
Konuşmak istemiyorum, sen hâlimden anla.
🎶
Ne olduğunu bilmediğim hisler, yüreğimin bütün dönencelerini kuşatmıştı. Göğüs kafesimin altında liyakatsizce çırpınan kalbimin ritimleri, caddenin buğulu sesi ve yeryüzü; kısa bir süre de zaman ve mekan kavramını yitirmişti.
Karan’ın avuçlarından, elimin eline değmemesine dikkat ederek aldığım kartonpiyerli pakete tereddütle bakıyordum. Beni ilgilendiren ne olabilirdi ki onda? Bekletilmeyi sevmezdim, bu nedenle üzerimde ki bakışları da bekletmeyi istemedim.
İnce parmaklarımla nazenin bir tutum sergileyerek paketin küçük dekorasyonlarını açmaya başladığımda, onun su yeşili gözleri, itinayla parmaklarımda geziniyordu.
Paketi tamamen açıp, içine bakınca ise ellerimin titremesine mâni olamadım. İhtiyatla nefes verdiğimde, bir hayli şaşkın ve sevinç doluydum.
Kırılan çerçevemi tamir ettirmişti. Annemin kalbinin ortasına denk gelen kurşun izi yoktu ve eskisinden daha güzel bir hâl almıştı.
Çerçevemi sıkı sıkıya tutup sahiplenircesine göğsüme bastırdım. Sanki ayaklarım artık zemine daha sağlam basıyordu. Başımı kaldırıp yüzüne; yüreğimi hırpalayan heyecanı yansıtarak bakmıştım.
O ise gözlerinin içiyle gülümsüyordu.
“Bu ince davranışınıza karşı size nasıl teşekkür edebilirim memur bey?”
Ona hitap etme şeklime kısıkça güldü. Siması her zamankinden daha tatlı ve sempatik duruyordu. Boynunu hafifçe eğerek gözlerimin içine içtenlikle baktı.
Kadifemsi bir ses tonuyla, ”Teşekkür etmenize gerek yok Meva hanım. Ben zaten size bir teşekkür borçluydum unuttunuz mu?” diye sordu.
Gözlerim tekrar elimdeki çerçeveye kaydı. Uzun süre birinin gözlerine bakmak pek alışık olmadığım bir durumdu. O ise sözlerine minnet duygusu ekleyerek devam etti.
“İşte tam şuranın biraz ilerisinde, hayatımı kurtarmıştınız.” Dediğinde, eliyle caddenin biraz ilerisini; servis yolunu işaretlemişti.
Güneş ışınları bir sarmaşık gibi kirpiklerimin etrafını sararken gözlerimi kırpıştırdım.
Yüzüme düşen ışıltıyla beraber gülümsedim “Evet, hatırlıyorum.” Dedim. Nasıl unutabilirdim ki…
Dudağının kenarında samimi ve emsalsiz bir kıvrılma filizlendi. Bir elini cebine daldırdığında, gözümü alan güneşle eğdiği başını doğrultup önüme geçti ve gölge yaptı. Bu ince hareketine manidar bir bakış attım.
Birkaç saniye düşünceli bir halde gözlerime baktı.
“Neden duygularınızı dışa vurmaktan çekiniyorsunuz? Duygularınızı çözmekte sorun yaşıyorum. İtiraf etmem gerekirse etten kemikten kuşandığınız maskeleriniz sizi saklamakta epey iyiler. Ancak onları çözmem için bana biraz tolerans sağlayın lütfen.” Diye hayıflandı hiç çekinmeden.
Daha fazla gülüşümü bastıramadım ve seslice gülüp dudaklarımı birbirine bastırdım. Nasıl olduysa kendimden beklemediğim bir cevapla sözcükler tutarsız bir şekilde dudaklarımdan döküldü.
“Olmayan duygularımın çözülecek bir yanı var mı ki?”
Söylediklerim üzerine bakışlarında soğuk bir ifade belirdi. Biraz önce kıvrılan dudakları hoşnutsuz bir ifadeyle evrildi. Birkaç saniye içinde kocaman duygu değişimleri yaşadı ve içinde büyük bir mahkeme salonu kurduğuna emindim. Belki de nasıl bir tepki vereceğini ölçüp tartıyordu. Sonunda soğuk ifadesi kaybolup gitti. Benim aksime söyleyeceklerini önceden düşünüp tartması gözümden kaçmamıştı.
Yüreğimi gelecek olan tepkisine karşı hazır bir duruma getirdim. Bakışlarında ki her duyguyu yakalayıp kendi içimde yorumladıktan sonra gözlerimi celladından kopmak isteyen bir ölü gibi yere indirdim.
Ruh halimin yazdan kışa geçiş yapan hızlı bir mevsim değişikliği yapmasına karşı şaşkınlıkla gözlerini kıssada, en sonunda görmezden gelmeyi tercih etti. Kocaman bir gülümsemeyle baktığında, bende en az onun gülüşü kadar kocaman bir şaşkınlık içerisine girmiştim. Sert bir tepki alacağımı düşünüyordum.
“Derin duygular besleyeceğiniz birileri olsaydı sayın doktor, bu nasıl biri olsun isterdiniz?”
Sorusuna hazırlıksız yakalanarak duraksadım.
“Fedakarlık yaparken tereddüt etmeyeceğim ve ona sırtımı rahatlıkla dönebileceğim biri olsun isterdim.” Dedim tereddütle.
Gözleri keşfetme arzusuyla dolarken, bazen duygularını bu kadar iyi lanse ettiği için, içimde ona karşı bu konuda minnet duygusu besliyordum.
“Ne denli bir rahatlıktan bahsediyorsunuz?”
Aslında ne demek istediğim çok açıktı. Fakat Karan ince düşünceli bir adamdı, detayları yakalamak mesleğinin sırrıydı.
“Emin olmak, Karan bey.” Dedim kısıkça. “Birinden emin olmak, güven duygusunu hür yaşayabilmektir. Bu hürriyete sahip olacak kadar ince bir rahatlıktan bahsediyorum.” Gözlerimi etrafımda dolaştırdım. “Fedakarlığın sonuçları kötü bitebilir, fakat verdiği his çok tatlıdır. O hissi kaybeden bir insan, acımasız olmakta gecikmez. Böyle bir geri dönüşüm yaşamak istemem.”
Gözlerim uzak bir aleme dalar gibi bakarken düşünceli bir ses tonuyla devam ettim. “Doğrusu... Fedakarlık yaparken, sonrasında pişman olup olmayacağı mı ölçüp tartmadan ve hesaplamadan, rahat bir şekilde fedakarlık yapabileceğim biri olsun isterdim.”
Bakışlarımı ona çevirdiğimde, düşüncelere daldığını fark ettim. Su yeşili gözleri, mavi okyanuslarla yeşil yapraklar arasında gidip gelen bir renk elde ediyordu. Gözlerini bu kadar yakından görmek, bedenime ürpertici bir titreme yayıyordu. Aynı zamanda gözlerine bakarken hakimiyetimi kaybedip yenildiğimi anladığım an, yüreğimde birkaç parça camın sivri bir şekilde etimi parçalamak istercesine battığını hissetmem, tümden ürkmeme sebep olmuştu.
Sonunda sanki bir suç işliyormuşum gibi hızla bakışlarımı başka yöne çevirip bu kez aynı soruyu ben ona sordum.
“Peki ya siz karan bey, duygularınızı nasıl birine karşı lütfetmek isterdiniz?”
Dudaklarında dalgın bir tebessüm oluştu.
“Uğrunda özgürce mücadele edebileceğim değerde biri...” Gözlerini gözlerime çevirdi. “Öyle biri olsun isterdim.” Dedi manidar manidar.
Gözlerim kısıldı. Cezbedici bir merak zihnime doluşup bütün kelimelerimi tarumar etti. Bu yüzden ikinci sorumu yönlendirmekte gecikmedim.
“Ne denli bir mücadeleden söz ediyorsunuz?”
Bu soruyu bekliyormuş gibi bakışları yüzüme öylesine kuvvetle tutundu ki, bu ânda kilitlenip kalarak bakışlarımı çekemedim.
“Ustaca gizlediği duygularını anlamak için çaba sarf edebileceğim ve bu çetin sürece değecek bir mücadeleden bahsediyorum.”
Afallamış ve kaçma isteğiyle dolduğumu hissediyordum. Cazibedar bir pervasızlığı vardı.
Konuyu kapatmak adına elimdeki çerçeveyi gösterirken, “Gerek olmadığını vurgulasanız da ben yine de tekrardan teşekkür etmek istiyorum. Sanırım artık gitmem gerek.” Diye mırıldandım.
Numarası rehberimden hiç eksik olmayan taksiciyi arayıp evimin yolunu tuttum.
Sözcükleri zihnimde tur atarken bu olayı kendimden sakınıp görmezden geldim. Onu uzun bir süre zarfı içerisinde düşünmemeliydim. Ve belki de hiç düşünmemeliydim. Lakin son zamanlarda düşüncelerime karşı koyamıyordum ve bu beni ölesiye korkutuyordu. Neden birine karşı olan duygularımı hür bırakmak yerine onları prangalıyordum?
Başımı cama yasladım. Caddeler, çiselemeye başlayan yağmurla kaldırım taşlarını ıslatıyordu. Yağmur damlaları camın üst köşesinde takılı kalıyor, yeni damlalar çoğaldıkça birbirleriyle bütünleşip ince bir şerit halinde aşağıya doğru süzülüyordu. Sokak lambalarının kırmızı ve sarı ışıkları altında şemsiyeleri renk değiştiren insanları seyrettim bir süre.
Ve biraz sonra baktığım yönde ise yağmurdan kaçan insanlar gördüm. Ölümden kaçar gibi kaçıyorlardı. Yağmur öldürür mü?
Eve geldiğimde akşam çökmek üzereydi. Acıkmıştım, fakat sağ elim sargılıydı ve sıcak bir öğün hazırlayamayacağımın bilincindeydim. Bu yüzden yemek yemek için babamı beklemeyi tercih ettim.
Elime tekrar aldığım çerçeveyle yatağıma oturduğum sırada, dudaklarımı iki yana zorla çekiştiren gülümsemeyi kelepçelerinden kurtulmak isteyen bir mahkum gibi özgür bıraktım. Karan... Bu denli düşünceli hareket ettiği için yüreğimin bir parçasını coşkuyla kıpırdattığını görmezden gelmeliydim.
Zihnim devasa bir mahzen alanıydı. Birçok düşünceyi ve fikri henüz kilitli kapıların ardından prangalarından kurtaramamışken, yeni bir duygunun daha hece hece aklımın kuytularına tutsak olmasını istemiyordum.
Çünkü kelepçeler; her ne kadar bilekleri esir alsa da, anahtarlar tarafından çözülmedikçe onlarda mahkumlarına prangalıydı.
Evimin duvarlarında yankılanan zil sesiyle toparlanarak odamdan çıktım ve kapıya vardım. Babamın geldiğini düşünerek tokmağı içeriye çektiğimde, açılan kapıdan sonra karşımda gördüğüm farklı suratlarla yüzümdeki ifadeler sarsıldı.
Henüz gelenleri kavrayamadan suratıma sanki koca bir yün yumağı kapaklandı. Dokusu pamuk gibi şişman kollar tarafından bütün bedenim sıkıştırılıyordu.
“Benim yataklara düşmüş, küçük tatlı keçim! Kolunu sargıya almışlar ama vefasız arkadaşların seni ziyaret bile etmemiş. Evde karnın zil zurna açken, bir yudum suya muhtaç ve yaralı bir halde nasıl tek başına kalırsın!”
Şokla gözlerim büyümüş, Müjgan teyze tarafından boğularak abarta abarta söylediği cümleleri algılamaya çalışıyordum. Neden beni çöllere düşmüş zavallı bir bedevi gibi anlatıyordu?
Selma ve Nehir endişeyle kıpkırmızı kesilen yüzüme bakıyorlardı.
“Teyzeciğim, Meva ağır yaralı değil! Sadece-“
“Sus! Terliğimin gazabına uğrarsın Nehir!”
Nihayet bedenimi bıraktığında beni fazlasıyla sıktığı için bir ânda genzimi yakan oksijenle öksürmemek için titreyen dudaklarla gülümsedim. Müjgan teyze bir anne telaşesi ve şefkatiyle sargılı koluma bakıyordu.
“Lütfen içeriye gelin, ciddi bir durum değil.”
İçeriye girebilmeleri için kenara çekildim. Müjgan teyzenin ve kızların ellerinde koca koca alışveriş paketleri vardı. Selma bana ‘eyvah’ dercesine gözlerini açıp kapıyordu.
Kızlar bir koşu salona giderken, Müjgan teyze kendi çantasında getirdiği tavus kuşu tüylerine benzeyen cilveli terlikleri giyerek etrafına bakınıyordu.
Biraz sonra dilini damağına vurarak onaylamaz mırıltılar çıkarttı. Elindeki o şey de neydi? “Hemen senin için bu evi hijyenik yapmalıyım! Portmantonun üzerindeki ufak toz tanecikleri seni daha fazla hasta edebilir.” Tek gözünün hizasında tuttuğu ufak büyüteçle bir profesör edasıyla etrafta toz zerreleri arıyordu.
Salona girmeden evvel çatık kaşlarla duvarda ki tabloya bakıp, hızlıca benim göremediğim yamuk tarafını düzeltti. Elindeki paketlerin içerisinde temizlik deterjanları getirdiğine emindim artık.
Gülümseyerek daha çok kusur bulmaması için koluna girdim ve salona kızların yanına girdik beraber.
Müjgan teyze, evimde misafir olan benmişim gibi omuzlarıma tombul ve bakımlı ellerini bastırarak bedenimi kanepeye oturttu. Azarlayan gözleri ayakta diken üstünde bekleyen kızları buldu.
“Günde elli hastaya hizmet ediyorsunuz ama tek bir arkadaşınıza bakmaktan mustaripsiniz!”
Nehir somurtarak, “Hastane prosedürleri arkadaşlık hukukları için muayene saatinde ziyaret izni vermiyor. Görevimizi yapmak zorundaydık-“ demeye kalmadan kafasına yediği kanepe yastığıyla sendeleyip Selma’nın kafasına tosladı.
“Misafire gittiğin evlerde çok fazla gevezelik yapmaman gerek, Nehir!” diye rencide etti bu kez de Müjgan teyze.
Selma acıyan kafasını ovuştururken ikimizde gülmemek için başımızı başka tarafa çevirdik.
Kızcağızın konuşmasına izin vermeyen Müjgan teyze, Nehir’e çarpıp yere düşen kanepe kırlentine dehşetle baktı.
“Onun yere düşmesine izin vermemeliydin, Nehir! Şimdi kılıfı bir çok spritüal mikroplar ve tozlarla kaplanmıştır. Meva kuşum zaten yaralı, bir de enfeksiyon kapar! Hemen onu kaldırıp kılıfını makinaya at!”
Nehir çıldırarak yastığı kaldırdı ve yanaklarını balon gibi şişirdi. “Allah aşkına ben top potası mıyım teyze? Darbenin nereden geldiğini bilmeden kafamda hayali filelerle yastığı ağzımda kuş gibi yakalasa mıydım!” Diye çemkirdi.
Müjgan teyze şaşkın şaşkın göz kırpıştırdı. Biraz önce gazap dolu gözlerle bakan kendisi değilmiş gibi âniden sakince durulmuştu. “Teyzene isyan mı ediyorsun?” Dedi titreyen çenesiyle. “Sizin iyiliğinizi isterken, beni arkadaşının evinde azarlıyor musun?”
Nehir, ne yapacağını bilemez bir tavırla bize bakıp teyzesine yaklaştı.
“Olur mu öyle şey teyzeciğim, ben sadece çok yorulduğum için öfke patlaması yaşadım.”
Müjgan teyze aynı hızla kaşlarını çatıp ensesindeki tişörtten kavrayarak Nehir’i yanına çekti ve küçük bir çocuğa kızar gibi eski rolüne büründü. “Teyzeye cevap verilmez, bücür! Seni anneciğine şikayet edeceğim ve evinin pasaklı olduğu için iki serum almak zorunda kaldığımdan bahsedeceğim!”
Selma’ya aynı anda kahkaha attık. O gün hastanede neden serum aldığını şimdi anlıyordum. Fakat Nehir’in evi çok temizdi, kim bilir kuytu köşelerde ne tür bir düzen bozukluğu bulmuştu.
“Evim tertemizdi!”
“Bodrum katında örümcek ağları vardı!”
“Bodrum katı olduğu için olabilir mi?”
“Buzdolabında geçen haftadan kalma lapa olmuş bir pirinç kasesi vardı!”
“Onu aynı gün içerisinde yapmıştım, sana defalarca pilavı tutturamadığımı söylemiştim.”
“Öyleyse yemek yapmayı beceremiyorsun çünkü pilavın, kedimin iplik yumağından daha yapışıktı!”
“Ne! Arkadaşlarım harika yemek yaptığı mı söyler!” Nehir kendini kurtararak bize döndü. “Hadi ama, size mükemmel yemekler yapmıyor muyum?”
Selma’ya birbirimize bakıp aynı anda yutkunduk ve gözlerindeki beklenti ifadesiyle el mecbur yine aynı anda hızlıca başımızı salladık. Nehir teyzesine bilmiş bir bakış atarak kibirle gülümsedi.
“Senden daha güzel yemek yaptığımı kabullenemiyorsun.” Dedikten hemen sonra terliğine uzanan Müjgan teyzeden kurtulmak için hızla mutfağıma koştu ve gözden kayboldu.
Selma bulduğu boşlukta kulağıma eğilip fısıldamıştı. “Kusura bakma, Nehir elinin sargıya alındığını ağzından kaçırınca Müjgan teyze marketi stoklayarak bizi buraya getirdi.”
Gülümsedim. “Sorun değil, ben şuan bir hastayım ve an itibariyle ikinizde hasta bakıcılarımsınız.” Rahatça arkamı yaslandım.
Selma vurdumduymaz halime gözlerini kısarak baktı. “Uyanık seni.”
Müjgan teyze bize döndüğünde hızla doğrulup bir asker edasıyla ellerini önünde birleştirdi. Müjgan teyze aceleyle kollarını sıvadı. İşte başlıyorduk.
“Hadi kızım, evi dezenfekte edelim bir güzel. Meva kuşum bu halde kaç gün boyunca temizlik yapamaz.”
Bundan sonrası çok hızlı geçmişti. Müjgan teyze elime meyve tabağı tutuşturmuş, kızlara kök söktürmeye başlamıştı. Tek gözüne dayadığı büyüteçle gördüğü en ufak lekeyi temizletiyor, simetri kurallarına aykırı düşen bütün eşyaları düzenliyordu.
Selma üçlü koltuğumun kolçasına üst üste yerleştirdiği eşyaların üzerinde, Müjgan teyzenin yönlendirmeleriyle küçük avizemi temizliyordu.
Stresle alnını elinin tersiyle silerek aşağıdan ona diktatör bakışlar atan kadına baktı.
“Teyzeciğim, görünmeyen yerleri temizlemenin ne manası var yani?”
Müjgan teyze kızgınlıkla kaşlarını çattı.
“Birde doktor olacaksın Selma! Mikroplar görünen yerlerde olsaydı, insanlar size ihtiyaç duymaz ve hastalığa yakalanmadan önce onları yok ederdi!” Dediğinde, gülmemek için ağzıma üst üste dilimlenmiş meyvelerden tıktım.
Selma kafası karışmış bir şekilde önce elindeki beze, sonra püsküllü avizeye baktı. “Neden size hak verdim ki şimdi,” diye ağzının içinden homurdanıp tekrar temizliğe döndü.
Biraz sonra Nehir coşkuyla mutfaktan fırlayıp yerinde duramayan tropikal kuşları gibi elindeki tepsiyle Müjgan teyzeye doğru koşturdu. Benzerlikleri ve enerjileri nasılda aynıydı...
Buharı tüten siyah fırın tepsisinin içerisinde; şekillere benzetilmeye çalışılmış tuhaf desenli kurabiyeler vardı. Bir kısmının yanık mı yoksa kakaolumu olduğunu asla anlayamamıştım. Tepsiye o kadar hayranlıkla bakıyordu ki önüne bakmadan koşturduğu için bir ânda gürültüyle Selma’ya çarptı.
Selma korkuyla iç çektiğinde, ayağı kaydı ve üst üste dizdiği yastıkların üzerinde elektrik çarpmış gibi sallanıp sallanıp dengesini kaybetti ve koltuğa yakın duran Nehir’in üstüne düştü. Nehir şokla Selma’yı tutmaya çalışırken ikisi de koltuğa sere serpe serilmişti.
Tuhaf olan ise tepsi artık Nehir’in kafasında, kurabiyeler ise Selma’nın suratına yapışmış bir şekildeydi.
“Nehir!” Diye çığırdı, kırıntıların döküldüğü etrafa dehşetle bakan Müjgan teyze.
Üçümüzde birbirimize şaşkın şaşkın bakıp aynı anda kahkaha atmaya başladık. Her ne kadar sitem etsekte bir araya gelmek hepimize iyi gelmişti.
Yaklaşık yarım saat sonra onlara yardım ettim ve salonu toparladık. Etraf yeni cilalanmış bir cam yüzeyi kadar berrak ve temiz olmuştu. Müjgan teyzenin sihirli elleriyle evim huşulu bir kandil kadar hoş kokuyordu.
İtirazlara rağmen hep beraber mutfağa gidip yemek hazırlamaya koyulduk.
Müjgan teyze ve yeğeni Nehir, tartışarak sebzeleri doğruyorlardı. Bende aç kalmamak için hepimize tatlı yapan Selma’ya malzemeleri veriyordum.
“Sence akşama midemizi yıkatmak zorunda kalır mıyız?” Diye fısıldadı Selma. Gülerek masanın ucundan yüzüne yaklaştım.
“Bence ikimizde bu akşam yemek sofrasından sağlıklı bir mideyle kalkamayacağımızı iyi biliyoruz.”
Selma kıkırdadı. “Baksana,” fedi tezgahta birbirlerini rakip olarak gören ve meydan okuyan ikiliye. “Nehir’e hastanede olmadığımızı ve bıçağı bir neşter gibi kullanarak kabakların ortasını delik deşik etmemesi gerektiğini söylemek ister misin?” Diye sorduğunda, başımı iki yana salladım. “Müjgan teyzeye bir şey diyemiyorum zaten.”
Gülerek Müjgan teyzeye baktım. Öğütülmüş tuzları süzgecin içerisine almış ve büyüteçle içerisinde marketten kalma bir tür zararlı madde arıyordu. Kim ona bunun gereksiz olduğunu ve metabolizmamızı bozacak hiçbir şey olmadığını söyleyebilirdi ki?
Sonunda hepimiz yemek masasına kurulduk.
Nehir yaptığı güveç yemeğini önüme servis ettiğinde, Müjgan teyzede kaşlarını çatarak yaptığı çorbayı önüme bıraktı.
“Meva kuşum, hasta ve bir teyze çorbasına ihtiyacı var. Kesinlikle senin yahniye benzeyen yemeğine değil.”
Nehir burnundan soluyarak tekrar kendi tabağını önüme ittirdi. Asla anlaşamıyorlardı ve ne hikmetse ikisi de inatçının tekiydi.
“Meva kankamın asıl sebzeli ve bol vitaminli bir yemeğe ihtiyacı var. Kesinlikle senin mercimek dışında her şeye benzeyen çorbana değil!”
Müjgan teyze elindeki tahta kaşığını onun eline vurdu. Yine tartışacakları sırada Selma gülerek aralarına girdi.
“Ah, ikinizde mükemmel yemekler yapıyorsunuz. Bence Meva bize bir iyilik yaparak ikisini de aynı anda yiyebilir.”
İçtiğim suyu püskürtmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp Selma’ya öldürücü bakışlar attım. Daha Nehir’in yemeğinde ne tür bir trajediyle karşılaşacağımı bilmezken Müjgan teyzenin yemeğiyle birlikte üst üste yemem, komalık olmam demekti!
Biraz sonra Müjgan teyze yeğeninin yemeğini tatmak için ağzına bir kaşık daldırdığında, sevimli gözlerini kocaman açarak öksürmeye başladı.
Nehir telaşla teyzesine su uzattı.
“Sıcak olmalı! Üflemeden içilir mi teyze!”
Müjgan teyze suratını ekşiterek Nehir’in yemeğini önünden çekti. Kendi yemeğini övmek için çorbasından da bir kaşık aldığında aynı tepkiyi vererek tekrar öksürmeye başladı.
Yemeğin geri kalanında ikiside yemeklerinin yenmeyeceğini fark etmişti ve hep beraber Selma’nın yaptığı tatlıları yiyerek karnımızı doyurmuştuk.
***
Kızlar gittikten sonra nihayet babamda gelmişti. İki fincan kahve hazırlayıp oturma odasına ilerledim. Tam yanına oturup fincanı ona uzattığım esnada elimden almayı ihmal etmedi.
Kahvesini yudumlarken, “Ellerine sağlık güzel kızım.” dedi. Gözlerim saçlarının arasına yerleşmiş bembeyaz tellere takıldı. Annemin ölümünden sonra babamın saçları hızla beyazlamaya başlamıştı. Ruhsal olarak çökse de fiziksel olarak her zaman dinç ve güçlü görünüyordu.
Birkaç saniye sonra beni kolları arasına aldı. “Bakma öyle, bakma saçlarıma.” Ardından nemli bakışlarla yüzüme baktı. Ve sözcüklerine devam etti. “Bu beyazlar, bir saç değil birer anı taşıyor artık. Saçlarım gibi beyaz bir sayfa açma şansım olsaydı o sayfaya yine anneni dahil ederdim.”
Özlemle ve hasretle söyledikleri sesini titretmişti. Durgundu ve yorgundu lakin bu yorgunluk dünya meşgalesinden ötürü değil daha çok bir yürek yarasından ileri geliyordu. Onların hikayesi yarım kalmıştı. Babam yarım kalmış hikayesiyle beraber kendini hep eksik hep fersiz hissetti.
Yüreğimin en güçsüz olduğu anlardan bir tanesiydi; babamın buğulu gözlerine rast gelmek. Küçük bir çocuğun umutsuz bir fısıltısı kadar kısık bir ses tonuyla yanıt verdim. ”Annemi hatırlamayacak kadar küçük olsaydım çok üzülürdüm baba. O gittikten sonra hiçbir çiçekle muhabbetim kalmadı.”
Söylediklerim üzerine büyük bir kederle baktı yüzüme. Daha sonra sahiplendiğini belli eden bir tavırla kolumu sıkıp kendine çekti. Epey yumuşak bir tonlamaya cevap verdi. “Annene beni gözlerinden hiçbir zaman mahrum bırakma demiştim, oda beni gözlerinden mahrum bırakmayacağına dair söz vermişti ve annen tutmayacağı sözler vermezdi.”
Gözlerim bulanıklaşırken net olan her şey artık flu görünüyordu. Sözcüklerini tamamlaması için gözlerimi babamın gözlerinden ayırmadan ihtiyatla ona bakıyordum. Birkaç saniye sonra aynı hasretle devam etti.
“Gözlerin annenin gözlerine o kadar çok benziyor ki, şükürler olsun bu durumdan mahrum kalmadım.”
Artık oda benim gibi kendini tutamamış, düşen bir damlayı hemen elinin tersiyle silmişti. Bir babaya çocukları yanında güçsüz görünmek çok ağır gelirdi. Güçsüz değildi, sadece acı çekiyordu ve bunu bana göstermeyi pek sevmezdi. Biliyordu çünkü bende gücümü kuvvetimi ondan alıyordum.
Geceyi bir iki damla göz yaşımla sonlandırıp sabahı görmeyi umut ettim. Çünkü umut her zaman vardı.
***
Sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra dün hazırladığım tatlıları Selma, Nehir ve Ömer’e götürmek için evden çıktım.
Hastanenin arka bahçesinden geçtiğim sırada Kartal’ı bir bankta otururken ve bir takım uğraşlar içerisinde olduğunu gördüğümde istemsizce durdum. Karakola giderken beni durdurmak isteyen adam buradaydı. Ve bilmediğim kayıtların peşindeydi. Buraya benim için mi yoksa o kayıtlar için mi gelmişti?
Kayıtların bulunduğu adam o gün Karan sayesinde bizim hastaneye kaldırılmıştı. Aynı günde Kartal hastaneye gelip o adamın peşine düşmüştü.
Belkide ben karakola giderken beni durduran o değildi. Yanılıyor olabilir miydim? Bunu anlamak için son kozumu oynayacağım.
Arkası dönük olduğu için varlığımdan habersizdi. Sessiz ve dingin adımlarla yanına yaklaştım. Ayak bileğini sol dizinin üstüne atmıştı. Boynunu eğmiş bir vaziyette dizine yasladığı beyaz dosya kağıdına çizim yaptığını fark ettim. Biraz daha sırtına doğru yaklaştım. En ince ayrıntısına kadar özenle bir kadın portresi çiziyordu.
Kaşlarının ve kirpiklerinin tanelerini sıraya dizmiş, sağ gözünün altında ise ufak bir ben çizmişti. Kızın gözlerine hüznü, dudaklarına ise buruk bir tebessüm yerleştirmişti.
Öylesine çizilmiş bir karakalem çalışmasıydı ya da var olan birisiydi. Oldukça etkileyici ve de gerçekçi bir çizim sergilemişti. Çizimi bitirdikten sonra bir müddet seyretti. Sanki gerçekten karşısındaymış gibi seyrediyordu.
Sanki orada olduğumdan baştan beri haberi varmış gibi aniden kalkıp karşımda durdu. Ruhsuz bakışlarında yoğun bir duygu karmaşası vardı. Öyle ki hepsini birbirinden ayırmak oldukça güçtü.
Lakin birkaç saniye sonra alacaklı bakışlarında hafif bir bitkinlik ve intikam duygusu filizlenirken, soğuk ses tonu aramızdaki boşluğa yayıldı.
“Bazen olgunluğunuzun sebebinin verdiğiniz kayıplar doğrultusunda olduğunu düşünüyorum.” Dediğinde, en az onun kadar maskesini ele vermeyen karşılıklı bakışlarım vardı.
Onun ise gözlerindeki alaycılık tahtına kurulmuş, kirpiklerinin doruklarında gezinen bir zafer ifadesi oturmuştu. Yaşadığı karma ruh hâli gözler önüne seriliyordu. Böyle bir ruh hâlinin her insana çılgınca delilikler yaptırabileceğini düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Ardından, “Görünen o ki daha da olgunlaşacaksınız. Çünkü daha çok kaybetmeye mahkumsunuz.” Diye devam etti.
Bu adam kendini ne sanıyordu böyle? Her istediğinde böyle kaba konuşabileceğini mi düşünüyordu?
Dudaklarında beliren serseri kıvrılmayı ya da bakışlarındaki tilkileri hiç umursamadım. Nezaketten yoksun, sınırı olmayan bir insanla müzakereye girmeyecektim. Ancak niyetinin ne olduğunu anlamak adına düz bir ses tonuyla cevap verdim.
“Birinin bir kayıp vermesi hoşunuza gidiyor sanırım.”
Hafif düşünceli bir ifadeyle elinde ki tabloya bir kez daha baktı. Her ne düşünüyorsa gözlerini tablodan ayıramıyordu. Derin duygular içerisinde sarsılırken başını kaldırıp yüzüme öfkeyle baktı.
“Hayır aksine üzülüyorum. Ne demek istediğimi anlayacaksınız fakat önce kaybedeceksiniz.”
Ne demek istediğini, ne ima ettiğini anlayamıyordum. Açık konuşmasını istesem bunu yapacak kibarlıkta bir adam değildi. Neden bilmiyorum, sözleri zihnime kazındı. Neden kaybedeceği mi ve ne kaybedeceği mi nereden biliyordu?
Cevap vermek istememiştim. Yüreğimi huzursuz etmeyi başarmıştı. Çantamdan “İnsan evren midir?” Kitabını çıkardığım esnada bakışları direkt olarak kitaba kenetlendi.
Ardından öfkeyle, “ Bana ait olan bir nesnenin sizde ne işi var?” Diye sordu, hesap sorarcasına.
“Eğer sizinse kitabın arkasında yazılan notu söyler misiniz?”
Bir süre öfkeli bakışları yüzümde gezindi. Sağ eli yavaş yavaş yumruk şeklini alırken avuçlarını sıkıp aniden bıraktı.
Ardından kısık ve sabrı sınanmış bir ses tonuyla cevap verdi: “Aslan yaralansa dahi ölmediği sürece tehlikelidir.”
Kitabı usulca masaya bıraktım. Ve artık emin olduğum bir bilgiye sahiptim.
Hastane girişine ilerlerken zihnim çoktan derin düşüncelere dalmıştı. Huzursuzdum.
Karakola gitmem için bana çarpan ve notu bana veren kişi Kartal’dı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |