştu. Çünkü hastaneler, hayat ile ölüm arasında tek başına nöbet tutan binalardı.
İlk uğradığı oda Arda’nınkiydi.
Kapının eşiğinde durduğunda içeride Selin, Eylül ve Arda'nın başı ucunda sabaha kadar bekleyen bir yorgunluk oturuyordu.
Eylül başını kaldırdı. Gözlerinde, hem geceye hem kendine lanet okuyan bir sessizlik vardı.
Şeyma bir şey demedi. Yavaşça Arda’ya eğildi. Çocuğun yüzü hâlâ sarıydı ama nefes alışverişi düzenliydi. Elini tuttu.
— Kalkmayacak bir kahraman değil seninki… dedi kendi kendine. O kalkacak. Çünkü hâlâ büyümesi gereken bir çocuk bu.
Selin gözyaşlarını silerken, usulca yaklaştı.
— Arda… birkaç kez “abi” dedi uykusunda…
— O "abi", bu ülkenin yarısıdır artık, dedi Şeyma. Hüseyin’e öyle kolay ölmek yok. İnatçılığı ile bazen yoruyor.
" Ş-şeyma."
Cevap vermedi sadece kayıtsızlık ile yüzüne baktı.
"Teşekkür ederim."
Yine sustu.
"Bunca zaman oğlumun yanındaydın. Gördüm. Gözlerini. O hengameden çıktığında bile, bizi görünce umursamadı. Gözlerinin seni görünce parladığını gördüm."
İkisinin de gözlerinden yılların şeridi geçti. Şeyma yine bir şey demedi. Selin'i dikkatle süzdü.
"Gerçekten kocanın yaptıklarından haberin yok muydu? Kızın... onun pençesinde sürüklenirken de mi?"
Kadın anlam veremedi.
"O ne demek? Kızım ne alaka şimdi."
"Bu zamana kadar şirketiniz nasıl büyüdü sanıyorsun. Demir hepinizi bir araç olarak kullandı. Sizi gerçek karanlıktan çekerek yapmış ciddi işlerden uzak tutmuş ama yine de sesiniz çıkmadı."
"Çıksa ne fayda. Demir'in gözündeki kini görmedin mi? Sence ona gücümüz yeter miydi?"
Yine bir şey demedi Şeyma. Ve tam çıkacakken;
"Şimdi ne olacak peki?"
"Devlet neyi uygun görürse o olacak."
Sonra ağır adımlarla Hüseyin’in yattığı yoğun bakım odasına yürüdü. Ailesinden hiçbir ferdin girmesine dahi izin vermemişti.
Kapının ardında başka bir kalp yatıyordu; kanla değil, mücadeleyle atan bir kalp.
Odasının camından içeriyi görebiliyordu. Hüseyin, bandajlar içinde yatıyordu. Gözleri kapalıydı ama ifadesi… ifadesi Şeyma’nın ezbere bildiği o küçük muzip gülümsemeyle donmuş gibiydi.
Hemşire, odadan çıktığında başıyla selam verdi.
— Bilinci yerine geldiğinde sizinle konuşmak isteyecektir. Adınızı sayıkladı.
— Adımı mı?
— Evet… ama önce “Yanımda kal” demiş.
Bir anda Şeyma’nın dudakları titredi. O son sözler... O karanlık limandaki sarılış...
Kapıyı açmadan önce sırtını duvara yasladı.
Bir subay olarak görevi bitmişti belki ama bir kadın olarak… orada hâlâ bir yemin duruyordu.
Burnunu çekti. Gözyaşı değil bu. Bu; bekleyişin vücuda sızmasıydı.
Kapıyı itti.
İçerisi sessizdi. Yalnız bir cihazın ritmik sesi vardı: bip… bip… bip…
Yatağın başına geldi. Eğildi.
— Uyandığında ilk duyduğun ses ben olayım.
— ...
— Çünkü hâlâ yanındayım Hüseyin. Ve senin gibi bir adama söz verip dönmemek, bana yakışmaz.
Parmak uçlarıyla onun eline dokundu.
Serum iğnesinin hemen yanından sıcacık bir nabız atışı hissetti.
Ve o an, Hüseyin’in parmakları hafifçe kıpırdadı.
Şeyma gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı.
Artık ağlayamıyordu. Gözyaşları da gelmiyordu zaten. Ne takati vardı ne de acı. Cehennem haftasındaki o yorgunluk üstündeydi sanki. Bunca yaşadığı onca şey... Artık eskisi gibi değildi. Eski Şeyma olsa çaresizlik kavururdu.
Gerçekten de yaşadığı onca şey gelişmesi için vesilemiydi. Kim bilir...
Artık tek düşündüğü şey bir an önce ailesine, sevdiklerine ve evine dönmekti. Odanın camından Mersin'in manzarasını izlerken telefonunu açtı. Şarjı bitmişti. Gördüğü bildirimlerin haddi var hesabı yoktu. Burcu'dan Cahit ve Elmira'dan bir yığın mesaj ve arama. Derin yorgun bir nefes verdikten sonra okumaya başladı.
"Şeyma, kızım ne oluyor haberlerde gördük. Oğlum oğlum nasıl!"
Bunun gibi bir sürü mesaj.
Ekrana yansıyan üzüntüsünü süzgecinden geçirdi. Gerçekten aile kan bağıyla mı olurdu? Eğer olursa bu neydi? Defalarca kez sorguladı.
Ardından Burcu'ya döndü. Aramaası meşgule atılıyordu. Endişelendi, üstelememeye çalıştı fakat rahat da edemedi.
Hüseyin’in başucunda dakikalar geçerken, Şeyma yavaşça ayağa kalktı. Derin bir nefes aldı. Omzundaki silah kayışı hâlâ oradaydı, ama o an, asker değil; sadece bir evlattı.
Tam kapıdan çıkarken, karşıdan gelen adımların tanıdık sesini duydu.
Haluk’tu.
Gömleği hâlâ liman kokuyordu, ama yüzündeki ifade bambaşka bir yerdeydi.
Yorgun, ama dimdik.
Sakin, ama içine gömülmüş bir volkan gibi.
Kapının önünde durdu. Şeyma ona bakınca, Haluk hiçbir şey söylemeden, kızının alnına bir öpücük kondurdu. Sonra usulca:
— "İzin var mı?" dedi.
Şeyma başını salladı.
— Sana her zaman baba. Tabi ki."
Elinde bir lahmacun paketi ve soda. Bunu gören Şeyma gözleri dolmadan edemedi.
"Unutmamışsın sodayı limonlu içtiğimi."
"Hah ben Haluk Çelikkolum. Nerde görülmüş unuttuğum.
Yan yana duvara yaslandılar.
Bir süre hiç konuşmadılar. Sadece soludukları hava, sustukları cümleleri taşıyordu.
Sonunda Haluk başını eğip kızına baktı.
— "Kızım…" dedi. “Nasıl gidiyor? Senin limanlar yerinde mi?"
Şeyma gülümsedi.
Ama yorgun bir gülüştü bu.
— “Her şey üzerime yıkılıyor gibi bazen. İnsanların hayatı, emirler, kararlar, sevdiğim adamın nefesi, sen, annem…”
— “Ama altından kalkıyorsun,” dedi Haluk.
“Çünkü sen bir Çelikkol'sun. Çünkü sen... benim kızımsın.”
Bu söz, Şeyma’nın içini titretmişti. Babasının gururla söylediği o basit ama ağır cümle… Yılların özetiydi.
Gözlerini kaçırmadan konuştu:
— “Baba… artık işler büyüyor. Bu olaylar bir yangın değil sadece, içimizdeki hainleri ortaya çıkardı. İlyas… Demir… Titan… Devlet bu gece yeniden yazıldı.”
Haluk başını salladı.
— “Biliyorum. Ve kızım… artık senin siperin ben olamam. Ama ben yine de yanında duracağım. Çünkü her savaşçının, kalbini bıraktığı bir limanı olmalı.”
Şeyma bu kez başını babasının omzuna yasladı.
Bir çocuk gibi değil…
Bir asker gibi değil…
Sadece, sadece bir kız çocuğu gibi.
— “Ben ne zaman yıkılsam, sen oradasın. Ama bu sefer… bu sefer ben seni bile içine alamam diye korkuyorum.”
— “Korkma. Çünkü artık sadece sen değilsin. Yanında bir timin, bir halkın, bir ailen var. Ve hepsi senin kadar inançlı.”
Bir sessizlik daha oldu.
Sonra Haluk ciddi bir sesle ekledi:
— “Bundan sonra ne olacak?”
Şeyma gözlerini kapadı, derin bir nefes verdi.
— “İlk işim, Hüseyin’in ifadesini almak. Ardından Arda’nın güvenliğini sağlamak. Savcılıkla temas kuruldu, MİT verileri işlendi. Artık ben sadece bilgiyi aktaracağım. Emir neyse onu uygulayacağım.”
Haluk başını salladı.
— “Ve biz?”
— “Siz… siz yaşayın. Siz yaşarsanız ben savaşmaya devam edebilirim.”
Haluk kızına baktı.
— “Bunu duymam gerekiyordu.”
Şeyma, onun elini sıktı.
— “Ama baba… bu iş burada bitmedi.”
Haluk gözlerini daralttı.
— “Biliyorum. O yüzden buradayım. Dilersen… ne gerekiyorsa, ben de senin yanında olurum. Kapılar çalınacaksa, birlikte çalarız. Yumruk inecekse, ikimiz birden kaldırırız.”
Şeyma bir an sustu. Sonra sırıtarak:
— “Ben yumruğu savururum… sen kapıyı aç.”
— “Anlaştık,” dedi Haluk, gülümseyerek. Kurbanlık pazarlar gibi el sıkıştılar.
Ve o sabah, gün tam doğarken…
Bir baba ile kız, dünyanın en ağır yüklerinden birini paylaşıyorlardı.
Sessizce, ama dimdik.
Hastane koridorunun içi sessizdi. Saat geceye yaslanmış, her şey yavaş yavaş suskunlaşmaya başlamıştı. Şeyma, elindeki sodayı hafifçe döndürürken başını odanın köşesine yasladı. Haluk kızının başını omzuna alıp koydu.
Sonra Haluk, kızının saçlarına baktı ve hafifçe gülümsedi.
— “Şu saçı ilk kez bu kadar dağınık görüyorum. Sen küçüklüğünde bile böyle dolaşmazdın.”
Şeyma hafifçe tebessüm etti.
— “Saçımı bile kontrol edemeyecek kadar yoruldum demek ki.”
Haluk biraz sustu. Sonra, sesi yumuşayarak, gözlerini uzaklara dikti:
— “Şeyma… hatırlıyor musun Yeşil Ova'da yaşarken, eczaneden çıktığımızda bazen eve dönmezdik hemen. Göl kenarına giderdik seninle.”
Şeyma başını çevirdi. Birden zaman geriye aktı. Yüzünde çocuksu bir şaşkınlık belirdi.
— “Evet…”
— “Bir keresinde, gölden balık tutmuştuk ya. Şansımıza güzel bir alabalık yakalamıştık. Sen çok sevinmiştin. Eve geldiğimizde, annen yemeği hazırlarken ben önlüğümü taktım. Sen de illa yardım edeceğim diye pufu çekip mutfağa çıkmaya çalışmıştın. Gözümün ucuyla seni izliyordum.”
Şeyma gülümsedi, gözlerinde nemli bir parıltı belirdi.
Haluk devam etti:
— “Sonra balığı lavaboya koymuştum. Elime bıçağı aldım. Sen tam o sırada eğilip dikkatlice baktın. O da ne... balık bir anda zıpladı! Resmen canlandı! Gözünün hizasına kadar geldi. Sen ne yaptın? Çığlığı bastın. Pufun üstünde dengen kaydı. Düşüyordun…”
— “Ve sen beni tuttun,” dedi Şeyma, fısıltıyla.
— “Evet… gözlerini kapatmıştın korkudan. Ama gözlerini açtığında… kucağımdaydın. Ve ben gülüyordum."
"O kadar içten gülmüştüm ki kahkahandan korkumu unuttum."
"Gerçekten mi?"
"Senle ilgili konularda her zaman ciddiyim baba."
"Sen de gülmeye başlamıştın. Sonra, ‘baba balık hareket etti!’ diye heyecanla bağırdın.”
Şeyma artık dayanamayıp güldü. O anı öyle canlıydı ki. Tüm yorgunluk, tüm savaş, tüm gözyaşı bir kenara çekilmişti sanki. O mutfaktaydılar yine. Babasının önlüğü, elindeki bıçak, pufun üstündeki minik ayakları…
Haluk başını eğdi.
— “İşte o gün anladım ben... seni kimin tutması gerektiğini. Düştüğünde, korktuğunda, canın acıdığında... el uzatacak kişi öyle her gün çıkan biri değil. O kişi, seni hem tutar hem güldürür. Hem güvende hissettirir hem de gülümsetir.”
Şeyma gözlerini yumdu.
— “Ve ben onu buldum değil mi?”
— “Bulmakla kalmadın, yıllarca birlikte büyüttün.”
O anın sessizliği bir dua gibi yayıldı hastane koridoruna. Zaman yavaşladı. Yorgunluk yerini hafızaya bıraktı. Kız çocukken de, kadınken de… hep o kucağa düşmek istiyordu. O güvene, o kahkahaya, o huzura.
Ve bu gece, geçmişteki o zıplayan balık sayesinde… kalbi yeniden yerini buldu.
Şeyma, babasının omzuna yaslanmışken, o eski anının bıraktığı tebessüm hâlâ dudak kenarındaydı. Ama göz ucuyla Hüseyin’in odasına bakarken içindeki başka bir düşünce sessizce kıpırdanmaya başlamıştı. Sessizce, alçak bir sesle sordu:
— “Bu arada... Cahit amca ve Elmirâ teyze. Onlar aramış beni. Yeni açabildim telefonumu.”
Haluk başını hafifçe ona çevirdi, gözlerinde sorgulayıcı bir ışık belirdi.
Şeyma başını yana eğdi, dudaklarını büzerek hafifçe mırıldandı:
— “Babam, sen verdin mi onlara haber?”
Haluk, bir anlığına sessiz kaldı. Hüseyin’in içeride hâlâ müdahale altındaki hâline baktı, sonra iç geçirir gibi omuzlarını indirdi.
— “Yok kızım... ben de aramadım. Zaten... o hâlde görünce insan önce nefesini tutuyor. Aramak aklıma bile gelmedi. Ama vakit geldi. Zor da olsa, haber vermek gerek.”
Şeyma başını salladı.
— “O zaman ben ararım. Yüz yüze konuşamam ama sesimi duyururum. Gerisini onlar anlar zaten.”
Haluk elini kızının eline koydu.
— “Senin sesin hep iyi gelir. Merak etme, duyduklarında önce dua ederler. Gerisini biz hallederiz.
Derken...
— “Ohooo... Unutuldum mu ben ha! Yine eskileri mi yaş ediyonuz?!”
Bu ses, o odanın tüm dengesini yerinden oynattı.
Şeyma, o tanıdık sesin yarattığı şokla birlikte yerinden öyle bir fırladı ki, elindeki soda şişesi önce dizine çarptı, sonra sehpayı devirdi.
— “AHĞĞĞ— Hüseyin! Uyandın!!”
Dizini tutarak sekerek yatağa doğru koşarken, Haluk kahkahayı patlattı. Hüseyin ise hâlâ zayıf ama o bildik sırıtışıyla onları süzüyordu.
— “Vay be... Bir diz çürütmeden adamın uyanışına sevinilmiyor demek ha!” dedi, gözleriyle Şeyma’yı işaret ederek.
— “Ben burada komaya girmişim, siz anılarda balık kesiyosunuz. Ben mi öleyim, balık mı yaşasın yani?”
Haluk, gözlüğünü indirip mendiliyle yaşaran gözlerini silerken hâlâ kıkırdıyordu.
Şeyma ise dizini ovuştururken çocuksu bir bakışla söylenmeye başladı:
— “Senin uyanışın da ayrı travma oldu Hüseyin. Kalpten gidecektim! Yeter. Kaç canın var senin!”
"Bir rivayete göre annem dokuz canlı olduğumu söyler. Hayatta üçünü kullandım. Bakalım diğerinde sağ kalacak mıyım?" der munzur gülümsemesiyle. Taki nişanlısının bakışlarıyla karşılaşana kadar.
"Aman tamam ya bir şey demedim!"
Hüseyin, elini hafifçe kaldırdı, hâlâ halsizdi ama gözlerinde o tanıdık pırıltı vardı.
Haluk, kahkahalarını tutamayarak başını iki yana salladı.
— “Evlat, bu kız senden sonra benim tansiyonumu da devirdi. İkiniz yüzünden sigortamı yenileteceğim.”
Şeyma ise hem gülüyor hem ağlıyordu. Yatağa yaklaştı, elini Hüseyin’in ellerinin üzerine koydu.
— “Bu sefer sadece soda değil, sehpayla beraber atlarım üstüne. Anladın mı?”
Hüseyin gözlerini devirdi.
— “Tamam tamam... Hayattayım işte. Bak, tepki veriyorum, mizah yapıyorum... Ve hâlâ çok yakışıklıyım. Ve beybi feys suratım halen daha aynı.”
Haluk başını yana çevirdi.
— “Evladım sen hâlâ serumlardasın, neyin yakışıklılığı... "
Hüseyin, başını hafifçe yana çevirdi. Haluk'un hâlâ gülümseyen yüzüyle göz göze geldi ama gözlerinde belli belirsiz bir gölge vardı. Ardından gözleri tekrar Şeyma'ya döndü.
"Ee, bana güldünüz eğlendiniz de..." dedi sesini hafifçe alçaltarak, "Arda nasıl?"
Şeyma, bir an sustu. Soda şişesini masaya bıraktı, gözlerinde ince bir buğu belirdi. Yanağına düşen saç teline aldırmadan yaklaştı Hüseyin’in başucuna.
"Yoğun bakımda... ama doktorlar umutlu konuştu. Vücudu zayıf ama dayanıklı. Suyun içindeyken ciğerleri tamamen dolmamış. Hipotermi riski atlattı, ama hâlâ gözlerini açmadı."
Hüseyin derin bir nefes aldı, dudaklarını birbirine bastırdı. Sesinde hem minnet, hem de sitemle karışık bir kırıklık vardı:
"Ben... onu sana emanet ettim. Öyle söylemiştim. Hatırlıyor musun?"
Şeyma başını eğdi. "Hatırlıyorum. Özür dilerim. Ne da yanımdan kaçtı farkına varamadım."
Haluk bu sessizliğin içinde, koltuğa yaslanıp iki elini ensesinde birleştirdi. "Arda çocuk ama... senin gibi kolay vazgeçmez. O da inadını senden almış, Hüseyin."
Hüseyin gözlerini tavana kaldırdı, bakışları sisliydi.
" Eşek sıpası. Uyanınca yine bağıracak bana, biliyorum. 'Abi yaa neden o gemiye bindik ki!' diye... Hakkı var, ama önce bir duysam sesini... Bağırsa da olur."
Şeyma usulca yanağını Hüseyin’in alnına yaklaştırdı. "O bağırışı da duyacağız Hüseyin. O çocuğun susacak hali yok zaten."
Hüseyin başını yana çevirdi, gözleriyle Şeyma’nın gözlerini buldu.
"İnşallah Şeyma... Yemin ederim, o çocuk ayağa kalkmadan benden huzur gelmez."
Odanın içi hâlâ hastane kokuyordu. Steril, soğuk, biraz da insan yoran bir huzur hâkimdi. Yorgunluk, yalnızca bedenleri değil, kalpleri de ağırlaştırmıştı. Haluk kapıya yönelirken dönüp kısa bir bakış attı. Kızına, damadına… Gülümsedi.
“Ben otele geçiyorum. Şimdilik dinlenin. Bakın, birbirinize dikkat edin.”
"Ben bırakayım baba seni" dedi ve ayaklandı.
"Kendim gidemezmiy mişim?!" dedi hışımla. Kız ne yapacağını şaşırdı.
"E-estağfurullah Baba. Ben yorgunsundur diye..."
Derin bir nefes verdi.
"Aklın kalmasın, Yahya ile geçerim."
"Tamam. Geçince ara lütfen."
"Hadi Allah'a ısmarladık."
Sesi yumuşak, ama anlamı derindi. Bu bir vedadan çok, yer açmaktı.
Kapı kapandığında odada sadece iki yürek kaldı.
Şeyma, hâlâ elinde tuttuğu soda şişesini yavaşça komodinin üzerine bıraktı. Sandalyeye yeniden oturmaya hazırlanırken Hüseyin parmak uçlarıyla bileğini yakaladı. Gücü azdı, ama dokunuşu tanıdıktı.
Sert değildi, bastırmıyordu. Sadece "gitme" diyordu sessizce.
Şeyma gözlerini onun gözlerine kilitledi.
Hüseyin, derin bir nefes aldı. Çocuksu bir sesle konuştu, sanki yıllar öncesinden gelen bir çocuk gibi:
“Ben annesinin eteğine tutunan bir çocuk gibi hissediyorum bazen… Büyük bir şehrin kenarına saplanıp kalmış, ürkek bir kuş yüreğim var Şeyma.”
Şeyma, şaşkınlıkla ona baktı. Gözlerinin içi doldu.
Hüseyin devam etti, kelimeler kısıktı ama bir şairin notası kadar ağırdı:
“Bir bakışta tanımak isterdim seni. Tüm yolların sonunda seni bulmak… Tamamlanmak isterdim.”
Söylerken gözlerini Şeyma’nınkinden ayırmadı. Hiç acele etmeden, hiçbir kelimeyi boşa harcamadan.
Şeyma, onun yanına yavaşça oturdu. Artık bileğini değil, elini tutuyordu Hüseyin.
Sessizlikte birlikte kaldılar. Dışarıdan tek tük ayak sesleri duyuluyor, floresan ışıklarının soğukluğu yüzlerine düşüyordu.
Hüseyin’in sesi neredeyse bir fısıltıya dönüştü:
“Bileğini değil, yüreğini tutuyorum… Gitme diye değil, kal diyemediğim için.”
Şeyma yanıt vermedi. Gözlerinden bir damla yaş sessizce süzüldü. Elini, Hüseyin’in yastığının kenarına bıraktı. Diğer elini göğsüne koydu.
Kalp atışlarını hissetmek istiyordu.
Canının hâlâ onda olduğunu, hâlâ burada olduğunu bilmek istiyordu.
Saatler geçti. Hüseyin’in gözleri yavaşça kapanırken, el hâlâ elin içinde kalmıştı.
Ve Şeyma, başını yastığının kenarına yaslayarak, onun baş ucunda kaldı.
Birlikte susmak, konuşmaktan daha derin bir andı o gece.
Ve bu defa kelimeler değil, kalp atışları yazdı aralarındaki bağı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.23k Okunma |
120 Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |