7. Bölüm
Gamze / Siyaz / 7- Kanlı Küvet

7- Kanlı Küvet

Gamze
haziranege62

Hoş Geldiniz Kitabıma Umarım Okurken Keyif Alırsınız İyi Okumalar Dilerim Öpüldünüz 💋

 

Dikkat ⚠️ : Bu kurgu kan, cinsellik ve rahatsız edici öğeler içermektedir . Küçük yaşta ve çabuk etkilenen okuyucuların okumasını tavsiye etmiyorum .

                       

🎵 Flying 🎵

17 MART 2010 - ÇARŞAMBA

 

Ev sessizdi. Dışarıda yağmur camlara vuruyor, şimşekler gökyüzünü yırtıyordu. Karan odasında oturmuş kitaplarını karıştırıyordu ama zihni bir türlü toplanmıyordu. Annesi günlerdir içine kapanmıştı. Yemek yemiyor, göz göze gelmiyordu.

Birden… ince bir ses duydu. Su sesi. Önce önemsemedi, ama dakikalar geçtikçe artmaya başladı.


"Alt kattaki musluk mu açık kaldı?.. Bu kadar çok ses yapar mı?.."

Ayağa kalktı. Merdivenlerden inerken çıplak ayaklarına bir serinlik değdi. Gözlerini yere indirdi.

Koridorun taşları boyunca ince su damlaları ilerliyordu. Suyun, banyodan taşarak odalara yayıldığını fark etti. İçine ağır bir korku çöktü.
"Hayır… Hayır, olamaz. Anne… ne yaptın?.."

Adımları hızlandı. Su artık bileklerine vuruyordu. Banyonun kapısına geldiğinde yüreği göğsünden çıkacak gibiydi. Titreyen eliyle kapıyı itti.

Ve gözleri bir daha asla silinemeyecek bir manzaraya kilitlendi.

Küvet dolmuş, taşmak üzereydi. Açık musluktan hâlâ su akıyor, beyaz köpüklerin arasından kıpkırmızı lekeler yayılıyordu.

Ve orada… suyun içinde, annesi Ayça hareketsiz yatıyordu. Bileklerinden akan kan suya karışıyor, onu kıpkırmızıya boyuyordu. Gözleri kapalıydı. Dudakları solgundu.

"Hayır… bu gerçek olamaz… bu bir kâbus olmalı. Anne… kalk. Lütfen kalk."

Dizlerinin bağı çözüldü. Suya bata çıka küvetin yanına geldi. Ellerini annesinin yüzüne uzattı, titreyerek okşadı. Soğuktu.
“Anne… anne, uyan… ne olur beni bırakma…”

O an gözünden yaşlar aktı ama çığlık atmadı. Gözyaşları sessizdi, öfkesi ise gürültülüdür. Küvetin kenarında ıslanmış bir kâğıt dikkatini çekti. Hızla aldı, elleri titriyordu.

Kağıtta titrek harflerle birkaç kelime vardı:

“ Sizleri çok seviyorum, lütfen affedin beni…”

Karan’ın gözleri bulanıklaştı. Kağıdı yumruğu gibi sıktı, öfkeyle yere fırlattı.
" Annemi bu hale getiren kimse… kim annemi böyle paramparça ettiyse…yemin ederim ki anne senin yaşadıklarının aynısını ona da yaşatacağım."

Dizlerinin üstünde, annesinin cansız bedenine sarıldı. Su ayaklarına, kıyafetine bulaşıyor, kanla karışıyordu. Ama Karan hiçbir şey hissetmiyordu.

Tek bildiği, içinde büyüyen ateşti. Bir intikam ateşi…


“ Şimdi hissettin mi annemin neler yaşadığını !”

 

 

GÜNÜMÜZ…

 

Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde metalin soğuk sesi kabine yayıldı. Duru, gözlerini pencereden dışarı dikmiş, İstanbul’un gri gökyüzüne bakıyordu. İçinde bir uğultu vardı, sanki şehir daha ayağını basmadan onu içine çekmişti. Karan yan koltukta, sessiz, ifadesizdi. Tolga ise ikisinin arasında köprü olmaya çalışıyor gibi görünse de aslında o da gerginliğin farkındaydı. Üçü de, her biri kendi geçmişinin yükünü taşıyan sessizlikler içindeydi.

Uçak yavaşladığında duyulan fren sesi, Duru’nun kalbinde ince bir sızı gibi yankılandı. “Artık geri dönüş yok,” diye düşündü. İstanbul’un keskin havası, onların üzerine çökecek ve sırların zincirlerini tek tek çekecekti.

Koridorda yolcular birer birer ayağa kalktı. Bagaj kapaklarının açılıp kapanması, çantaların çıkarılışındaki sabırsız sesler arasında Duru, elini çantasının sapına uzattı. Parmakları titriyordu ama yüzüne yansıtmadı. Karan ise tam tersine, sakin, hatta neredeyse donuktu. Gözleri kısa bir an Duru’ya kaydı. Onun bu şehirde nasıl bir rol oynayacağını ölçmek istercesine, sessiz bir sorgulama vardı bakışlarında.

Tolga önden ilerledi. “Hadi,” dedi kısa bir tonda. Sesinde ne dostane bir sıcaklık ne de soğuk bir mesafe vardı. Sadece görevini yerine getiren bir adamın tonu…

Uçağın kapısı açıldığında, soğuk hava bir bıçak gibi yüzlerine çarptı. İstanbul’un mart ayı ayazı, Duru’nun tenine değdiğinde tüyleri diken diken oldu. Derin bir nefes aldı, gökyüzüne baktı. Yağmur yeni dinmişti, pistte ışıkların altında parlayan su birikintileri vardı. Şehrin kendine özgü o ağır kokusu, mazot ve nem karışımı, burnuna doldu.

Karan yanına yaklaştı. Sesi düşük, ama tehditkâr bir tonla:
“Eğer söylediklerin yalan çıkarsa seni o koltuğa zincirlerim, anladın mı beni?”

Duru’nun adımları bir an durdu. Başını hafifçe ona çevirdi. Yüzünde korku yoktu, sadece ince bir alayla karışık bir hüzün…
“Ben zaten zincirliyim Karan… sadece sen göremiyorsun.”

Tolga, bu iki cümlenin arasında kalakaldı. Gözlerini kaçırdı. İstanbul’un kalabalık terminaline girerken aralarındaki gerilim, kalabalığın uğultusundan bile daha güçlüydü.

Duru içinden geçirdi: “İşte o an bir şey kırıldı aramızda… Belki de sessiz bir saygı, belki de nefretin biçim değiştirmiş hali…”

Kalabalığın arasında ilerlerken valizlerini aldılar. İnsanların konuşmaları, bavul sesleri, anonslar… Her şey o kadar sıradandı ki, onların taşıdığı karanlık bu sıradanlığın içinde daha da belirginleşiyordu.

Karan, valizini tek hamlede aldı, güçlü bilekleriyle sapı kavradı. Gözleri kalabalığı tarıyordu, sanki her an bir tehlike çıkacakmış gibi tetikteydi. Duru ise başını dik tutarak yürüdü. Şehrin topraklarına basarken kalbinde bir ağırlık vardı, ama bu ağırlık onu geri çekmiyor, aksine ileri itiyordu.

Tolga arabayı çağırdı. Terminalin dışında yağmur tekrar başlamıştı. Büyük damlalar sert sert zemine düşüyor, neon ışıkları altında parlıyordu. Araç yanaştığında Karan önce etrafı süzdü, sonra Duru’nun binmesine izin verdi. Kendisi en son geçti, sanki kontrolü elden bırakmamak için.

Araç ilerlerken İstanbul’un gece ışıkları camdan süzülüyordu. Karan gözünü yollardan ayırmıyor, bir yandan da Duru’nun sessizliğini izliyordu. İçinde bir şey kıpırdıyordu, tanıdık ama rahatsız edici bir his… Çünkü onun gözlerinde kendi geçmişinin yankılarını görüyordu.

Karan aniden konuştu, sesi alçak ama keskin:
“Babanı öldürmeseydim bu görevi sürdürür müydün?”

Tolga direksiyona sarıldı, dudaklarını ısırdı. Araçtaki hava birden soğudu.

Duru başını hafifçe yan çevirdi, gözleri Karan’a kilitlendi. Dudakları titredi ama sesi net çıktı:
“Hayır… Çünkü babam yaşarken ben hâlâ insandım.”

Bir anlık sessizlik… Motorun uğultusu dışında hiçbir ses yoktu.

Karan’ın dudakları alaycı bir kıvrım yaptı. Yana doğru eğildi, gözlerini onun gözlerine kilitledi:
“Öyle mi? Şimdi nesin?”

Duru gözlerini kaçırmadı. Sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi cesurdu:
“Avcı… ve artık seninle aynı karanlığa aitim.”

Tolga bakışlarını dikiz aynasından ikisine kaydırdı. İçinde bir huzursuzluk vardı. Çünkü Karan’ın o gözlerinde ilk defa bir başkasının aynı karanlığa adım atmasını kabul eden bir kıvılcım gördü.

Bilge’nin evi onların varış noktasıydı. Yağmur altında ilerleyen araç, şehrin kalabalığını yararak sakin bir semte doğru gitti. Yolda, üçü de sessizdi. Ama bu sessizlik sözsüz bir savaş gibiydi. Duru kendi içinden geçirdi: “Karan’ın karanlığına adım atmak mı? Belki de zaten çoktan içindeyim…”

Araba evin önünde durduğunda sokak lambalarının sarı ışıkları yağmur damlalarıyla titreşiyordu. Bilge’nin evi sade ama içten bir sıcaklığa sahipti. Kapıyı açtığında onları görünce gözleri büyüdü.

“Karan ? ”

Karan tek kelime etmeden içeri girdi. Duru ise hafif bir gülümsemeyle selamladı. Tolga eşiği geçerken etrafı süzdü, her zaman olduğu gibi temkinliydi.

Evin içinde kahve kokusu, duvarda asılı aile fotoğrafları… Hepsi, o geceye zıt bir huzur yayıyordu. Ama bu huzur uzun sürmeyecekti.

Karan, koltuğa oturdu. Ellerini birbirine kenetledi. Gözleri sertti. Duru onun karşısına geçti. Bilge ikisinin arasında gerginliği hissetti, dudaklarını ısırdı.

Karan öne eğildi, gözlerini Duru’nun gözlerine dikti:
“Eğer bana söylediğin şeyler doğru çıkmazsa, seni o koltuğa zincirlerim. Ve o zincirlerden asla kurtulamazsın.”

Duru başını yana eğdi, hafif bir tebessümle cevap verdi:
“Ben zaten zincirliyim Karan. Sadece sen göremiyorsun.”

O an odanın havası ağırlaştı. Bilge nefesini tuttu. Tolga gerildi. Ve Duru’nun iç sesi tekrar yankılandı:
“İşte o an bir şey kırıldı aramızda… Belki de sessiz bir saygı, belki de nefretin biçim değiştirmiş hali…”

Karan’ın gözlerinde anlık bir duraksama oldu. Duru’nun sözleri, onun içinde yıllardır gömülü duran acıyı dürtmüştü. Ama yine de belli etmedi. Çenesini kaldırdı, bakışlarını sertleştirdi. Bu, güç savaşının daha yeni başladığının işaretiydi.

Yağmur camlarda izler bırakırken, İstanbul gecesi onların sessiz düellosuna tanıklık ediyordu…

Odanın üzerine ağır bir sessizlik çökmüştü. Dışarıda yağmurun cama vuruşu, sobanın içindeki odunların çatırdayan sesiyle birleşiyordu. Ama içerideki sessizlik, dışarıdaki bütün sesleri bastıracak kadar güçlüydü.

Karan, ellerini birbirine kenetlemiş, koltuğun ucunda oturuyordu. Gözleri, karşısındaki Duru’dan bir an olsun ayrılmıyordu. O bakışlarda, şüpheyle karışık bir merak, derinlere gömülmüş öfke ve en çok da tehdit vardı.

Duru, sandalyesinde dik oturuyordu. Yüzünde en ufak bir titreme, korku ya da tereddüt belirtisi yoktu. Ama içi öyle değildi. Göğsünün içinde kalbi sanki zincirlere vurulmuş gibi çırpınıyor, nefesi her çıkışta boğazını yakıyordu. Buna rağmen yüzünü soğuk tutmayı başardı. O an, Karan’a zayıf bir yanını göstermek, kendini teslim etmek demekti.

Bilge, odanın kenarında ayakta duruyordu. Gözleri bir Duru’ya, bir Karan’a gidiyor, sonra Efe’ye kayıyordu. Evine giren bu fırtınayı nasıl dengeleyeceğini bilmiyordu. Sanki kendi evi, kendi çatısı bile artık ona ait değilmiş gibiydi.

Efe ise ayakta, kollarını göğsünde birleştirmiş, duvarın önünde durmuştu. Gözleri keskin, bedeni tetikteydi. Sessizliği bozacak en ufak hareketin ardından harekete geçmeye hazır gibiydi.

Karan, dudaklarının kenarını belli belirsiz kıvırdı. Öne doğru eğildi. Gözleri Duru’nun gözbebeklerine saplandı:
“Benim zincirlerim bana ait, Duru. Ama seninkiler… kimin elinde?”

Duru, hiç beklemeden cevap verdi:
“Senin düşündüğünden çok daha derinde… Ve onlar bana ait, Karan. Sen görmüyorsun çünkü görmek istemiyorsun.”

Bilge’nin nefesi boğazında düğümlendi. Duru’nun sesinde öyle bir sertlik vardı ki, kardeşinin karşısında korkmadan durabilen biri olduğunu o an anladı.

Efe, hafifçe kaşlarını çattı. İkisinin arasındaki bu düelloda söylenen her söz, yeni bir yara açıyor, görünmez bir savaşın izlerini bırakıyordu.

Karan, yavaşça ayağa kalktı. Uzun boyu, odadaki herkesi gölgede bıraktı. Yavaş adımlarla pencereye yöneldi. Perdeleri hafifçe araladı. Yağmurun altında parlayan İstanbul sokaklarına baktı. Şehrin kalabalığı, ışıkları, bütün uğultusu… Oysa burada, bu odada bir dünya savaşından daha ağır bir gerilim vardı.

Sırtını dönmeden konuştu:
“Ares’in nerede olduğunu biliyorsun. Ama bana hâlâ söylemedin.”

Bilge irkildi. Ares’in adı geçtiğinde, evin içindeki hava daha da ağırlaştı.

Duru, gözlerini kısmadan cevap verdi:
“Ares’in nerede olduğunu söylemek kolay Karan. Ama senin hazır olduğuna emin değilim.”

Bu söz, Karan’ın sinirlerini bıçak gibi kesti. Yavaşça arkasını döndü. Gözleri sert, adımları ağırdı. Duru’nun karşısına geldi. Ellerini iki yana bırakmıştı ama vücudu bir an bile gevşemiyordu.

“Hazır değil miyim? Senin küçücük omuzlarının taşıyabildiği şeyi ben mi taşıyamam?”

Duru dudaklarını kıpırdattı. Sesi bu kez daha yumuşaktı ama kelimeleri daha keskin:
“Omuzlar değil mesele, Karan. Yürek. Senin zincirlerin hâlâ kanıyor. Sen öfkenle görmeye çalışıyorsun. Ama Ares’e giden yol… sadece öfkeyle yürünmez.”

Tolga, olduğu yerde gerildi. Bu cümle, Karan’ın damarına dokunmuştu. Bunu yüzündeki kasların anlık titremesinden, gözlerindeki koyu gölgelerden anlamak mümkündü.

Bilge, daha fazla dayanamadı. Elleriyle iki yanına bastı, ileri bir adım attı:
“Yeter artık. Burada birbirinizi yok etmek için mi toplandınız? Ares’in gölgesi bu şehri sardı bile. Siz hâlâ birbirinizle savaşıyorsunuz.”

Karan, Bilge’ye kısa bir bakış fırlattı. Öfkeli ama aynı zamanda uyarıyı ciddiye alır gibi bir bakış… Sonra gözlerini tekrar Duru’ya çevirdi.

“Son kez soruyorum. Ares nerede?”

Duru başını hafifçe eğdi. Dudaklarından çıkan cümle, odanın içine buz gibi yayıldı:
“Ares, senin zannettiğinden çok daha yakında.”

Birden odanın üzerine başka bir sessizlik çöktü. Tolga, Bilge, hatta Karan… hepsi aynı anda nefeslerini tuttu.

Karan, bir anlık duraksamadan sonra gülümsedi. Ama bu gülümseme ne samimiydi ne de rahatlatıcı. Daha çok, yaklaşan bir fırtınanın habercisi gibiydi.

“Yakında mı?” diye tekrarladı, sesi boğuk ve tehditkâr.
Sonra bir adım geri çekildi. Ellerini arkasında birleştirdi.
“O halde göreceğiz… gerçekten benimle aynı karanlığa ait misin, yoksa zincirlerin sadece seni yutuyor mu?”

Duru gözlerini kapadı, kısa bir nefes aldı. İçinden geçen cümle zihninde yankılandı:
“Eğer bu zincirler beni yutacaksa, onunla aynı karanlıkta yutulmayı seçerim.”

Yağmur camlara daha sert vuruyordu. Saat ilerledikçe, İstanbul gecesi onların üzerinde ağır bir örtü gibi kapanıyordu. Ve üç farklı ruhun, bir karanlığın içine doğru sürüklendiği çok netti artık.

 

DEVAM EDECEK…

 

 

Bölüm : 25.09.2025 22:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...