
2.Bölüm
"Gerçekler düşünülen kadar korkutucu değildir.
Asıl korkutucu olan zihnimizde var ettiklerimizdir."
⚔️
Hidden Citizens, ESSA/ Heroes Fall
Aisha Grey.
Kendi adımın daha ne kadar zihnimde yankılanacağından emin değildim. Dizlerim titriyordu ve bu duruma engel olamıyordum. Tırnaklarımla avuç içlerime yapmış olduğum baskıdan geriye kalan acı hissedilebilir derecede fazlaydı. Kendimi o kadar çok kasıyordum ki sarayın bahçesinden ve o bunaltıcı kalabalıktan ne ara çıkmış ve ne ara kendimi çarşı meydanının sonundaki iskeleye doğru yol alırken bulmuştum bilmiyordum. Zihin karmaşası yaşıyor ve az önce yaşananlarla birlikte algılarım kısa süreliğine kapanmış gibi hissediyordum.
Anlaşılan bir talihlimiz daha var.
Derin bir nefes alma ihtiyacı ile başımı yukarı doğru kaldırdım ve sakinleşmek adına gökyüzünün açık mavisine baktım. Ufak bir panik atağın kıyısındaydım. Bir an önce hızlanmaya başlayan kalbimi dizginlemem gerekiyordu.
Küçüklüğümde yapmaktan en çok keyif aldığım ve böyle anlarda beni sakinleştireceğini bildiğim bir şey vardı ki o da bulutların oluşturduğu şekillerin neye benzediklerini tahmin etmeye çalışmaktı. Bu küçük ama zihinin karmaşamdan uzaklaşmama yardımcı olan bir alışkanlıktı.
Bu sene beş değil altı şanslı kişinin seçilmesi kararlaştırılmış.
Kahretsin.
O heykel gibi duran yüz ve dudaklarından çıkan yakıcı sözler zihnimden bir türlü gitmiyordu.
Kendimi asla sakinleştiremiyordum ve bakmaya devam ettiğim her bulutta prensin mermer gibi olan yüzü beliriyordu. Sesi ise...kulaklarımdan asla silinmeyecek gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Kendimi sakinleştirmek, saniyelerin dakikaları kovaladığı her an daha da zorlaşıyordu. Boğuluyormuşum gibi hissettiğimde elim çaresizlikle boğazıma doğru gitti ve karnımda yakıcı bir kasılma hissettim.
"Aisha?"
Tanıdık sesle birlikte bedenim irkildi. Bakışlarımı gökyüzünden yavaşça kopararak sesin sahibine doğru çevirdim. "Aden?"
"Bardan ayrıldığımdan beri seni arıyorum. Neredeydin? Ellie’nin yanından hiçbir şey söylemeden ayrılmışsın. Kızı öylece merak içinde bırakırken kafandan neler geçiyordu?" Aden duraksadı. Gözlerim odağını kaybeder gibi olduğunda bir adım sendeledim. Tanıdık kollar yere yapışmadan önce omuzlarımdan yakaladığında, “Aisha… sen iyi misin?" diye panikle sordu.
Bedenimde kalan son güç kırıntısıyla kafamı olumsuz anlamda iki yana doğru sallamayı başarabilmiştim. "Panik..." nefesim hiç durmadan günlerce koşmuşum gibi kesik kesik çıkıyordu. "Atak..."
Aden omuzlarımı daha sıkı tutarak kaymış olan bakışlarımın odağını sabitlemek adına çenemi tutarak kendisine doğru çevirdi. "Derin bir nefes al Aisha." Nefesimi yönlendirmek adına o da benimle birlikte kontrollü bir nefes çekti içine. Ve bunu benimle birlikte nefeslerim düzene girene kadar tekrar etti. "İşte böyle. Bana bak. Gözlerini gözlerimden ayırma ve derin nefesler alıp sakince vermeye devam et." Verdiğimiz nefesler birbirimizin yüzüne çarparken kaybolmuş olan odağımın yeniden gözlerime yerleştiğini bal sarısı olan gözlerini daha net görebildiğimde anladım.
Sakince nefes alıp vermeye devam ederken, "En sevdiğin rengi söyle bana." dedi. Bunu kontrolünü kaybetmiş ve paniğin eşiğinde olan zihnimi meşgul etmeye çalışmak için yaptığını biliyordum.
Tek nefeste cevap verdim. "Gece mavisi."
Olumlu anlamda kafasını salladı. "Peki yalnız kalmak istediğinde genelde nereye gidersin?"
“Buraya gelirim.” dedim sakince. "İskelede oturup yıldızları izlerim."
“Peki seni en mutlu eden şey nedir?"
Küçük bir tebessüm belirdi dudaklarımda. "Ellie ile yaptığımız kış kurabiyeleri." Nefeslerim yavaşça düzene girmeye ve zihnimin kontrolünü yeniden ele almaya başlamıştım. Aden'da bunun farkındaydı. Omuzlarımı tutan elleri az da olsa gevşemişti ama yine de beni bırakmadan tutmaya devam etti.
İlk panik atağımın ortaya çıktığı zaman hepimiz için korkunç birer anıya dönüşmüştü.
O zamanlarda yanımda Aden olduğu için şanslıydım. Bu şekilde zihnimi oyalamak nasıl aklına gelmişti bilmiyordum. Ama beni o kabus gibi andan çekip çıkardığı için her zaman ona minnettar kalacaktım.
İşim, ailem ve Aden ile geçirdiğim sakin bir hayatım vardı. Belirli rutinlerim ve kendimi paniğe sürüklemeyeceğim düzenli bir yaşantım... geceleri çoğu zaman yalnız ya da Aden'ın eşlik ettiği zamanlarda akşam vakti iskelede oturur okyanusun hırçın suları ayaklarımıza değerken gökyüzünü izlerdik.
Barın sakin olduğu zamanlarda El tek başına idare ederdi. Bende Aden ile günü antrenman yaparak geçirirdim. Bu konuda oldukça iyiydim ve kendimi geliştirmiştim. Şimdiki halimle eski Aisha'ya baktığımda ne kadar yol kat ettiğini görebiliyordum. Bu sadece kendimle gurur duymama sebep oluyordu. İlk zamanlarda tecrübesiz oluşumdan kaynaklı bu raddeye gelmem uzun zaman alsa da güzel şeylerin sabır ve istikrar gerektirdiğinin de farkındaydım.
Kolayca koordine olabilen esnek bir vücudum vardı ama çevik olmak konusundaki yetersizliğimden kaynaklı olarak Aden'ı uzun süre büyük bir sınavdan geçirmiştim.
Buna bir isim vermem gerekirse Aisha ile yaşam sınavı diyebilirdim.
Neyseki her şeye rağmen Aden oldukça sabırlı bir adamdı. Pes etmeden beni en iyisi olmam için eğitmeye devam etmişti. Kendimi geliştirene kadar aldığım darbelerle birlikte akşamları eve her yerim morarmış ya da kesilmiş olarak dönsem de her seferinde beni bir savaşa hazırlar gibi davranmıştı.
Bu durumu başta garipsemiş olsam da zamanla neden yaptığını daha iyi anlamıştım.
Ancak böyle güçlü olabilirdim. Çünkü karşıma çıkan her kim olursa olsun doğrulttuğu o hançeri merhamet edip indirmek yerine bana doğru bileyip öldürmek için saplayacaktı.
"Daha iyi misin?"
Ne kadar zamandır kendi düşüncelerime dalmış bir vaziyette Aden'ın gözlerine boş bir ifadeyle bakıyordum bilmiyordum. En sonunda kafamı olumlu anlamda sallayarak hala omuzlarımı tutmakta olan ellerinin baskısından kurtularak bir adım geriye doğru çekildim.
"Evet daha iyiyim. Teşekkür ederim." İçten bir gülümseme bahşettim. "Bugünde hayatımı kurtardın Aden Evans. Bunun için benden her seferinde birkaç bozukluk alsaydın Asos'un en zenginlerinden biri olabilirdin."
Kaşlarını çatarak bana baktı. "Biraz abartmıyor musun sence de?" Panik atak geçiriyor olmam konusunda oldukça hassas davranıyordu. Özel bir sebebi olmadığını biliyordum ama... bazen geçmişten gelen bir travması olup olmadığını da düşünmeden duramıyordum.
Söylediklerinin üzerine yalnızca omuz silkmekle yetindim. Bu hareketimle birlikte gerilen dudaklarının hafifçe kıvrılmasına engel olamadı. “Aslında Asos'un en zenginlerinden birisi olamasam da güzel kızları peşimden koşturacak kadar kazanabilirdim. Fena fikir değilmiş."
İçten bir kahkaha atarak hafifçe omuzuna çarptım ve o sabit bir şekilde durmuş hınzır bir ifadeyle bana bakarken bende önden ilerlemeye başladım. "Bunun için biraz geç kaldın Evans. Geçmiş borçlarım geri ödeyemeyeceğim kadar fazla." İskelenin ucuna doğru yürüdüm. Onunda hemen arkamdan geldiğini, çizmelerinin tahtada çıkardığı sesten dolayı anlamıştım.
"Sana bir iyilik yapacağım ve geçmiş borçlarını sileceğim.” İskelenin ucuna geldiğimizde aynı anda yere oturduk ve ayaklarımızı suya doğru uzattık. "Ama gelecekti kazancım için aynısını söyleyemeyeceğim. Bundan sonra kendini ölümün kıyısına sürüklemeden önce iki kere düşün Aisha Grey. Yoksa artık bana gerçekten borçlanmak zorunda kalacaksın."
Ilık rüzgar örgümden kaçan saç tutamlarını önce yüzüme daha sonra da sertçe geriye doğru savuruyordu. Kontrol edemediğim tutamları elimle savuşturmaya çalıştım ve bakışlarımı yanımda oturmuş, yüzüne sinen sakin bir ifadeyle okyanusu izleyen Aden'a doğru çevirmiştim. "Sanırım ben doğduğum andan itibaren hayatın kendisine borçlanarak şansımı oldukça zorladım."
Yüzünü bana doğru çevirdi. "Bu da ne demek şimdi?"
"Boş versene," omuz silktim. ”Bende artık ne dediğimi bilmiyorum.”
Herhangi bir cevap vermeden yavaşça batmakta olan güneşi izlemeye devam etti. Bende bakışlarımı gün batımına doğru çevirdim. Güneşin ölürken saçtığı ışıkların yüzümü pençelemesine izin verdim. En huzurlu hissettiğim anlar tam da bu anlardı. Gün geceye devrilirken son kez yeryüzüne sesleniyordu sanki. Bir daha geleceğim ve gelmeden önce sizi yeniden geceye emanet ediyorum.
Gözlerimi diktiğim yerde gördüklerimi zihin süzgecimden geçirmekte zorlanıyordum. Alışık olmadığım bir tabloya bakmak ama anlayamamak kadar sinir bozucu bir durumdu. Aden şimdi sessizliğe bürünmüş, gergin çenesiyle gözlerime bakmayı reddederken bende ona eşlik ediyor ve sessizliği çoktan sırtıma bir pelerin gibi giyiniyordum.
Bilmediğim soruların cevabı bir dağ oluyordu. Ve ben önce hangisinden başlayacağımı bile bilmiyordum. Ama burada daha fazla sessizlik yemini etmişiz gibi oturamayacağımızın da farkındaydım. Ne kadar kaçarsak kaçalım dönüp dolaşıp geleceğimiz koca bir gerçek vardı.
"Daha ne kadar hiçbir şey olmamış gibi davranacağız Aden?"
"Aisha..."
“Yapma,” diyerek onu susturdum. "İçimi rahatlatmana değil, bu saatten sonra olabilecekler hakkında konuşmana ihtiyacım var. Listedeki isimlerden biri olduğumu bildiğini biliyorum."
Elini, rüzgar yüzünden dağılmış olan saç tutamlarının arasından geçirdi. "Şu anda sana ne söylemem gerektiğini gerçekten bilmiyorum Aisha. Bu olanlara hâlâ inanamıyorum."
"Sanırım saraya gidebilme ihtimaline o kadar üzüldüm ki bütün evren işbirliği yaparak senden uzakta kalmama müsaade etmedi."
Bu trajik durum onun da sinirlerini bozuyormuş gibi kafasını iki yana sallayarak gülümsedi. "Evrenin bu işe müdahale ettiğinden pek emin değilim. Bana daha çok Ellie Grey işini şansa bırakmak istememiş gibi görünüyor." Düşündüğü şeyle birlikte kaşları çatıldı. "Hiçbirimize belli etmeden bir yıl boyunca ismini listeye yazarken kafasından ne geçiyordu?"
Göğsümde hissettiğim duygunun ağırlığıyla içime derin bir nefes çektim. Aniden gelen hiçbir hissin kalıcılığı olmazdı ama yavaş yavaş kendini hissettiren duygunun yarattığı o his bir zehir kadar etki ederdi insana. Sen ne olduğunu anlamadan karışırdı kanına ve fark ettiğinde önlem almak için çoktan geç kalmış olurdun.
"Daha iyi bir hayatı hak ettiğimi düşünüyor."
Hayret dolu bir ifadenin sindiği bal sarısı gözlerini yüzüme doğru çevirdi. “Pardon ama bunu sarayda tam olarak ne yapacağını düşünerek hayal ediyor?"
"Bilmiyorum." Sıkıntılı bir nefes vererek ellerimle yüzümü ovuşturdum. "Ben onun da ne yaptığının farkında olduğundan pek emin değilim. Sadece kendisini, saray hayatının Asos sokaklarından çok daha iyi bir gelecek vaat eden illüzyonuna inandırmış. Onun ne kadar hayalperest biri olduğunu sende en az benim kadar iyi biliyorsun." Kıkırdadım. "Bunu yaparken beni saray kıyafetleri içinde baloda yakışıklı Asos prensiyle dans ederken hayal etmiş bile olabilir."
Aden'ın son cümlemle birlikte çenesi gerginlikle içeri doğru çöktü ve gözlerine sinen ifadeyi benden saklamak için bakışlarını kaçırdı. Bu fikir onu oldukça rahatsız etmiş gibi görünüyordu. "Yoksa sende prensin yakışıklı cazibesine daha saraya gitmeden önce kapıldın mı?"
Kahkaha attım. "Ne demezsin. O kadar yakışıklı ki neredeyse onu gördüğüm ilk anda heyecandan yere düşüp bayılacaktım." Sesimin tonundan sorusunu ciddiye almadığımı anladığı için sertleşen yüz ifadesi yavaşça yumuşadı. "İnan bana… bu durumda düşüneceğim en son şey prensin nasıl göründüğü Aden.”
“Haklısın. Üzgünüm.” diyerek derin bir iç çekti. "Ne yapmayı düşünüyorsun peki?"
Omuz silktim. "Bilmiyorum." Bakışlarımı okyanus ile gökyüzünün kesiştiği o uçsuz bucaksız görünen sonsuzluğa doğru diktim. "Tek bildiğim kralın kararlarına karşı gelirsem sonuçlarına da katlanmak zorunda olacağım. Bu işin anneme ve Ellie'ye kadar gitmesinden korkuyorum. Onları zor durumda bırakamam. Bunu yapamam."
Dediklerimin gerçekliği sinirini bozuyor olsa da itiraz etmedi. "Babamın saraydaki eski nüfuzundan kaynaklı sağlam bağlantıları vardı. Eh… bende onun oğlu olduğum için sanırım o kaynaklara kolayca erişebilirim. Saraya gittiğimizde güvende olman için elimden gelenin de fazlasını yapacağıma emin olabilirsin."
Aden'ın babası büyük yıkım öncesine kadar kral için çalışan önemli komutanlardan biriymiş. Hatta kralın baş komutanlarından birisi olmanın ağırlığıyla diğer komutanlardan ayrılıyormuş. Herkesin dilinde olan saygın ve krallığına da halkına da bağlı bir savaşçıymış.
Savaş, herkesten bir şeyler almıştı. Aden’da babasını büyük savaş zamanı kaybetmişti. Onun da geçmişinin yaralı ve hala daha kapanmamış izlerle dolu olduğunu biliyordum. Bunları her ne kadar konuşmayı tercih ediyor olmasak da gözlerine baktığım zaman o acıyı görebiliyordum. Hiç gitmiyordu. Zaten böylesi bir kaybın acısı nasıl yok olabilirdi ki? Hayat kimse için kolay değildi. İnsanların yol ayrımlarının, acılarının, kayıplarının adı değişse de hissi aynı kalıyordu.
Bu yüzdendir ki kaçmak istemenin de büyük bir cesaret gerektirdiğine emindim. İnsan kaçıp gitmek istediği zaman, arkasında bıraktığı enkazın uğuldayan seslerinden ancak belli bir süre uzaklaşabildiğinde bunu geride bıraktığını düşünüyordu. Ya da geride bıraktığını zannediyordu.
Çünkü geride bıraktığı şeylerin ağırlığı daima o insan nereye giderse gitsin içinde kalmaya devam ediyordu.
Bakışlarımı daldığım yerden uzaklaştırarak Aden'a doğru çevirdim. Onun da gözlerinin daldığını ve mevcut olan sessizliğin bile farkında olmadığını gördüm. Babasından bahsetmek ve kaybını yeniden hissetmek onun her zaman içine kapanmasına sebep oluyordu. Ailesinden bahsetmeyi pek sevmezdi. Bu konuda ona saygı duyuyordum ve o anlatmadığı sürece bilgi edinmek uğruna birtakım can yakıcı sorulara maruz kalmasını istemiyordum. Her zaman olduğu gibi şu anda da içinde bir yerlerde toprağa gömemediği enkazların arasında dolaşıyordu.
Hafifçe öksürerek dikkatini üzerime doğru çektim. Dalmış bakışlarınının farkında olmayarak sersem bir ifadeyle bana doğru döndü. "Kendini benim için zor duruma düşürmeni istemiyorum Aden."
İlk başta ne demek istediğimi anlamamış olsa da daha sonra söylediği cümleyi anımsayarak kafasını salladı. "Kendimi zor duruma düşürmeyeceğim.” Omzunu silkmekle yetindi. "Ama diyelim ki zor duruma düştüm. Bunun yine de umurumda olmayacağını bil Aisha. Konu sen olduğun zaman umurumda olanlar listesindeki önem sıralaması her zaman değişiyor."
⚔️
Hava gittikçe kararıyordu. Çarşının kalabalığından gelen yoğun seslerden insanların çoktan tezgahlarını toplamaya başladıklarını anlamıştım. Eve doğru hızlı adımlarla ilerlediğim sırada bara uğramayı düşünmüştüm ama içimden bir ses El'in çoktan barı kapattığını ve eve geçtiğini söylüyordu.
Kardeşimi tanıyordum. Kafası dalgın olduğu zamanlarda kendini pek işe verebilen birisi değildi. Ayrıca onu en son bıraktığım anı göz önünde bulunduracak olursam çıkışımın ardından hemen insanları bardan kovalayarak çıkardığına ve sonra da kendisinin çıktığına neredeyse emindim.
Bunun düşünmek farkında olmadan gülümsememe sebep oldu.
Birisini ne yapacağını bilecek kadar tanımak bazen insanın kendisinden korkmasına sebep oluyordu. Sevginin oluşturduğu o bağ, insanların zaafı olabilecek tek şeydi. Ve sanırım bir zaafın varsa bu da senin güçsüz ve düşmanlarına karşı her zaman açık birer hedef olduğun anlamına geliyordu.
Bunun yanı sıra aklımı kurcalayan ve elmanın kurtçuğu gibi içimi kemiren bir diğer konu da sarayda ne yapacağımdı. Bize ne gibi ihtiyaçları vardı da halkın arasından kurayla seçim yapıyorlardı? Asos savaşın eşiğinde olabilir miydi? Belki de topraklarımız diğer krallıklar tarafından ciddi bir tehdit altındaydı ve kral kanlı tarihimizin yeniden tekerrür etmemesi için böyle bir yola başvurmuştu?
Son zamanlarda düşünmek zihinsel bir işkenceden farklı değildi.
Onları merakta bıraktığıma emindim. Başımı alıp çekip gitmelerime her ne kadar alışık olsalar da El ile yaptığımız son konuşmadan sonra meraklandıklarını hisseder gibiydim. Beni asıl tedirgin eden şey anneme bu konuda ne söylemem gerektiğiydi. Böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğini biliyordum.
Evin aydınlatmaları yanıyordu. Annemin yetiştirmesi gereken bir işi çıkmadıysa onun da şu anda evde olduğuna emindim. Bazı zamanlar birden fazla sipariş alıyordu ve terzi dükkanında sabahlaması gerekebiliyordu.
Böyle zamanlarda onu yalnız bırakmak istemediğimiz için Ellie ile yanında kalıyorduk. Üçümüze ait bir dünya kurup o dünyanın içerisinde birbirimize kenetlenmek paha biçilemez bir histi.
Onlarsız bir hayat düşünemiyordum.
Gözümü açtığım andan itibaren gördüğüm ilk yüz onlara aitti. İnsanın, evladını karnında taşıması önemli değildi çünkü annelik asla bu değildi. Kundaktaki çaresiz bir bebeği hangi annenin vicdanı kanlı bir savaşın ortasında hiç tanımadığı bir evin kapısına bırakmaya yeterdi anlamıyordum ve hiçbir zaman da anlamayacaktım.
İçimdeki soruların hiçbirine yıllarca bir cevabım olmamıştı. Çünkü bazen cevaplar o kadar da önemli olmazdı. Sonuca baktığımızda sorular ne olursa olsun gerçek değişmiyordu ve ben her türlü senaryoda bile yine istenmeyen ve bir kapıya bırakılarak kendi kaderine terk edilen o bebek oluyordum.
Geçmişi düşünmekten nefret ediyordum.
Kapıyı yavaşça aralayarak eve doğru girdim. Pelerinimi çıkararak kanepenin kenarına doğru bıraktım.Tahta parkede ilerleyerek alt kata doğru merdivenlerden inmeye başladım. Burnuma yemek kokuları geliyordu ve annem ile El'in mutfakta olduğunu tahmin etmek bu yüzden çok da zor değildi. Sessiz olmaya özen göstererek merdivenden inmeye devam ettim. Kapının girişine yaklaştığımda karşımdaki görüntü ayaklarımın son basamakta duraksamasına sebep oldu.
El ve annem mutfak tezgahının arka kısmında yan yana durmuş hamur açıyorlardı. İkisinin de sırtı bana doğru dönük olacak şekilde durmuşlardı. Bu yüzden geldiğimi göremiyorlardı.
Annem tuttuğu küçük tahta sopayı elindeki hamurun üzerinde ileri geri hareket ettirerek inceltmeye devam ediyordu. "Ellie!" Yüksek çıkan tiz sesiyle yanında duran kız kardeşime doğru döndü. "Ben sana o hamuru elinde oynaman için mi verdim?”
El umursamazca omuz silkti. "Sanatımı icra etmeme engel oluyorsun şu an anne farkında mısın? Buradan bakılınca değilmişsin gibi görünüyor da..." ve elindeki hamuru havaya doğru kaldırdı. Hamura şekil vermeye çalışmıştı ve açıkçası pek de başarabildiği söylenemezdi.
"Bari bir şeye benzeseydi," annem elindeki tahta sopayı kenara bırakarak olay mahaline el atması gerektiğine karar vermiş olacaktı ki El'in önündeki hamurları alarak şekil vermeye başladı.
Annemin lafı üzerine El çatık kaşlarla ona doğru dönerek ofladı ve hamurlarını bozarak yeniden yapmaya başladı. "Oyalanma artık. Aisha gelmeden hepsini halletmiş olalım."
"Aisha demişken," elindeki hamuru avucunda top haline getirdi. "Sence bana hala çok kızgın mıdır?"
Annem derin bir nefes verdi. "Bilmem. Kendine aynı soruyu sor Ellie. Aisha'nın yerinde sen olsan, hala kızgın olur muydun?"
Olduğum yerde kaskatı kesildim. Annemin olanlardan haberi var mıydı? Ama nasıl olur? Böyle bir şey mümkün değildi. Annem bunu asla sakin karşılamazdı. Saraydan ve kraldan öylesine nefret ederdi ki çocuklarından birinin onların himayesinde olacağı gerçeğini kabul etmek istemezdi.
Çocuklarından birinin.
Eğer böyle bir seçim şansı olsaydı beni değil Ellie'yi tercih ederdi. Bu düşüncenin gerçekliği beynimden vurulmuşa dönmeme sebep oldu. Belki de Ellie'nin benim gidişimi garantilemek istemesi artık onlara yük olduğumu düşünmelerinden kaynaklanıyordur? Hayır. Saçmalıyordum. Ellie’nin böyle düşünmediğini biliyordum.
"Sanırım kızgın olurdum. Ama kendimce haklı sebeplerim vardı anne. Bunu sende çok iyi biliyorsun. Geçmiş hayatını ancak kendisi yaşayarak öğrenebilir diyen sen değil miydin?" Sıkıntılı bir nefes verdi. "Bende ayağımıza kadar gelen bu şansı kullanmak istedim."
Kaşlarım çatıldı ve bakışlarım anneme doğru kaydı. El'in dediklerinden etkilenmemiş gibi hala aynı ifade ile ona bakmaya devam ediyordu. Dedikleri hiçbir şeyi anlayamıyordum. Neler oluyordu burada?
"Evet ama böyle olmasını da istememiştim.” Sıkıntılı bir nefes verdi. "Ona gerçekleri tamamen verememiş olmak ne kadar zorsa, bizden gitmesine sebep olmakta o denli zor. Keşke zamanında ona her şeyi anlatabilseydim."
Ellie anneme doğru yaklaştı. "Onu seviyoruz anne. O da bizi seviyor. Bir gün bunu konuştuğumuzda her şeyi onun iyiliği için yaptığını anlayacaktır." Elini omzuna koyarak destek olurcasına sıktı.
Duyduklarımı sindirebilmek ve konuşulanların ardındaki gerçeği anlayabilmek şu an o kadar zordu ki… ama içimden bu olanlara kahkaha atarak gülmek geliyordu. Sadece bir gün içerisinde başıma gelenlerin üzerimde yaratmış olduğu savunmasızlığı her bir hücremde hissediyordum. İleri doğru atılıp onlara konuştukları her şeyi duyduğumu ve benden ne gizlediklerini öğrenmek istediğimi haykırmak istiyordum. Ama bir yandan da ayaklarım geri geri gitmek üzere merdivenlere doğru adımlamaya başlamıştı bile.
Sarsak adımlarım tok bir ses çıkardı ve ikisi de aynı anda irkilerek arkalarını döndüler. Annem şaşkınlıkla bana bakmayı sürdürürken "Aisha," diyerek tedirginlikle fısıldadı.
Üçümüzde yerimizde hareket edemeyecek kadar kaskatı kesilmiştik. El, endişeyle anneme doğru baktığında benim bakışlarımda ona doğru kaydı ve gözlerinde gördüğüm çaresizlik ifadesi dişlerimi sıkmama sebep oldu.
Benim bakışlarımda ise; ayak parmak uçlarımdan başlayan ve bütün bedenime doğru hücum eden katıksız bir hayal kırıklığı duygusu hakimdi. Buna rağmen kaçmayacaktım ve bu şey her ne ise onunla yüzleşecektim.
“Anne…” bakışlarım her ikisinin üzerinde gidip gelirken, ”Sanırım bana anlatmak istediğin şeyler var.” dedim tek nefeste.
Annemin ışıl ışıl olan sarı saçları ve cam gibi parlayan masmavi gözleri vardı. Ellie'de ona benziyordu. Benim ise kime benzediğimi bilmiyordum. Koyu saçlarım ve yeşile çalan açık renk gözlerimle uyumsuzdum. Onlardan farklıydım. Onlara ait değildim. Bunun tam tersi olmasını büyüdüğüm her an o kadar çok istemiştim ki gerçek hiç bu kadar acı verici gelmemişti.
"Kızım," dedi panikle. "Ne zamandır buradasın? Neden geldiğini haber vermedin? Seni çok merak ettik."
"Neler oluyor burada?" Öfkeyle inip kalkan göğsümü sakinleştirmek için derin bir nefes çektim içime. "Her şeyi duyduğuma göre artık bana da ne olduğunu anlatabilirsiniz, öyle değil mi?"
“Aisha…lütfen önce sakin ol.” Ellie anneme doğru yaklaştı. Annem ona baktı fakat cevap dahi vermeden mutfaktan dışarı çıkmak için adımladı. Peşinden ilerleyip bende evimizin dar koridoruna doğru adım attım.
"Beni evden göndermek için bu zahmete neden bir yıl boyunca katlandınız?" Kendime hakim olamadan bağırmıştım. "Karşıma geçip kapının yerini gösterseydiniz yeterdi."
"Ne?" Ellie aşkınlılıkla soludu. “Aisha… kendine gel. Saçmaladığının farkında mısın?"
Elimle Ellie'yi savuşturarak anneme doğru ilerledim ve kendi odasına girmek üzereyken karşısına dikildim. Birbirimize kitlenen bakışlarımızda ben ona çaresizce çırpınan yaralı bir hayvan gibi bakarken onun bana hala sevgiyle bakıyor olduğunu görmek daha da öfkelenmeme sebep oluyordu. "Benden gizlediğiniz ve yıllarca bilmemi istemediğiniz ne olabilir ki? Düşünüyorum ama hiçbir sonuca varamıyorum.“
Konuşurken her ne kadar kendimi sakinleştirmek için büyük bir çaba sarf etmem gerekse de hızlanan kalbime söz geçiremiyordum. Tutunmaya çalıştığım gücüm bu evin duvarlarında yok olmuş gibiydi.
"Yeter!" Annem aniden bağırdı. Hızla arkamı döndüğümde bakışlarımız kesişti. Hemen arkamda duran kardeşimin de benimle aynı şekilde anneme baktığını biliyordum. "İkiniz de buna bir son verin artık ve beni dinleyin."
Sessizce olduğumuz yere sinerek bekledik. Annem arkasını döndü ve ahşap sandığının kilidini açarak içinden beyaz bir bez parçası çıkardı. İki eliyle tutarak yatağın üzerine bıraktı ve derin bir nefes vererek bezin her iki ucunu kaldırarak açılmasını sağladı. İçinden Asos'un sembolü olan güneş desenli bir bebek örtüsü çıkardığında kaşlarımı çatarak bir anneme bir de yatakta duran örtüye bakıyordum.
"Kapıma bırakıldığın gece, kundağın içinde seni bu bebek örtüsüne sarılmış vaziyette bulmuştum.”
Annemin açıklaması karşısından ağzımdan hayret dolu bir nida çıktı. “Kapına bırakılmış bir bebeğin üzerinde krallığın sembolüne ait bir bez parçası olması size tam olarak ne düşündürdü?" Sesime olabildiğince çok küçümseme yansımıştı. "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ne demek oluyor bütün bunlar? Neden sakladın onu?"
Ellie'nin bakışları üzerimde gezinmeye başladığında araya girme ihtiyacı duyarak arkamdan çıktı ve odanın ortasına doğru ilerledi. "Fazla tepkiler veriyorsun Aisha."
Dudaklarım acıyla kıvrıldı.”Şu anda herhangi bir tepki vermediğimi beni biraz bile olsa tanıdıysan anlaman gerekirdi."
Konuşmadı ama gözlerinden cevabı görebiliyordum.
Anneme doğru yaklaşarak elindeki örtüyü çekip aldım. "Bütün mesele bu mu? Bir bez parçası mı?" Sinirle ellerimi saçlarımdan geçirerek odanın ortasında volta atmaya başladım. "Siz gerçekten aklınızı kaçırmışsınız. Büyük savaşın ortasında öylece kapına bir bebek bırakılıyor ve o bebeğin bu bez parçasına sarılı olduğunu gördüğün için tam olarak ne düşünüyorsun anne?"
Annem ve El birbirlerine bakarak sessiz kaldıklarında bakışlarımı ikisi arasında mekik dokuyarak çaresizlikle gezdirdim. “Krallığa ait bir bebek olduğunu.”
“Anne…” dedim sakin kalmaya çalışarak. “Öyle bir kaosun ortasında, bu örtüye sarılarak kapına bırakılan bir bebeğin krallığa ait olabileceğini nasıl düşündün? Koca bir savaşın ortasındaydınız! İnsanlar canını kurtarmanın peşindeydi. Asos bayrağına sarılmış halde bile bulabilirdin beni. Çünkü tek dertleri bir an önce benden kurtulmaktı!”
Ellie konuşmadan önce gerginlikle dudağını dişledi. "Alelade bir bez parçası değil bu."
"Yani?" dedim, umursamaz bir tavırla. "Kulağa hâlâ geçerli bir sebep gibi gelmiyor."
Annem bakışlarını benden ayırmadan ufak adımlarla yanıma yaklaştı. Omuzlarımı tutarak kendisine doğru çevirdi. "Yaptığımız açıklamanın sana mantıklı gelmediğinin farkındayım Aisha. Ama seni o gece gören bendim. Tertemiz ve sanki terkedilmiş olmana rağmen her şeyin farkında olan bir bebek gibiydin. Asla ağlamıyordun. Üzerinde krallığa ait bir örtüye sarılarak kundağa konulmuştun."
“Anne, ben hiçbir şey anlayamıyorum şu an," diye mırıldandım. Ondan daha çok kendi kendime. "Ne demeye çalışıyorsun?"
Elimi güven verircesine sıktı. "Büyük savaş kapımıza dayanmadan öncesinde doğan her yeni bebeği ve aileyi biliyordum. Sen o ailelerin hiçbirine ait olamazsın. Senin ait olduğun yer burası değil." Bakışlarım gözlerinde değil ellerimizi birleştirdiği avuçlarımızdaydı. Ama başımı kaldırıp bakmadım. Bakamadım.
"Nereden biliyorsun?"
"Çünkü krallık için çalışan bir şifacıydım. Görevim, doğan her yeni bebeği sağlıklı olduğuna dair kontrol edip, saraya rapor etmekti. Senin raporladığım bebeklerden olmadığını kapıma bırakıldığın o geceden beri biliyordum. Saraya ait olma ihtimalin o kadar ağırdı ki gelir seni bulurlar ve beni de krallığa ait bir bebeği kaçırmaktan tutuklarlar diye korktum. Ellie o zamanlar çok küçüktü. Babasını yeni kaybetmiştim. Kendimden çok onu düşünüyordum. Seni öylece bırakıp kaçmayı o kadar çok istedim ki..." dudakları titrerken bakışlarını kaçırdı. Ama bakışlarını kaçırmadan önce gözünden düşen ve çenesine doğru süzülen tek bir damla göz yaşını görmüştüm.
Yıllardır herkesten habersiz içinde bir savaş veriyordu. Aldığı kararlarla ve sonuçlarıyla yaşamaya çalışmıştı. Gözlerine baktığımda bunu görebiliyordum. “Ama yapamadım. Seni orada bırakıp arkamı dönüp gidemedim. Sonuçta bende bir anneydim ve seni, kendi seçiminin bile olmadığı bir kadere mahkum bırakmak istemedim."
Sertçe yutkundum. “Neden bana bunu anlatmadın? Anlattıkların…bunlar gerçek ya da değil neyi değiştirirdi anne?"
"Birçok şeyi." dedi. "Ve aynı zamanda hiçbir şeyi. Sen benim kızımsın Aisha. Bunu hiçbir güç değiştiremez. Seni her ne kadar ben doğurmamış olsam da büyüten benim. Senden sakladım, evet. Çünkü seni bilinmezliklerle dolu bir kuyuya atmak istemedim. Haklısın. Anlattığım hikayede boşluklar çok fazla ve elimde, bu bez parçasından başka aksini kanıtlayacak hiçbir şey yok.”
Bakışlarımı sessizce duvar dibine yaslanmış ve kollarını göğsünde birleştirerek çaresiz gözlerle bizi izleyen Ellie'ye çevirdim. Gözlerimde kendini hissettiren yaşlar çok küçücük bir an için kırpma cesareti göstersem süzülmeye başlayacak ve beni mahvedecekti.
Evet.
Kendi gözyaşlarım beni mahvedecekti.
Bir damla yaş düştü sol yanağıma doğru. Ardından başka damlalar da onu takip etti. Şimdi tutmayı başaramadığım gözyaşları sicimle inmeye başlamış, ardı arkası kesilmeden yanaklarımdan süzülüyorlardı.
O kadar hızlı akıyorlardı ki aniden görüşüm bulanıklaştı. Ellerimi annemin sıcacık avuçlarından çektiğimde kendimi geriye doğru adım atmaya zorlayabilmiştim. Bu sırada yüzümdeki yaşları elimin tersi ile siliyordum.
Ancak yaşlar daha ben elimi çekmeden yeniden hayat buluyordu elmacık kemiklerimde. "Sizden başka bir hayatım yok. Bu zamana kadar da böyleydi. Şimdi ne değişti?"
"Sarayın kapılarını açması." Ellie sessizce fısıldadı. Hatta o kadar sessizdi ki tek bir an bunu onun söylemediğini, aslında benim hayal ürünüm olabileceğini düşündüm. Ama sırtını dikleştirip adımlarını bana doğru atmaya başladığında öyle olmadığını anladım. "Sanki gökyüzü bile bu şansı kaçırmamamız için bizimle işbirliği yapmıştı. Gerçekleri öğrenebilmenin tek yolunun saraya gitmen olduğunu düşündüm ve bunu garantilemek için de elimden geleni yaptım. Senin için yaptım."
İçimde kabaran hayal kırıklığını hissediyordum. Damarlarımdan sanki kan değil oluk oluk öfke akıyordu. "Bana bunu anlatmalıydınız! Böyle bir şeyi benden saklayamazsınız. Benim hayatım üzerinden kumar oynuyorsunuz ve sonra da yeni bir hamle yapmam için zarı benim elime tutuşturuyorsunuz." Hırsla arkamı döndüm ve yumruk yaptığım ellerimi sinirle her iki yanımda sıkmaya başladım. “Bu hayatta güvendiğim o iki insandınız ve ikinizde beni kandırdınız.”
Göğsüm hırsla inip kalkıyordu. Bedenimi sakinleştirmeye çalışıyordum ama yapamıyordum. Ruhum alevlerin arasında kalmış gibi koca bir yangın yeriydi. Gözyaşları yeniden gözlerimden akıp çeneme doğru süzülmeye başlamıştı.
Gözyaşları sızlatabilir miydi sahibinin ruhunu?
Benim sızlatıyordu.
Ellie, "Annem senden bunu saklayarak aslında senin hayatını kurtardı." diye bağırdığında irkildim.
Annem, olanlardan sonra artık gücü kalmamış gibi yatağa oturmuştu. Gözlerini elindeki bez parçasından ayırmıyordu. Kaderimi şekillendiren, beni koca bir yol ayrımına sürükleyen o bez parçası… Bir an için her şeyden öylesine nefret etmeye başladım ki... bu nefretin ilki; doğduğum an, ikincisi ise kapıya bırakıldığım o andı.
"Kurtardı öyle mi?" O kadar çok bağırmıştım ki sesim bütün odada yankılanmıştı. Ama geri dönüp çarptığı yer kalplerimizdi. "İnsan bazen düştüğünde yaralanmakla kalmıyor. Ölüyor." El bunu beklemediği için bir an sarsılır gibi oldu.
"Gerçekleri bilerek büyüseydin içinde hep koca bir belirsizlikle yaşayacaktın. Belki hiçbir zaman bize ait hissedemeyecektin. Belki sana zarar verecek insanlar olduğumuzu düşünerek tedirginlik içinde yaşayacaktın. Bilmiyorum belki de bizden kaçmayı bile düşünebilirdin!" Gözleri, var olan bir gerçek varmış ve bunu bana göstermeye çalışıyormuş gibi bakıyordu.
Cayır cayır yanıyordum. Görüyordu. Ama suyu döküp söndürmesi gerekirken o yalnızca ateşi daha çok harlıyordu. Bunu bilmek daha da öfkelenmeme sebep oldu ve arkamı dönüp odadan dışarı doğru ilerlemeye başladım. Bu sefer beni durdurma girişimde bulunmamışlardı.
Kendimi evden dışarı attığımda havanın serinlemiş olduğunu fark ettim. Ay, tepeye konumlanmıştı ve etrafında neredeyse hiç yıldız yoktu. Bu durum canımı sıktığı için iskeleye gitmek istemediğimi fark ettim. Aden'ın orada olma ihtimali çok yüksekti ve şu an istediğim tek şey yalnız kalmaktı.
Meydana doğru adımladığım sırada evlerin önündeki dar sokaklardan aşağı doğru inmeye başladım. Ara sokaklarda genelde hiç ışık olmazdı. Bu da karanlıkta olmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattı. Karanlıkta olmanın iyi bir yanı daha vardı ki belirli bir süre sonra gözleriniz alışıyordu ve yolları daha net görmeye başlıyordunuz. Ama aydınlığa çıkmak... İşte bu gözlerinizi kör edebilirdi.
Ruhumu izbe bir yerde, kendine yaşamak için yeniden kurduğu bir eve benzetirdim. O evin çatısı yoktu, içindeki eşyalar kırık döküktü ama hepsi bana aitti. Hepsi, zamanın sırtlarına bindirdiği yüklerden parçalanmış, dağılmış, kırılmış hatta kaybolmuştu. Ama ne olursa olsun kapıyı her açıp içeri girdiğimde bana ait izler taşıdığını görmek paha biçilemezdi.
Şimdi o evin duvarlarında yalanın gölgeleri vardı. Ben yine o kapıdan girmiştim. İçeride yine bana ait izler vardı ama yok olmuşlardı. Kurtaramamıştım ve şimdi elimde bir avuç külle, eşiğinde durduğum kapıda yanan bir harabeyi izliyordum.
Adımlarım sarsak ve cansızdı. Ruhum ilk defa bedenimden çekilmiş gibiydi ve bu kesinlikle mecazi anlamda değildi.
Ellerim ve dizlerim titrerken ilk defa durmak istemedim. İlk defa durmak yerine daha hızlı yürümek istedim. Belki de koşmak. Ne kadar uzaklaşırsam o yıkımdan belki de o kadar yitirirdi gerçekliğini. Belki ne kadar arkamda bırakırsam o kadar kalırdı ardımda.
Ben en çok kendime yalan söylüyordum ve en çok kendi yalanlarımı doğrum kabul ediyordum.
Bu her şeyden kötüydü.
Yanından geçtiğim taş duvarlı evin pencerelerinden çatısına doğru uzanan kalın sarmaşıkları gördüm. Adımlarımı oraya doğru çevirdim. Evde hiç ışık yoktu. Kimsesiz görünüyordu ve sarmaşıklar çatıya çıkmak için merdiven görevi görecek kadar sağlam gözüküyordu.
Tam olarak yalnız kalmak ve gökyüzünü izlemek için aradığım o yerdi. Uzun elbisemin altına giydiğim çizmelerimin boş kaldırımlarda yankılanmasını umursamadan eve doğru ilerledim.
Bir elimi sarmaşığa tutunmak için sağlam bir dalını bulmak ümidiyle arasında gezdirdim. En nihayetinde buldum ve aşağı doğru birkaç kere çekiştirerek kırılmayacağına emin oldum. Elbisemin eteklerini dizime doğru toplayarak sağ ayağımı kaldırıp sağlam olan dal parçasının üzerine koydum. Sol elimi biraz daha yukarıda olan ve bana göz kırpan sarmaşığa doğru çıkardığımda yere basmakta olan ayağımla kendimi ittirerek bedenimi havalandırdım.
Aynı işlemi tekrarlayacağım sırada köşeyi dönmekte olan bir beden sertçe bana çarparak dengemin sarsılmasına sebep oldu ve yıldızlar adeta başımın üzerinde dolanarak yere düşmeye başladılar.
Ya da düşen yıldızlar değil, kelimenin tam anlamıyla bendim.
"Ah!" Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan kalçamın üzerine doğru sert zemine çarptığımda bana çarpan kişi her kimse kısa bir an duraksadı.
Canım o kadar çok yanıyordu ki bana bakan kişinin kim olduğunu bile göremedim. Kararsızlıkla duraksayan adımları ilerlemeye devam etti.
Tanrım.
Bu bir kabus olmalıydı. "Hey!" Arkasından bağırdım. "Seni yakaladığım zaman bu hale gelmeme sebep olduğun için çok pişman olacaksın!" Silüet karanlık sokakta bir gölge gibi kaybolduğu zaman bile arkasından bağırmaya devam ediyordum. "Duydun mu beni? Senin yerinde olsam Asos topraklarını arkama bile bakmadan terk ederdim!"
Kahretsin. Beni umursadığı falan yoktu. Belki de ayyaşın tekiydi ve tam olarak ne yaptığının bilincinde bile olmadığı için öylece kaçıp gitmişti.
Sırtımı dikleştirdim ve oturur pozisyona geldim.
Yüzümü buruşturmama sebep olan inanılmaz bir ağrı vardı. Bir bacağımı boylu boyunca yerde uzatmaya devam ederken diğerini kendime doğru çektim ve bir kolumu dizime doğru yaslayarak soluklanmaya çalıştım.
Kaburgalarım kırılmış olmalıydı çünkü her nefes alışımda kemiklerim sırtıma batıyordu.
Dağılmış olan saçlarımı elimle savurdum ve gecenin zifiri karanlığına doğru döndüm. Etraf sessizliğe hapsolmuş gibiydi. Tam o esnada oturduğum yerin biraz ilerisinde gözüme çarpan bir yansıma fark ettim.
Bir hançer.
Ağrıyan sırtıma rağmen kendimi ayağa kaldırmayı başarabildiğimde acıdan dolayı kısılan bakışlarımı üzerine diktiğim hançere doğru yönelttim. Dizlerimi kırarak yere doğru çömeldim ve parlamakta olan hançeri aldım.
Elimde döndürerek nasıl bir şey olduğunu inceliyordum ama karanlıktan dolayı ayrıntılarını pek görebildiğim söylenemezdi. Ancak hissettiğim kadarıyla bilenmişti. Çünkü işaret parmağıma doğru hafifçe bastırdığımda kanatacak kadar ince ve keskin bir uca sahipti.
Birkaç damla kan ayaklarımın ucuna damladığında parmağımı ağzıma götürerek kanın durması için emmeye başladım.
Az önce arkasını dönüp giden ve kim olduğu belirsiz olan kişiye ait olabileceğini düşündüm. Düşürmüş olmalıydı.
Gördüğüm kadarıyla kabzasında işlemeleri vardı ve kırmızı yakutlarla süslenmişti. Sıradan birisine ait olamayacak kadar değerli ve özel olarak yapılmış bir hançere benziyordu.
"İşte burada!" Kaba bir erkek sesi yankılandı boş sokakta. "Kaçmasına izin vermeden yakalayın onu!" Ve sesi duymamla birlikte sokağa doğru adımlayan birden fazla ayak sesi işittim.
Burada tam olarak neler oluyordu?
Seçilen talihli olduğum için beni almaya eve gitmişlerdi ve orada bulamadıkları için buraya kadar takip mi etmişlerdi?
Saray muhafızı olduğunu düşündüğüm birkaç asker bana doğru adımlayacağı sırada hızlıca kafamdan kaçabilmek için plan yapmaya başladım. Geriye doğru dönersem ve çarşı meydanına doğru koşarsam kalabalık hızımı yavaşlatabilirdi. Ayrıca bu saatlerde meydanın her köşesinde devriye gezen askerler olurdu. Bu yüzden atlı süvarilerin geldiği açıklığın tersine doğru koşarsam orman yoluna çıkabilir ve gecenin karanlığını fırsat bilerek çok kolay gözden kaybolabilirdim.
Elimde duran hançeri daha sıkı tutarak derin bir nefes verdim ve sakince adımlarımı geriye doğru atmaya başladım.
Kaçacağımı düşünen muhafızlardan bir tanesi belinde duran kılıcın topuzuna doğru hafifçe hamle yaparak göz dağı vermeye çalıştı. İçimden sessizce saymaya başladım.
Bir.
İki.
Ve üç.
Koş!
Ayaklarıma hızlı bir komut gönderdiğimde elbisemin takılmaması için ellerimle uçlarından kaldırarak can havli ile askerlerin tersi yönünde arkama bile bakmadan koşmaya başladım.
"Dur!" Birisi arkamdan bağırdı. “Kaçma!"
Ormanın derinliklerinde boş bir değirmen vardı. Kimsenin orayı bilmediğine emindim. Bu yüzden yapmam gereken tek şey peşimdeki muhafızlardan kurtulmak ve izimi kaybettirerek orada saklanmaktı.
Geceyi orada geçirebilir ve artık peşimde olmadıklarından emin olduktan sonra geri eve dönebilirdim. Tanrım… bugün bir an önce bitmeliydi. Evren benimle dalga geçiyor olmalıydı çünkü sakin bir hayatım varken bunun tek bir günde tepetaklak olmasının başka bir açıklaması yoktu.
Arkama bakmadan hızımı arttırdım. Ormanın içinden gitmek hem muhafızların beni görmesini engelleyecekti. Hemde kestirme yoldan değirmene ulaşabilecektim.
Kaldırımları döven çizmelerimin ardından yumuşak bir zemine geçiş yaptım. Gecenin karanlığından görebildiğim kadarıyla boşta kalan elimle önüme çıkan ağaçların dallarını ve yapraklarını iteliyordum.
Atların yere hızla çarpan nalları ve süvarilerin demirden yapılmış giysilerinin çıkardığı sesleri işitebiliyordum.
Elbisemi tutuyor olmak hızımı yavaşlatıyordu. Usulca parmaklarımı kumaşın eteklerinden çektim ve kurumaya yüz tutmuş yaprakların arasına süzülerek serilmesine izin verdim. Örgümü tutan lastik hızdan dolayı düşmüş olmalıydı çünkü dalgalı saçlarım şimdi belime doğru çarpıyordu. Gözlerim ise odak noktasını kaybetmek istemiyormuş gibi gecenin karanlığında önünü görmeye çalışıyordu.
Derinlerde bir yerde yükselen at seslerinin bana doğru yaklaştığını hissederken panikle çarpan göğsüme dur diyemiyordum. Hız kesmeden koştuğum sırada arkamda hissettiğim keskin bir rüzgâr usulca havayı deldi. Tökezleyerek yere düştüğümde panikle kafamı kaldırdım ve hemen başımın üstünde duran ağaca saplanmış olan oka baktım.
Sessizce olduğum yere sindim. Nefes seslerimin geceye karışıp koca bir yankıya dönüşmemesi için avucumla ağzımı kapatmış, hareketsizce beklemeye başlamıştım. Beni görmemiş olmalarını ve kör bir atış olmasını diliyordum. Aksi felaketim olurdu.
Göğsüm hiddetle inip kalkıyordu. Kalbim, göğüslerimi saran elbisenin dar kumaşını yırtarak çıkmak istiyormuş gibi çarpıyordu.
Neden kaçtığımı bilmiyordum. Bu herhangi bir kabahatim olmadığı halde onların gözünde suçlu görünmeme sebep olmuştu. Sıkıntılı bir nefes verdim. Artık bu işin geri dönüşü yoktu. Öylece karşılarına çıkıp açıklama yapsam dahi bu durumu anlayışla karşılayıp, "Elbette hanımefendi bir yanlış anlaşılma olmuş kusurumuza bakmayın lütfen. Buyurun yolunuza devam edebilirsiniz.” demeyecekleri için kaçmak ve gölgelerin beni saklamasını ümit etmek tek kurtuluşumdu.
Varış noktama oldukça yaklaşmış olmalıydım çünkü buradaki ağaçların sıklığı azalmıştı. Ay tepeden daha net belli oluyordu. Bu da yolumu daha iyi görebileceğim anlamına gelirdi.
Düzensizleşen soluklarımın arasından göz ucuyla gördüğüm kadarıyla atlı süvariler yandaki patika yoldan hızla geçmişlerdi. Düştüğüm yerden kalktım ve son hız koşarak az sonra görünecek olan değirmene ulaşmayı umut ettim.
Tam şu anda nereye gittiğime yön veremediğim için bana gülümseyen dolunaya güvenerek olduğum yerden dümdüz bir şekilde ilerlemek eskisi kadar güven verici gelmiyordu.
Etraf oldukça sessiz ve karanlıktı. Hareketlerimle birlikte ayaklarımın altında ezilen otlar gecenin sessizliğini yararak ormanın içinde adeta ben buradayım diyen koca bir yankıya dönüşüyordu.
Tam o anda bana ait olmayan başka bir ayak sesi daha işittim. Adımlarım duraksadı. Gözlerim yavaşça geriye doğru döndü. Karşımda benim boyuma göre daha uzun olan ve sanki gecenin bir parçasıymış gibi görünen karanlık bir silüetle karşılaştım. Yüzünü tam olarak seçemiyordum. Gövdesini ağaca yaslamış, bana bakan kişi her kimse, ben onu görmeyi ne kadar beklemiyorsam o da bir o kadar benim onu görmemi bekliyormuş gibi duruyordu.
Bana doğru, saatin zamanın içine devrilişi gibi uzun gelen bir yavaşlıkta yürümeye başladı. Ağacın gölgesinden uzaklaştıkça görüş alanıma giren ilk şey; oldukça uzun olan bacakları ve dizlerine kadar gelen kalın tabanlı çizmeleri oldu. Beline taktığı kalın kemerin sağ kenarındaki kının içinde elmas işlemeli bir kılıç ve diğer solunda kalan kının içinde ise küçük bir hançer vardı.
Panikle çarpan göğsüme engel olamadım ve elimdeki hançeri daha sıkı kavrayarak bir adım geriye çekildim.
Attığım adımı görmesiyle birlikte eş zamanlı olarak o da uzun bacaklarını harekete geçirdi ve bana doğru sağlam bir adım attı. Her ne kadar bu bedenin sahibinin kim olduğunu bilmesem de o gözlere bakmak istemediğimden emindim.
Üzerinde kollarını ve gövdesini tamamen kapatan çelikten bir zırh vardı. Gümüş renkli zırhın boyun kısmı oval bir şekilde çenesinin bittiği yere kadar uzuyordu. Sert göğsünü kaplayan zırh, bedeninin olduğundan daha da heybetli görünmesine sebep olmuştu. Asos'un tanıdık güneş amblemi zırhın hemen ortasında duruyordu. Gümüş çeliğin omuz kısımlarında da işlemeli gold armalar bulunuyordu. Omuzlarına geçirilmiş olan ve sırtına doğru uzanan uzun pelerini, her iki yandan tokalarla sabitlenmişti.
Çenesi oldukça belirgindi. Keskin bir yüz hattı vardı.
Tanrım, teni öylesine duruydu ki buradan bakıldığında bile şeffaf bir camdan gibi parlıyordu. Belirgin elmacık kemikleri ve dudağının sol üst kenarında gözle görülebilir deredece belirgin bir ben vardı. Dağınık gece karası saçları ensesine doğru uzuyor ve ön tutamları hafifçe alnına doğru düşerek, sanki saatlerce elini içinden geçirmiş gibi dağınık bir hava katıyordu.
Dudaklarım kararsızlıkla birkaç defa aralanıp geri kapandı. Sözcükleri dilimin altına yatırmış olsam da onları bellerinden tutup yatırdığım yerden kaldıramamıştım. Beklenti dolu bakışlarını gördüğümde o tanıdık cam mavisi rengi gözlerinin bir çiçeğin yeni açmaya başlayan yaprakları gibi görünmesine sebep olduğunu hissetmiştim.
Buna rağmen yarattığı bu hissin dilime bulaştırdığı tadında zehirli bir şeyler vardı.
Asos'un Veliaht Prensi tam karşımda duruyordu.
Bana bakan gözlerinin ağırlığıyla ellerimi koyacak yer bulamadım ve terleyen avuçlarımı yavaşça elbisemin kumaşına doğru sürdüm. Sessizce birbirimize bakarken ikimizin de ağzını bıçak açmıyordu. Sanki aramızda sözsüz bir oyun başlamış gibiydi.
"Issız bir ormanda olmak için,” diye cümlesine başladığında buğulu sesi duraksamama sebep oldu. "Saat epey geç. Sizce de öyle değil mi? Şu anda sıcacık yatağınızda uyuyor olmanız gerekirdi."
Duraksayıp kafamı kaldırdım ve mavi gözlerin sahibine doğru baktım. "Şu anda kiminle muhattap oluyorum acaba?"
Gözlerini ağır ağır kırptı. "Benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?" Oldukça düz tuttuğu bir ses tonuyla sormuştu.
Bakışları öylesine ıssız görünüyordu ki sanki ormanın bütün karanlığı onun gözlerinde toplanmıştı.
Sanki gecenin bütün hisleri gözlerinde parçalanmıştı.
Dümdüz durmaya devam ederken yüzümden herhangi bir duygu kırıntısının geçmesine izin vermedim. Şu an en doğru seçenek onu tanımıyormuş gibi davranmaktı. Çünkü hâlâ peşimde olan muhafızlar vardı. Veliaht Prensin gecenin bu saatinde neden ormanda olduğuma dair yapacağım hiçbir açıklamayı mantıklı bulmayacağına emindim.
Hemde peşimdeki atlı süvarilerin kendi komuta zincirine bağlı olduğunu bilirken.
“Hayır. Sizi tanımıyorum." Ona düz düz baktım. "Ayrıca benim yerimde bir erkeği görmüş olsaydınız, gecenin bu saatinde ormanda olmasını umursamayacak ve arkanızı dönüp gidecektiniz. Lütfen aynısını benim içinde yapın."
Tanrım şu an bir Veliaht Prense karşı geliyordum. Hemde peşimde bir dolu muhafızı varken.
Gerçekten delirmiş olmalıydım.
Tek kaşı havaya doğru kalktı. Bakışları birkaç saniye daha gözlerimde oyalandıktan sonra bana doğru biraz daha yaklaşarak aramızdaki mesafeyi azaltmaya çalıştı. "Bu benim için oldukça önemli bir ayrıntı." Sesinin tınısında anlam veremediğim bir soğukluk vardı. “Sizi gücendirmek istemem ama yine de bu saatte ormanda dolaşıyor olmanız oldukça şüpheli."
Prense bön bön bakmaya devam ederken kollarımı, kendimi ona karşı korumaya çalışıyormuşum gibi göğsümde birleştirdim. Bir süre söylediklerine rağmen cevap vermemeye devam ettiğimde konuşmayacağımı anladı.
Sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarından. Aynı ifadesiz gözlerle beni izledikten sonra, "Neden burada olduğunuzu bilmem gerekiyor. Aksi takdirde bana başka şans bırakmayacaksınız." dedi.
"Anlamadım?" Ses tonumun öfkeli çıkmasına engel olamadım. "Aksi takdirde ne olacak? Ormanda kendi halinde yürüyen birini, kanunlara aykırı bir suç işlemiş gibi zorla alıkoymaya mı çalışacaksınız?"
Bakışlarını benden ayırarak kafasını hafifçe yere doğru eğdi. Ağzını açıp herhangi bir şey söylemeden önce çok kısa bir an için dudaklarının yukarı doğru kıvrıldığına şahit oldum. "Aslında biliyor musunuz? Sanırım gerçekten de kanunlara aykırı bir suç işlediniz." Yüzlerimizin arasında bir karışlık mesafe kalana kadar yaklaşmaya devam etti. "Ama bu suç elbette ormanda kendi halinizde yürüdüğünüz için değil."
"Öyle mi?" Çenemi yukarı doğru kaldırdım. Boyu o kadar uzundu ki benim gibi uzun olan bir kadına göre bile yanımda dev gibi kalıyordu."Lütfen söyler misiniz, işlediğim suç tam olarak nedir?"
Dudaklarında tehlikeli sayılabilecek bir gülümseme oluşt. Yeterince yanımda olmasına aldırmadan belli bir ölçüde mesafesini koruyarak yüzü çenemi teğet geçerek kulağıma doğru yaklaştı. "Hançerimi çalmış olmanız."
"Ne?"
Kabzasını daha da sıkmaya başladığım hançer, avuçlarımda yok olacak gibiydi. Ya da az sonra yok olacak kişi bende olabilirdim. Tam olarak emin olamıyordum.
O, az önce hançerin kendisine ait olduğunu mu söylemişti?
İllirya Tanrıları beni korusun çünkü biraz sonra Prensten beni koruyabilecek kimse olmayacaktı.
Bedenini hafifçe geriye doğru çekti. Bir süre gözlerimde gezinen bakışları ifadesizliğini bir kenara bırakarak daha canlı bir tonla bakmaya başladı. Aslında gerginlikten titriyordum ama bunu belli etmemek konusunda o kadar ustaydım ki karşımdaki birinin bunu anlamasına imkan yoktu.
Ortamın ısısı bir anda düşmüş gibiydi. Etrafın sessizliği sağır edici bir hale bürünmüştü. Hâlâ ağzımı açıp tek kelime etmeden aynı ifadesiz gözlerle prense bakmaya devam ediyordum.
Aisha! Şu lanet olası ağzını derhal aç ve çok geç olmadan kıçını kurtaracak bir şeyler söyle!
"Hangi hançer?" Bakışlarını üzerimden çekmemiş olduğunu fark ettiğimde aynı hızla başımı başka yöne doğru çevirdim ve gerginlikle dudaklarımı birbirine bastırdım.
Bana doğru adım atarak sendelememe sebep oldu. Kaçmaya çalıştığım sırada sırtım sert ağacın gövdesine doğru çarptı. Dudaklarımdan bir inilti çıktı. Saatler önce yere düştüğüm için sırtım hala ağrıyordu ve en ufak hareket acının nüksetmesine sebep oluyordu.
“Gerçekten,” Son kalan sabır kırıntısını da elinin tersiyle iterek gözlerine öfkenin yerleşmesine sebep oldu. “Elinde sıkı sıkıya tuttuğun kraliyet hançerine rağmen aptalı oynamaya devam mı edeceksin?"
Pekala.
Artık senli benli hitap edilen kısma geçildiğine göre gerçekten de köşeye sıkış olmalıydım. Saygı sınırları anlaşılan buraya kadardı.
Olayları zihnimden geçirdiğimde yere düştüğüm zaman kim olduğunu göremediğim o kişinin arkasını dönüp gitmeden önce yere bir şey fırlattığını şimdi fark ediyordum.
Hançeri düşürmemişti çünkü onu çalan zaten o kişiydi. Muhtemelen kendisini takip eden muhafızları atlatabilmek için karşısına çıkmış olan beni ortaya atmaktan çekinmemişti.
Ve bende kaçarak bana ait olmayan bu suçu üstlenmiştim. Şimdi karşımda durmuş olan veliaht prens, gözlerimin içine bakarak bana hırsız damgası yapıştırmıştı.
Ne yapacaktım şimdi?
Tabii ki yapacağım en mantıksız şeyi yapacak ve yeniden kaçmaya çalışacaktım.
Kendimi uzaklaştırmak adına ufak bir girişimde bulundum. Eğer hızımı koruyabilirsem beni yakalamadan buradan kaçabilirdim.
Ya da karşısında, prensin değimiyle aptalı oynamaya devam ederek dikilmeye devam eder ve işlemediğim bir kraliyet suçundan yargılanmaya göz yumardım.
Sanırım ilk seçeneği deneyecektim.
"Bu hançerden mi bahsediyorsunuz?" Hançeri tuttuğum elimi havaya kaldırdım. Bir anlık duraksamasını fırsat bilerek aniden yanından sıyrıldım ve yeniden geceye doğru karışarak koşmaya başladım.
Prensin ne olduğunu anlamasına zaman kalmadan hızımı arttırmış ve çoktan aramıza gözle görülebilir bir mesafe koymuştum. Öfkeli sesi ormanın içinde eko yaparak yankılanacak kadar sertti. "Kaçma!"
Arkamı dönemezdim. Eğer tek bir an için bile dönme gafletinde bulunursam, bakışlarım odağını kaybederdi ve adımlarım sarsılacağı için kolayca dengemi kaybederdim. Bu da yere kapaklanmama ve prensin beni kolayca yakalamasına sebep olurdu.
Sanırım bu yüzden hızlı koşmak konusunda oldukça iyiydim. Herkesin aksine ben ne olursa olsun arkama dönüp bakmamak konusunda ustaydım.
Odaklandığım tek şey ileriye bakan gözlerim ve hızını azaltmadan koşmaya devam etmesi için komut verdiğim ayaklarım oldu.
Prensin yeniden ormanda yankılanan sesini duydum. "Hiçbir yere kaçamazsın! Her yer muhafızlarla çevrili!”
Tek bir an için adımlarım duraksar gibi oldu. Kahretsin. Bu nasıl bir geceydi böyle? Önce annemin yıllarca benden sakladığı sırrı, daha sonra kardeşimin arkamdan iş çevirerek sürpriz talihli olmama sebep olduğunu öğrenmiştim. En nihayetinde bir de hırsızın suçunu üstlenmiş ve kaçmaya çalışırken Asos'un veliaht prensi ile karşılaşmıştım.
Ondan kaçıyor olmam da vardı tabii.
Sanırım başıma gelecek olan talihsizlikleri bir günde yaşayarak diğer insanların hakkını yemiştim. Gülmek ya da ağlamak arasında kararsız kaldığım dakikalarda zihnimde yarattığım karmaşa adımlarımı yavaşlatmış olmalıydı ki ensemde ılık bir nefes hissettim.
Tepki vermeme fırsat kalmadan sert bir elin kolumdan tutarak hızla kendine doğru çevirmesi aynı anda gerçekleşti. Ne olduğuna anlam veremezken kendimi yokuş aşağı yuvarlanırken ve tanıdık güçlü kolları da peşimden sürüklerken buldum.
Sırtım aynı gece içerisinde ikinci kere sert bir şekilde yere çarptığında acı artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti. Dudaklarımı birbirine bastırarak iniltimi saklamaya çalıştım.
Doğrulmaya çalıştığımda üzerimdeki sert beden olduğum yerde hareketsizce durmama sebep oldu.
"Yakaladım seni."
Prens, kafasını hafifçe yüzüme doğru eğdi ve belindeki kınında duran hançeri tek eliyle çıkararak keskin ve soğuk olan ucunu boynuma doğru yasladı. Bu hareketi hafifçe irkilmeme sebep oldu. Artık az önceki halime göre göründüğümün aksine o kadar da umursamaz hissetmiyordum.
"Bırakın beni!” Boğazıma batmaya başlayan hançerin keskin ucunu hissetmeme rağmen beni mengene gibi saran güçlü kollarından kurtulmaya çalıştım.
Kaşları çatıldı. "Oldukça ilginç bir istek." Daha sonra rahat bir konum aldı ancak hançerin baskını azaltmadı. Şimdi gözleri alayla bakmaya başlamıştı. "Özellikle de yalancı bir hırsıza göre."
Aniden gelen öfke patlamasıyla başımı yasladığım yerden biraz doğrultarak yüzümü, gölgede kalmış olan çehresine doğru yaklaştırdım. Neredeyse burunlarımız birbirine değmek üzereydi.
"Ben yalancı değilim. Bir hırsız hiç değilim." Bakışlarımı gözlerine doğru çevirdim. "Tahminimce komutansınız ve daha kendi muhafızlarınız gerçek hırsızın kim olduğunu bile ayırt edemeyecek kadar dikkatsizler." Alaycı bir gülüş kondurdum dudaklarıma. "Koca bir krallığa nasıl hizmet edebiliyorlar anlamış değilim doğrusu."
Beni alayla dinlerken kaşları son cümlemle birlikte aniden çatıldı. "Cümlelerine dikkat et," Ilık nefesini dudaklarımın üzerinde hissediyordum. "Yoksa suçların katlanarak artmaya devam edecek. Ve önce hırsızlıktan, sonra da krallığa olan itaatsizliğinden yargılanacaksın.”
Gerginlikle dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Sert bakışları kısa bir an için dudaklarıma kaymıştı ama daha sonra çok geçmeden yeniden gözlerimle buluştu. "Ben hırsız değilim."
"Öyle mi?" Alaylı bir ses tonuyla sordu. "O zaman elinde tutmaya devam ettiğin hançeri nasıl açıklayacaksın?"
"Ben açıklarım da…” derin bir nefes çektim içime. "Siz bana gerçekten inanancak mısınız?"
Herhangi bir tepki vermeden olduğum yerde bekledim. Gözlerini, bir boğazıma dayamış olduğu hançere bir de bana doğru çevirdi. Şaşırmışa benziyordu. Ancak bakışlarında yatan o duygu daha çok ilginç bir şeye bakıyormuş gibiydi.
Beni öldürmezdi.
Öldürmezdi değil mi?
Önce boğazıma dayadığı hançerin baskısının azaldığını hissettim. Daha sonra üzerime yaslanmış olan bedeninin ağırlığından kurtuldum. Beni bileğimden yakaladığı gibi ayağa kaldırdığında kendimi hızla ondan uzaklaştırdım ve aramıza mesafe koymak için sarsak adımlarla gerileyerek sırtımı sert ağacın gövdesiyle buluşturdum.
Tam karşımda durduğunda elini kaldırdı. Tuttuğu küçük hançeri başımın hemen yanına doğru fırlattı ve arkamda duran ağaca saplanmasına sebep oldu. Kafamı yan tarafa doğru çevirerek ağzım açık halde saplanmış ve düşmemiş olan hançere baktım.
"Nasıl? Bunu neden-"
Topuklarının üzerinde dönerek bana doğru ilerledi ve başımın yanında duran hançeri sökerek belinde duran kınına geri yerleştirdi. "Yeniden kaçmaman için durman gereken yeri işaretledim."
Bileklerimi ellerinden kurtarmak için tüm gücümü kullandım ve onu ittirmeye başladım. "Bırakın dedim!" Olduğu yerde kıpırdamadan durmaya devam ediyordu. "Dokunmadan duramıyor musunuz siz?"
"Bunu kaçmadan durduğun zaman yeniden sor." Ve o an, beni daha fazla kendine doğru çektiğinde, başını çok hafif bir açıyla eğerek yüzlerimizi hizaladı. "Şimdi sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim."
"Bir yabancının sözüne neden güveneyim? Hem de o yabancı az önce boynuma bir hançer yaslamışken?" Tek kaşımı kaldırarak güzel yüzünü incelmeye başladım. "Belki de şimdi iki tane muhafız gelir ve beni zorla saraya götürerek Kral'a teslim eder. Ve bütün bunlar lanet bir hançer yüzünden olur."
"O sadece bir hançer değil," dedi dişlerini sıkarak. "Kraliyet hançeri. Ve sen şu an onu çalarak bir kraliyet suçu işledin. Bu durumun tam olarak neresini anlamıyorsun?"
Öfke ve suçlamalarla dolu cümlelerinden sonra kendimden beklenmeyecek bir şekilde sakinlikle cevap verdim. "Bende size benim çalmadığımı söylüyorum. Siz bu durumun tam olarak neresini anlamıyorsunuz?"
Gözlerini bir saniye kadar etrafta gezdirdi. "O zaman o hançerin eline nasıl geçtiğini anlat bana." Cümlesini tamamladığında kafasını hafifçe yana yatırmış, göz temasını kesmemişti.
"Muhafızlar beni bulmadan önce tanımadığım biriyle çarpıştım. Ben daha ne olduğunu anlamadan o çoktan hançeri yere fırlatmış ve gözden kaybolmuştu." Kaşları usulca havaya kalktı. Kirpiklerimi kırpıştırarak tepkisini izledim. Direkt yanıt verdiğim için şaşırmıştı. Sanırım kendisini biraz daha uğraştıracağımı düşünmüş olmalıydı. Anlatmaya devam etmemi bekliyormuş gibi kararlılıkla gözlerime bakmayı sürdürdü.
Pes ederek konuşmaya devam ettim. "Hırsızın gitmesiyle muhafızların başıma dikilmesi bir oldu. Elimde hançerle öylece kalakaldım. Sonrasını biliyorsunuz zaten." Bakışlarımı kaçırdım. "Ama kaçmamın sebebi hırsız olduğumu düşünmeleri değildi."
Baş ve işaret parmağının arasına çenemi alıp kaçırdığım bakışlarımı tekrar yüzünün hizasına getirerek elini geri çekti. "Kaçmanın asıl sebebi neydi peki?"
Yutkundum. "Krallığa teslim edileceğimi düşünüyordum." Kaşları çatıldığında ne demek istediğimi anlamadığını fark ettim. "Bugün açıklanan talihlilerden biriyim."
Bakışlarında bir şeyler değişti. Artık bana daha dikkatli bakıyordu. Bir şeyi yeni yeni fark ediyormuş gibiydi. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Bana, benden bir şeyler almak ister gibi bakıyordu. Bu ifadeye sebep olan duygunun ne olduğunu kestiremiyordum. Nefesimi tutmuş, dudaklarından dökülecek olan cümleleri işitmeyi bekliyordum.
"Kimsin sen?" Prens kafasını eğerek yüzlerimizi eşitlemeye çalıştı.
Bir sorudan daha çok bildiği gerçekleri kendine kanıtlamak ister gibiydi. Benim onun kim olduğunu bildiğimi bilmiyor olabilirdi ama o kesinlikle ismimi söyledikten sonra benim kim olduğumu öğrenmiş olacaktı.
Ne de olsa o isimleri bütün bir halkın gözü önünde açıklayan kişi kendisiydi.
Beklenti dolu bakışlarının hala üzerimde olduğunu fark ettiğimde yolun sonuna geldiğimi anlamıştım. Kim olduğumu açıklamadan buradan kurtulma şansım yoktu. Yalan seçeneğine sığınmak bariz bir hata olurdu çünkü saraya gittiğim zaman kim olduğum anlaşılacaktı ve prensle karşı karşıya geldiğimiz anda hatırlayacağı ilk şey bu gece olacaktı.
“Aisha,” diye fısıldadım sonunda dilimi bulup konuşabildiğimde. "Aisha Grey."
Tek kelime etmeden yüzüme bakmaya devam ederken, gözlerimden taşan tedirginlik duygusunun an be an ona nasıl geçtiğini gördüm. Gözlerimde yakaladığı bu duygu onun da gözlerinin kısılmasına sebep oldu.
"Aisha Grey." Pürüzlü bir sesle duyduğu adın gerçekliğinden emin olmak ister gibi benden sonra yeniden tekrar etti. "Seni tam anlamıyla gökte ararken yerde buldum."
⚔️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |