
1.BÖLÜM
"Hayatta kalma arzusu iki ucu da keskin bir kılıçtır."
⚔️
Tommee Profitt, Fleurie/ There's A Hero In You
Barın kapısı hızla bir açılıp bir kapanıyordu. Saat henüz öğlene bile gelmemişken bu kadar kalabalık olması beni de şaşırtıyordu. Ancak bir noktada işime yaramadığını da söyleyemezdim. Çünkü para kazanmak, nefes almak kadar gerekli bir ihtiyaçtı. Aslında çoğu zaman paran yoksa nefes bile alamayabilirdin. Haydutlar aniden yolunu kesebilir, ara sokakta gaspçılar gurup halinde seni köşeye sıkıştırabilir ve sen farkında bile olmadan boynuna bir hançer yaslanabilirdi.
Yani sanırım bir noktada öncelikli olan ilk şey hâlâ nefes alıyor olduğundan emin olmaktı.
Bende nefes alıyor olduğumdan emin olmak için her günümü korkuyla yaşamak yerine karşıma çıkan herhangi birinin korkacağı o insan olmak için çabalıyordum. Kendime ve aileme yetebilmeyi öğreniyordum.
Aslında öğrenmeye de devam ediyordum çünkü hâlâ nefes alıyordum.
Yaşadığımız yer olan Asos, okyanusa kıyısı olan bir yerleşkeydi. Annem, ben ve kardeşim Ellie ile yaşadığımız bu yerde el ele birbirimize kenetlenmiş ve herkes gibi bizde hayatımıza devam edebilmek için bir düzen kurmaya çalışmıştık. Annem günlerini çarşıdaki küçük dükkanında terzilik yaparak geçirirken ben ve El'de bu barı işletiyorduk. Eh, en azından bu yüzden Asos'da nezih sayılabilecek tek bar olduğunu söylemek isterim.
Ta ki bugüne kadar.
Çünkü Asos'un bütün ayyaşları bugün barı adeta mengene altına almıştı.
Fıçıda boşaltmak için neredeyse hiç bira kalmamıştı. Tanrı aşkına saat daha öğlen bile olmamıştı. Dişlerimi sıkarak barın arka tarafında bulunan kilere doğru ilerledim.
Mekan ağzına kadar doluydu. Masalarda neredeyse hiç boş yer yoktu. Duvar dibine dayanmış sohbet ederek birasınını yudumlayanlar, hep bir ağızdan kahkaha atanlar, kızlardan bir öpücük çalmak için kendilerini olmadıkları biri gibi göstermeye çalışan Asos erkekleri ile dolmuştu.
Hepsi baş belasından daha fazlası değildi.
İnsanlara çarpmamaya özen göstererek kalabalığın arasından geçerek sonunda kilere ulaştığımda örgümden kopup gelen ve alnıma doğru düşen bir tutam saçı geriye doğru iterek hızlıca fıçılara göz attım. Neyseki duvar dibinde bir tanesi hâlâ dolu olarak duruyordu ve akşama kadar gelecek olan müşterileri idare ederdi.
Yani en azından öyle olmasını umuyordum.
Elbisemin eteklerini tutarak dizlerimin üzerine yere çöktüm. Fıçıyı kaldıracağım sırada arkamdan bir homurtu yükseldi.
"Sakın bana onu tek başına kaldıracağını söyleme."
Omzumun üzerinden gelen tanıdık sese doğru döndüm. Aden, yüzüne yerleştirdiği yarı alaylı yarı ciddi bir ifadeyle kollarını göğsünde birleştirmiş, omzunu da kilerin kapısına doğru yaslamıştı. Boyu o kadar uzundu ki kilerin kapısından bana bakabilmek için hafifçe eğilmek zorunda kalmıştı.
Yerden doğruldum ve ellerimi belimin her iki yanına koyarak omuz silktim. Bakışlarımı Aden'ın bal sarısına çalan gözlerine sabitledim. "Sen burada olduğun için artık bunu yapmama gerek kalmadı.” Tatlı olduğunu düşündüğüm bir gülümseme kondurdum dudaklarıma.
Yüzünde memnun olmuş bir ifade meydana geldi. “Bu kadar kolay kabul etmeni beklemiyordum.
Beni biraz daha uğraştırırsın sanmıştım." Bana doğru bir adım attı. "Daha öğlen bile olmadan sarhoş mu oldun yoksa?"
Garip bir homurtu çıkardım ama bu dudaklarımın kıvrılmasına engel olmadı. "Çalışırken içmediğimi gayet iyi biliyorsun." Karşı karşıya durduğumuzda kafamı hafifçe yana doğru eğdim. "Ayrıca bar ayyaş dolu ve şu anda tek istedikleri ağızlarını dayayıp kana kana içecekleri bu fıçıdaki bira. O yüzden bir grup sarhoşla uğraşacak vaktim de kaybedecek zamanım da yok.” Göz kırptım. “Kendimi düşündüm yani.”
Ben arkamı dönmüş kilerden uzaklaşırken Aden'ın kahkahası kulaklarıma doldu. Hiçbir şey söylemeden tek hamlede fıçıyı yerden kaldırdığını ve rahat adımlarla peşimden geldiğini göremesem de biliyordum. O gerçekten güçlüydü ve yaptığımız idmanların her geçen gün kendini daha da belli ettiğini görebiliyordum. Gücüne güç katıyordu.
Yeniden kalabalığa karıştığımızda göz ucuyla masalardan sipariş alan El'i gördüm. Oradan oraya koşuşturmaktan Aden'ın geldiğini görmemiş olmalıydı. Tezgaha yaklaştığımda, Aden'ın fıçıyı rahatça koyabilmesi için kenara doğru çekildim. Tam o sırada bar sandalyesine oturmuş ve ağzından salyalar akıtarak iştahla getirdiğimiz fıçıya bakan yeni bir müşteriyle göz göze geldim.
Kenara bıraktığım önlüğü yeniden üzerime geçirirken bardağın ağzını fıçıya dayamış ve çoktan birayı doldurmaya başlamıştım.
"Akşam geliyorsun değil mi?" Birayı müşteriye uzatırken ve masaya bıraktığı birkaç bozukluğu önlüğümün cebine doldururken Aden'a doğru döndüm. Kafamı yana eğerek "Ciddi misin?" der gibi o güzel yüzüne baktığımda sesli bir nefes verdi.
"Kutlama istemediğimi biliyorsun." Arkamı döndüm ve ıslak olan bardakları, kenarda duran temiz bezi alarak kurutmaya başladım. "Yani hayır gelmiyorum. Size iyi eğlenceler."
Söylediğime inanamıyormuş gibi kafasını iki yana salladı. "Ne yani doğum gününü sen olmadan mı kutlayalım?"
"Bu kadar şaşırtıcı olan nedir?" Kafamı ona doğru çevirdim. "Doğum günlerimi kutlamadığımı neredeyse bir Asos halkı bile bilir."
Tamam. Biraz abartmıştım.
Bana doğru yaklaştı. Kenarda duran başka temiz bir bezi alarak yanımda durdu ve önümdeki ıslak bardaklardan birini alarak benim gibi o da kurulamaya başladı. "Bu sene bir istisna yapamaz mısın?" Ses tonunu biraz alçalttı. "Biliyorsun bugün kazananların listesi belli olacak. Meydana asılmış listelerde her an benim ismimi de görebiliriz ve…"
Derin bir iç çektim. "Ve aniden saraya çağırılabilirsin. Biliyorum Aden."
"Öyleyse bu son kez vakit geçireceğimiz anlamına geliyor. Bunu da biliyor olmalısın."
İkimizde derin bir sessizliğe büründük. Zihnimizden geçen düşüncelerin aynı olduğunu biliyordum. Birbirimizi bir daha hiç göremeyebilirdik. En iyi arkadaşımı, sırdaşımı, dövüş partnerimi ya da kış günleri şöminenin başında El'i sinir ederek benle annemi kahkahalara boğan o Aden'ı bir daha göremeyebilirdim.
Bu düşüncelerin gerçekliği göğsümde kocaman bir ağırlığın oluşmasına sebep oldu. Aden'ın hayatımdaki yeri tahmin ettiğimden çok daha fazlaydı. Ben konuşmadan bile beni anladığını bildiğim, odanın bir ucundan göz göze geldiğimizde ne hissettiğimi anlayacak kadar yakın olduğum o insanın gideceğini sadece düşünmek bile nefesimi kesiyordu.
Onunda aynı hisler içerisinde olduğunu biliyordum. O da gitmek istemiyordu ama mecbur olduğunu biliyordu.
Biliyorduk.
"Gidecek olsan bile bizi görmek için sık sık geleceğine ya da mektup yollayacağına söz vermiştin." Ona bakmadan elimdeki bardağı kurulamış olmama rağmen bırakmadan her bir köşesini sinirle parlatmaya devam ettim. Beni oyalayacak bir şeye ihtiyacım vardı şu an ve o da tam olarak elimin altında duruyordu. "Şimdi de bu birbirimizi son kez görebileceğimiz anlamına gelebilir mi diyorsun?"
Bakışlarını yüzümde hissediyordum ama özellikle ona bakmamak için büyük bir çaba sarfediyorum. Delici bakışlarının ağırlığını hissetmek bile ona bakmam için geçerli bir sebep değildi.
En azından şu an değildi.
"Hayır. Sadece... ne kadar zamanımızın kaldığını bilmediğimi söylemeye çalışıyorum." Sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarından. "Saraya gittikten sonra prosedürün tam olarak nasıl işleyeceğinden emin olamıyorum. Eğitim süreci ile birlikte sizi ilk aylar belki de hiç göremeyebilirim. Bu senin de bildiğin bir gerçekti."
Haklıydı.
Bu ikimizin de en başından beri bildiği bir gerçekti. Ama yine de onun bizi yalnız bırakmayacağına ya da en azından bir yolunu bulacağına dair içimde yeşerttiğim inanca tutunmak istemiştim. Bunu düşünmek hiç benlik bir hareket olmamasına rağmen hâlâ bir yanımda umut edebilen küçük bir parça kalmış olmalıydı.
Sıkıntılı bir nefes verdim. “Bu noktada sana gitmek zorunda değilsin demek oldukça boşa kurulmuş bir cümle olacak ama yine de şansımı deneyeceğim.” Göz ucuyla ona doğru döndüm. Elindeki işi yapmaya odaklanmıştı ve ne zaman kendisini bir şey yaparken görsem bu iş dünyanın en basit işi bile olsa, yüzünde rastladığım o ifade hep aynı olurdu. Yaptığı her işe aynı hassasiyetle yaklaşırdı.
Tıpkı şimdi de olduğu gibi.
Kaşları çatıldı. "Gitmek zorunda olduğumu biliyorsun. Böyle bir şans ayağımıza kadar gelmemiş olsa bile ben yine de saraya gidebilmenin başka bir yolunu bulurdum."
Ne yazıkki biliyordum.Asos'un Kral’ı Aaron, yüzyıl sonra ilk kez sarayın kapılarını bugün açıyordu. Ve bunu yapmasının sebebi de halktan seçilecek olan talihlilerin eğitim görmek için saraya götürülmesi ve artık Kral'ın komutasında çalışmak için yetiştirilecek olmasıydı.
Asos'un yüzyıllar boyunca süregelen geleneklerinden oldukça farklı bir durumdu. Eski zamanlarda, yani büyük savaştan da öncesinde saraya ait olan komutanların çocukları küçük yaşlardan itibaren himaye altına alınırdı. Sıkı bir eğitime tabii tutulurdu ve kral için yani doğup büyüdükleri bu topraklar için savaşacak ve onları koruyacak birer asker haline getirilirlerdi. Ancak durum bundan yüzyıl sonra değişmişti. Şimdi o askerler kurayla halktan seçiliyordu. Şanslı olarak nitelendirilebilecek, ki ben bunu şans olarak görmüyordum daha çok bir trajedi gibi geliyordu, beş kişinin seçildiği ve artık krala ait olacakları o geleneğin ilk tohumları böylece atılmıştı.
Bu durum daha önce yaşanmış olsaydı da eminim ki kimsenin haberi olmazdı. Büyük savaş sonrası halk ve saray birbirinden oldukça kopuk bir şekilde varlığını sürdürmüştü. Ama bugünden itibaren artık bildiğimiz her şey değişiyordu. Asos'un önde gelen ve kendi yeteneklerine güvenen bütün kadın ve erkekleri listeye adını yazdırmıştı. Daha sonra da arkasına yaslanıp kurada çıkacak olmanın hayalini kurmuştu.
İşte bugün o insanlardan bazılarının hayalleri gerçek olacaktı.
Aden'da onlardan biriydi. Listeye adını yazdırdığından beri bütün idmanlarını benimle beraber yapıyordu. O, saraya gitmek istediği için kendini hazırlıyordu. Beni ise kendisi gittikten sonra tek başına kalacak olmamın yalnızlığına alıştırıyordu. Bundan hiçbir zaman şikayetçi olmamıştım çünkü Asos'ta kendi başına ayakta kalabilmenin bile başlı başına büyük bir gücü olması gerekiyordu. Benimde tek amacım kendime ve aileme o güç olabilmekti.
Aden'ın varlığı her ne kadar tahmin ettiğimin ötesinde bir dayanak olsa da hayatımızdaki yeri hiçbir zaman kalıcı olmayacaktı. Onun yolu ve bu yolda olmasını istedikleri her zaman farklı olmuştu. Kapatmaya çalıştığı yaralarının ardında bıraktığı izlere tutunuyordu, unutmak istemediği için. Onu ilk tanıdığım andan itibaren bunu biliyordum.
"Şu kan ağlayan sesi duyuyor musunuz? İşte o benim ayaklarımdan geliyor!" El homurdanarak bar taburelerinden birine adeta bir müşteri edasıyla yerleşti ve elindeki boş bardaklarla doldurduğu geniş tepsiyi de tahta tezgaha bıraktı. "Saray kapıları açıldı diye barın böylesine dolup taşacağını kim bilebilirdi ki?"
Henüz içeri gelen yeni bir müşteri olmadığı için bunu fırsat bilerek kuruladığım bardaklardan birine soğuk bir bira doldurarak beklenti içindeki El'in önüne bıraktım.
Bardak tahta tezgahta tok bir ses çıkardı.
“Tanrım…” hiç zaman kaybetmeden soğuk biradan büyük bir yudum aldı ve boğazından kayarak gitmesine izin verdi. Tadına doyarak memnun olmuş bir ifade ile gözlerini bana doğru çevirdi. "Sen Asos diyarının başına gelmiş en muhteşem şeysin."
Gülümsedim. "Biliyorum."
Ellie kıkırdadı ve sırtını yaslayarak rahat bir pozisyon aldı. "Üstüne alınma. Yalnızca biradan bahsediyordum."
Aden'ın kulak tırmalayan gür kahkahası hemen arkamdan yankılandığında sahte bir sinirle ona doğru döndüm. Elinde tuttuğu bezi bırakmadan kollarını teslim olurcasına her iki yanından havaya kaldırmıştı. Yüzünde ise muzip bir ifade vardı. "Kabul et. Fena giydirdi."
"Ve bu da seni keyiflendirdi öyle mi?"
Yüzündeki gülümseme büyüdü. "Elbette ki keyiflendirdi."
Kafamı her iki yana sallayarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Her ne kadar birbirlerine laf çarpmadan duramasalar da bazen böyle ittifaklar kurmalarına sebep olan nadir anlar yaşanıyordu. O anların başrolü de genellikle ben oluyordum.
Cevap vermeme fırsat kalmadan El'in yeniden konuşmaya başlaması bakışlarımın odağının ona doğru çevrilmesine sebep oldu. "Talihlilerin listesi henüz belli olmamışken benim size söylemek istediğim çok önemli bir konu var."
Aden, elindekileri bırakarak yanıma doğru yaklaştığında ve bakışlarını El'e doğru çevirdiğinde aramızda bir karışlık mesafe kalmıştı. Meraklı gözlerle Aden'a doğru baktığımda El'in ne söyleyeceği hakkında onun da hiçbir fikri olmadığını anladım. “Bu önemli konunun listelerle tam olarak ne gibi bir ilgisi var Ellie?"
Aden'ın kendi içinde düşündüğü her ne ise bunu dillendirmekten çekiniyordu. Sanki bu ihtimalin gerçekliği daha düşünürken bile onu rahatsız etmiş gibiydi. İçime düşen huzursuzlukla olduğum yerde kıpırdandım. "Ellie," dedim hoşnutsuzlukla. "Listeye kendi adını yazdırmak gibi bir hatada bulunmadın, öyle değil mi?"
Ellie, bakışlarını kaçırdı ve ortamı rahatsız edici bir sessizlik kapladı. Beklenti dolu gözlerimi ondan ayırmadan kaskatı olmuş bir şekilde kardeşime bakmaya devam ediyordum. Benim kömür karası saçlarıma inat onun elmas gibi parlayan sapsarı saçları vardı. Tıpkı anneminkiler gibi. Bakışları, duruşu, konuşması... her şeyiyle karşımda annem varmış gibi hissettiriyordu. Ne de olsa onun kızıydı.
Benim aksime.
“Ellie…” Aden sessizce fısıldadı. Süregelen sessizlikten o da en az benim kadar hoşlanmamış gibiydi. "Sanırım bize artık bir açıklama borçlusun."
Huzursuzlukla oturduğu yerde kıpırdanmaya başlayan kardeşimin bakışları bize doğru döndü. Gergin olduğu zamanlarda sıkça yaptığı gibi elleriyle oynamaya başlamıştı. "Sanırım bunu dolandırarak söylemenin bir yolu yok. O yüzden direkt konuya gireceğim. Listeye kendi adımı yazmadım ama…” bakışlarını gözlerime doğru çevirdi. "Senin adını yazmış olabilirim."
Bakışları doğrudan benim üzerimdeyken kurmuş olduğu cümlenin yankıları kulaklarımı doldururken, Aden ve ben aynı anda şaşkınlıkla soluduk. "Ne?"
"Sen delirdin mi?" Aden, sesini yükselttiğini fark ederek kısaca etrafına göz attıktan sonra yeniden konuşmaya devam etti. "Bunu neden yaptın?"
Sanırım ben neden yaptığını çok iyi biliyordum. Sıkıntılı bir nefes verdim. Eğer şimdi ikisinin arasına girmezsem olay tahmin ettiğimden daha fazla büyüyebilirdi. Çünkü saray konusunda Aden ve Ellie'nin birbirinden farklı düşüncelere sahip olduğunu biliyordum. Bu yüzden bunu konuşmanın ne yeri ne de zamanıydı. Olayı daha iyi anlayabilmek ve sağlıklı bir konuşma gerçekleştirmek için en doğrusu tartışmayı birkaç saat sonrasına ertelemek olacaktı.
Kim bilir belki de bu konuda El'in komik olmayan şakalarından yalnızca bir tanesidir.
"Tamam." Bakışlarımı ikisinin üzerinde gezdirdim. "Bu konuyu daha fazla uzatmadan burada kapatalım. Asos'da listeye adını yazdıran bir sürü insan var. Talihli olarak aralarından benim adımın çıkması zaten bir mucize olurdu." Arkamı dönmeden önce gerginlikle son kez El'in gözlerinin içine baktım. "Yine de bunu seninle daha sonra konuşacağız."
"Aslında..." diyerek soluklandı. "Seçilme ihtimalin çok yüksek."
Aden, "Bu da ne demek oluyor şimdi?" diye sorduğunda sesinin tonundan hala şaşkın olduğunu ve El'in söylediklerini hazmedemediğini anlayabiliyordum.
Yutkundum.
Arkamı dönmüş gitmek üzere olan bedenimi yeniden ikisine doğru çevirdim. Söylenmemiş cümlelerin aramızda çoktan koca bir yankıya dönüştüğü kardeşimin gözlerine baktım.
"Ellie..." sessizce fısıldadım. "Sen gerçekten ne yaptın?"
"Bir yıl boyunca her gün listeye adını yazarak seçilme ihtimalini garantiledim."
Aden sertçe yumruğunu tahtaya vurdu. "Kahretsin!"
Gözlerimi sıkıca yumdum. Etrafımdaki uğultular arttıkça kayboluşlarım da artıyordu sanki. O kayboluşların arasında zihnimin duvarlarından bana doğru yankılanan bir ses vardı. O sese ne zaman kulak kabartsam, duvarların ardına gizlenmiş bir yabancı varmış gibi geliyordu. Kendi içimde var ettiğim ancak benliğimin dışında kalmış bir yabancı. Kendime zihnimdeki kaostan uzaklaşmak ve mantıklı düşünebilmek için bir nefeslik kadar süren o zaman diliminde sakinleşmek için izin verdim. Bakışlarımın odağı kaybolmuş gibiydi. Sonsuz olasılıktaki o düşünceler yeniden hücum etmişti zihnime. Orada tanımadığım ama benden bir parça olmasına rağmen yabancı olduğunu bildiğim karanlık bir silüet vardı.
Oradaydı.
Zihnimin en karanlık köşelerine gizlenmişti. Beni gafil avlıyordu. Tıpkı şu anda da olduğu gibi. Ayaklarımdan başlayıp kollarıma kadar ulaşan o uyuşmayı hissediyordum. Yeniden uzun zamandır hissetmediğim o panik atak duygusunun kıyısındaydım ve düşmeme dakikalar kalmış gibiydi.
Sert bir el omzuma dokundu ve beni o yabancının kollarından, pençelerini bana geçirmesine izin vermeden saniyeler önce çekip aldı.
Onu var eden bendim ama onu yok eden ben olamıyordum.
Bir zihin nasıl yok edilirdi?
"Duyuyor musun beni?" Tanıdık eller omuzlarımı sarsıyor ve bakışlarımın odağını bulmasına yardım etmeye çalışıyordu. "Nefes al." Yüzüme çarpan taze nefesinin kokusunu soludum. "Duydun mu beni? Nefes al ve sesime odaklanmaya çalış."
Sonsuzluğun gerisinden kopup gelmiş bakışlarımı bana endişeyle bakan bir çift bal sarısı gözlere odakladım. "Ben... iyiyim."
Aden kafasını bunu reddetmek ister gibi iki yana salladı. "Hayır. Değilsin." Tutuşunu hafifletti ama beni henüz bırakmamıştı. "Ama olacaksın. Bu konuyu ben halledeceğim tamam mı? Bir yolunu bulacağım. Gerekirse kralın karşısına dikilir ve saraya gitmemen için ona yalvarırım. Bunu yaparım. Biliyorsun."
“Aden…” kollarımı ellerininin baskısından kurtardım ve nefes alma ihtiyacıyla bir adım geriye doğru çekildim. "Bize biraz izin verir misin?"
"Yapma."
Kenara çekildim “Aden…” ve ona gitmesi için yol verdim. "Lütfen."
Aden, başka çaresi olmadığın biliyordu. İstediklerim konusunda ne kadar inatçı olduğumu da. O yüzden şu an bu konuda direnmesi ona zaman kaybından başka bir şeye sebep olmayacaktı. İstemeyerekte olsa olumlu anlamda kafasını salladı. Son kez bir şey söylemek için ağzını, tedirginlik dolu bakışlarını, ikimiz üzerinde gezdiren El için açtığında her ne söylemek istiyorsa bundan son anda vazgeçti. Bana son bir kez daha bakarak iyi olduğumdan emin olmak istedi. Ve daha sonra arkasını dönüp bardan hızla uzaklaştığında benim bakışlarım da çoktan kız kardeşimin üzerine çevrilmişti. Ama kapının tahta gıcırtısı ve kapandığını haber veren küçük çanın sesi ile Aden'ın çoktan gittiğini göremesem de anlamıştım.
Önlüğümü çıkararak tezgahın altından eğildim ve ön tarafa doğru geçtim. El'in az önce oturduğu bar taburelerinden boş olan birine yerleştim. Ben oturduktan sonra hangi ara ayağa kalktığını bile görmediğim kardeşim de tedirginlikle geri yerine oturdu.
Ben konuşmadıkça onun ağzını açmayacağını çok iyi biliyordum. Bunu hem yapmak istemediğini hem de kendini yapmak için zorunda hissettiğini de biliyordum.
Ona kızamıyordum ama bir yandan da ona o kadar çok kızıyordum ki... sanırım kardeş olmak böyle bir şeydi.
Sonunda hayatımız boyunca ertelenmiş olan bu konuşmanın, kız kardeşimin adımı saraya gönderilmek üzere bir listeye yazmasından sonra gerçekleşeceğini ve bunu da bir bar tezgahında karşılıklı otururken yapacağımızı söyleselerdi bu kahkahalarla gülmeme sebep olurdu.
Ama işte... şu an yaşanan şey tam olarak buydu.
Çünkü hayatta meydana gelen trajediler de tam olarak bu anlardan dolayı var oluyordu.
Ve gelecekte olabilmesine ihtimal bile veremeyeceğimiz anların şimdiki zamanda başımıza gelmesi de hayatın yarattığı trajedinin ta kendisiydi.
"Bunu neden yaptığını biliyorum El." Bir elini avucumun içine aldım. "Ama sana kızmıyorum. Kızdığım tek nokta bunu yapmana olan o düşünce."
Konuşmak için ağzını açtığında elimle onu durdurdum. Şimdi konuşamazsam daha sonra bu konuşmayı yeniden yapabilmek için kendimde o gücü bulamayabilirdim. "Yaşadığım bu hayatın dışında daha iyi bir hayatı hak ettiğimi ve bununda sarayda olduğunu düşünüyorsun. Bunu düşündüğünü anlamadığımı mı sanıyordun?"
Omuz silkti. "En azından daha az belli ettiğimi düşünüyordum." Dudakları çok hafif utançla kıvrıldı. “Anlaşılan onu bile yapamamışım."
Usulca avucumda duran elini okşadım. "Ne yaparsan yap başaramazdın El." Derin bir nefes verdim. "Seni o kadar iyi tanıyorum ki... sen adım atmadan önce, ben o adımına ilk hangi ayağınla başlayacağını bilecek kadar iyi tanıyorum hemde." İçten bir şekilde gülümsedim. "O yüzden bunu saklayamamak senin kabahatin değil. Benim marifetim."
Bana içten bir gülümseme bahşettiğinde içimdeki huzursuzluğun bir nebze de olsa hafiflediğini hissettim. Yine de göğsümü daraltan o ağırlık hissi yok olmuyordu.
"Konumuza dönecek olursak... benim için, içinde senin ve annemin olmadığı daha iyi bir hayat yok. Sizi bırakıp gideceğimi nasıl düşünebilirsin? Bir yıl boyunca her gün adımı yazman... bunu yaparken aklından geçen o düşünceler gerçek değil. Saray düşündüğün gibi bir yer değil. Hiçbir zaman da olmadı." Bakışlarımı kaçırdım. "Ya kurada çıkarsam? Seni de annemi de öylece ardımda nasıl bırakacağım? Sarayın, düşündüğün gibi refah içinde yaşandığı bir yer olduğunu mu sanıyorsun?"
"En azından barda ayyaşlarla uğraşmaktan daha iyi bir hayatı hak ediyorsun. Her sabah buraya gelip her akşam yorgun bir şekilde eve dönmeyi değil." Şimdi ellerimi tutma sırası ondaydı. Bakışlarımı birleştirdiği avuçlarımıza doğru indirdim. "Gerçek gücünün farkına varmalısın. Annemle ben bu hayata mecbur kaldık diye sende kendini mecbur hissetme diye yaptım."
Gerilen kaslarımı görmezden gelemiyordum. Dişlerimi sıkmaktan neredeyse kırılmak üzere olan çenem buna en büyük kanıttı. "Benim hak ettiğim bu öyle mi?" Avucumu elinden kurtardım ve sinirle ayağa kalktım. "Ben güzel bir hayatı hak ederken nasıl oluyor da kendini, en önemlisi de annemi bu bok çukura mecbur kılıyorsun?" Artık sesimin ayarını kontrol edemediğimin farkındaydım ama kendimi sakinleştiremiyordum. "Her şey öylece kapınıza bırakıldığım için mi? Annesi kim babası kim belli olmayan… bir gece vakti sessizce kapıya bırakılmış, kundaktaki o çaresiz bebek olduğum için mi?"
"Öyle olmadığını biliyorsun!"
"Hayır bilmiyorum!" Öfkeyle bağırdım. "Çünkü söylediğin şey tam olarak bu! Geçmişi olmayan bir kızın geleceğinin de başka olabilme ihtimali! O küçücük ve gerçek dışı olan ihtimale tutunuyorsun. Hayal dünyasından çık artık ve gerçekleri gör."
Elimi sinirle saçımdan geçirerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım. "Ben bir hiçim El." Sesime gerçeğin en sahici tonu yerleşti. "Duydun mu beni? Bir hiçim. Benim var olma sebebim sizsiniz. Yaşadığım bu hayat... bana bahşedilmiş olan tek hayat bu. Ölmediysem ve sıcacık bir yuvaya sahip olabildiysem tek sebebi sizsiniz.” El'in gözünden bir damla yaş düştü ve çenesine doğru aktı. "Ben sizin kapınıza o gece bırakılmamış olsaydım değil güzel bir hayat bir hayatım bile olmayacaktı. Ölecektim belki de. Ama siz bana bir yaşama şansı verdiniz. Bu yüzden benim sizden başka bir hayatım yok. Olmayacak da."
Her ne kadar onu göz yaşları içinde arkamda bırakmak istemiyor olsamda şu an tek arzum buradan çıkıp biraz nefes almaktı. Meraklı birkaç gözün bize doğru dönmüş olduğu gerçeğini göz ardı ederek arkama bile bakmadan hızlıca kendimi bardan dışarı attım.
Kapının kapandığını vurgulayan o küçük çan sesini işittiğim anda gözlerimi sıkıca yumarak derin bir nefes aldım ve kendimi çarşının kalabalığına doğru bıraktım.
İşte... bütün gerçeğim birkaç cümleden ibaretti ve hepsi az önce yeniden su yüzüne çıkmıştı.
Bu zamana kadar onlara ait hissedemediğim tek bir gün bile olmamasına rağmen bu hepimizin gerçeğiydi. Ellie benim öz kardeşim değildi. Annem öz annem değildi. Asos'un yıkıma uğramasına sebep olan büyük savaş zamanı Grey ailesinin kapısına bırakılmıştım. Ölüme terk edilmiş olan o talihsiz bebek bendim. Eğer annem bu kadar kalbi güzel bir insan olmasaydı, savaşın kol gezdiği ve yıkımın ardında bıraktığı bir enkazın ortasında asla beni sahiplenmek istemezdi.
Düşünüyorum da savaşta kocanı kaybetmişken, yasını bile tutmaya zamanın yokken yapacağın tek şey kendin ve kızın için kaçmak, belki de yalnızca hayatta kalmaya çalışmak olurdu.
Kapına bırakılmış bir bebek ancak ayak bağı olurdu.
Ama annem öyle düşünmemişti. Böylesine zor bir durumdayken bile beni ayak bağı olarak görmemişti. Beni doğuran kadının bile yapamadığı o şeyi yapmıştı.
Beni sahiplenmişti. Beni sevmişti. Bana bir yuva, bir anne sıcaklığı vermişti.
Beni Ellie'den ayırmadan kendi kızı gibi büyütmüştü ama bunu yaparken beni bir yalanın içinde değil gerçeklere sarıp sarmalayarak büyütmüştü. Kim olduğumu bilerek büyümeme sebep olmuştu ve özümü elimden almamıştı. Ona hayatım boyunca en çok da bu yüzden minnettar olacaktım.
Her zaman kendi öz ailem gibi bağlı kalmıştım onlara. Geçmişten gelen ve tarifi mümkün olmayan bu gerçeğin yarattığı boşluk daima içimdeydi. Bunu hiçbir zaman inkar etmemiştim.
Ama içimde kapanmayacak olan boşluğun yarattığı bu sarsıcı hislere rağmen var olduğum ve onlarla yaşadığım bu hayatı seviyordum. Belki hiçbir zaman öz ailemin kim olduğunu bilemeyecektim. Hiçbir yere ait hissedemeyecektim. Ve her zaman başkaları için bir yabancıdan ibaret olacaktım.
Belki de bütün bunların sebebi hâlâ nefes alıyor olmamın yarattığı o küçük bedelden fazlası değildi.
Ayaklarımın beni nereye götürdüğünü bilmeden çarşının kalabalık meydanında yürümeye devam ediyordum. Yanımdan geçen insanlar saray hakkında konuşuyorlardı. Zaten insanlar saray hakkında her zaman bir şeyler konuşurlardı.
İki kızdan biri diğerine doğru heyecanla bağırdı. "Margaret düşünebiliyor musun Veliaht Prens’i göreceğiz! Yüzyılın en şanslı Asos kızlarıyız!" Birbirleri ile sesli bir şekilde kahkaha atarak kalabalığın arasına doğru karıştılar.
Yüzümü buruşturup yürümeye devam ettim. Veliaht Prensin yüzünü bu zamana kadar tabii ki kimse görmemişti.
Kimseye kendini göstermemesinin sebebi söylenenlere göre büyük yıkım zamanı her kraliyet mensubu gibi kapıların ardına saklanmak istemesiydi. Bunun sebebini tam anlamıyla kimsenin bilmediğine emindim. Ya da kapalı kapılar ardında o günden bugüne kadar nelerin değiştiğini… Yine de Kral’ı ve Prens’i hiç görmeden yaşamış bir Asos halkı vardı. Ve hiç kimsenin bu gerçeği yok saymadığını da biliyordum. Ama insanlar kendilerine inanmak istedikleri masallar yazmaya bayılırlardı. O yüzden bütün kızların oyunu gizem yaratmayı sevdiği için kendini göstermediğinden yana kullandığına emindim.
Prens, her zaman kraliyet ailesinden gelen bir soylu gibi değil de o aileyi korumak için görevlendirilmiş bir komutan gibi davranırmış. Eh... bunun pek de yalan olduğunu düşünmüyordum. Tahta geçene kadar herkes gibi görevi Kral’a ait olmak ve yalnızca ona hizmet etmekti.
Çünkü Kraliyet ailesinden olsanız bile bir Kral olmadığınız sürece amacınız hep aynıdır.
Hizmet etmek.
Annemin zamanında bana ve Ellie'ye anlattığı hikayelerden hatırladığım kadarıyla bu düzen büyük yıkımdan sonra var olmuştu. Kral’ın tek amacı tahtında güvenle oturma isteği olmuştu.
Küçük yaşta Ellie ve benim en zevk aldığımız şey dışarıda lapa lapa karın yağdığı o kış günlerinde, şömine başına oturup can kulağıyla ve meraklı gözlerle annemin anlatacağı masalları dinlemek olurdu. Bu gecelerimizi güzelleştiren bir geleneğe dönüşmüştü. Şimdi yeniden zihnimde o hikayeleri canlandırdığımda bir masaldan çok bir trajedi olduğunu anlıyordum.
Gerçeği en şeffaf haliyle ne annem bilebilirdi ne de Asos halkı. Çünkü o savaşta çoğu insan yaşamını yitirmişti. Tanık olan her göz bir daha geri açılmamak üzere kapanmıştı. Bilenler ise sarayda yaşayan bir grup insandan daha fazlası değildi.
Ve gizemini koruyan bu savaşın ardındaki kalıntıları kendileri gibi bir sır olarak saklarlardı.
Savaştan sonra çok uzun süre açlıkla mücadele edilmişti. Ve yıkımın arkasından geride yalnızca kan, toprak ve ölü insanların kaldığı bir Asos'a dönüşmüştü. Bu savaşın getirdiği yıkımdan sıyrılmak ve normal bir düzene dönebilmek için yıllar geçmesi gerekmişti. O zamanalar bende Ellie de çok küçük olduğumuz için olanların hepsini hayal meyal hatırlıyorduk.
Tahtın bir önceki vârisi olan merhum Kral ve Kraliçe o savaşta en ön cephede omuz omuza vererek savaşmışlardı. Birbirlerine çok aşık olduğu söylenen, ne olursa olsun hep el ele olan ve bu yıkılmaz gibi görünen büyük aşk hikayesi belki de destansı olabilirdi. Ama trajedinin var olduğu her yerde böylesine yüce bir aşk bile tarihin tozlu sayfalarına gömülebiliyordu.
Çünkü geriye dönüp bakıldığında hatırlanan bir aşk değildi.
Ölüm, vahşet ve yıkımdı.
Ama buna rağmen Asos Kraliçesi’nin varlığı halk için yadsınamaz bir gerçekti. Kaybı ne denli sarsıcı olmuştu bilmiyordum ama ondan pek bahsetmeyi tercih etmezlerdi. Kral ve Kraliçe’nin ölümü belki de büyük savaştan daha fazla yıkım getirmişti. Kimsenin o zamanlara dair konuşmamasının sebebini buna bağlıyordum.
Sahi ben ne bilirdim ki?
Tahta ise yasal vârisi olarak merhum Kral Loras'ın erkek kardeşi, Aaron geçmişti. Söylenenlere göre eski kraliçenin tahta çıkarmak için hak sahibi olduğu bir vârise sahipmiş.
Yani bir Prenses’e.
Gerçi artık bunun bir önemi yoktu. Çünkü tahta hak iddia edecek bir vâris de yoktu. Kraliçenin tek vârisi olan Prenses Valeria, büyük savaş zamanı düşmanın adım attığı bu topraklarda, okanlı gecede öldürülmüştü.
Kader onlardan hiçbir iz kalmasını istemiyormuş gibi yeryüzünden var oluşlarını aynı anda silmişti.
Ve onların bugün ölüm yıl dönümüydü.
Bir diğer trajedi daha.
Benim gibi doğan birilerinin var olduğu bu zamanda da artık önemli sayılabilecek pek bir şey kalmamıştı. Gerçi gerçek doğum günümü bilmediğim için annem asıl doğum günümü kapısına bırakıldığım o gece olarak kabul ediyordu ve bu hikaye yıllardır Ellie'yi çok heyecanlandırıyordu.
Bugün yas ilan edilmeliydi. Yine de yürüdüğüm caddede ve rastladığım her yüzde bunun aksini görüyordum.
İnsanlar ne yıkımı ne de ölümü hatırlıyor gibiydi.
Sanki yas, o geceden itibaren o kadar çok kazınmıştı ki insanların ruhlarına... geriye dönüp hatırlamak bile istemeyecekleri bir lanete dönüşmüştü.
Söylemiştim.
Bir yerde trajedi varsa geri kalan hiçbir şey hatırlanmaya değer görülmezdi.
Bu yüzden insanları suçlayamıyordum. Özellikle de annemin gözlerinde, bu hikayeyi her anlattığında var olan acıya en net haliyle şahit olduktan sonra.
Düşüncelerim geçmişle bu kadar iç içe geçmişken içimde yükselen sarayı görme isteğini bastıramadım. Kapılar yüzyıl sonra talihlilerin belli olacağı gün yeniden açılmışken sanırım bunu elimin tersiyle geri itmek istemiyordum. Halkın karşısına çıkıp konuşma yapacak olan Kral'ı görmekten ve kurada çıkan şanslı talihlileri ilk ağızdan duymaktan bir zarar gelmezdi.
Ara sokağa dalıp saraya doğru çıkan sapağa doğru hızlı adımlarla ilerledim. Yaşlı bir kadının tezgahının önünden geçerken kenara bırakılmış renk renk ve çeşit çeşit pelerinleri gördüğümde kendi pelerinimi barda unuttuğum için içimden lanet ettim. Saraya adım atarken yüzümü göstermek en son isteyeceğim şeyler listesinde başı çekiyordu.
Elbisemin ceplerinde ağırlık yapan birkaç bozukluğu hissediyordum. Sıkıntılı bir nefes vererek tezgaha doğru ilerledim ve pelerinlere göz atmaya başladım. Yaşlı kadın diğer müşterilerle ilgilenirken göz ucuyla bana baktı ve fazla oyalanmadan kafasını geri önüne çevirdi. Daha sonra baktığı şey onu koca bir hayrete düşürmüş gibi yeniden bana döndüğünde adımlarını çoktan yanıma doğru gelmek için atmaya başlamıştı bile.
Gözüme kestirdiğim koyu renkli ve kapüşonu olan pelerini elime aldım. Kafamı kaldırdığımda yaşlı kadın hayret verici bir şeye bakıyormuş gibi çehremi inceliyordu. "Fiyatı nedir acaba?"
"Kayıp prenses?" diye sordu, yüzüme bakmaya devam ederken. Ama daha çok bir sorudan ziyade kendi kendine bir şeyden emin olmak istiyormuş gibiydi. Ayrıca dur bir dakika o bana ne demişti?
Kayıp prenses mi?
Hayret dolu bir nida döküldü dudaklarımdan. "Ah," reddeder gibi kafamı iki yana doğru salladım ve bizi birbirimizden ayıran ortadaki tezgaha doğru eğildim. "Emin olun prenses olmayacak kadar sıradan bir hayatım var." Gözlerimde, prensesin böylesi ara bir sokakta, döküntü sayılabilecek bir tezgahın önünde ve üzerinde sıradan bir elbiseyle bu kılıkta olamayacağını vurgulamak ister gibi bir ifade ile yaşlı kadının gözlerine bakıyordum.
Cevap vermeden beni incelemeye devam ettiği sırada bende onu dikkatlice izlemeye başladım. Beyaza çalan gümüş rengi saçları, cam gibi parlayan masmavi gözleri ve ayakta durmasına yardımcı olan kalın sopalı, topuz kısmında parlak gümüşten işlemeleri olan bir bastonu vardı. Gözleri... o kadar dikkatli bakıyordu ki olduğum yerde hareketsizce durmaktan başka bir şey yapamıyordum. Yutkunmakta bile zorlandığımı fark ettim.
Giderek artan sessizliğin yarattığı endişe ile elimdeki pelerini havaya doğru kaldırdım. "Fiyatının ne olduğunu söyleyecek misiniz yoksa ben kendi kafama göre birkaç bozukluk bırakıp, arkamı dönüp gideyim mi?"
Yaşlı kadında benim gibi öne doğru eğildi. Elimdeki pelerinin sallanan kumaşına tutunarak beni kendisine doğru çekti. Yüzlerimizin arasında bir karışlık mesafe kalana kadar yaklaşmama sebep oldu. Gözlerim şaşkınlıktan iri iri açılmıştı. Böylesine yaşlı birinin bu kadar orantısız bir güç kullanabilmesi dudaklarımdan hayret verici bir nefesin kaçmasına sebep oldu.
"Ne yapıyorsunuz?" Kendimi geriye doğru çekmeye çalıştım ancak kadın beni yine de bırakmadı. Hatta uyguladığım güce rağmen olduğu yerde kıpırdamadan durmaya devam ediyordu. “Hanımefendi… lütfen bırakır mısınız?"
"Şimdi kulaklarını aç ve beni iyi dinle prenses," gözlerimi kırpıştırdım. Bu kadın aklını mı kaçırmıştı? Az önce kurmuş olduğum cümlelere rağmen hiçbirini duymamış gibi bana prenses demeye devam ediyordu. "Eğer karşına benim gibi seni tanıyan başkaları da çıkarsa… özellikle de kraliyet sarayında olanlar. Hayatta kaldığın her saniyeye pişman olursun. Ki bu pişmanlık da çok uzun sürmez. Sen daha ne olduğunu anlamadan ya başını kesilmiş ya da o güzel kalbini sökülmüş bulursun." Etrafına bakındı ve sanki birilerinin onu duymasından çekiniyormuş gibi geçip giden insanları kolaçan etti. "Şimdi arkanı dön ve derhal Asos topraklarını terk et. Bu kadar zaman nasıl saklandıysan yine aynı şekilde saklanmaya devam et."
Olduğum yerde kaskatı olmuş bir şekilde gözlerine bakmaya devam ediyordum. Sert bir şekilde yutkundum. O kadar şaşkındım ki söyledikleri karşısında, sesimi bulup da konuşamıyordum.
Dediklerinin bir gerçekliği olmadığını bilmeme rağmen yüzündeki endişeli ifade olduğum yere sinmeme sebep oluyordu. Gözleri aklını kaybetmiş biri gibi bakmıyordu. Bakışlarındaki ifade o kadar parlak ve dinçti ki sanki ne söylersem söyleyeyim onu aksine inandıramayacakmışım gibiydi.
Derin bir nefes aldım ve ellerimin titremesini saklamaya çalıştım. "Dediğim gibi beni başka biriyle karıştırmış olmalısınız. Ben prenses değilim."
"Rolünü oynamak konusunda ne kadar başarılı olduğunu taktir etsem de ortaya çıkmak için çok geç kaldınız majesteleri." Gözlerine hüzünlü bir ifade yerleşti. "Halk bu kadar geç kalmış bir vârisi öylece benimsemez. Çünkü bunun gerçekliğinden şüphe eder. Kaldı ki baştakiler tahtı öylece elinize bırakacak insanlar asla ama asla değiller. O yüzden ne yapıp edin değiştiremeyeceğiniz bir kader için kendi canınızdan olmayın."
O kadar kederli ve gerçekçi konuşuyordu ki bunun sebebinin tecrübeli bir insan olup uzun yıllar yaşamış olmasından mı, yoksa cümlelerinin deli saçması olamayacak kadar kararlı kurulmuş olmasından mı kaynaklandığına emin olamıyordum. Tek bildiğim ağzından laf almak istiyorsam bunu daha fazla inkar etmeden yapmam gerektiğiydi.
"Nasıl anladınız?" Sessizce fısıldadım. "Prenses olduğumu yani?"
Dudakları yana doğru kıvrıldı ve sırtını dikleştirdi. Bu sırada yüzüne bilmiş bir ifade yerleştirmişti.
"Yıkımın olduğu o lanetli gecede, senin gibi genç bir kadındım. Kraliçeyi hayatım boyunca sadece o gece görmüştüm. Onu gördüğümde de elinde bir kılıçla yüzü kanlar içerisinde savaş meydanının ortasında duruyordu. Kanının son damlasına kadar savaşan bir kadından çok daha fazlasıydı. Bir kraliçeden ziyade savaşçı gibi görünüyordu. Kardeşimle kaçmaya çalışırken bizi öldürmek isteyen bir grup düşman askerden kurtarmıştı. Hayatımı borçlu olduğum o kadını isterse yüzyıl geçsin yine de unutamam."
Yüzüne yerleşen minnet duygusu o kadar sahiciydi ki şaşkınlıktan kanımın tersten aktığına emindim. Vücuduma nüfuz eden keskin bir soğukluk vardı. Aniden buz kesmiştim. "Tanrılar şahit ya… yıllardır bu topraklardan adımımı dahi atmadım. Ama annesine senin kadar benzeyen başka bir kadın da görmedim. Ondan sadece saçlarının kızıllığını almamışsın. Buna rağmen her zerrenle sen onun kızısın. Merhum kraliçenin kızı."
Rüya olduğunu sandığım dakikalarda nasıl hissettiğime bir anlam veremiyordum. Ama bir isim koymak istersem en baskın gelecek olan acı olurdu. Evet acı çekiyormuş gibi hissediyordum. Acı çekmemi gerektirecek hiçbir şey olmamışken hemde. Ama acı kendisini her şeye o kadar bulamıştı ki söylenilen her kelimenin içinde bir parça da olsa duruyor ve başını uzattığı yerden bana doğru gülümsüyordu.
"Anne?" diye seslendi tezgahın diğer ucunda duran genç bir kız. Telaşla attığı adımları bize doğru yetişmek içindi. Soluk soluğa yanımıza gelerek yaşlı kadının koluna girdi ve çekiştirmeye başladı. "Çok üzgünüm. Annemin akıl sağlığı pek iyi değil. Size her ne söylediyse lütfen onu affedin." Elimdeki pelerine ve avucumdaki bozukluklara baktı. "Ve sikkeler de sizde kalsın. Pelerini mahçupluğumun bir göstergesi olarak kabul edin."
"Ama..." itiraz etmek istediğim sırada beni beklemeden uzaklaşmaya başladılar. Yaşlı kadın kolunu genç kızın ellerinden kurtarmaya çalışıyordu. "Benim aklım hâlâ yerinde hergele seni!" Bir yandan da bağırarak söylenmeye devam ediyordu.
Her ne kadar hediye ettiğini söylese de elimdeki bozukluğu tezgahın arka tarafına doğru bıraktım. Ve onları ardımda bırakarak olduğum yerden hızla uzaklaşıp, kendimi yeniden kalabalık meydanın sokaklarına attım. Yaşlı kadının söylediklerinin ne kadarının gerçek olduğunu deli gibi merak ediyordum ancak o kadar gergindim ki tek istediğim bu kaotik atmosferin içime sinen havasından sıyrılmaktı. Çünkü boğazımı sıkan görünmez eller vardı. Ve nefes almamı güçleştiriyordu.
Bana yönelik söylemiş olduğu cümlelerin doğru olmadığını biliyor olsam da hikayenin gerçek olabilme ihtimali beni derinden sarsmıştı. Prenses gerçekten ölmemiş olabilir miydi? Bu o kadar uzak bir ihtimal gibi geliyordu ki... eğer bir yerlerde hâlâ nefes alıyor olsaydı krallığın onu bulamamış olmasının imkanı yoktu.
Sanırım kızı doğru söylüyordu. O kadın yalnızca aklını kaçırmıştı. Zaten o kadar yaşlıydı ki yaşadıkları ve gördüklerinden sonra ruhunda meydana gelmiş hasarlar zihnindeki gerçeklik algısını değiştirmiş olabilirdi. Bu insan beyninin en kolay yapabildiği kaçış stratejisiydi.
Saraya giden yola doğru saptığımda muhafızların sayısı gözle görülebilir derecede artmıştı. Halkın geçeceği barikatların etrafına dizilmişlerdi ve geçen her kişiyi dikkatli gözlerle inceliyorlardı. Üstlerini arıyor ve gözüne kestirdikleri tekinsiz kişilerin girmesine izin vermiyorlardı. Kraliyetin sembolü olan güneş simgesi muhafızların zırhlarında olduğu gibi, üzerinde oldukları atların göğüslerine yerleştirilmiş olan kalın zırhlarda da bulunuyordu.
Devriye gezen birtakım muhafız insanların arasına karışmıştı. Sarayın çelik ve gökyüzüne doğru uzanan görkemli kapısı, lanetli anıların sınır çizgisi gibi görünüyordu. Atların kişnemeleri kulaklarımı dolduruyordu. Hepsi inci tanesi gibi bembeyazdı ve üzerlerine deri eğerler çekilmişti.
Yaşlı kadının söyledikleri koca bir çılgınlıktan ibaret olsa da o kadar çok aklımı bulandırmıştı ki muhafızlara görünmekten çekinir olmuştum. Bu yüzden önümdeki kalabalığı fırsat bilerek pelerinin kapüşonunu kafama doğru geçirdim. İşlemeli tel arabaların arkasına saklanarak muhafızlara görünmeyecek şekilde kontrolden geçen insanların arasına karıştım.
Taş kapının ardında kalan hanın içinde saraya giriş için uzun bir yol yapılmıştı. Kral gösterişi seviyordu ve belliki elindeki mevcut gücü sergilemekten gocunmuyordu. Bin bir renkteki çiçeklerin, tür tür ağaçların ve yemyeşil çimenlerin olduğu bahçeden geçerken, uzun ve metalden yapılma, bir zindan parmaklığı gibi duran, kapısında yine onlarca muhafızın gözetimi ile korunan başka bir yoldan daha geçip tam anlamıyla sarayın içerisine doğru giriş yaptım.
Göğsüm, aldığım derin nefeslerle inip kalkarken avuç içlerim de gerginlikten terlemeye başlamıştı. Dişlerimi dudağıma geçirdiğimi ancak ağzıma dolan kan tadıyla fark ettim.
Aman tanrım.
Resmen saraydaydım.
Tamam. Teknik olarak yalnızca bahçesindeydim.
Ama yine de saraydaydım.
Sırtıma vuran panik dalgasıyla birlikte olduğum yerde durarak arkama doğru baktım. Binlerce kadın ve erkek, ellerinde tuttukları Asos'un güneş amblemine sahip olan bayraklarla Kral’ın adını haykırarak akın akın içeriye doğru girmeye devam ediyorlardı. Kalabalık o kadar yoğundu ki artık geri dönme şansım neredeyse hiç yoktu.
Yanımdan geçen insanlar, geçiş yolunu kapatarak öylece durduğum için omzuma çarparak dengemin sarsılmasına sebep oluyorlardı. Önüme dönerek uzun yoldan yürümeye devam ettim. Yol, zamanın yavaşlaması gibi uzadıkça uzadı. Ama en sonunda yolun bittiği tepede görkemli sarayı ve merdivenlerde halkını selamlamak üzere duran Kral'ı gördüm. Ve o anda Veliaht Prens olduğunu tahmin bile edemeyeceğim erkeksi bir yüz girdi kadrajıma.
Sağlam adımlarla Kral’ın yanına doğru yürüyüp sol tarafına geçtiğinde Kraliçe de hemen sağ tarafına geçmişti. Okyanus mavisi gibi olan gözleri buradan bile görebileceğim kadar belirgindi. Gece karası saçlarından birkaç tutam alnına doğru dökülmüştü ve keskin yüz hatlarına bir gölge gibi düşmüştü. Oldukça uzun boyluydu. Bembeyaz bir teni vardı. Sanki tanrı onu şeffaf bir zardan ibaret yaratmış ve yeryüzüne indirmişti.
Kraliyet ailesinin yanında bile onlardan biri gibi değil de onları korumakla görevli olan bir komutan gibi duruyordu. Üzerine ikinci bir deri gibi yapışan siyah pantolonu ve dizlerine kadar uzanan çizmeleri vardı. Yakaları fırfırlı olan gömleği, kollarında işlemeler olan ve kalçalarına kadar inen ceketi ile baştan aşağı siyah giyinmişti.
Merhum Kral ve Kraliçe'ye saygı duyan ve onların yaslarını tutan birisi gibi.
Bu düşünce hem ürpermeme hemde içimdeki o anlamsız boşluğun daha da büyümesine sebep oldu.
Bu hissin ağırlığı, kısa bir zaman önce yaşlı kadının söylemiş olduğu tedirgin edici cümlelerin zihnime kazınmış olmasından da kaynaklandığına neredeyse emindim.
Herkesin rahat olan tavırlarının aksine onun sanki burada olmaktan keyif almıyormuş gibi bir ifadesi vardı. Belinde anlam veremediğim şekilde kınında duran küçük hançerler taşıyordu. Yüzüne örülmüş buzdan bir duvar varmış gibi görünüyordu. İfadesiz bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdiriyordu.
Yutkundum.
Kral konuşmaya başladığında kalabalıktan yükselmekte olan gürültü aniden kesildi ve insanlar çıt bile çıkarmadan, dikkatle Kral'ı dinlemeye başladı. Etraf aniden öyle bir sessizleşmişti ki aldığım her nefes sarayın duvarlarında yankılanıyor gibi hissediyordum.
Veliaht Prens kollarını arkasına doğru uzatarak sırtında birleştirdi ve adeta bir komutan edasıyla Kral'ın konuşmasını dinlemek üzere hazır ola geçti. Gözlerindeki eminlik, eğer başında bir taç olsaydı onun ihtişamıyla yarışırdı.
"Yüzyıllar önce büyük savaşın getirdiği yıkım halkımızın zor zamanlar geçirmesine sebep oldu," diye söze başladı Kral Aaron. "Ama oğlum... evine, krallığına ve Asos'un siz değerli halkına o günden sonra önemli zaferlerle dönerek hiçbir yıkımın boşa gitmediğini kanıtladı. Bugün buradaysanız ve refah içinde yaşıyorsanız bu Prensiniz layıkıyla vazifesini yerine getirdiği içindir."
Asos halkı, sol elini yumruk yaparak göğsüne doğru götürdü. Kral'ın sözlerinin doğruluğu üzerine Veliaht Prensi selamlamak için yapılmış, saygı niteliğinde bir hareketti.
"Mutlak zaferler çekilen kılıçlarla değil onu taşımayı bilen bedenlerle var olur." Gururla oğluna doğru baktı. "Çok yaşa Asos!"
Aaron'dan sonra herkes coşkulu bir ağızla tekrarladı: "Çok yaşa Asos!" Ardından nidalar, "Çok yaşa Kral Aaron!" şeklinde devam etti. Bugünü yas ilan etmemiz gerekirken, geçmişini hatırlamaktan aciz olan bir avuç insanın içinden taşan bu coşkuya anlam veremez haldeydim. Daha sonra ise darbenin en büyüğü geldi ve kulaklarıma dolan ismin ağırlığı altında ezildim. "Çok yaşa Prens Aiden!"
Hiç bitmeyeceğini düşündüğüm nidalardan sonra Kral'ın, alkışların arasına karışan sesi ile o derin sessizlik yeniden baş gösterdi. "Yüzyıl sonra sarayın kapılarını bir daha kapanmamak üzere açtık. Yıkımın getirdiği laneti zor da olsa sonunda geride bırakabildiğimiz için İllirya tanrılarına duacı olmalıyız. Yaralarımızı sardık ve eskisinden daha da sağlam bir şekilde ayağa kalktık. Artık birlik içinde olma ve kaybettiğimiz zamanın izlerini silme vakti."
Kral'ın bakışlarında küçük de olsa bir ifade aradım ama oldukça boştu. Söyledikleri gerçek miydi yoksa yalanı maskeleyen bir aldatmaca mıydı emin olamıyordum. “Bugün… Asos tarihine geçecek kadar önemli bir gün. Gece boyu düzenlenecek olan eğlencenin tadını çıkarmadan önce Veliaht Prens, doğup büyüdüğü Asos topraklarına ve krallığına hizmet etmek için bağlılığını kanıtlama şansına nail olan talihlilerin isimlerini açıklayacak."
Alkışlar yeniden baş gösterdiğinde, Kralın adını haykıran insanlar, ellerindeki Asos bayraklarını sallayarak senkronize bir şekilde tezahürat etmeye devam ediyorlardı. Ruhum, saklandığı yerde sobelenmiş ve kaçmaması için köşeye sıkıştırılmış gibi hissediyordu.
Prens Aiden, cam gibi parlayan mavi gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirerek eline saray muhafızı tarafından tutuşturulan parşömen kağıdı bana zulüm gibi gelen bir yavaşlıkta açarak uzun bir süre yazan isimlerin üzerinde göz gezdirdi. Başını kağıttan kaldırdıktan sonra bende herkes gibi nefesimi tutarak dudaklarından çıkacak olan o isimleri bekledim.
"Oliver Mason.”
Uzun bir bekleyişin sonunda ilk talihlinin ismi açıklanmış oldu.
Sakin ol, diye iç geçirdim. Çıkmayacaksın. O kadar isim arasından senin çıkman bir mucize olur ve sen mucize olamayacak kadar talihsiz bir kadınsın.
Benim için saatler gibi süren ancak yalnızca birkaç saniye daha geçtikten sonra Prens ikinci ismi açıklamak üzere dudaklarını araladı. Sanki birazdan yankılanacak olan o ismin sahibini görebilecekmiş gibi gözlerini yeniden kalabalığın üzerinde gezdirdi.
"Ronnie Bryne."
Açıkladığı ismin ardından daha fazla bu saçmalığa katlanamıyormuş gibi derin bir nefes verdi. Tek istediği eline tutuşturulmuş olan kağıt parçasının üzerinde yazan isimleri açıklamak ve arkasını dönüp sarayın korunaklı kapısının ardında gözden kaybolmakmış gibi bir ifade belirdi yüzünde. Bu yüzdendir ki diğer isimleri bizi çok bekletmeden sırayla açıklanmaya devam etti.
"Rory Flynn, Emory Knocks ve Aden Evans."
Aman tanrım.
Aden seçilmişti.
İnanamıyordum. Hayalini kurduğu şey gerçekleşmişti. O gerçekten seçilmişti. Ve tanrıya şükür ki ben seçilenler arasında değildim. Beş talihli açıklanmıştı ve Ellie'nin kadere karşı gelerek attığı zarlara rağmen mağlup olmamıştım.
Kabul etmeliyim ki bir yıl boyunca her gün adımı yazmasına rağmen seçilmemiş olmak benim içinde oldukça şaşkınlık vericiydi. Yine de durum ne olursa olsun korktuğum şey başıma gelmemişti ve ismim listede yoktu. Derin bir nefes vererek titreyen ellerimle pelerinin ardındaki yüzümü ovuşturdum. Burada artık bir işimin kalmadığını bilmenin rahatlığıyla arkamı dönerek kalabalığın arasına karıştım ve insanlara çarpa çarpa da olsa çıkışa doğru ilerlemeye başladım.
Aden kazanmıştı. Saraya gelecekti. Ve artık yanımızda olamayacaktı.
Bu gerçekle ortamın ısısı bir anda düşmüştü sanki. Etrafın kalabalıklığı, üzerimde camdan bir kalkan varmış ve onu delmeye çalışıyormuş gibi hissettiriyordu. İnsan yığınını elimle yararak ilerlemeye çalıştığım sırada tanıdık ses sarayın geniş bahçesinde yankılanarak kulaklarıma doğru çarptı.
Bu ses ona aitti.
Veliaht Prens'e.
Bir nefes kaçtı dudaklarımın arasından ve devam eden saniyeler içerisinde de nefes almayı bıraktım. Kulaklarımda çınlayan tek ses Prens'in iç yakan sesiydi. "Anlaşılan bir şanslı talihlimiz daha var. Sürpriz bir şekilde beş değil tam altı şanslı kişinin seçilmesi kararlaştırılmış."
Sesinde memnun olmayan bir ton vardı. Ya da yalnızca ben öyle olduğunu düşünmek istiyordum. Ama sanki... tüm bunlar ona da çirkin bir oyundan ibaretmiş gibi geliyordu.
Sanki saraya gelmek gerçekten de şans değil yalnızca bir lanetti.
"Ve son talihlimiz..." dedi, sesine herhangi bir duygu kırıntısı dahi bulaştırmadan. "Aisha Grey."
Yakıcı sesi kulağıma ulaştığı anda kalbim dört nala koşan bir at gibi delicesine çarpmaya başladı. Kendi adımı onun sesinden duymak…o kalbi ortadan ikiye doğru ayıran bir ok misali saplanmıştı göğsüme. Ses tonu kulağa mucizevi olarak listeye eklenmiş sürpriz bir talihliyi açıklamış olarak gelse de daha çok var olan bir gerçeği tokat gibi yüzüme vuruyor gibi hissettirmişti.
Bu gerçekten bir şans değildi. Artık emindim.
Sonra anlam veremediğim garip bir şey oldu. Omzumun üzerinden kafamı Veliaht Prens'in durduğu uzun merdivenlere doğru çevirdim. Tek bir an için bütün kalabalığı yararak o da benimle göz göze geldi. Ancak bana baktığına emin olmama izin verecek kadar uzun bir süre oyalanmadan elinde yumruk haline getirerek buruşturduğu kağıdı muhafıza geri verdi. Halkın nidaları devam ederken, arkasını dönerek saraya doğru adımladı ve kapanan demir kapının ardından gözden kayboldu.
Kelimeler bilenip kalbimi hedef almıştı ve ağırlığı canımı yakıyordu.
Aisha Grey.
Gözlerim odağını kaybetti. Kalbim kasıldığı kapı eşiğinde can çekişirken adımı onun dudaklarından işitmek artık hayatımın üzerine kapıları sertçe kapatan bir kesinlik taşıyordu.
⚔️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |