
Kartal Uyanık; öfkelendiğinde, bir şarapnel parçası gibi saplanacağı hiçbir şeyi ayırt etmeden; vurduğu her şeyi paramparça eden bir adamdı.
Tıpkı çizdiği sanatı gururla izleyen bir ressam misali bowling topuyla devirdiği bütün lobutlara ciddiyetle bakıyor, etrafımızı saran dumanlara ve alevlere göz ucuyla bile bakmıyordu. O ân, bulunduğumuz zaman diliminin çok daha ötesine gittiğini ve hangi ruh halini yaşıyorsa, aklının başında olmadığını fark etmiştim.
İnsan topluluğu dehşetle alanı terk ediyordu ve bir alt kata doğru süratle koşuyorlardı. İs kokusu yakıcıydı, genzim cayır cayır sızlıyordu ve öksürüklerimin ardı arkası kesilmiyordu. İnsanların kaçtığı çıkış noktalarına adım adım yaklaşsam da, gözü dönmüş ve şuan için etrafını görmeyen Kartal’ı burada yanarak ölüme terk etme fikri vicdanıma ters düşüyordu.
“Kartal!”
Adını şiddetle haykırsam da beni duymadı ya da duymak istemedi. Bu yaptığının hesabını elbette sonra soracaktım lakin şu anın verdiği çaresizlikle bunu bir kenara attım. Zihnim mantığını uyuştursa da etrafıma bakınıp yangın tüpü aradım. Sonra bu şekilde olmayacağını anlayıp nefesimi tutarak merdivenlere doğru yürüdüm.
Bir yandan da boğazımda oluşan yanma hissinden dolayı elim refleks olarak boğazımı sarıyordu.
Gözlerimdeki buğulu manzara tekrar Kartal’a doğru yönelirken bir anlığına vazgeçip hızla yanına koştum. Vicdanım olmasa onu burada bırakıp giderdim. Bizimle beraber herkesi ölüme terk etmişti.
“Gidelim buradan.” diye bağırdığım esnada elindeki bowling topunu ikinci defa lobutlara doğru fırlattı.
Gözleri hırsla bowling topunun gidişatını seyre dalarken, lobutların devrilmesiyle beraber AVM’nin kıvılcımlarla tutuşan afişleri yanarak küller halinde etrafa düştü. Her şey gerçek olmayacak kadar korkutucu görünüyordu.
Beni duymazdan geliyordu. Ve benimle beraber etrafta olan her şeye karşı anlık olarak kör ve sağır olmayı tercih etmişti. Odaklandığı tek etken kafasındaki sesler ve görüntülerdi. İstemediği bir yerde kalınca insan ruhunu bu dünyadan gönderirmiş. Başka anılarda hırsla geçişler yapıyor, zihninde her ne varsa onu acımasız bir varlığa dönüştürüyordu.
Dumanlar üzerimize sinerken, çaresizlik ve öfke dolu anlarla tekrar bağırdım. Bu öyle bir bağırıştı ki o an yaptığı bu caniliğin ne denli kötü olduğunu ses tonumla haykırmak istemiştim.
“Kes şunu! Sana buradan gidelim diyorum!”
Ateşe verdiği masanın alevleri hızla dağılırken öksürük krizlerim artıyordu. Bu kez lobutların sadece ikisini devirirken memnuniyetsiz olduğunu belirten bakışlarla olduğu yerde durdu.
Yüzündeki huzursuzluk dünyanın en başarısız işini yapmış gibi bir nitelik taşıyordu. Biz burada yanarak ölecektik ve bu adamın tek derdi lobutların devrilmekteki başarısızlığıydı. Kim bilir o lobutlarla beraber içindeki vicdanı da kaç kez öylece devrilip gitmişti.
Bowling toplarına eğilip alacağı sırada tutacağı topu ondan önce alıp herhangi bir yere öfkeyle fırlattım. Badem gözlerim anın verdiği öfke ve hırsla ona kilitlendi. Bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladığım esnada benden önce davrandı. Sonunda dikkatini bana vermesini sağlamıştım.
“Git buradan.” dedi sadece, ifadesiz ve duygusuzdu. Hayretle çehrem gerildi. Bu durumda bile nasıl bu kadar vurdumduymaz olabilirdi?
Oda benim gibi öksürük nöbetleri geçirmeye başlamıştı lakin içindeki hırs ve öfkeye inat hızla kendini toparlamaya çalıştı. Sanki şuan yıkılsa, bütün dünyaya karşı yenildiğini hissedecekti. Gözlerinde diğer günlere kıyasen daha da artan bir öfke kıvılcımı daha belirdi. Çenesi kasılırken gözlerinde bilmediğim anıların canlanmasıyla sendeler gibi oldu. İyi görünmüyordu ama bunu asla lanse etmek istemiyordu.
Transtan çıkmış bir ifade alırken ruhunu gönderdiği alemden koparıp buralara getirmeyi başaran hislerle aydınlandı. Fakat sonra memnuniyetsiz bir ifadeyle bulunduğu yere nefretle baktı. Sonrada bana. Çok şey söylemek istiyor, bunu dile getirmekten kaçınıyordu. Kim bilir belki de en büyük öfkesi kız kardeşini tutsak eden babamaydı. Bir an olsun ruhum bunun ağırlığını tasavvur ettiği esnada bedenimde şiddetli kasılmalar meydana geldi.
Tekrar, “Git.” diye sayıkladı.
Ne yapmaya çalışıyordu? Kendini öldürmeyi mi planlıyordu! Hala kurtulma şansımız varken bunu ret mi ediyordu? Bu yaptığı göz dağı vermek değildi, belkide çoktan her şeyi göze almıştı bile.
Siyah ütülü gömleği dumanlardan ötürü gri rengini almaya başlamıştı bile. Bir iki saniye sonra konuşmasına devam etti.
“Meva Adanır, korkma ölmeyeceksin. O çok değerli kahramanın birazdan seni kurtarmaya gelecek.” Bu kez oda bağırmıştı çünkü dışarıda oluşan panikten dolayı sesler artmıştı.
Kinayeli bir şekilde sözlerini tamamladığında, o çok değerli kahramanın, dediği kısımda nefretini belli eden bir ifade takınmıştı.
Bilincimi kaybetmemek adına büyük bir çaba sarf etsem de görüşüm bulanıklaşıyordu. Dediklerini kavramakta güçlük çektiğimi fark ettiğim an zorla ayakta tutmaya çalıştığım bilincime yenik düşmek üzere olduğumu anladım.
Anlamak acı vericiydi. Anladığını anlamak ise daha acı vericiydi.
Bu sözü ilk defa Ömer’e söylediğim günün görüntüleri gözümde bir bir canlanıvermişti. Ve sonra bana en son söylediği cümleler.
“Meva abla,” deyişi yankılanıyordu kulaklarımda. “Sen annen hayatta olmadığı için o sevgiden mahrumsun, benim annem hayatta olduğu halde ben o sevgiden mahrumum.”
Gözlerim yangınların dehşetini seyre dalarken, ellerim bağrımdaki acıyı söküp atmak istercesine gerdanlığımın üzerindeki siyah kumaşı olabildiğince sıktı. Yaşadığım ne varsa gözlerimde sahneleniyordu. İçimi tuhaf hisler kaplamıştı. Neyin nesiydi bu? Yoksa artık hiç umut kalmamış mıydı...
Dönüp tekrar Kartal’a baktığımda oda tıpkı benim gibi bilincini kaybetmek üzereydi. Öksürükleri artıyor, acıdan gözlerinin içi yanıyordu. Ama yıkılmamak için bir hayli savaş veriyordu.
Bir kez daha şansımı denemek adına çıkış yönüne baktım lakin her anlamda kapana kısıldığımızı, burada ölümü beklemekten başka çaremizin olmayacağını fark etmem yüreğime acı bir his kondurmuştu. Bu his bu sıcak alevlerin içinde ürpermeme neden olmuştu. İnsan ateşin ortasında üşür müydü?
Kendime fısıldar nitelikte kelimelerimi derin bir duyguyla sarf ettim. “Yolunda gitmiyor.” dedim kaygı dolu bir sesle. Ne ara dolmuştu gözlerim bilmiyorum. Her yer buğulu görünüyordu.
Ve sonra yüreğimin en kuytu köşelerinde sakladığım bir acıyı özgür bırakmak istercesine, bir mahkumun bir güvercini kanatlarından tutup gökyüzüne savurduğu gibi savurdum sözcüklerimi.
“Bir şeyler yolunda gitmiyor anne. Ve bunun bilincinde olmak acı veriyor.”
Lakin zaten acıyı aklı başında olan insanlar hissederdi ancak. Bir delinin acı hissettiğini hiç görmedim. Ve birde acıyı size lütfeden deliler hissetmezdi.
Onlar ancak sanatla işledikleri eserlerini keyifle izlemek adına, acıyı tepside sundukları an izleyici kısmına geçerler. Size de o tepsidekini almak düşer.
Dışardan tanıdık ve endişe dolu bir sesin “Meva!” diye bağırdığını duydum, bu ses oldukça güvende hissettiriyordu.
Hiç aralıksız ismimi haykırdığını duymamla dudaklarımda buruk bir kıvrılma meydana geldi. Gülümsüyor muydum şu halde? Gözlerimdeki damlalar kıvrılan dudağıma kaydığı esnada içinde bulunduğum alevlerden daha sıcak olan göz yaşım tenimi yakmaya yetmişti.
Gelmişti. Bu düşünce içime ferahlık veriyor, kasavetlenen yüreğime su serpiyordu. En umutsuz zamanımda çıkıp gelmesi, tünelin ucunda ki ışık gibiydi.
Sonunda takatten düşüp yere çöktüğümde gözlerimden hiç durmadan akan yaşlar yanağımdan ince bir şerit halinde kayarken, AVM’nin dökülen parçalarıyla beraber yanağımdan süzülen yaş acımasız bir düşüşle zemine çarptı.
Gözlerim açılıp kapanıyordu. Kartal’a baktığımda bilincinin kapalı olduğunu gördüm. Yerde uzanırken kendini çoktan teslim etmişe benziyordu. Az önceki umursamaz ve de devrilmeyen güçlü bedeninden eser yoktu. Belkide bu yüzden umursamıyordu. Teslim olmayı göze almıştı çünkü.
Kaç zamandan beri müdahale ediliyordu bilmiyordum, içerinin ıslatılarak söndürülmeye çalışıldığını fark ettiğim esnada tanıdık ses çoktan yanıma gelmişti.
Gözlerim son kez açılıp kapanırken Karan’ın beni kucağına aldığını fark etmemle bilincimi yitirmem bir olmuştu.
🦅
Gözlerimi açtığımda bir hastane odasının içerisindeydim. Ağzımda oksijen tüpü maskesi vardı. Ve hemen yanımdaki sedyede ise Kartal uzanıyordu.
Onu görür görmez içimi derin bir huzursuzluk ve öfke kapladı. Yaşananlar gözlerimde acımasız bir şekilde canlanıyordu.
Tıpkı benim gibi ağzında oksijen maskesi vardı. Biraz sonra maskeyi çıkarıp sağ elini başının arkasına yasladığında, ciddiyetle tavanı izlemeye koyuldu. Diğer eli ise sedyenin başlığına kelepçeyle tutulmuştu. Avm’yi yaktığı için tutuklanmış olmalıydı. Büyük ihtimal işine de son verirlerdi.
Derin bir nefes alıp yorgunlukla gözlerimi yumdum. Az sonra odaya bir çift ayak sesi doldu. Buna kayıtsız kalırken gözlerimi yummaya devam ettim. Kartal’ın buz gibi sesi kulaklarıma dolduğunda, tuhaf bir ürpertiyle kasıldım.
“Az daha geç kalıyordun. Bu konuda kendini biraz daha geliştirmen gerekiyor.”
Bu sözlerinden sonra cümlesini cevaplayan ses tonunun kime ait olduğunu çok iyi biliyordum. Karan’dı bu, bugüne kadar hiç denk gelmediğim bir öfkeyle konuştu.
“Hangi cesaretle Meva’yı tehlikeye atıyorsun? Hem kendin AVM’yi yakıyorsun hem de kendini ihbar ediyorsun. Ve üstüne basa basa gelip Meva’yı kurtarmamı istiyorsun.”
Duyduklarımla adeta nefes almayı unutup, uzun soluklu bir şok geçirmiştim. Bu işin içinde bir iş olduğu en baştan belliydi. Kartal bilinçli bir şekilde beni oraya çağırıp Avm’yi yakmıştı. Peki neden kendini ihbar edip sonra da Karan’dan beni kurtarmasını istemişti?
Kartal alacaklı ve sert bir ses tonuyla hiç duraksamadan cevap verdi.
“Ailemden herhangi birine ilişmeyi bir daha denersen senin soyunu kurutacağımı söylemiştim sözde polis memuru. O kayıtları bu şekilde elde edeceğini sanıyorsan büyük hayal kırıklığına uğrarsın.”
Dedikleri karşısında şoka uğramıştım. Karan masum bir aileye ilişecek bir insana hiç mi hiç benzemiyordu. Her şey bir yana Kartal, Karan’a ders vermek için benim canımı mı yakmak istemişti? Lakin hangi sebeple?
Gözlerimi açıp ikisine baktığımda Karan endişe dolu gözlerle bana yöneldi. Bu endişe konuşulanları duyduğum için değil daha çok, benim yangından zarar görüp görmediğim ihtimalini göz önüne alır cinsten bir endişeydi. Kısa bir süre sonra endişeli bakışlarını üzerimden çekip öfke dolu gözlerle tekrar Kartal’a döndü. Hafifçe Kartal’ın üzerine eğilip içindeki öfkenin aksine profesyonel bir sakinlikle dudaklarını araladı.
“Ruh hastası doktor. Bir daha sevgili meslektaşına zarar vermeyi aklının ucundan bile geçirme. O kayıtlar elime ulaşacak ve sende AVM’yi yakma suçundan hapishaneyi boylayacaksın.”
Kartal dönüp gözlerimin içine derin bir duyguyla baktı. Az önceki öfkeli hallerine değin ikisi de anlık bir sankinleşme yoluna girmişlerdi.
Belki de biraz nefretle baktıktan sonra Karan’a yönelirken imalı ve sert bir ses tonuyla cevap verdi: “Madem kartları açık oynuyoruz,” dediğinde, beni kastettiği apaçık belliydi. Dudakları yine o zafer gülüşüyle kıvrılırken devam etti. “O halde size A planımdan söz edeyim. Elbette Tolga suçumu üstlenecek. Biliyorsun ki o kayıtların yerini bir tek ben biliyorum ve ben hapishaneyi boylarsam onlara asla ulaşamazsınız. Uzun lafın kısası, bana ihtiyacın var. Bunun üzerini, sen de devlet departmanında kolaylıkla örtebilirsin.”
Keyifli bir ruh haletiyle sözcüklerini sarf ederken tekrar bana dönüp küçük yaramazlıkların sonunda mutluluğu yakalayan bir çocuk edasıyla devam etti.
“Tekrar ediyorum, bana ihtiyacınız var.”
Bu sözler üzerine Karan sakinliğinden ödün vermemiş, üstün bir profesyonellikle rahatlığını hiç mi hiç bozmamıştı. Kartal’ın karşısında güçsüz veya öfkeli görünmektense ölmeyi tercih edecek cinsten bir karaktere sahipti.
“Elbette ruh hastası doktor. Ne de olsa kız kardeşinin de sana ihtiyacı var.”
Bu sözler üzerine transtan çıkmış gibi büyük bir aydınlanma ve şok yaşadım. Zihnim birbirine girmiş düğümleri bir bir çözerken o an anladım aslında bu oyunun üçümüz arasında oynandığını. Herkes her şeyden haberdardı. Oyuna dahil olupta her şeyden habersiz olan bir tek bendim. Peki ya babam bu işin neresindeydi? Ya da bu işin başyapıtı mıydı?
Kartal duyduğu son cümleler karşısında dehşetli bir öfkeyle bileklerini zorlayan kelepçeden kurtulmak istercesine zorlarken neredeyse bileklerinin morarmak üzere oluşuna bile aldırış etmedi.
Birkaç saniye sonra bu kontrolsüz öfkesinden dolayı öyle bir görünüm elde ettiğini fark edip büyük bir pişmanlık yaşadı. İçten içe kendine kızdığına emindim. Sonrada dişlerinin arasından güçlükle çıkan kelimelerini Karan’ın üzerine saldı.
“Kız kardeşimin adını bir daha ağzına alırsan, seni o parmaklıkların arasına tıktığın suçluların yanına gömerim.”
Karan bu sözler üzerine kinayeli bir gülüş attı. Dudakları ağır bir edayla kıvrıldı.
Gözleri anlık olarak donuklaşırken, suç işlediğinin bilincinde olan bir suçlu edasıyla yanıt verdi. “Kız kardeşini sana getiriyordum. Ama artık istesen de sana gelmeyeceğinden haberin olsun.”
Karan sözlerini tamamladıktan sonra yakasındaki hayali tozu elinin tersiyle hafifçe silerek yanıma doğru muzip ve keyifli bir ifadeyle yaklaştı. Sanırım Kartal'ı kızdırmayı başardığı için hoşnut olmuştu.
Bana bakıp yine o çok günahsız çocuksu halini aldı, nasıl oluyordu da bu kadar ani geçişler yaşıyordu hayret ediyordum.
"Umarım iyisinizdir Meva hanım?"
Nasıl tepki vereceğimi bilemediğimden sadece onaylar nitelikte başımı salladım. Yüreğim huzursuz ve güven eksikliğiyle dolmuştu. Bu insanları ne kadar tanıyor olabilirdim ki...
Karan neden bu kadar çok kayıtları ele geçirmek istiyordu? İçinde bana ait olan bir detay varsa o neden bu kadar çok istiyordu? Kartal neden karakola gittiğim gün beni durdurmuştu?
Yüreğim kasvetleniyor, yine o tanıdık boğulma hissiyle doluyordu. Okyanusların içinde çırpınıyormuş gibi hissediyordum. Dalgalar beni içine çekiyor, işler bu raddeye geldiği gibi yüzmeyi unutuyordum.
Ama Karan her zor günümde ortaya çıkıyordu. Ve bugün o yangından belki de sağ çıkmayacağını bildiği halde beni kurtarmak için içeri girmeyi göze almıştı. Peki bunu neden yapıyordu?
Ona olan kayıtsızlığıma karşı buruk bir tebessüm edip yorulmamı istemeyerek dışarı adımladı.
Düşüncelerim beni dakikalarca tavana bakmaya mahkum etmişti.
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, koridorda yankılanan çığlık sesleriyle irkildim. Yine o tanıdık ses tonuna ait bir kadın haykırışıydı bu. Ya bir ölü vardı ya da ölüden farksız bir beden.
Büyük olasılıkla bağıran kişinin kollarından tutuyorlardı ve o da buna direnç gösteriyordu. Acı bir çığlık daha koparken ürpertiyle kasıldım. Yüreğim dar ağacına asılmış bir bedenin çaresizliğiyle kavruldu.
Kopan haykırışın içinde yüreklere sığmayan bir feryat, bir felaket vardı. Bilirdim.
Gözlerim anın verdiği hüzünle sanki günlerdir ağlıyormuşum gibi kızarıp sızlamıştı. Yüzümdeki oksijen maskesini çıkarıp sedyeden indim.
Sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Bu feryatlar bir annenin bağrından kopuyordu emindim. Sonunda koridorun ortasında dizlerinin üzerine çömelmiş bir kadın gördüm. Ağlayışlarının arasından yürek yıpratan bir çığlık daha kopardı.
Sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki yüreği bu acıyı sesiyle göğsünden atmak ister gibiydi. Bağırdığı esnada boynundan yüzünün tamamına dek alev topu gibi kıpkırmızı kesilirken boyundaki damarlar dehşetle belirginleşmiş gün yüzüne çıkmıştı.
Bedeni düzenli titremeler halinde ritim tutmuş, gözlerindeki damlalar hızla akmak için birbirini kovalıyordu.
Her ne kadar bu manzaralarla içli dışlı olsam da her gördüğümde ilk defa görüyormuşum gibi hissediyordum. Stajyerler alışık olmamışlığın verdiği hüzünle ve dehşet dolu anlarla kadını izliyorlardı.
Yüreğim daha fazla kaldıramayınca durumu anlamak adına hastanın kaldırıldığı kritik odanın camından baktım.
Gözlerim deli dehşet açılırken, yüreğim kavrulmanın verdiği hisle çöküntüye uğradı. Gördüğüm manzarayla nefes almayı unutmuştum. Sanki biri tarafından anlık olarak korkutulmuşum gibi bir nida koptu dudaklarımdan. Kana bulanmış sedyenin üzerinde baştan sona yanmış bir beden vardı.
"Kartal!" dedim öfkeyle, sonra kendime kızdım. En çok kendime. Oraya gitmeseydim bütün bunlar olmayacaktı belki de. Elim gerdanlığıma giderken daralan nefesimi kontrol altına almakta güçlük çektim. Bu manzara fazlaydı. Zihnimde bütün ayrıntılarıyla yer edinip şimdide beni günlerce kez düşündürmeye mahkum edecekti.
Stajyerlerden birini tutup olayın detayını öğrendim. Yatan hasta az önce bağıran kadının kızıydı. Tam tahmin ettiğim gibi. Arkadaşlarıyla AVM' de buluşup keyifli vakit geçirmek istemişler lakin çıkan asılsız yangından kendini korumayı başaramamıştı. Ve bir de hafif yaralanan üç kişi daha varmış.
Camdan içeri tekrar bakmaya cesaret edemedim, dayanılacak gibi değildi. Ellerimle duvara tutunup destek alırken gücümü kaybettiğim noktada olduğumu hissettim. Nitekim bu manzara bana inanılmaz bir suçluluk duygusu yüklemişti.
Gözlerim Selma ve Nehir'i arıyordu. Yoktular. Kendimi teskin etmeye çalıştım. Büyük ihtimalle gelen hastalara ilk müdahaleyi yapmak için koşturmuşlardı.
Ağır adımlarla çıkışa doğru yürüdüm. Yüreğim bu ıstırabın verdiği etkiyle üzerime tonlarca ağırlık yüklüyordu.
Gitmeliydim buradan. Mesleğim dayanılmaz bir hal almıştı. Gitmeliydim. Kartal'la yüz yüze gelmemek adına gitmeliydim. Onu görmeye bile tahammülüm kalmamıştı.
Avm’yi acımasızca yakıp kül eden ve insanları yaralayıp ölüme terk eden bu şahıs annemin katili olabilir miydi? O yüzden mi karakola gittiğim gün beni durdurmuştu? Oysa eğer, babam neden onunla iş birliği içerisindeydi?
İnsanların canını yakmak onun için bu kadar basit miydi sahiden? Yüreği kan pompalayan bir organdan mı, yoksa hiçbir şey hissetmeyen acımasız bir taştan mı ibaretti...
Hastanenin bahçesine adımlayıp herhangi bir bankın üzerine oturdum. İşler çıkmaza giriyordu ve bu beni zihinsel olarak yoruyordu.
Hayatım boyunca güçsüz görünmemek adına hiçbir sıkıntımı dışa vurmamayı tercih etmiştim. Birileri hassas noktamı yakalayıp bir ara bana karşı kullanır diye hiçbir zaman hassas yönümü ve zayıflıklarımı göstermeyi istememiştim. Ne acı ki bir şeylerle tek başıma mücadele etmeyi öğrenmiştim.
Ne var ki insan aciz bir varlıktı. Hassas ve de narin yaratılmıştı. Şimdi bu kadar zarif yaratılıp kibar ve nezaketli olmak varken birileri neden kaba olmak için var gücüyle savaşıyordu?
Bütün bu vurdumduymazlık ve robotik yaşam tarzına özenmekte neyin nesiydi? Dıştan taş kalpli ve ruhsuz görünmekle farklı bir görünüm elde etmek istemenin sebebi de neydi?
İşin aslı herkes birilerinden kaçıyor, uzaklaşıyordu. Ve bazıları da kendinden. Anlaşılmak istiyordu insan. Ama anlamayı denemiyordu.
Düşüncelerimle bakışlarım gökyüzüne kenetlenmişti. Mavi beyaz bulutların arasında ruhumun teslim oluşunu seyrettim.
Artık hayret edecek bir duygum ya da bir olayım kalmamış gibiydi. Ya hayret edemeyecek kadar yorgundum ya da dünyanın kirli yüzüne şahit olmaya artık alışmıştım. Belkide kirli olan tek şey insanların vicdanıydı.
Bir şeyler kopmuş gibiydi. Adını bir türlü çıkaramadığım sahici bir şeyler...
Birkaç dakika sonra iri bir bedenin yanıma usulca yaklaştığını fark ettim. Sakin bir edayla karşıma yerleşti. Karan'dı gelen kişi. Her nedendir bilmiyorum, gelişi yalnız kaldığım an teselli oluyordu yüreğime.
Birkaç saniye durgun bir vaziyetle yüzüme baktı. Su yeşili harelerinde ferahlık veren parıltılar gelip geçiyordu. Biraz sonra şefkat dolu bir sesle konuştu.
"Umarım kendinizi suçlamıyorsunuzdur."
Bazen zihnimi okuduğunu düşünüyordum. Her ne kadar çevremdekiler anlaşılması güç bir yapıya sahip olduğumu söylese de onun beni anlaması farklı hissettiriyordu.
"Aslında biraz mantıksız hareket ettim."
"Hayır aslında sizde biliyordunuz öyle kolay bir şekilde size o kayıtları vermeyeceğini ama her fırsatı değerlendirmek istediniz."
Bir süre susmayı tercih ettim. Su yeşili harelerindeki dalgalar bedenimi alıp sert bir biçimde kıyıya vurmuştu sanki.
Ve bu harelerde gizlenmek isteyen bir takım hadiseler vardı. Bazen çok sıcak bakıyordu. Bazen çelişkiyle dolu anlar yaşatıyordu.
Usulca kaldırdım başımı, sadece bir iki saniye gözlerinin içine odaklandım sonra tekrar gökyüzüne baktım. Daraldığım vakitler göğsümdeki hüznü alıp kendine çekiyordu bu mavi bulutlar. Sonra ferahladığımı hissediyordum.
Durgun bir hal ve kısık bir ses tonuyla konuştum.
"Yüreğinizi istila edip benliğinizi prangalayan etken nedir?" diye sordum sakince.
Bir yönünü yakaladığımı hissediyordum. Oda bunu tasdikler nitelikte yakalandığını gizlemek isteyen bir vaziyette bulunuyordu. Gözlerinde küçük bir çocuğun kendince işlediği büyük günahlarından çekinir gibi çekindiğini hissettim. Bir ara hiç görmediğim bir ciddiyete büründü sonrada esir aldığı kelimelerini serbest bıraktı.
"Yıllar öncesinin tesiri omuzlarımdaki güce acziyet yüklüyor."
Dile getirdiği bu itiraftan sonra başka alemlere dalıp gittiğini net bir şekilde görüyordum. Bu birkaç kelimenin etkisi altında ezildiğini hissederek acıyla kıvrandığını ve kendini toparlamak istediğini bir hayli net anlıyordum. Gözlerinde bir takım anılar canlanırken devam etti.
"İlk yenilgimi," dedi, fakat birkaç saniye sonra susmayı tercih etti. Esir aldığı kelimeleri serbest bırakmaktan ürküyor ama içindeki mahkeme salonunda da savaş vermekten bıkmış gibi görünüyordu. Sonunda bin bir türlü çelişkilerle devam etti.
"İlk yenilgimi hiç istemediğim bir işi yapmakla gerçekleştirdim. Bununla savaşmak yerine kolay yoldan halletmeye kalkıştım."
Sözlerini güçlükle tamamlamaya çalışıyor, o anı tekrar tekrar yaşadığını belli eden hislerin içinde depreşiyordu. "O zamanlar," diye başladı tekrar cümlesine. Boğazına takılan düğümü yenmek istercesine güçlükle yutkundu. Ve tereddüt dolu bir ses tonuyla devam etti.
"Aldığım yükün ağırlığının farkında değildim. Yıllar geçtikçe tükendiğimi hissettim."
Bu halleri istemsizce merakımı ve şefkatimi cezbediyordu. Karan asla kimseye içini dökecek türden bir insan değildi. Anlıyordum. Zira o da benim gibi güçsüz görünmekten veya güçsüz yanının ona karşı kullanılmasından korkuyordu. Şimdi tereddüt dolu anlarla bana üstü kapalı bir şekilde derdini anlatmıştı.
Bu hiç istemediğim halde beni ona yakın hissettirmişti. Ve belki de kim bilir o da bu yakınlığı hissettiği için anlatmış olabilirdi.
Su yeşili gözlerinde nemli ve ıstıraplı bir sızının olduğu aşikardı. Şimdi içindeki pişmanlıklar gün yüzüne çıkmış onu esir alıyordu. O an uzun süredir kapanmayan bir yaranın üzerine bastığımı fark etmiştim.
Ciddi ifadesi yerini korurken ruhsuz bir şekilde devam etti. Yüreğim bu soğukkanlılığı karşısında üşüyüp bütün rüzgarlarını içine almıştı sanki.
"Zaten herkes kendi hikayesinin ya esiri olup prangalanır ya da esir alıp prangalarından kurtulmayı tercih eder." dedi bir kez daha.
Bu sözler üzerine bakışlarını itinayla benden kaçırıyordu.
"Öyleyse siz prangalanmayı tercih etmişsiniz Karan bey."
Bunu söylerken tepkisini pür dikkat izledim. Savunmasız hissediyordu. Her ne kadar belli etmek istemesede bu konu hoşuna gitmemişti. Üstü kapalı söylediğim sözler ona gayet açık ve net anlamlar ifade etmişti.
İncinmişti, geçmişinde onu üzen bir detay vardı. Onu düşündüğü an sırtına aldığı yükün altında eziliyordu.
"Geçmişinizdeki yükleri taşımak zorunda değilsiniz." dedim teselli barındıran ama bir o kadarda soğuk bir ses tonuyla.
"Eğer sırtınızdaki yük vicdan azabıysa bunu asla sırtınızdan atamazsınız." Diye mırıldandı.
Ve anlık bir hareketle omuzlarını dikleştirip, başını bir lider vasfıyla kaldırdıktan sonra diktatör bir ruh haletine büründü. Güçsüz görünmeyi bir an olsun yediremedi kendine. Belkide aramızdaki samimiyet bu denli güçlü değildi.
"Sırtınızdaki yük genç bir kızın hayatını mahvedecek veya esir alacak mahiyette bir yük olabilir mi Karan bey?"
Omuzları gerildi, yine de kendinden ödün vermedi.
"Olaylara yüzeysel bir bakış açısıyla dahil olduğunuz üzere, bahsettiğiniz genç kızın belki de tuzağa isteyerek yenilgi gösterdiğini ve artık kendi isteğiyle esir olduğu halde, esir alındığını düşünmeniz gayet normal."
Duyduklarım beni bir kez daha şaşırtırken sonu olmayan çelişkilerde kaybolduğumu hissettim. Karşımdaki adam veya polis, ne kadar masumdu? Ve neden Kartal tarafından suçlu polis diye anılıyordu? Bu düşünceler bana bir yapbozun parçasını buldururken bir diğerini kaybettiriyordu.
Kim isteyerek esir kalmayı tercih ederdi ki? O kız kardeşinin bu durumdan kurtulmak istemediğini vurguluyordu.
Ağır bir edayla oturduğum banktan kalktım. Karan üzerimdeki soğukkanlılığı fark edip gözlerinde rüzgarlar estiren bakışlarla bana baktı. Ancak hiçbir şey söyleme gereği duymadı. Araya koyduğum buzdan mesafeyi alıp bağrına basmayı kabullenmişti.
Güçlü omuzlarında bir çökme meydana geldi. Nedendir bilmem onu kırmak veya incitme fikri beni ekstra huzursuz ediyordu. Buna rağmen gardımı indirmek istemedim.
Yavaş adımlarla yürüyerek hastaneden uzaklaştım. Belkide biraz yürümenin iyi geleceğini düşünerek ilerledim.
Varlığı görünmeyen ancak hissedilen rüzgar şimdi güneşte ancak serinletme işlevini görmekle beraber hafifçe esip tenime narin bir şekilde değip geçiyordu. Bu değip geçen his bana farklı bir anlam ifade ediyor, hiç sezdirmeden gün gün yüreğime sızıyordu. Biraz usulca ve belki hiç olmadığı kadar tehlike arz eden bir oyunbazlıkla yüreğimde yer ediniyordu.
Bilirdim. Bilmekten ve farkına varmaktan kaçardım. Karan'ın bakışları tıpkı bu narin rüzgar gibi gözlerime değip geçerdi. Ben farkına vardığım zaman ise çoktan esip geçtiğini görüyordum.
Rüzgarlarının naifliği ancak öfkelenince şiddetli fırtınalar estiriyor, ve o zamanda yine çok sakin kalmayı hiç zorlanmadan usta bir şekilde başarıyordu.
Ancak nasıl oluyorda üzerinde güç teriminin tam olarak sanat bulduğu bu insanda, aynı zamanda naif davranışlarının öne çıktığı bu terimler bu kadar iyi lanse edilir bilinmezdi.
Çözülmesi zor bir insan değildi fakat bir o kadar da zordu...
Ve evet itiraf etmek gerekirse bu iki ayrı karakteri, insanı istemsiz cezbeden bir tarafa sürüklüyordu.
Her neyse dedim kendime öfkelenerek. Elbette bütün bunlar beni ilgilendirmezdi. Nasıl oluyor da yangın felaketinden zar zor kurtulmuşken sırası olmayan bir vakitte onu düşünebiliyordum. Sonra bu düşünce tarzımı ürkek bir ses tonuyla fısıldadım kendime.
"Ne garip, onu birkaç saniyeliğine düşünme özgürlüğünü bile vermiyorum kendime."
Adımlarım hiç durmadan beni ilerletirken biraz sonra bir taksiye bindim. Yüksek binalar, İşletme mağazalar, kaldırımda yürüyen insanlar ve bulutlar hızla birbirini kovalarken biraz sonra geldiğimi anlayıp taksiden indim.
Bu karmaşık düşüncelerden sakin bir hal ile başa çıkmak için sahil kaldırımlarında kulaklığımı takarak yürümeye başladım.
Üzerimdeki hal beni ne kadar ayakta tutardı bilemiyordum, ancak eve gitmenin bana iyi gelmeyeceğini biliyordum.
Akşam henüz çökmek üzereydi. Karanlık yüzünün yarısını kaldırım taşlarına serpmişti. Ve gökyüzünde beliren sadece bir iki yıldız vardı. Bazen gökyüzünün ihtişamlı görünümünü bir iki yıldız üstleniyordu.
🎞️
Ertesi gün yatağımdan hoplamamın tek sebebi yine üst üste çalan telefonumdu. Acaba ne zaman gerçekten sakin bir şekilde uyanmama izin vereceklerdi...
Nehir ve Selma yangın haberini duyar duymaz dünden beri elli defa aramışlardı. Haliyle cevap alamadıkları için daha çok telaşlanmışlardı. En son Nehir dayanamayarak babamı aramış, tam ağzından yangın felaketini dile getirecekmiş ki Selma onun ağzını hızla kapatmış.
Bıkkın bir edayla telefonumu cevapladım. Bir an cevaplamasam daha iyi olurdu diye düşünmeden de edemedim. Çünkü telefonda konuşan kişi Müjgan teyzeydi. Allah’ım yine deli dehşet bir şekilde ortalığı vaveylaya vermişti!
“Ah canım benim, keşke erken dönmeseydim. Üzerine kurşun döktürmek gerek, bu kadar üst üste musibet alır mı insan üzerine...”
Bu cümlenin devamı hiç kesilmemişti. Müjgan teyze iyi olduğuma ikna olmadan bir anne kadar merhametli sözcüklerle hattı meşgul ediyordu.
“Ben gerçekten iyiyim teyzeciğim-“
Sözlerim bölündü.
“Hâlâ iyiyim diyor, duyuyor musun Suzan? Nehir hayırsızı yanında olsa hiç bu kadar bela alır mı başına! Birlikten kuvvet doğar, ama yok bu gençler sorumsuz Suzancığım...”
Süper tansiyon arkadaşı Suzan hanım, hattın diğer ucundan Müjgan teyzenin barut küpüne fitili çakıyor ve kenara çekiliyordu.
“Öyle değil teyzeciğim, kazara olan bir yangındı. Tam zamanında müdahale ettiler zaten-“
Sözlerim yine bölündü.
“Ah Suzan, sorumsuz bu gençler vah Suzan. Koskoca AVM’de yangın nerede, orada hemen bizim gençler! Merak insanı ölüme götürür demiyorlar boşuna...”
Gözlerim aralandı. Hadi ama! Bu kadar abartmak zorunda değillerdi.
“Yangına yalın ayak koşmadım Müjgan teyze –“
Elbette sözlerim yine bölündü.
“Yok Suzancığım, akıllanmaz bu kızlar. Bağışıklıktan düşüyorlar hep böyle, hazırlanda mantı hamuru açalım. Kargoyla göndermek gerek...”
Gözlerimi yumarak bir yarım saat daha hürmeten attığı gazap dolu fırçalarını dinledim. O’nu ikna edene kadar canımdan bezsemde nihayetinde o telefon kapanmıştı.
Bugün hastaneye uğramayacaktım, kızların mesai saatinden sonra ısrarla onlara uyum sağlayıp kafa dağıtacaktık.
Duş alıp iyi bir kahvaltının ardından Selma Nehir’le beraber arabasıyla gelip beni aldı. Dünkü uğradığım sahile gelip hoş bir sohbet dahilinde, kahve içtik ardından sanat galerisine gittik. Bugüne özel anonim ressamların resimleri sergilenecekti. Ne var ki bir yanım sanata bayılıyordu.
Galerinin içerisi sade ve hoş bir tasarıma sahipti. Asıl sanat çizilen resimlerdeydi. Her biri büyük bir dikkatle ilgimi çekerken hiçbirini atlamadan sırayla inceledim. Bir çoğu iç dünyasındaki acıları bir çoğu da hayatı sorgulatan anlamlı çizimler sergilemişti.
Belkide bazılarının günlerini almıştı. Bazılarında ise istenilen kısa ve net bir şekilde ifade edilerek çizip boyanmıştı. Bunların ise bir kaç dakikayı aldığı aşikardı.
Büyük bir hayranlık duyduğum bu resimleri incelerken ruhumun çoktan resimdeki alemde kaybolduğunu hissediyordum. İncelediğim resimlerin arasında tanıdık gelen bir resme rastladığım an durdum.
Resmin üzerinde sarışın bir kız vardı. Ve gözlerinde o tanıdık hüzün, o gözlerin sol köşesinde küçük bir ben vardı. Dudaklarında ise buruk bir tebessüm.
Bu resim Kartal’ın çizdiği resimdi. Sadece o günün aksine üzerine ince ayrıntılarla narin bir boya çekilmişti.
Gözleri kahverengiydi. Oval bir yüzü ve yanaklarından burnunun üzerini kaplayan çiller vardı. Boyanınca daha net olmuştu.
Burada olabilme ihtimaline karşılık sağıma soluma ve daha sonra arkama döndüm. Ve tamda tahmin ettiğim gibi.
Gözlerini hiç kırpmadan beni izliyordu. Bu bakışlar bazen çok canlı bazen ise ruhsuz bir ceset gibi bakıyordu. Çözmekte güçlük çekiyor, çözmek için ise çaba sarf etmiyordum.
Diğer günlere olasılıkla daha farklı bakıyordu. Ama bu ciddi bir yüz ifadesinden ileri gitmiyordu. Son yaptıkları aklıma geldikçe yüreğim kasavetleniyor ona karşı olan öfkem kabarıyordu.
Birkaç saniye sonra onu gördüğümü belli eden bir huzursuzlukla bakışlarımı sert bir şekilde zemine indirdim.
Gerginliğim artarken galeriden çıktım. Biraz sonra Selma ve Nehir’de yanıma geldiler. Selma acil bir işinin çıktığını söyleyip ayrılırken Nehir’de akşam mesaisi için hastaneye gitmişti. Selma her ne kadar arabasıyla beni evime bırakmayı teklif etse de kabul etmemiştim.
Akşam ayazını ciğerlerime solumaya ve denizin dalgalarını biraz daha seyre dalmaya ihtiyacım vardı. Elbette Nehir’i sorguya çekip kızmayacaktım, neticede her şeyden habersizdi. Ve sanırım Kartal’a olan ilgisinin önüne geçemiyordu.
Sahil kenarlarında duran çardaklardan bir tanesine oturdum. Biraz sonra bir garson önüme çay koydu. Halbuki çay istememiştim. Her halde müşterileri karıştırmıştı. Dudaklarımı aralayıp bir şeyler söyleyeceğim esnada benden önce davranmıştı.
“Afiyet olsun hanımefendi bu çayı karşıdaki beyefendi gönderdi. Yalnızlığınızı bölmek adına izin dileklerinde bulundu.”
***
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |