🍀
Bugün hastahane koridorları her zaman olduğundan daha sakin görünüyordu. İnsanlar bekleme alanında, can sıkıntısıyla randevu sırasını bekliyorlardı. Kimi sabırlı ve otoriter bir şekilde beklerken, kimi bıkkın nefesler verip etrafına sıkılmış bakışlar atıyordu. Aralarından geçip sakin adımlarla ilerlediğim sırada ilk müdahale odalarının olduğu bölümde istemsizce duraksadım.
Bakışlarım sedyede yatan bir hastaya kaydı, ardından sedyenin önünde sırtı bana dönük duran iri yapılı adamın üzerine çekildi ve orada asılı kaldı. Ellerini sedyenin demir koruluklarına bastırarak hastanın üzerine eğilmişti. Gölgesi, sedyede yatan hastayı kendi ablukası altına alırcasına üzerine devrilmişti.
Yüreğim ince bir ürpertinin tesiriyle sarsılırken, konuşulan her cümleye şahit oldum. Ancak bu asla planlı olarak yaptığım bir eylem değildi. O adamın en az yüreğim kadar ürperti dolu ve en az yüreğim kadar sakin ses tonu, kulaklarımda aynı anda birçok farklı melodinin ezgisini bıraktığı esnada beni kendisine esir eden bu şeyin kelimeler yerine ses tonu olduğunu farkettim.
"İğne kapsüle vurdu. Ve bu da hedefine saplanmadan durmayacak bir kurşunun önüne artık geçemeyeceğin anlamına geliyor."
Kaşlarım çatıldı. Sedyede yatan savunmasız hastaya karşı vurguladığı cümlenin altında ki tehdit iması, iğneleyici ses tonu ve ikazına karşı bende çağrıştırdığı anlamlarla gözlerimi kıstım.
Tekrar devam etti: "Şimdi beni fazlasıyla uğraştırdığını varsayarak, sana yüksek bir ceza kesmemi istemiyorsan o kayıtların yerini bana takdim et!"
Tehditkar cümlelerini emir kipiyle sonlandırırken, bir an olsun kısa bir sessizliğe büründü. Eğildiği hastanın üzerinden yavaşça doğrulup, orada onu izlediğimi anladığını belli edercesine sakin bir şekilde yönünü bana çevirdiği anda zaman kavramı çok yavaş işlemeye başlamıştı.
Nefes alış verişlerim hızlandığında, olmamam gereken bir anın içindeymişim gibi hissettim. Bütün bu hissettiklerim karşısında oldukça yabancı kalmıştım kendime.
Sonunda yönünü bana dönen bir çift su yeşili gözlerle bir kez daha karşılaştım.
Kahverengi, dalgalı saçlar dün olduğu gibi ve sanki yeni uyanmış gibi tutarsız bir şekilde alnına serpilmişti. Kaşının hemen üzerinde ki çizik, kaşının bitiş hizasına kadar uzanmıştı. Gözleri sanki beni bulmayı umuyormuş gibi ilgiyle baksada, yüzünde hazırlıksız yakalanmanın verdiği bir mahcubiyet hakimdi. Oysa onları dinlerken asıl yakalanan ben değil miydim?
İkimizde bir müddet karşılıklı bir konuşma eylemi gerçekleştirmedik her nedense. Dikildiğim yerde, bakışlarımı usulca zemine indirmeyi tercih etmiştim. Lakin onun bakışlarını hala üzerimde hissediyordum. Sonunda bedeni hareketlendi ve bir iki adımla yaklaşıp, tekrar durdu. Aramızda seviyeli bir mesafe vardı.
Az önceki ses tonundan oldukça uzak, belli belirsiz yumuşak bir tınıyla sessizliği ilk bölen oydu.
"Sanırım benimle karşılaşmayı beklemiyordunuz."
Bakışlarım tekrar ona yönelirken, dudaklarında ki silik gülümseyişinin görevini gözleri devraldı. İlk defa bu kadar net gülümseyen gözlere rastlıyordum. Her şey bir yana, bu birkaç dakikalık zaman diliminde yüreğim kendini sorgulayan mahkeme salonuna dönmüştü.
Yüreğimin aksine oldukça ilgisiz bir ses tonuyla cevap verdim. "Dünün aksine oldukça iyi görünüyorsunuz. Geçmiş olsun dileklerimi iletmek isterim."
"Nasıl göründüğüm, birileri için önem taşımaya başlamış sanırım."
Sözleri beni afallatırken, bunu yüzüme yansıtmamak için üstün bir çaba sarfetmem gerekmişti.
Benden uzaklaşarak, sedyenin yanında duran refakatçi sandalyesinin üstüne bırakılmış bir kartonpiyerli paket poşeti eline aldı. Poşete kısa bir bakış attıktan sonra bakışları ağır ve odaklı bir şekilde tekrar beni buldu. Düşünmeden elinde ki paketi bana uzattığında, tereddüt etsem de mantıklı bir açıklaması olmalı diye düşünüp poşeti elinden aldım.
İçerisine baktığımda ise dün koluna sardığım ceketi gördüm. Yıkanmış ve tertemiz görünüyordu. Burnuma dolan begonya çiçeğinin kokusuyla göz kapaklarım ağır bir edayla birbirine kenetlendi. Bu çiçeğin kokusunu nerede görsem tanırdım. Nitekim annem balkonda hep bu çiçekleri yetiştirirdi.
Bir an olsun maziye yolculuk yapan yüreğim
tarifi olmayan bir ıstırapla kuşandı. Balkonumuzda çiçeklerin kokusuyla beraber esen rüzgarı tenimde hissetmemle Gözlerimi ürpererek açtım. Zamanın ve mekanın önem taşımadığı anılara yolculuk yapmanın bazen hiç sırası olmuyordu. Ve sanırım aklın başa çıkması zor olan en muhtemel olayı, geçmiş ve gelecekti.
Gözlerim dolarken, göz yaşlarımın asla akmasına izin vermeden karşımda duran beyefendiye çekimser bir ifadeyle baktım.
Gülümsüyordu. İçten ve ilgiyle. Bunu neden yapıyordu? Dün ona armağan ettiğim ilk yardım için mi?
"Bunu bir teşekkür olarak saymayın. Sizin olanı size ulaştırdım." Dediğinde, kabalaşan sözlerine değin, buz gibi soğuk bir ses tonuyla karşılık verdim.
"Eğer teşekkür etseydiniz, kibar biri olduğunuzu düşünecektim. Neyse ki beni bu düşünceden uzaklaştırdınız."
Söylediklerimin üzerine kısık sesli bir kahkaha attığında, O'na garip bir bakış attım. Çehresinde beliren keyifli ve eğlendiğini gösteren ifadeye bir anlam yükleyememiştim.
"Hakikatte demek istediğim şey bu değildi. Bunu bir teşekkür olarak görmeyin, size bir teşekkür borçluyum." Kısa bir süre susup, devam etti. "Diyecektim."
Hay aksi, kesinlikle yanlış anlamıştım. Üstüne birde kaba bir kişiliğe sahip olduğunu vurgulamıştım. İçten içe kızarsamda bu saatten sonra geri adım atmamın mümkünatı yoktu. Boş bakışlarımı üzerine sabitlerken umursamaz gibi görünmeye çalıştım.
"Görüyorsunuz ki kelimeler yanlış telaffuz edilince, yanlış anlaşılmalar meydana gelebiliyor."
Beni dikkatle dinledikten sonra üzerime doğru bir iki adım daha atarak yaklaştığında, kasıldığımı asla belli etmemek adına ciddi bir ifadeyle yüzüne baktım. Yan tarafıma geçerken kısık bir ses tonuyla cevap verdi.
"Belli ki sizinle tekrar karşılaşacağız. Şimdilik hoşçakalın. Meva Adanır."
Bakışlarım ismimin yazılı olduğu yaka kartına kaydı. Ardından ağır bir şekilde elimde ki poşete.
***
Saatime göz attığımda, öğle arasında olduğumuzu ve yemek saatimin yaklaştığını farketmemle odamdan çıktım. İyice acıktığımı hissetmiştim ve bir an önce yemek yemek istiyordum. Koridorda yürürken Nehir ve Selma'nın bana doğru geldiğini gördüm.
Genelde üç kişi takılırdık. Nehir haylaz ve çocuksu bir neşeye sahipken Selma ise biraz daha sakin ve ağırbaşlıydı. İyice yaklaştıklarında ikisi de koluma girip beni ortaya aldı, ardından Nehir sevimli bir tavırla bana bakıp konuştu.
"Ne haber tatlı Meva? Bugün yemeğimizi açık havada atıştıracağız."
Güldüm. "Benim niye bundan haberim yok?"
Selma alttan alttan gülüşüme eşlik etti. "Oldu ya işte." Dedi umursamazca.
"Planı işledikten sonra fikrimi önemseyip sormanız ne güzel, minnettar kaldım." Dedim şakayla karışık bir tavırla.
Nehir, "Tabiki de fikrini önemsiyoruz, benim hayat dolu ayrıca şeytana pabucunu ters giydirecek derecede zeki arkadaşım. Dışarıda yemek yemenin, seninde hoşuna gideceğini bildiğim için kelime israfı yapıp sormak istemedim." Dedi bana bakıp haylaz çocuklar gibi kıkırdarken. Selma'da bize bakıp enerjik bir hal ile gülerken hastane kapısından ayrılıp bahçeye doğru yol aldık.
Bahçeye girdiğimizde gözlerimizle uygun ve de sakin bir yer ararken, ağaçların gölge yaptığı banklardan birine oturduk. Hastane yemekleri kekremsi ve kötüydü. Bu yüzden evden getirdiğimiz yemek kaplarını sırasıyla masaya koyduk, bu sırada birbirimize paylaşmayı da ihmal etmedik.
Nehir önümüze içi dolu bir sarma tabağı koyduğunda, keyifli ve heyecanlı bir yüz ifadesiyle bize döndü. "Ben yaptım sarmaları." Dedi oldukça hevesli bir ses tonuyla.
Selma'yla birbirimize onun anlamayacağı acı dolu bir gülümsemeyle baktık. "Öyle mi?" Dedik aynı ânda. Ardından, "Ellerine sağlık." dedik yine hipnotize olmuş gibi.
Yutkunmamak için zor duruyorduk.
Ve yine o işkence dolu anlar başlamıştı. Sevgili arkadaşım alınmasın diye kötü yaptığı yemeği yememek kadar kötü bir durum varsa oda yemeği yemekti.
Selma'yla birlikte Nehir'in yaptığı sarmalara dokunmadan yemeğimizi yemeye başladığımızda, Nehir durumu farkedip bize hesap sorar gibi bakmaya başladı.
Hâlâ anlamamış gibi yapıp salatamdan bir çatal daha yediğimde, Nehir'in tiz ve alıngan sesi kulaklarıma doldu. "Bana bakın neden sarmalarımı yemiyorsunuz? Üstelik ikinizinde sarmaya bayıldığını biliyorum. Özenle yaptım sizin için. Şimdi çabuk yiyin onları, diyette olmadığınızıda biliyorum." Deyip tehditler savururken Selma araya girdi.
"Tabiki de yiyoruz sarmayı, çok sevdiğimiz için en sona bıraktık sadece." Dediği sırada Nehir gözünü kırpmadan bana bakmaya devam edince mecburi bir surette çatalımı sarmaya batırdım.
Selma halime üzülmüş bir ifadeyle bakarken geçmiş olsun der gibiydi. İkiside durup öylece sarmayı yemem için baktıkları sırada neyle karşılaşacağımdan birhaber sarmayı ağzıma attım. Damağıma yayılan yoğun tuz, acı ve boğazımı karıncalandıran yanık yağ tadıyla neredeyse midem çalkalandı. Buna rağmen çaktırmadan ağzımdaki sarmayı çiğnemeye devam ettim. Hiç değilse bu kez isot yoktu.
Nehir tepkimi ölçmek için heyecanla yüzüme bakarken, zorla konuşmaya başladım. "Sahiden bu sarma senin maharetli ellerinden mi çıktı Nehir?" Der demez, büyük bir heyecanla "Evet!" diye bağırdı.
Gözlerim acıdan dolayı yaşlarla dolmaya başladığında, boğazıma takılan öksürüklerle baş etmeye çalıştım.
Yüzüm kıpkırmızı olurken art arda gelen öksürükler durmayınca, Selma telaşla ayağa kalkıp su getirdi. İkisi birden, "Ne oldu, iyi misin?" Diye sorduğunda, durumumu anlamaya çalışan Nehir soluk boruma yemek kaçtığını sanıp sırtıma vurmaya başladı.
Doktor olmuştuk ama bu kız hala öksüren birinin sırtına vurma alışkanlığını bırakmamıştı.
Nehir'in daha fazla sırtıma vurmasını engellemek adına öksürüklerimin arasından konuşup durmasını istedim. Selma'nın getirdiği suyu içtiğim anda Nehir tekrar sırtıma vurdu. Ağzımdaki suyun yarısı mideme inerken, yarısıda dökülmesin diye yanaklarımı balon yapıp içerde tutmaya çalıştım. Ne berbat bir ândı ama.
Hayır yani suyu içtiğim sırada neden sırtıma vuruyorsun kardeşim! Selma Nehir'e kızarken, Nehir suçlu bir çocuk gibi yerinde iki büklüm olup defalarca kez özür dilemeye başladı. Güç bela ağzımdaki suyu yutunca şişen yanaklarımı serbest bıraktım. Selma yüzüme bakıp telaşla "İyi misin?" diye sordu tekrar.
"İyiyim merak etmeyin," dedim zoraki bir gülümsemeyle.
Nehir'in bakışlarına üzüntü karışırken, minik yanaklarının kızarmasıyla suçluluk dolu ifadelerle yüzüme bakıyordu. Sevimli suratını bu şekilde görmek istemediğim için moralini düzeltmek adına teselli eden şakalar yapmaya başladım.
"Bu kadar iyi sarma yaptığını bilmiyordum yer elması." Dediğim sırada Selma araya girdi.
"Nehir'ciğim çok marifetli parmakların yine yapmış yapacağını."
Nehir inanmamış bir ifadeyle yüzümüze bakarken sözlerime devam ettim. "Benim minik elmam, sarmaların harika sadece biraz acıydı. Günlük hayatta acı tüketmediğim için damak tadıma yabacı geldi biraz o kadar. Ve sanırım soluk boruma yemek kaçtı, o yüzden öksürdüm." Dedikten sonra tatmin olup olmadığını anlamak için yüzüne baktığım sırada keyfinin yerine gelmeye başladığını farketmem uzun sürmedi. Ardından konuşmaya başladı.
"Gerçekten mi? Çok sevindim. Beğeneceğinizden emindim zaten." Deyip gururlanırken sözlerine devam etti. "Siz yeter ki isteyin her gün yapıp getiririm." Dediği sırada Selma kısık ve çekingen bir sesle araya girdi.
"Aslında istememiştik," der demez çaktırmadan koluna hafifçe vurdum.
Her şeyden önce bu sarmaları Nehir nasıl bu kadar rahat yiyebilmişti hayretler içerisindeydim. Nehir, Selma'nın sesini işitince yüzümüze baktığı sırada hemen araya girdim.
"Yani şey demek istiyor Selma. Hani hepimiz çalışıyoruz ya yoruluyoruz malum. O yorgunlukla zahmet etme diye söyledi."
Hala yüzümüze bakarken keyifle gülümseyip cevap verdi. "Aa hiç önemli değil canım, ne zahmeti. Yemek yapmayı seviyorum. Bugün eve gidip sizin için mükemmel bir tatlı yapacağım." Dediği sırada Selma'nın yutkunma sesini işittiğime emindim.
Zoraki gülümsediğim sırada, yarın için izin alıp işe gelmemeyi düşünüyordum...
***
Akşam üzeri yoğun bir karmaşa çöküyordu İstanbul'un kaldırımlarına. Öyle ki yorgunluk; bedenlere sirayet eder, küçük dağları ben yarattım diyen insan oğlunun hiç yıkılmayacakmış gibi dimdik duran omuzlarını itinayla öne çöktürürdü.
Yolun yarısında bir taksi tutup sonunda karakolun önüne vardım. Şoförün ücretini ödeyip arabadan inerken derin nefesler verdim.
Karakol binasına bakarken annemin masum yüzü gözlerimin önündeydi. Ve annem gözlerimin önünde toprağa gömülürken ona bir söz vermiştim.
Gecelerimi harap eden ve annemi kasten ölüme terkeden o hırsızı bulacaktım.
Ancak karakol binasına birkaç adımım kalmışken siyah giyinimli, kapşonlu birinin omzuma sert bir şekilde çarpmasıyla şaşkınlıkla geriye savruldum. Kendimi saniyeler içerisinde yerde bulduğumda dudaklarımdan kısık bir nida koptu.
Ani gelişen darbeyle afalladığımda, olduğum yerden bir süre kalkamamıştım. O kadar sert bir çarpışmaydı ki, bilerek yapıldığını anlamak zor değildi. Başımı kaldırıp baktığımda çoktan gittiğini farkettim. Tam kalkacakken önümdeki küçük mavi kağıdı henüz yeni görüyordum.
Ensemden aşağıya buz gibi bir ürpertinin düştüğünü hissettim. Boğazıma oturan yumruyla sertçe yutkundum.
"Hanımefendi iyi misiniz?" Polis üniformalı, orta yaşlı birinin seslenmesiyle ayağa kalktım.
"İyiyim, teşekkür ederim." Ekşiyen suratıma mani olamadan en yakın bankın üzerine oturdum.
Elime hızlıca aldığım küçük mavi kağıda baktığımda, üzerinde bir not olduğunu farkettim. Üstelik yabancının cebinden daha önce işlevinin ne olduğuna dair bir fikrimin olmadığı tuhaf bir kart düşmüştü. Kaş çatarak ortasındaki desene dikkatlice bakındım.
Kartvizitenin üzerinde sansar amblemi vardı ve garip bir şekilde ulaşabileceğim bir ismi bile yoktu.
Fakat kartı daha sonra araştırmak üzere cebime attım çünkü mühim olan, tam şuanda bana kasti olarak ulaşan nottu.
Gördüğüm not, tüm şüphelerimi tek bir soluğa hapsettiğinde ise dudaklarımın arasındaki nefes donmuştu. Bir gerçeklik somut haliyle tokat gibi suratıma çarptı. Yüzümdeki çizgilerden birçok duygu geçmişti ancak hissediyordum, usturalı bir acı canıma okuyacaktı.
"Sakın böyle bir şeye kalkışmayın küçük hanım. Aksi takdirde zaaflarınızla oynamak zorunda kalacağım."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |