6. Bölüm

6. Bölüm

helin sude Sarıkaya
helinsudeyy

6.BÖLÜM

 

“Kendini kötülerden korumaya çalışırken bütün iyi şeyleri kaçırıyorsun.”

 

⚔️

 

Secession Studios/ Demise of a Nation

 

Kan Saray’ın tepesine tünemiş olan sis kümesi, geride kalmış olan bir zehrin kalıntılarıymış gibi çökmüştü dağların yamacına. Kollarımı kendime doğru sarmıştım. Bulunduğum odanın küçük bir penceresi vardı. Sisin izin verdiği ölçüde bakışlarımı puslu okyanusun üzerinde gezdiriyordum. Kulaklarımın işittiği tek ses, dingin göğsümün bir aşağı bir yukarı kalkmasına sebep olan düzensiz nefeslerimdi.

Bazı anlarda ne düşünmem gerektiğini tam olarak bilemiyordum. Bunun sebebi çoğu zaman zihnimin karmakarışık olmasından kaynaklanıyordu. Aynı anda birçok düşüncenin üşüştüğü zihnimden herhangi birisini çekip çıkarmak oldukça zor oluyordu. Bu sebeple de geriye elle tutulur pek bir şey kalmıyordu.

Şu anda da tam olarak öyle hissediyordum.

Zihnimde bir dolu düşünce vardı ama ellerim bomboştu.

Sıkıntılı bir nefes verdim. O esnada kapının açıldığını duydum. Tahta kapı gıcırdayarak hafifçe açıldığında içeri girmekte olan tanıdık yüze yöne doğru çevirdim bakışlarımı. Elindeki küçük kutunun içine koymuş olduğu cam şişelerle içeri giren Tina, kısa bir an için bana bakıp gülümsedi ve kapıyı arkasından kapattı.

Elinde tuttuğu cam şişeler attığı her adımla birlikte birbirine çarpıyor ve şıngırdıyordu. İçi, yarısına kadar gelen çeşitli sıvılarla doluydu. Burnuma gelen bitki kokularının bu cam şişelerdeki özlerden geldiğini anlamak pek de zor değildi.

“Prens Aiden burada olduğunu söylediğinde o kadar panikledim ki…” Tina kutuyu camın önündeki ahşap masaya doğru bıraktı. “Sarayın doğu kanadından buraya kadar nasıl geldiğimi tanrılar bilir.”

Tina’nın şifahanesindeydim. Eh. Buraya şifahane demek çokta doğru olmazdı. Kutu kadar bir odaydı. Tavandan sarkan çeşitli kurumuş bitkiler vardı. Camın önüne koymuş olduğu tahta masanın üzerinde kalın bir kitap, az önce getirmiş olduğu cam şişelere benzeyen içi sıvı dolu kaseler ve orta büyüklükte bir kazan bulunuyordu. Her ne yapıyorsa bütün bitkileri ve sıvıları o kazanın içerisinde birleştirdiğine emindim.

Burada uyuduğunu tahmin etmekte zor değildi çünkü masanın hemen sol tarafında, tam olarak üzerinde oturduğum küçük bir yatak da vardı. Her kıpırdanışımda tahtalarından biraz daha gıcırtı geliyordu bu yüzden kendimi hareketsiz kalmaya zorlamak epey zordu.

Uzun süredir sessiz kaldığım için Tina’nın bakışları bana doğru döndü. “Sen iyi misin?”

Göz temasından kaçınarak, “Sana hiçbir şey anlatmadı mı?” diye sordum.

“Kim?” Kaşları çatılmıştı.

“Veliaht Prens.” Bu adı ilk kez sesli bir şekilde dillendirmek ağzımda acı bir tat bırakmıştı. Yüzümü buruşturdum. “Benim neden burada olduğumu bilmiyor musun?”

“Hayır.” Kalçasını masaya doğru yasladı ve kollarını göğsünde birleştirerek meraklı bir ifadeyle bana baktı. “Ama öğrenmek için buradayım.”

Pekala.

Sonuçta o çok değerli Prens’in emirlerini sorgusuz sualsiz uygulamak için vardık hepimiz. Aiden buraya gelmesini istediyse gelmesi gerekiyordu. Bir sebebe ihtiyacı yoktu. Veliaht Prens böyle olmasını istemişti. Tanrım. Üzerimde kurmaya çalıştığı bu histen nefret ediyordum. Bazı anlar sanki Aden gibi yanımda olmak ve bana yol göstermek istiyormuş gibi davranıyordu. Bunu düşünmeme sebep olacak birçok şey geçmişti aramızda. Ama bazı anlar da nerede durmam gerektiğini keskin bir şekilde çizdiği çizgiyle ifade ediyordu.

Onunla dengeli bir iletişim kurmak bu yüzden çok zordu. Bir komutan, bir prens, bir veliaht… isimleri önemsizdi. Onun hiçbir zaman karşımda yalnızca Aiden olarak durmayacağını aklıma kazımam gerekiyordu. Evet bunu yapmalıydım. Aksi taktirde bu durum işleri daha da çıkmaza sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktı.

Sessizlik içerisinde konuşmama devam etmem için sabırla beni bekleyen Tina’ya doğru çevirdim bakışlarımı. Ne anlatmam gerektiğinden emin değildim ama en azından nereden başlayacağımı biliyordum.

“Kuleye gitmeden önce avluda toplandık.” Tina beni onaylarcasına kafasını salladığında bu bilginin onun için yeni olmadığını bakışlarından da anlamıştım. Bu yüzden konuşmama kaldığım yerden devam ettim. “Daha sonra Binbaşı Brendon, tek tek sıraya girmemizi ve Harmonia’ya bakmamızı istedi.”

“Evet.” dedi, Tina. “Yeni gelen bütün talihliler için uygulanan zorunlu bir prosedür.”

“Bunu neden yapmamızı istiyorsunuz?” İstemsizce kaşlarım çatıldı. “Bu çok… tedirgin edici. Bir ağaç neden korkularımızdan beslenmek ister ki? Ah! Tanrım.

Tina’nın bakışlarına sinen anlayışa şahit oldum. Burada olan her şeye o kadar yabancıydım ve bunu da tepeden tırnağa o kadar çok belli ediyordum ki… belki de bunu anladığı için geldiğim ilk andan beri bana yardımcı olmaya çalışıyordu. En azından elinden geldiği kadarıyla. Yine de bilinmezlik içinde etrafımda olan her şeye bir açıklama yapılmasını beklemek de tanrıların bana vermiş olduğu kötü bir ceza gibiydi.

“Harmonia basit bir ağaç değil Aisha. İnsanlığın yaratılışından da öncesine dayanan kadim bir ağaçtır.” Tarihin tozlu sayfalarını aralamış ve tozların gizemi genzini yakıyormuş gibi derin bir iç çekmişti. “Neden korkudan beslendiğini bilemeyiz. Ama var olduğumuz bu evrende her kadim ruhun kendisine bahşedilmiş olan bir gücü vardır. Harmonia’nın gücü de bu.”

Başımı hafifçe öne doğru eğdim ve bir süre düşündüğüm şeyi nasıl dile getirmem gerektiğini düşündüm. Sonuçta burada olmamın sebebi buydu. Tina’nın anlattığı bilgilere göre insanlığın varoluşundan bile eskiye dayanan bu ağacın bana geldiğinde iş göremez hale gelmesinin imkanı yoktu. İş göremez olan tam anlamıyla bendim. Ama buna neden olan şeyi anlayamıyordum. Aiden haklıydı. Küçük de olsa bu hayatta herkesin korktuğu bir an olurdu. Benim herhangi bir anımı bulamamış olması pek de olası görünmüyordu.

“Bu zamana kadar Harmonia’nın hiçbir anıyı… almadığı oldu mu?” Dilimi ısırdım ve tedirginlik içinde zaten bildiğim o cevabı vermesini bekledim.

“Böyle bir şeyin mümkün olamayacağına oldukça eminim.”

İşte. Çok geç olmadan o cevap gelmişti.

Şimdi ne yapacaktım? Artık kesinlikle benimle ilgili bir sorun oluğuna adımın Aisha olduğu kadar emindim. Ama bunun bir çözümü var mıydı? İşte bundan o kadar da emin olamıyordum. Belki de benim burada olmamam gerektiğini böylece onlarda anlamış olurlardı. Ve bende saraydan gidebilirim. Eve dönebilirdim. Ev… bu düşünce bir an için olduğum yerden oldukça uzak geldi.

Ama kadim ağaç sebebini bilmediğim bir şekilde benden hiçbir anımı almak istememişti. Burada istenmiyordum ve bunu net bir şekilde vücudumun her zerresinde hissediyordum.

Tina örgüsünden kopan ve önüne doğru düşen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Aisha, iyi olduğuna emin misin? Artık bana neden burada olduğunu anlatacak mısın?”

Etrafta gezinen tedirginlik dolu bakışlarım, Tina’nın sesiyle birlikte dağıldı. “Ne? Ah. Evet. Tabii.” Dudaklarımı sert bir şekilde dişlerime geçirdim ve beni bekleyen bu sonu daha fazla ertelemenin kimseye hiçbir şey kazandırmayacağına emin oldum. Kendime yaptığım bu eziyete bir son verdim ve dudaklarımı araladım. “Harmonia… benden hiçbir anımı almadı.”

İşte.

Sonunda söylemiştim.

Ölüm gibi gelen uzun bir bekleyişin ardından odayı derin bir sessizlik kapladı. Tedirginlikle kafamı Tina’ya çevirdiğimde yüzünde şok olmuş bir ifade ile bana bakıyordu. Tanrım. Gerçekten işler tahmin ettiğimin de ötesinde çıkmaza girmiş olmalıydı ve onun derhal bana bir cevap vermesi gerekiyordu. Yoksa oturduğum yerde gittikçe küçülecek ve bu kutu kadar odanın içerisinde panikten yere yığılacaktım.

Tina, ağırlığını bir ayağından diğerine doğru verdi ve yavaşça yaslandığı masadan uzaklaşarak bana doğru yürümeye başladı. İçimde hissettiğim tedirginlik hissinin yüzüme yansımasına izin vermeden sırtımı dikleştirdim ve söyleyeceği şeyi bekledim.

“Az önce duyduklarım doğru muydu?” diye sordu. “Hiçbir anını almadı mı?”

“Evet.” Konuşmayı başarabildiğimde dişlerimi sıkmaktan kendimi alıkoyamamıştım. “Doğru.”

“Aisha,” Tina ne diyeceğini bilemez bir halde yalnızca adımı fısıldadı ve daha sonra derin bir sessizliğe büründü. Birkaç kere daha konuşmak için ağzını araladı ancak geri kapandı. Sıkıntılı bir nefes verdi ve az önce söylediklerini yeniden tekrar etti. “Bu mümkün değil. Bu zamana kadar Harmonia’nın, kafasını suya daldırmış olan hiç kimseden anılarını almadan geri yolladığı olmadı. Tanrım. Bu yaşadığın tam anlamıyla bir delilik.”

“Biliyorum!” Ellerimle yüzümü sıvazladım ve oturduğum yerden kalkarak odanın içerisinde volta atmaya başladım. Tina’nın bakışlarından bana uzanan çaresizlik hissi daha da delirmeme sebep oluyordu. Bu yaşanılanların hiçbirine inanamıyordum. “Sence bende bir sorun mu var?”

“Tabii ki hayır!” Bana doğru yaklaştı ve omuzlarımdan tutarak kendisine bakmamı sağladı. “Neden böyle düşünüyorsun ki?”

“Yeterince açık değil mi?” Tina’nın ellerinin baskısından kurtularak camın önüne ilerledim ve okyanusun üzerine serilmiş olan yoğun sise doğru döndüm. “Veliaht Prens,” dudaklarımı dişledim. “Bunun yanlışlığını o kadar çok dile getirdi ki bende bir sorun olabileceğini düşünmeme sebep oldu. Senin söylediklerine de bakılırsa bu pek yanlış sayılmaz.”

Düşünüyormuş gibi bir süre cevapsız kaldı. “Dün gece zihninize erişebilmek için içkilerinize bir karışım koydular. Sana bahsettiğim şu sınavla ilgili. Her neyse,” birkaç adımda yanıma doğru geldi. “Belki de iksirin etkisini vücudundan tam olarak atamamışsındır. Bu yüzden zihnin hala bulanık olduğu için de Harmonia anılarını bulmak konusunda zorlanmıştır.”

Göğsümde hissettiğim umutla kafamı kaldırdım ve Tina’ya beklentiyle baktım. “Böyle bir şeyin olabilmesi mümkün mü?”

Gözlerini kıstı. “Kabul ediyorum. Bu çok sık rastladığımız bir durum değil,” içimde filizlenen o umut ateşi de böylelikle üzerine bir kova su dökülmüş gibi sönmüş oldu. “Ama istisnaları da olabilir.”

Dişlerimi sıktım. “Ve o istisna da ben olmak zorundaydım. Öyle değil mi?”

“Dediğim gibi sık rastladığımız bir durum olmadığı için kesin bir sonuca varabilmek oldukça güç.”

“Şimdi ne olacak?” Seçeneklerimi tartarken panik duygusunun bedenimi ele geçirmesine engel olmak için içimden saymaya başladım. Bir, iki, üç… “Harmonia benden anımı alamadığı için ilk etabı geçemedim. Bu diğerlerleriyle birlikte kuleye gidemeyeceğim anlamına mı geliyor?”

“Ne yazık ki bu sorunun muhattabı ben değilim.” Omuzlarıma çöken ağırlıkla beraber yüzümü buruşturdum. Tina arkasını dönerek masanın ön tarafına doğru geçti ve kurumuş olan birkaç bitkinin sapını kırarak dalındakileri siyah kazanın içine bıraktı. Eline aldığı küçük öğütücü ile üzerine bastırarak öğütmeye başladı. O bu işlemi yaparken bende kollarımı göğsümde bağlamış onu izliyordum. Küçük şişenin içindeki şeffaf sıvıyı da kaseye boşalttıktan sonra kaseyi dudaklarına doğru yaklaştırdı ve anlamadığım dilde sıvıya bir şeyler fısıldadı. Daha sonra onu da kazana ekledikten sonra karışımın homojen bir hal almasına sebep oldu.

Kazanın içindeki sıvının fokurdadığını hafifçe masaya doğru eğilip göz ucuyla içini kontrol ederken görmüştüm. Tina, kapının sağ tarafında kalan ahşap dolaba doğru ilerledi ve kapıyı açarak masanın üzerindekilere benzeyen küçük tıpalı bir cam şişe çıkardı.

Kaynamaya devam eden sıvıyı bir kepçe yardımıyla parmak boyutundaki cam şişeye boşalttıktan sonra tıpasını kapattı ve bana doğru uzattı. Önce bana doğru uzattığı şişeye daha sonra da Tina’ya çevirdim bakışlarımı.

Almak için herhangi bir girişimde bulunmadığım için içi dolu şişeyi gözümün önünde salladı. “Bunu iç. Sana yardım edebileceğim tek şey bu.”

Tek kaşımı kaldırdım ve şişeyi alarak avucuma koydum. “Nedir bu?”

“Eğer vücudunda hala iksirin kalıntıları varsa, bunu sisteminden dışarı atabilmen için etkili olduğunu düşündüğüm bitkilerden bir karışım yaptım.”

“Teşekkür ederim Tina.” Şaşkınlıkla soldum. “Böyle şeylerin var olduğundan bile emin değildim.”

Kıkırdadı. “İnan bana bu gördüklerin, göreceklerinin yanında hiçbir şey.” Daha sonra gülümsemesi yavaşça soldu. “Keşke senin için elimden daha fazlası gelebilseydi Aisha.”

Omuz silktim. “Bana yeterince yardımcı oluyorsun zaten.”

Belli belirsiz kafasını salladı. “Bu arada Veliaht Prens nerede? Hemen arkamdan geleceğini söylemişti.”

Öyle mi söylemişti?

Tina’nın yanına gelmeden önce yaşadıklarımızı zihnimden geçirdiğimde kafamın içinde öfkeli bir kıvılcımın çaktığını hissettim. Tam bir aptal gibi davranmıştım. O bir Prensti. Lanet olası bir prens! Hangi hakla ona bu cüreti göstererek bir seçimde bulunmasını istemiştim bilmiyordum. Ama… yanımda olduğunu hissettiğim her anın içindeyken bu gerçeği unutuyordum. O ise beklemediğin bir anda otoriter bir şekilde karşıma dikiliyor ve boyun eğerek ona itaat etmemi istiyordu. Dengeli olmayan her hareketi sinirlerime dokunuyordu. Kimseye itaat etmeye alışık değildim.

Daha dün gece ona komutan dememi istediğine dair kullandığı cümleleri zihnimde yankılanıyordu.

Neyse ki istenmeyen bir konuşma yapmamıza fırsat kalmamıştı. Odaya giren muhafız, Binbaşı Brendon’ın kendisini beklediğinin haberini verdiğinde benim Tina’nın odasına gitmemi dile getirmiş ve cevabımı bile beklemeden arkasını dönüp odadan çıkmıştı.

Ve işte buradaydım.

Alaycı bir sesle, “Kapının önünde beklemediğine oldukça eminim.” diyerek avucumdaki cam şişeyi sıktım. Sessiz fısıltımı Tina’nın duyamayacağı şekilde dile getirmiştim. O yüzden ona doğru dönerek, “Nerede olduğunu bilmiyorum.” diye yanıtladım sorusunu.

Tina anladığını belirtmek ister gibi kafasını salladı. Sanırım artık buradaki işim bitmişti. “Tekrar teşekkür ederim Tina.” Yanından geçerek kapıya adımladığım sırada omzumun üzerinden son kez ona doğru baktım ve içtenlikle gülümsedim. Aynı gülümseme onun da dudaklarında belirdiğinde çok hafif kafasını sallamıştı.

Ahşap kapıyı araladığımda dışarı attığım adımla, kafamın sert bir gövdeye çarpması aynı anda gerçekleşti. “Ah!” Homurdanarak alnımı tuttum ve yüzümün önüne doğru düşen saçlarımı geriye doğru iterek bir adım geriye doğru çekildim. Kafamı kaldırıp benden oldukça uzun olan o bedene doğru döndüm. Karşımda beliren bu tanıdık yüzle birlikte derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Ve sonra derin bir nefes daha aldım. Yüzümdeki gergin kaslarımı yavaşça gevşetmeye ve ifademi toparlamaya çalıştım. Alnımdaki gerginlikten oluşmuş olan çizgiler ve şaşkınlığın iliştiği gözlerimdeki o ifade silinip gitmişti. Artık aldığım üçüncü nefesle birlikte yüzüm oldukça ifadesiz bir hale bürünmüştü.

Güzel.

“Prens Aiden.” dedim, zalim bir ses tonuyla.

Bakışlarından karanlık bir gölge geçer gibi oldu ama daha sonra kendisini toparladı. Ellerini sırtında birleştirmişti ve dik tuttuğu bedeniyle üstten üstten bana bakıyordu. “Bayan Grey.

“İzninizle.” diye mırıldandım ve yanında geçmek üzere hamle yaptım. Henüz bir adım atmıştım ancak ikinci adımı atmama müsade etmeden bileğimden tutarak beni durdurmuştu. Omzumun üzerinden ona doğru döndüm. “Bir şey mi söyleyecektiniz majesteleri?

Aiden gözlerini bileğimi tutan koluna doğru düşürdü. Bende bakışlarını takip ederek aşağı doğru baktım ve derin bir nefes alarak elimi çekip tutuşundan sıyrıldım. Gideceğimi düşünmüş olacak ki koluma dokunmak için yeniden hamle yapıp uzandığında, bir adım geriye doğru çekildim.

“Aslında senin bana bir şeyler söylemen için buradayım.” diye fısıldadı. “Öte yandan sen… neden sana zarar verecekmişim gibi benden uzaklaşıp duruyorsun?”

Demek ki kendisine vermek istediğim mesajı net bir şekilde ifade edebilmiştim. Evet tam olarak yaptığım şey buydu. Ondan uzak durmak. O veliaht prensti. Ben ise sıradan bir talihli. Aramızdaki çizgiyi aşmak ikimiz içinde hiç iyi sonuçlanmazdı. Yeterince dikkatleri üzerime çekmiştim. Daha fazlasının olmasına izin veremezdim.

“Bana zarar vermeyeceğinizi biliyorum.” diye mırıldandım. “Ama sizden uzaklaşmamın sebebi bu değil majesteleri. Yalnızca mesafemi korumaya çalışıyorum.” Bir adım geriye doğru çekildim ve çenemi dikleştirdim. Artık yüzünü daha net görüyordum. Karşımda ihtiyatlı bir ifadeyle gözlerimin içine bakıyordu. “Tam olarak benden yapmamı istediğiniz gibi.”

“Bunun için biraz geç kalmadın mı?” Bana bakan ifadesinde okuyamadığım bir şeyler vardı. Bir sonraki hamlesinin ne olacağını öngöremediğim birisinin içimde yarattığı tek şey ancak koca bir güvensizlik olmalıydı. Pekala…yine de buna rağmen ona güvenmiyor değildim ama güveniyor da sayılmazdım.

“Sanmıyorum majesteleri.

İlk başta sessizce bekledi. Bakışlarını benden kopararak arkamda kalan ahşap kapıya doğru çevirdi. Bir süre dalgın bakışlarla kapının her bir köşesini zihnine kazıdığına emin olduğum o zaman dilimi boyunca sükunetini korumaya devam etti. Yeniden bana doğru döndüğünde ve konuşmaya başladığında sesine yerleşen o ifade artık daha kontrollüydü. “İçeride tam olarak ne oldu? Artık bana söyleyecek misin?”

Omuzlarım kaskatı kesildi ve titreyen gözlerimle ona doğru döndüm. Biraz sonra söyleyeceklerim hiç ama hiç hoşuna gitmeyecekti. Bunu daha fazla ertelemenin bir anlamı yoktu. En nihayetinde öğrenecekti.

“Valentina oldukça üzgün olduğunu söyledi majesteleri.” dedim, buz gibi bir ses tonuyla. “Bu konuda yapabileceği bir şey olduğunu sanmıyorum.”

Kafasını kaldırdı usulca. Sanırım oldukça dürüst davranmış olmalıydım. En azından işittiği cümlelerin bu olmasını beklemiyormuş gibi bakıyordu. Yine de yüzüne sinen ifadeden ve çatılan kaşlarından verdiğim cevabın onu tatmin etmediğini görebiliyordum.

“Bana majesteleri demekten vazgeç.”

Gözlerimi ondan ayırmadım. “Bu bir emir mi majesteleri?”

“Tanrım.” diye, isyan eden bir ses tonuyla tısladı. “Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi?” Hala aynı ifadesizlikle, olduğum yerde durarak gözlerimi ayırmadan ona baktığım için kollarını göğsünde kavuşturdu ve sert bir ses tonuyla konuşmasına devam etti. “Elinde tuttuğun şişede ne var?”

Avucumda duran şişenin varlığını tamamen unutmuştum. Karşımda onu görmek dikkatimin dağılmasına sebep olmuştu. Homurdandım ve avucumu açarak ikimizin ortasına getirdim. Artık şişenin içindeki sıvıyı daha net görebiliyordu. “Valentina benim için bir karışım hazırladı. Dün gece bize verilmiş olan iksirin etkisinin hala vücudumda olabileceğini söyledi. Zihnimin bulanık olmasından kaynaklı olarak Harmonia’nın anılarımı göremediğini düşünüyor. Bunu içersem iksir etkisini kaybedebilirmiş.”

“Böyle bir şeyin olabilmesi mümkün mü?” Duyduğu bu bilgilerle birlikte kaşları çatıldı ve birkaç saniye düşündü. “İksirin tesir ettiği neden diğer talihliler değil de yalnızca sensin?”

“Bilmiyorum.” Umursamazca omuz silktim. “Açıkçası umurumda da değil. Bu lanet olası karışımı içeceğim ve kafamı yeniden o suya daldıracağım. Ondan sonra bunun cevabını hep birlikte öğrenmiş oluruz.”

Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Hatta buna gülümseme bile denilemezdi. Apaçık söylediklerimi ciddiye almamıştı. Tanrım! Ondan nefret ediyordum. O güzel kafasını gövdesinden ayırmak istiyordum. Evet. Bunu gerçekten istiyordum.

“İyi bir yalancısın, öyle değil mi?” dedi, arkasını dönmeden saniyeler öncesinde. “Gösterdiğin kadar umursamaz hissetmediğini biliyorum.”

Çenemi sıktım. Her seferinde son sözü söylemesini ve söylediği o sözlerinde doğru olmasını kabullenemiyordum. Her defasında o arkasını bana dönerken, itaat eden yavru bir köpek gibi onun peşine takılan kişi olmayı hazmedemiyordum. Ama işte. Yaşadığımız şey onunla karşılaştığım ilk andan beri tam olarak bu şekilde gerçekleşiyordu.

“Nereye gidiyorsunuz?” diye seslendim arkasından. Daha sonra birkaç adım atarak onu takip ettiğimi yanına varmak üzere olduğumda fark etmiştim ancak kendimi durdurmak için artık çok geçti.

Ben değil,” diye cevap verdi, beni şaşırtarak. Bir cevap vermesini beklememiştim doğrusunu söylemek gerekirse. Koridora doğru dönmeden önce adımları kısa bir an için duraksadı. “Biz gidiyoruz.”

 

⚔️

 

    

Zihnimi açıp her zaman ki kargaşaya dönmeden önce adımlarımı sağlam bir şekilde Aiden’ın peşinden sürüklemeye devam ediyordum. Nereye gideceğimizi sormama rağmen bana herhangi bir açıklamada bulunmamış ve kendisini takip etmemi kesin bir dille belirtmişti. Bunu seve seve kabullenmiştim. Zaten son zamanlarda oradan oraya savrulmak konusunda alışagelmişin dışında bir istikrar sağlamıştım. İçimdeki o ses bunun uzun bir süre de devam edeceğini söylüyordu.

Şu an yalnızca yeni yaşantıma alışma evresindeydim. Bazı şeyler benim için net bir hale geldiğinde, kendi hayatımın iplerini elime almam da daha kolay olacaktı. Şimdi herkese ve her şeye karşı oldukça yabancıydım. Etrafım bilinmezliklerle doluydu. Ama ben girdiğim her ortama adapte olmak konusunda başarılı sayılırdım. Olaylar karşısında düşünmeden hareket etmeyi sevmezdim. Kendimi tehlikeli durumların içinde bulursam genelde cahil cesareti göstermek yerine kafamdan hızlıca bir plan yapar ve onu sakince uygulamaya çalışırdım.

Ancak bu durum son birkaç gün olanlar için geçerli olamıyordu.

Aynı anda her şeyi sırtlanmaya ve yaşadığım bu durumu kendi içimde normalleştirmeye çalışmak için elimden hiçbir şey gelmiyordu. Kontrolümü kaybediyordum.

Ve bu benim için hiç iyi bir şey sayılmazdı.

Kendime yabancılaşmak, bu hayatta en çok korktuğum şeydi.

“Kendinle konuşmanı bölüyorum ama” tok sesle birlikte irkildim. “Hemen kendine bir at seçmelisin çünkü yola çıkıyoruz.”

Zihnimin bulanıklığından sıyrılmak için bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Ne dediğini anlamadığım için kaşlarımı çatmıştım. Zaten kaşlarımı o kadar çok çatıyordum ki… artık alnımda oluşan çizgilerin çoğalmasına engel olamadığım aşikardı.

Birkaç dakikalık bakışmamız bana o kadar uzun gelmişti ki bakışlarımı etrafımda gezdirerek yavaşça bulunduğumuz yeri idrak etmeye çalıştım.

Adımlarımı sıklaştırıp samanlığın yanından geçerek ahırın girişine doğru yol aldım. Son birkaç gündür atlarla oldukça içli dışlıydım ve bundan sonra da öyle olacağına oldukça emindim. Atları severdim. Hisli hayvanlardı. Hatta bağ kurabildiğimi düşündüğüm nadir varlıklardı. Her zaman kendime ait bir atımın olmasını arzu etmiştim ancak bu ne yazık ki mümkün olmamıştı.

Ben önde Aiden da arkamdan ilerleyerek ahırın içine doğru girdiğimizde atlarla ilgilenmekte olan seyisler, veliaht prensi görmeleriyle, “Majesteleri.” diyerek eğildiler ve saygıyla selamladılar. “Atınız emriniz üzerine hazır.”

Omuzumun üzerinden Aiden’a kısa bir bakış attım ve yeniden önüme dönerek koridor boyunca ilerlemeye başladım. Genellikle savaş atı olduklarını tahmin ettiğim birkaç at, çizmelerimin koridor boyunca çıkardığı sesler yüzünden kafalarını bana doğru çevirmişti. Her birinin heybetinden bile kraliyet atı oldukları belli oluyordu. Kendime birisini seçmemi söylediği için atların bulunduğu kapılara doğru yanaştım ve her birine bakmaya başladım. Birkaç tanesini ilerlemeden önce durup sevmiştim.

Koridorun sonundaki bir at diğerlerinin aksine arkasını dönmüştü. Kaşlarım çatıldı istemsiz bir şekilde. Onu küstüren bir şey olmuş olmalıydı. Yavaşça yaklaştım ve ürkütmemek için kapısının kapalı olduğunu görmeme rağmen aramıza belirli bir mesafe koydum. Kalın gövdesi inci gibi bembeyazdı. Ancak yüzünün tam ortasında derin bir yara izi vardı. Aniden kalbimde bir acı hissettim.

Bir yabancı olduğum için tepkisi ilk başta sesli bir şekilde kişnemek ve kapıya doğru hamle yapmak oldu ancak hareket etmeden olduğum yerde durmaya ve gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki… içimde anlamadığım bir hissin var olmasına sebep oluyordu. Ve bu saf bir acı hissiydi. Gözlerine sinmiş olan kırık bir geçmiş vardı. Kederle parlamasına sebep olan bir geçmişti bu. İri gözleri hiç olmadığı kadar cansız görünüyordu. Diğerlerine göre daha zayıftı.

“Sana zarar vermeyeceğim.” diye fısıldadım ve yavaşça elimi kaldırdım. Olduğu yerde homurdanarak durdu ve gözlerime diktiği bakışlarını çekmeden bana doğru yaklaşmaya başladı. Elimi alnından başlayarak burnunun ucuna doğru getirerek sevmeye başladım. “Aferin sana kızım.”

Yüzümde oluşan gülümsemeye engel olamadan yelelerini sevmeye devam ettim ve alnındaki yaraya içten bir öpücük kondurdum. “Adın ne senin?” Dediğimi anlıyormuş gibi kişnedi ve kafasını çok hafif bir açıyla havaya doğru kaldırdı. Elimle tutmaya devam ettiğim için fazla uzaklaşmasına izin vermedim. “Benim adım Aisha. Uslu bir kızsın değil mi? Öylesin. Aferin sana.”

Tam yanımda duran silüetle birlikte bakışlarımı arkamda duran bedene doğru çevirdim. Aiden, heyecanlı ve şaşkın bir ifade ile ellerini sırtında birleştirmiş ve inanması güç bir tabloya bakıyormuş gibi bizi inceliyordu.

“Neden bana öyle bakıyorsunuz?” diye sordum.

Dudaklarında onu tanıdığımdan beri ilk kez samimi bir gülümseme belirdi. “Nasıl bakıyormuşum?”

“Böyle işte.” diyerek bakışlarımı gözlerine diktim. “Gördüğünüz şey sizi memnun etmiş gibi.”

“Çünkü gördüğüm şey beni gerçekten de memnun etti.” Atı seven ellerim yavaşça duraksadığında bir süre hareketsizce bekledim. Ne cevap vermem gerektiğini bilemediğimi fark ettim. Aiden’da bunu fark etmiş olacak ki bana doğru adım atarak biraz daha yaklaştı. Geniş omuzları yanında durduğum için daha da heybetli gelmişti gözüme. Benim boyum onun omuzlarına kadar geliyordu zaten. Bu durum oldukça canımı sıkıyordu çünkü ona bakmak için her defasında kafamı kaldırmak zorunda kalıyordum.

“Pearl…” Konuşmaya başladığında kendimi toparladım ve dinlemeye başladım. “Kraliçe Evelina’ın atıydı. Kral Loras’ın kendisine düğün hediyesiydi. Ancak Cloue savaşından sağ çıkabilen tek kişi o oldu.” Bakışlarını takip ederek az önce adının Pearl olduğunu öğrendiğim inci tanesi gibi olan ata baktım. Rengiyle oldukça uyumlu bir isim tercih edilmişti.

Aiden’ın söyledikleri de gözlerindeki kederi açıklıyordu.

“Ben… çok üzgünüm.” Bakışlarımı kulaklarını dikmiş sanki gerçekten konuştuklarımızı anlayabiliyormuş gibi bize bakan Pearl’e çevirdim. “Onun için zor olmuş olmalı.”

Derin bir nefes aldı. “Geride kaldığı günden beri derin bir yas içinde. Seyisler hiçbir şey yemediğini ve asla dışarı çıkmadığını söylüyor. Yanına yabancı kimseyi yaklaştırmaz. Oldukça asidir. Seyisler bile zaman zaman ona dokunmak konusunda çekinirler.”

Kafamı şokla ona doğru çevirdim. “Ne?” Gözlerimi kapatıp birkaç saniye dediğini anlamaya çalışarak derin bir nefes aldım. “O nasıl…” durdum. “Ben az önce ona dokundum ve bana karşı oldukça uysaldı. Bundan emin misiniz?”

Usulca kafasını salladı. “Adımın Aiden olduğu kadar eminim hemde. Neden sana öyle baktığımı artık daha iyi anlıyorsundur.”

Gözlerimi kıstım. “Atlara fısıldadığımı düşünmüyorsunuzdur umarım?”

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “Aslında düşünüyordum.” Birkaç saniye sessizce bekledi ve yüzümü incelemeye devam etti. Gözlerinde hiçbir duyguya rastlayamıyordum. Onu okumak çok zordu. “Seni sevdi. Yıllardır kendisini sevmesine izin verdiği tek kişi sensin. Belki de artık bu yerden çıkmasına vesile olan kişi de sen olursun?”

Kalbimin heyecanla attığını hissettim. Sessizlik aramızda bir çığ gibi büyümeye başlamışken, yaratılan bu çığlığın Aiden’ın söyledikleri yüzünden olduğunu biliyordum. Pearl hissetmiş gibi kendi etrafında dönüyor ve kişneyerek şaha kalkıyordu. Sanki bu düşünce onu da heyecanlandırmıştı. Olduğu yerden bir an önce çıkmak istiyormuş gibi davranıyordu.

“Bilemiyorum,” Gözlerimi kaçırdım. “Kraliçeye ait olan bu kadar değerli bir şeyi almak bana pek doğru gelmiyor.”

Düşündüğüm tek şey bağlılığın yarattığı acıydı. Birbirlerini kaybetmiş olmalarının ağırlığını hissediyordum ruhumda. Sevdiğin birisini kaybetmiş olmanın getirdiği acıyla yıllarca yas tutmuştu. Şimdi hiç tanımadığı bir yabancı gelip onu alıkoyacak ve kendisinin bile nereye gittiğinden emin olamadığı o yolda peşinden sürükleyecekti. Üstelik o basit bir at değildi. Kraliçe’nin atıydı. Sevdiği adam tarafından kendisine düğün hediyesi olarak verilmişti. Onlar artık var olmasalar bile Pearl’a sahip olma düşüncesi yokluklarına bile saygısızlıkmış gibi hissettirmişti.

Kaşlarını kaldırdı. “Doğru dürüst beslenmiyor ve oldukça hareketsiz. Onun yaşındaki bir at için bu tembellik ona ağır geliyor. Kalbindeki yası da düşünürsek sen onun uzun zaman sonra başına gelmiş bir mucize olabilirsin.” Sustu. Sesine çöken hüznün gölgeleri etrafımızı sarmıştı. “Sensiz hiçbir şansı yok ama seninle bir şansı olabilir.”

Sesli bir nefes verdim ve bakmaya devam ettiğim Pearl’a doğru bir adım attım. Kalın gövdesini bana doğru çevirerek usulca bana yaklaştı ve kafasını eğerek kendisini sevmeme izin verdi. Aiden haklı olabilir miydi? Benimle gerçekten bir şansı olabilir miydi? Eğer öyleyse bu şansı onun için seve seve kullanırdım. Çünkü buraya adım attığım ilk andan itibaren ayaklarım beni kendiliğinden onun olduğu bölmeye doğru yönlendirmişti.

Belki de Kraliçe bir yerlerden hala onun varlığını hissedebiliyorsa, yeniden hayata tutunduğunu da görmek isterdi.

“Onu istiyorum.” Ses tonum oldukça kararlıydı. “Onun bir şansı olmak istiyorum.”

“Bundan hiç şüphem yok.”

Bir an sessizlik oldu. “Hiç mi?”

Bir sessizlik anı daha. “Hem de hiç.”

Bakışları yavaşça dudaklarıma doğru düştüğünde tebessüm ederek yeniden gözlerime odaklandı. Yüzünde memnun olmuş bir ifadeye rastladığımda içimde oluşan anlamsız bir merak hissine engel olamadım. Saf merak. Evet. Bu hissin adı buydu. Onun bütün kimliklerinden sıyrılmış halini merak ediyordum.

Bakışmamızı bölen kişi o oldu. Arkasında emrini beklemek üzere kollarını önünde birleştirmiş olan seyise dönmeden, “Onu da hazırlayın.” dedi. Adam şaşkınlıkla duraksadı. Kafasını kaldırmadan göz ucuyla bir Aiden’a bir de doğru anladığından emin olmak ister gibi Pearl’a baktı. Kafası karışmış bir halde Prensin neden bu emri verdiğini anlamaya çalışıyordu. Buna rağmen itiraz etme şansı olmadığı için Aiden onu göremiyor olsa da olumlu anlamda kafasını salladı ve “Emredersiniz majesteleri.” dedi.

Çünkü buradaki en işe yaramaz at oydu. Şimdiye kadar, diye düşündüm. Artık ben vardım ve eski haline dönebilmesi için her şeyi yapmaya hazırdım. Ve sanırım buna izin verdiği için ona da ayrıca minnettardım. Kimse onları hatırlamak istemiyordu. Kimse isimlerini anmıyordu. Hiç var olmamışlar gibi davranmayı tercih ediyorlardı.

Ama Aiden öyle değildi. Onların varlığını unutmamış ya da unutmak istemiyormuş gibi hissettiriyordu.

Bana son kez bakıp arkasını döndüğünde bende ona doğru döndüm. Ama kapının girişinde durmuş içeriye doğru girmekte olan Aden ile birlikte adımlarım bir bıçak gibi kesildi. Prensin adımları da benim gibi duraksamıştı. İkimizde sessizce olduğumuz yerde hareket etmeden bize doğru gelmekte olan bedene doğru bakıyorduk.

“Aden?” Bir soru değildi. Ancak ismi ağzımdan bir soru ifadesi olarak çıkmıştı. Prensin bakışları omzumun gerisinden bana doğru döndüğünde kaşlarını çattığını gördüm. Bakışlarım kısa bir an için yüzünde dolaştı ancak çok geçmeden kafasını önüne çevirmesiyle bakışmamıza bir son vermiş oldu.

Aden hafifçe eğilerek, “Majesteleri.” dedi ve kafasını kaldırdığında bakışlarını direkt olarak bana doğru çevirdi. “Aisha, seni almaya geldim.”

Cevap vermek için dudaklarımı araladığım sırada veliaht prens bir adım öne doğru geçti ve tam önümde durdu. “Aden Evans.” Dudaklarından dökülen kelimelerin altında oldukça imalı bir tonlama vardı. Aden’ı göremiyordum ama kaşlarının çatıldığına neredeyse emindim. “Kuleye gitmek için diğer talihlilerle çoktan yola çıkmış olmalıydın.”

“Aynı şey Aisha içinde geçerliydi majesteleri.” Aden’ın sesi oldukça düz çıkmıştı. Var olan bir gerçeği dile getiriyormuş gibi düz.

Prensin arkasından uzaklaşarak yana doğru adımladım ve üzerime dağ gibi sinmiş olan gölgesinden sıyrıldım. Bu hareketimle birlikte kafasını çevirmeden omzunun üzerinden bana doğru kısa bir bakış attı ama bunu önemsemedim. Bakışlarım doğruca Aden’a çevrilmişti.

“Aisha’nın burada olması için geçerli nedenleri var.” Veliaht prens üstünlük mü taslıyordu yoksa bana mı öyle geliyordu? “Senin nedenini de duymayı çok isterim.”

Ah! İllirya Tanrıları aşkına buna daha fazla katlanamayacaktım. Bu hayatta kötü olan ne kadar çok şey varsa hepsini unutun. Çünkü en kötüsü egolarını yarıştırmaya çalışan iki erkeğin tam ortasında kalmaktır. Evet bunlardan bir tanesi bir Veliaht Prens olsa bile.

Kaşlarımı çattım. “Ben yokmuşum gibi daha ne kadar benim üzerimden konuşmaya devam edeceksiniz merak ediyorum doğrusu.”

İkisinin de birbirine kilitlenmiş olan bakışları bana doğru döndü. Kaşlarımı kaldırarak sorgularcasına bakmaya devam ettim. “Bende öyle tahmin etmiştim. Öyleyse artık yola çıkabilir miyiz?”

Aden kafasını sallayarak beni onayladı.“Benimde amacım tam olarak buydu. Seni alıp yola çıkmak. Daha fazla oyalanmadan.” Kısa bir an için yeniden Aiden’a döndü. Ona bakarak vurguladığı kelimenin altındaki imayı anlamamak imkansızdı. Gözlerimi devirmemek için kendimi ekstra zorlamam gerekti. Anlaşılan bu güç savaşına devam edeceklerdi.

Aiden bir adım öne çıkarak Aden’ın tam karşısında durdu. “Şanslısın çünkü bugün iyi günümdeyim. O yüzden bizi oyalayarak vaktimizi çalmanı göz ardı edeceğim.”

Şaşkınlıkla Aiden’a doğru döndüm. Cidden bunu yapıyor olduğuna inanamıyordum ama sonra neden inanamıyor olduğuma inanamadım. O bir Prensti. Kahrolası bir Prens. Ama en çok şaşırdığım şey Aden’ın Veliaht Prensin karşısında bu kadar rahat olmasıydı. Dimdik duran bedeni ile gözlerini dahi kırpmadan hedefine odaklanmış bir yırtıcı gibi görünüyordu. Geniş omuzları oldukça rahattı. Ve cümleleri… cümlelerinde bir meydan okuma seziyordum ve konun benimle alakası olmadığına emindim.

Bir adım geri çekilip manzaraya daha detaylı baktığımda geçmişte bir yerlerde birbirine bakan o iki insanı görüyordum.

Tanıdık. Ama bir o kadar da birbirine yabancı olan iki insanı.

Ellerimi birbirine çarparak bakışlarının yeniden bana dönmesini sağladım. Aralarındaki bu anlaşmazlık her ne ise kesinlikle buna dahil olmayacaktım.

“Aranızdaki sorun her neyse buna bir son verir misiniz? Sizi bilmem ama ben gece çökmeden önce şu lanet kuleye gitmek istiyorum.” Sonra aklıma gelen düşünce ile duraksadım. “Tabii hala gidebiliyorsam.”

“Bu da ne demek oluyor?” diye sordu, Aden meraklı bir ses tonuyla.

Omzumun üzerinden Aiden’a doğru döndüğümde onun zaten bana bakıyor olduğunu gördüm. Birkaç saniye ikimizden de çıt çıkmadı. Ta ki Aden hafifçe boğazını temizleyerek dikkatleri kendi üzerine çekene kadar. “Harmonia,” yutkundum. Bakışlarının üzerimdeki ağırlığından sıyrılmak için göz temasını keserek kafamı başka yöne çevirdim. “Benden hiçbir anımı almadı.” Sanki bu söylediğim çok önemsizmiş gibi cümlemi bitirdikten sonra omuz silkmiştim.

Aden’ın bakışlarına yansıyan saf şaşkınlık duygusu karşısında kısa bir an irkildim. Aiden’a bakan bakışları bir şey söylemeden önce duraksadı. Ne demesi gerektiğini bilemiyormuş gibiydi. “Böyle bir şey mümkün mü?”

Aiden olumsuz anlamda kafasını salladı. “Yüzyıllardır Harmonia’nın kimseden anısını almadığını görmedim. Yani hayır. Mümkün değil.”

“Demek ki artık mümkün.” Sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarımdan. “Belki de benim anılarım o kadar da korkutucu gelmemiştir olamaz mı? Nedir bunu bu kadar önemli kılan cidden anlamıyorum.”

Tanrım. Bir tek ağzımda emziğim eksikti. Kollarımı birbirine bağlayıp ayaklarımı yere vurarak mızmızlanırsam tam olacaktı. Kimi kandırıyordum ki? Basbayağı sorun bendeydi. Ve bu konuda bende dahil olmak üzere etrafımdaki hiç kimse ne yapacacağını bilemez haldeydi.

“Harmonia kadim ruhlardan birisidir Aisha.” diyerek söze giren Aden ile birlikte düşüncelerimden sıyrıldım. “Asos Krallığı, yüzyıllar boyunca bu ruhlarla arasına çizmiş olduğu görünmez bir bariyerin ötesinde duruyordu. Ancak büyük yıkımla beraber o bariyer de tamamen yıkılmış oldu.”

Bir süre olduğum yerde kıpırdamadan dediklerini düşündüm. Kulağa her ne kadar alışılmadık gelse de var olan bir gerçek varsa bunu inkar edecek değildim. Herkes buna benzer şeyler söylediğine göre beki de büyük yıkımın etkileri sandığımdan çok daha fazlaydı.

“Bu kadar şeyi bildiğin halde neden bana hiçbir şey anlatmadın?” Sesimin tahmin ettiğimden daha fazla kırıcı çıkmasını istememiştim ama buna engel olacak durumda da değildim. Etrafımda olan biten her şeye karşı bilgisiz kalmak canımı sıkıyordu. Kendimi savunmasız hissediyordum.

Aden, bana doğru yaklaştı ve ellerini omuzlarıma koydu. “Çünkü bu topraklarla ilgili olan hiçbir şey senin için önemli olmadı Aisha. Hemde hiçbir zaman. Eğer bana sormuş olsaydın sana zaten her şeyi anlatırdım.”

Haklıydı.

Kahretsin hem de o kadar çok haklıydı ki söyleyecek bir cevabımın bile olmaması sinirimi bozmaya yetmişti. Geçmiş hayatımdaki kimsesizliğimle ve gelecekteki hayatımın bilinmezliğiyle o kadar çok boğuşuyordum ki yaşadığım toprakların hikayesi hiçbir zaman benim meselem değilmiş gibi gelmişti.

Ancak durduğum yerden olanlara baktığımda bunun ne kadar da büyük bir hata olduğunu anlıyordum.

Belki de köklenememiş olmamın ve hiçbir yere ait hissedemeyişimin en büyük sebebi buydu.

Kollarını göğsünde bağlamış olan Aiden, “Yola çıkmamız gerekiyor.” dediğinde ahırın kapısında duran seyislerin ellerindeki atların da çoktan hazır olduğunu fark ettim. Pearl, bakışlarını benim üzerimden bir an olsun ayırmıyordu ve oldukça uysal davranıyordu.

Kendimi bir adım geriye çekerek Aden’ın üzerimdeki ağırlığından sıyrıldım. Bunu fark etmiş olsa da tanrıya şükürler olsun ki herhangi bir tepki vermedi. Zaten bu yersiz hareketi neden yaptığımı da anlamadığım için üzerine fazla düşünmek istemedim.

“Peki ya Harmonia?” Bakışlarımı Pearl’ın üzerinden ayırmadan sormuştum. “Valentina’nın bana verdiği iksir hala duruyor. Son kez şansımı deneyebilirim?”

Uzun süren bir sessizlikten sonra Aiden arkasını dönüp uzaklaşmadan önce, “Bu meseleyi daha sonra halledeceğiz.” dedi.

“Ama Binbaşı da dahil olmak üzere herkes bana ne olduğunu gördü. Bunun sorun olmayacağına emin misin?”

“Kararlarımı mı sorguluyorsun?” Kaşlarını kaldırarak eğlendiğini belli etmekten çekinmeyerek yüzüme baktı. Pekala. Ona istediğini verecektim.

“Kararlarınızın sorgulanmasının önüne geçmeye çalışıyorum majesteleri.” Tek kaşımı kaldırarak ona meydan okudum.

Yanımda duran Aden hafifçe gülümsediğinde çıkan o nahoş sesle birlikte Aiden’ın yüzündeki gülümseme yerini kaskatı bir ifadeye bıraktığında, kulaklarımda çınlayan zafer nidalarını görmezden gelerek gülümsememi bastırmaya çalıştım. Ne kadar ona meydan okumaktan hoşlanıyor olsam da gerçekleri çok çabuk unutuyordum.

Sınırlar.

Unutulmaması gereken o sınırlar.

Veliaht Prens çıkışa doğru ilerlediğinde, “Ağzın değil, ayakların çalışsın Bayan Grey.” dediğinde zırhının arkasından salınan pelerini ile uzaklaştı. Birkaç gün önce aynı pelerini omuzlarımda taşıdığım aklıma geldiğinde utandığımı hissederek bakışlarımı kaçırdım.

Bir elimi Aden’ın omzuna koyarak teşvik edici birkaç vuruşla birlikte harekete geçmesine yardımcı oldum. Aiden, atına binmiş ve dizginlerini de eline almış bir şekilde son kez bize bakarak arkasını döndü ve ahırdan uzaklaşmaya başladı.

Hemen ardından seyisin bizim için tutmaya devam ettiği atlara yöneldik. Pearl’ın gövdesini hafifçe okşayarak ürkmemesi için bana alışmasına yardımcı olduktan sonra tek hamlede eğere oturdum. “Aferin kızım.” diyerek yelelerine dokundum. “Hadi şu kule nasıl bir yermiş gidip görelim.” Ve gözden kaybolmak üzere olan Aiden’ın hemen arkasından dört nala ilerlemeye başladım. Aden’ın hızlanan atına yetişmeye çalışırken düşündüğüm tek şey bu yolculuğun tahmin ettiğimden de uzun geçeceğiydi.

 

 

⚔️

 

 

Eğere tutunmuş olan ellerimi farkında olmadan o kadar sıkıyordum ki parmak boğumlarımın neredeyse beyazlamak üzere olduğuna emindim. Ciğerlerime dolan oksijenin bile yetersiz olduğunu hissediyordum. Ortamda tüylerimi diken diken eden garip bir gerginlik hakimdi. Ama bunun neredeyse beni görmezden gelerek önden ilerleyen ve yol boyunca konuşmayan iki adamla hiçbir ilgisi yoktu.

Tamam. Belki de onlarla hiçbir ilgisi yoktu demek tam olarak doğru sayılmazdı ama en azından şu an bedenimde hissettiğim bu hissin onların yarattığı bu gergin havayla ilgisi olmadığına oldukça emindim.

Yanından geçtiğimiz her ağaçla birlikte kulaklarıma dolan uğultu artmaya devam ediyordu. Belki de buna uğuldama demek uygun olmazdı ama tanrı aşkına bunu nasıl tarif edebileceğimden bile tam olarak emin değildim. Hava inanılmaz sisliydi ve neredeyse ağaçların tepesine kadar inmişti. Saraydan ayrıldığımızda hava oldukça puslu olmasına rağmen en azından göz gözü görebilecek kadar aydınlıktı. Ancak ormana adım attığımız andan itibaren yoğun bir sisle ve saçlarımı yüzümün önünden savurarak arkaya doğru savrulmasına sebep olacak sert bir rüzgarla karşı karşıya kalmıştık. Rüzgarın uğultusu yaprakların hışırtısına karışıyor ve garip bir melodi ortaya çıkarıyordu.

Ancak bu durum önümde dimdik bir şekilde atlarında oturmuş, salınarak ilerleyen iki adam için pek de sorun teşkil etmiyordu. Onların göremeyeceğini bilsem de gözlerimi devirdim. Aralarındaki bu husumetin sebebi neydi bilmiyordum ama merak ediyordum. Yine de ikisinden biri ağzını açıp bu konuda herhangi bir şekilde açıklama yapmadığı sürece karışmamaya kararlıydım.

Kesinlikle beni ilgilendirmiyordu ve kesinlikle önceliklerim başkaydı.

“Sessizsin.” Dalgın bakışlarımı benimle aynı hizaya gelmek için eğerine asılarak atını yavaşlatan Aden’a doğru çevirdim. “Yola çıktığımızdan beri düşünceli görünüyorsun. Her şey yolunda mı Aisha?”

Sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarımdan. “Sence her şey yolunda mı Aden?”

“Haklısın.” Dudaklarında utangaç bir gülümseme belirdi. “Duruma pek uygun bir soru olmadı.”

Belli belirsiz kafamı salladım ve önümde uzanan sisli ormana doğru baktım. “Avluda toplandığımız zaman neredeydin? Seni aradım ama yoktun.”

Böyle bir soru soracağımı tahmin etmemiş olmalıydı ki kısa bir an için duraksadı. Ancak kendini toparlaması da uzun sürmedi. “Tahmin ettiğimden daha fazla eski dostla karşılaştım. Ve babamdan sonra açılan arayı kapatmam gerekti.” Elini alnının üzerinde gezdirdiğinde, sesinde de sabırsız bir tını vardı. “Burada rahat edebilmemiz için elimden gelenin de fazlasını yapmaya çalışıyorum Aisha.”

“Bu taraftan,” diyerek araya giren Aiden’ın sesini duyduğum anda irkildim. Neredeyse onun burada olduğunu unutuyordum. Bizi dinleyip dinlemediğinden emin değildim çünkü geniş ve heybetli sırtı bize dönük olduğu için yüz ifadesini göremiyordum. Ancak görsem de hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyordum. Zaten onun yüzünden de herhangi bir ifade okunmuyordu.

Ha sırtı ha yüzü.

Bu düşünce içimde kahkahalarla gülme isteği yarattı. Ama kendimi toparlamam uzun sürmedi. Komutunu sessiz bir şekilde onayladık ve bizi yönlendirdiği tarafa doğru rotamızı çevirdik. Artık ağaçların sıklığı artmıştı ve yürüdüğümüz patika yoldan çıkmıştık. Az önce ormandaysak şu an ormanın kalbine doğru ilerliyorduk. Önüme doğru düşen dal parçalarını elimle iteklediğim sırada sivri kısmı avucuma battı ve ağzımdan küçük bir inilti çıktı.

Aiden, “Ne oldu iyi misin?” diyerek atını durdurup omzunun üzerinden bana doğru döndü. Bakışları önce açık olan avucumdaki küçük kesiğin üzerinden akmakta olan taze kana daha sonra da gözlerime doğru çevrildi. “Yaralandın mı?”

Olduğum yerde donakaldım. Küçük bir inilti çıkmıştı ağzımdan. Duymasını bile beklemediğim kadar küçüktü ama o her nasıl olduysa bunu duymuştu. Gözlerindeki ifadeden anladığım kadarıyla da gerçekten endişelenmiş görünüyordu.

Kafamı olumsuz anlamda her iki yana doğru salladım. “İyiyim.” Karanlık bir ormandaydık ve etrafına karşı dikkatli olması gerektiği için duyuları olması gerekenden daha keskindi. Tabii ki en ufak sesi bile duyacak kadar hassaslaşmıştı.

Hala üzerimde olan bakışlarının ağırlığıyla sonunda sesimi bulup konuşabildiğimde, “Sadece ufak bir kesik.” dedim, alayla. “Yaşayacağım majesteleri.”

Dudaklarında geniş bir sırıtış belirdi. “Bunu duymak güzel.”

Yanımda ilerleyen ve bütün bu konuşmaya şahit olan Aden homurdandı. Ona doğru keskin bir bakış attığımda bu konuda ağzını dahi açmaması için vermiş olduğum mesajı alarak omuzlarını silkti ve ilerlemeye devam etti. Ama yüzündeki ifadeden bundan hiç memnun olmadığı ve daha sonra bu konuyu yeniden açmak istediği anlaşılıyordu.

Şimdilik bunu düşünmeyi erteleyebilirdim.

Sessizce ilerlemeyi sürdürdüğümüzde, göz ucuyla Aden’a baktım. Nasıl soracağımı bilmediğim için “Buraya gelmeden önce onlarla konuşma şansım olmadı.” diyerek direkt söze girdim. “Senin oldu mu?”

Aden, anlamadığını belli edercesine kaşlarını çattığında, “Annem ve Ellie’den bahsediyorum.” diyerek kısa bir açıklamada bulundum.

Olumlu anlamda kafasını salladı. “Evet konuştum.” Bakışlarını bana doğru çevirdiğinde yüzünde anlayışlı bir ifade vardı. “Sana söylemeye fırsatım olmadı ama onlar gayet iyiler. Her şey bıraktığın gibi Aisha. Aranızda her ne geçtiyse bunun hakkında daha fazla düşünme. Tek istedikleri iyi olman.”

Bu oldukça kötü bir yalandı. Çünkü artık hiçbir şey bıraktığım gibi değildi. Aden gerçekten olanları bilmiyor muydu yoksa bir aile meselesinin arasına mı girmek istemiyordu emin değildim. Yine de konuyu daha fazla irdelemediği için ona minnettardım. Buna rağmen söyledikleri canımı yakmıştı. Hiçbir zaman ihtimal vermemiş olsam da arkamdan iş çevirerek bunu benden saklamışlardı. Hem de deli saçması bir düşünceye kapılarak.

Aden’a bu konuyla alakalı başka bir cevap vermedim ve önümdeki yolu izlemeye devam ettim. Çünkü eğer ona bakarsam yüzüme sinen bu acıyı en net haliyle görebileceğini biliyordum.

Beni düşüncelerimden sıyırıp almak için konuyu değiştirdi. “Kuleye gittiğimizde Ellie’ye bir mektup yazmalısın. Kendisini merakta bırakırsan peşine düşeceğini ve seni bulacağını söyledi.” Yüzünde muzip bir ifade belirdi. “Bahse girerim bunu yapar.”

Kıkırdadım. “Yapacağına eminim.”

Köşeyi dönmemizle uzun bir çitin önünde duraksamak zorunda kaldık. Hava etraftaki ağaçların aromatik kokusuyla doluydu. Çitin etrafından dolanarak ilerlemeye devam ettiğimizde buradaki sisin yoğunluğu daha da çok artmıştı. Hepimiz önümüzü görmek için sonsuzluğa uzanan bir boşluğa odaklanmıştık. Kimseden çıt çıkmıyordu. Yalnızca atların nallarının toprak zemindeki kurumuş yaprakları ezmesiyle etrafta yankılanan ritmik bir melodi hakimdi. Bedenimi eğerde hafifçe eğerek sırtımı kamburlaştırdım ve gözlerimi kısarak önümü görmeye çalıştım.

Pearl aniden şaha kalktığında dizginleri kontrol edebilmek bir anda güçleşti. “Kahretsin!” Tıslayarak eğerin üzerindeki bedenimi sabit tutmaya zorladım. Pearl yeniden dört ayağının üzerinde durduğunda yoğun sise doğru koşmaya başladı.

“Aisha!”

Kimin seslendiğini ayırt edememiştim. Son sürat ilerlediğimiz için sesler boğuk bir şekilde ardımda asılı kalmıştı ve yoğun sis çoktan ikimizi de bir çırpıda içine almıştı. Onlara seslenme fırsatım bile olamamıştı. Pearl ilerlemeye devam ederken hızdan dolayı görebildiğim kadarıyla etrafıma bakındım.

Ancak ikisinden de herhangi bir iz yoktu.

Kalbim endişeyle küt küt atmaya, dizginleri tutan ellerim terlemeye başladı. Sakin olmalıydım. Şu anda sisten dolayı ne kadar uzaklaşmış olduğumu anlayamıyordum. Olduğum yerde durmak onların beni bulmasını kolaylaştırabilirdi. Eğerden inerek sağlam bir şekilde iki ayağımın üzerinde durdum. Dizginleri Pearl’ın kafasının önüne alarak ilerlemeye başladım.

Etrafımı kolaçan etmeye çalışıyordum ancak hangi yönden geldiğimizi bile ayırt edemiyordum. Bağırsam ve beni bulmalarını sağlasam ormandaki herhangi başka bir tehlikeyi kendime doğru çekmiş olur muydum? Kadim büyülerin esareti altında olan bu ormanda pervasız bir hareket sonucu başıma iş açabilirdim.

Sıkıntılı bir nefes verdim. Bu siste birbirimizi bulmak neredeyse imkansız görünüyordu.

Birkaç adım atmıştım ki hemen arkamdan gelen bir dal parçasının kırıldığını duydum. Üç derin nefesle birlikte topuklarımın üzerinden sese doğru döndüğümde devasa bir gölge yırtıcı bir hayvan gibi fırlayıp güçlü kollarını bana doğru uzattı. Sendeledim ve ayaklarımın birbirine dolanmasına sebep oldum. İllirya tanrıları aşkına bu şey de neyin nesiydi böyle? Havada süzülen dev bir bulut kümesi gibi görünüyordu ama kapkaranlıktı. Yaşayan bir varlık olmadığına emindim ama bu şey her ne ise karanlık bir gölge olmasına rağmen kocaman bir silüeti vardı.

Belli belirsiz de olsa bir gövdesi, boynu ve pençe gibi uzattığı uzun kollarını görebiliyordum. Beni yakalamadan önce oradan uzaklaşmayı başarabilmiştim. Gölgenin refleksleri oldukça keskindi. Kalbim göğsümün içinde gümbürderken dizginleri çoktan bırakmış, arkama son kez bakmadan sisin içine doğru koşmaya başlamıştım.

Bir gölgeye karşı hançerlerimin hiçbir işe yaramayacağına emin olsam da hızımı azaltmadan belimdeki kından bir tanesini çekip çıkardım ve odaklanarak koşmaya devam ettim. Ne yöne doğru gittimi bilmiyordum. Yalnızca koşuyordum. En iyi yaptığım şeyi yapmaya çalışıyordum.

Varlığını hissedemediğim için peşimi bırakmış olacağını düşünmek istesem de öyle olmadığını biliyordum. Yalnızca bir anlık kafamı çevirip bakmaya bile cesaret edemiyordum.

Az ilerideki sisin yoğunluğunun azaldığı büyük bir ağacın etrafından dolanarak sola doğru döndüm. Buradaki bodur ağaçlar sıklaşmıştı ve yerde ilerlememi zorlaştıran bir dolu sarmaşık vardı. Hızımı yavaşlatacak bir yere girmiştim.

Lanet olsun.

Ayaklarımın altında hissettiğim sertleşmiş olan sarmaşıkların kökleri, yanından geçtiğim ağaçların dibindeki kayalıklara kadar uzanıyor ve çürüyormuş gibi görünüyordu. Koşmaya devam ettikçe ayaklarımın bastığı her bitkinin yavaş yavaş solarak öldüğünü gördüm.

Anlık yaşadığım şaşkınlıkla birlikte toprak zemin ayaklarımın altından kayar gibi oldu ve yalpaladım.

“Benden kaçamazsın insan.”

Etrafımda yankılanan sesle birlikte bir an duraksadım. Ve bu yaptığım da en büyük hatalardan biri oldu. Karanlık tam olarak arkamdaydı. Sanki bir canlı gibi nefes alıyordu. Ve aldığı her nefes ensemdeki tüyleri diken diken ediyordu. Tanrılar aklıma sahip olsun çünkü o devasa gölge az önce benimle konuşmuştu. Lanet olası bir gölge bana seslenmişti!

Hayatta kalma pahasına koşuyor olmasaydım tam şu anda yaşadığım dehşet yüzünden aklımı yitirebilirdim.

Ağaç yapraklarının huşu içinde sallandıklarını duyuyordum. Rüzgar hızını azaltmış ve sis yerini biraz olsun aydınlığa bırakmış olsa da burada gördüğüm her şey solarak can veriyordu. Ya ölü bir ormanın ortasındaydım ya da arkamdaki varlık her neyse gittiği yere beraberinde ölümü de getiriyordu.

Buradan bir an önce uzaklaşmak zorundaydım.

Bir pençenin belli belirsiz sağ tarafımdan öne doğru uzandığını gördüğümde çığlık attım. Ayaklarım ölü olan toprağa çarptı ve yer çekimi kavramı benim içi ulaşılmaz hale geldi. Kafamın içinde anlayamadığım bir karanlık zihnimi ve bedenimi ele geçirir gibi oldu ve nefes nefese kaldım. Sırtım çamurlu zeminle birleşti. Büsbütün yere kapaklanmıştım. Darbenin sarsıcı etkisiyle birlikte yüzümü buruşturdum.

Kafamın içini ele geçirmeye çalışan güçlü bir elin ağırlığı altında kalmış gibi hissediyordum. Ellerimi şakaklarıma bastırarak zihnime yayılamaya devam eden acıyla birlikte yeniden çığlık attım. Gölge üzerime doğru eğilirken, “Benden uzak dur!” diyerek can havliyle uzaklaşmaya çalıştım. Bir yandan da zonklayan başımı tutuyor ve gölgenin ağırlığından kurtulmak için geriye doğru kaçıyordum. Her yerim çamura bulanmıştı. Artık hareketlerimi kontrol edemiyordum.

“İlginç,” diye fısıldadı, ürpertici bir sesle. Sesini bütün bedenimde hissettim ve aniden kaskatı kesildim. “Kokunu alamıyorum insan.”

Ondan uzaklaşmaya devam ettim. “Bırak beni seni lanet olası gölge bozuntusu!” Ne yaptığımın farkında olamayarak, elimde sıkı sıkıya tuttuğum hançerimi boşluğa doğru savurmaya başladım.

Çırpınışlarımla birlikte gür kahkahası içimde yankılandı. “Beni o küçücük demir parçasıyla mı öldürmeye çalışacaksın?” Etrafımı saran karanlık arttı. “Siz insanlar gövde gösterisi yapmaya her zaman bayılırsınız.”

“Ne istiyorsun?” Sesim ormanda eko yaptı. “Eğer niyetin beni öldürmekse sana bol şanslar. Çünkü bugün ölmeye hiç niyetim yok.”

Olduğum yerden kendimi sağa doğru yuvarlayarak ağırlığından kurtuldum ve ayağa kalkarak koşmaya devam ettim. Benimle konuştuğu zaman zihnimdeki ağırlığı biraz olsun hafiflemişti. Bunu fırsat bilerek aramıza belirli bir mesafe koydum. Bana doğru uzattığı pençesinin üzerinden atlayarak hançerimin ucunu boşluğa doğru savurdum. Ama hiçbir şey olmadı. Hançerin sivri ucu yalnızca rüzgarı delerek boşlukta sallandı. Var olmayan bir silüete karşı elimdeki her şey yetersiz geliyordu.

Kaçmaktan ve peşimi bırakmasını ummaktan başka çarem yoktu.

Bende öyle yaptım. Üzerime doğru saldırdığı hamlelerinden kıl payı kurtulmaya çalıştım. Etrafında zikzaklar çiziyor ve beni takip etmesini zorlaştırmaya çalışıyordum. Adımlarım düzensiz olduğu için beni takip etmekte zorlanıyordu ve bu da aramızdaki mesafeyi açmamı kolaylaştırıyordu.

Koşmaya devam ederken kısa bir an için omzumun üzerinden arkama doğru döndüm. Ancak dikkatim dağıldı ve son ana kadar kendimi durduramadığım için göğsüm sert bir gövdeye çarptı. Tanıdık ve güçlü kollar omzuma tutundu ve beni durdurdu. Kafamı kaldırdığımda gözlerime çarpan mavi bakışlarının ağırlığıyla sevinçten neredeyse boynuna sarılacaktım.

Ah. Bu his hiç iyi değildi.

“Tuttum seni,” dedi nefes nefese. Bir elini belime doğru sararak beni hafifçe arkasına doğru çekti. Her şeye rağmen beni bulmuş olmasına o kadar çok sevinmiştim ki anlık bir boşlukla ne dediğini bile anlayamadım. Yalnızca beni yönlendirmesine izin verdim.

Aiden, göğsünü kaplayan metal zırhın omuz kısımlarına bağlanmış olan pelerinini tek hamlede çıkararak toprak zemine doğru attı. Böylece sırtına ters bir şekilde yerleştirdiği kabzadan tek hamlede kılıcını omzunun üzerinden çekerek öne doğru savurdu. Keskin ucunu karşımızda duran gölgeye doğru çevirdi.

Geniş sırtı her ne kadar bedenimi gizliyor olsa da belirli bir açıklıktan bakışlarımı gölgenin üzerinde gezdirmeye devam ediyordum. Avucumdaki hançeri hayatım pahasına tutmaya devam ederken, adrenalin yüzünden hızlanan göğsümü sakinleştirmek için düzensiz nefes seslerime odaklanmaya çalıştım.

Aiden, temkinli birkaç adımla benden uzaklaşarak gölgeye doğru yaklaşmaya başladı. Tek eliyle tuttuğu kılıcı, çoktan hedefine saplanmaya hazır duruyordu.

“Onu duydun. Bugün ölmeye niyeti yok.” Az önce gölgeye söylemiş olduğum cümleyi tekrar etti. Geniş omuzları aldığı tek nefesle dikleşti. Ve hemen ardından göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içerisinde karanlığa doğru koşmaya başladı. “Ama benimde seni öldürmeden buradan gitmeye hiç niyetim yok.”

 

 

⚔️

Bölüm : 10.01.2025 19:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
helin sude Sarıkaya / KAYIP KRALLIĞIN VARİSİ / 6. Bölüm
helin sude Sarıkaya
KAYIP KRALLIĞIN VARİSİ

66 Okunma

12 Oy

0 Takip
6
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...