
Bölüm 12:
İçimdeki buruk hissin teşhisi yoktu. Öyle usul, sessiz, kapkara bir hüzün vardı yüreğimde.
🫀
Şaşkın bir ifadeyle, garsonun işaret parmağıyla gösterdiği masaya çevirdim bakışlarımı. O masada Karan vardı. Yine buradaydı ve bunu her zaman en beklenmedik anlarda yapıyordu. Her ne kadar yalnızlığı sevsem de onun gelişi istemsizce içimde yalnızlığımı paylaşma isteği uyandırıyordu.
Bir şey söyleme ihtiyacı hissetmedim. Son karşılamamızda, ona oldukça soğuk davrandığım için bana dargın olduğunu sanıyordum.
Garson çoktan gitmişti.
Biraz sonra usulca masama yaklaştı ve sandalyeyi çekip, karşıma oturdu.
Üzerinde gri kumaş bir gömlek, altında ise siyah kumaş bir pantolon vardı. Füme rengi ceketi ise kıyafetlerinin düzenini korumuş, ayrı bir hava katmıştı. Rüzgârın etkisiyle, henüz açılmamış bir yelken gibi sağa sola savrulan saçları, dağılarak alnına yayılmıştı.
“Susmakta bir cevaptır Meva hanım. Nitekim eğer gelmemi istemeseydiniz mutlaka bunu dile getirirdiniz. Yapınız bunu dile getirmeyecek cinsten bir çekingenlik taşımıyor.” Dedi sempatik ve tok bir ses tonuyla.
Haklıydı. Haklı olması itinayla ondan uzaklaşmaya çalışıp ancak yine de başarısızlığa uğradığımın bir parça göstergesini taşıyordu.
Gözlerime Ilımlı bir bakış otururken, geriye yaslandım yavaşça. Ve onun aksine düz bir sesle, “Susmak bir cevap olsa da hiçbir zaman net bir anlam ifade etmez Karan bey.” diye mırıldandım mesafemi belirtircesine.
Hoşnut olduğunu belli eden bir keyifle gülümsedi. Gülüşleri mest eden duygular taşıyıp, insanı seyre daldıracak kadar tehlikeliydi.Bunu görmezden gelip, yüreğimin her neresinde yer edindiyse karanlık bir örtüyle üzerini örttüm.
“Net olmayan kavramların arkasında, üzeri örtülen anlamlar vardır Meva hanım.”
İmayla söylediği bu sözcükleri zafer bakışları atarak kutluyordu.
Bazen onca karmaşanın içinden anlamlı gelen tek şeyin onun sözcükleri olduğunu düşünüyordum.
“Bir şeylerin üzeri örtülüyorsa Karan bey, orada tekinsizlik vardır. Ve bu da insanı yorar, güvensizliğe iter.”
Söylediklerimle darma duman olmuş bir ifade takındığında, bir savaşın içerisinde cephelere yakalandığını hisseden bir hâl belirdi yüzünde. Birkaç saniye sonra büyük çelişkilerin içerisinde kaybolan bakışlarla baktı yüzüme. Sonra omuzlarını dikleştirip durgun bir ses tonuyla cevap verdi.
“Belki de bazen bu kadar düşünmemelisiniz, arada yıldızlara bakıp ne denli bu kadar güzel parladıklarına kafa yormalısınız. Sizce de bugün ayrı bir güzel değiller mi?”
İstemsizce gülümsedim. Her seferinde ortamı yumuşatmayı ustalıkla başarıyordu.
“Evet.” dedim düşünceli bir sesle ve başımı gökyüzüne kaldırırken devam ettim. “Hemen hemen bir iki tanesi bu parlama işlevini üstlenmiş görünüyorlar. Geceyi aydınlatmak adına.”
“Desenize diğerleri de sizin gibi epey nazlı, gelmek için vaktini bekliyorlar.”
Yine derin bir edayla güldüm. Ne yani nazlı mı görünüyordum onun gözünde? Bu düşünce hem çok komikti, hemde nasıl söylenir bilmiyorum bir an adını koyamadığım hislerin içinde yolumu bulmaya çalışmakla yetindiğimi farkettim.
Garson yanımıza gelip, bize birer çay daha verdi. Oysa kalkmayı düşünüyordum. Parmaklarımla ince belli bardağımı sarıp ellerimi ısıttım. Karan’ın edebi yönünü daha fazla keşfetmek adına basit bir soru yönelttim.
“Yıldızlar, güneş ve evren sizin için ne ifade ediyor Karan bey? Sizce güneş sadece doğup batıyor mu?”
“Güneş,” dedi düşünceli bir sesle, sonra gözlerime bakıp sakin bir enerjiyle devam etti.
“Size göre doğup batan tek şey güneş mi?”
Sözlerine karşılık bir iki saniye gözlerine baksam da daha sonra etrafa yönelttim bakışlarımı. Görüş açım durgun denizin üzerinde sabit kalırken, susup devam etmesini istedim.
“Güneş bazen değer verdiğimiz insanların gözleri oluyor. Misal siz göz kapaklarınızı indirdiğiniz an ben güneşin çoktan battığını görüyorum. Bana aydınlık verip görmemi sağlayan tek etken güneş değil.”
Bunları söylerken gözleri kirpiklerimin arasından gezinip harelerime indi. Derin bir sükunetle baktığı sırada sıcak bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına.
Ardından devam etti: “Sonra bir de gülüşleriniz mesela, yıldızları aratmayacak cinsten parıldıyor. Yüreğim o an aydınlanması için güneşe ihtiyaç duymuyor.”
Karan’dan hiç bu kadar net iltifatlar almamıştım. Söyledikleriyle durgun bir biçimde gözlerimi gözlerine çevirdim.
Netliği seviyordu. Ellerim artık ısınmak için ince belli bardağa ihtiyaç duymuyordu. Ve yüreğim o an onu tasdikledi. Çünkü bu esen rüzgara rağmen sözleriyle beni ısıtmayı başarmıştı.
Usulca başımı önüme eğdiğim sırada bir soru yöneltti; “Sizin aleminizde mevsimler ne durumda? Yazınız, kışınız “
Gülümsemiştim. Alemimde ki mevsimler mi? Yaz mı, kış mı?
Cevap bekleyen sorusuna değin sakin bir enerjiyle yanıt verdim.
“Yazım kışım yok benim. Yüreğim ne zaman ısınırsa o zaman baharı görüyorum. Akşamlarım da yok mesela. Alemim karanlıksa önümü göremiyorum. Sabahı soracak olursanız eğer, ancak şöyle izah edebilirim; ruhum gafletten uyanıp gözlerini açtığı vakit, güneş doğuyor. Bazen daraldığım vakit penceremin önüne çıkıyorum. Bazen anı defterimi açıyorum sonra fotoğraflarda kayboluyorum. Velhasılıkelam zamanım da yok benim. Çünkü bazen zamanın içinde zamanı yitiriyorum.”
Söylediğim herbir cümleyi dikkatle ve sakinlikle dinliyordu. Öyleki her an uçacak bir kuşun başında beklercesine tetikteydi.
Birkaç saniye sonra dudaklarında kıyıya vuran hırçın dalgaların mayhoşluğuna benzeyen bir gülümseme belirdi. Gözümde bu kadar güzel gülümsediğini bilse her gün gülümser miydi acaba?
Bir süre ikimizde sessiz kalmayı ve dalgaları seyre dalmayı tercih ettik. Akşam karanlığını arttırırken, yıldızlar daha çok parlamaya başladı. Üzerimizden bir iki kuş uçtu ve şarkı söyler gibi mırıldanıp uzaklaştılar.
Biraz sonra Karan gözlerini yüzüme çevirip bu akşamki yıldızları tekleyecek şekilde parlayan bakışlarla baktı. Harelerinde ki anlamlar bu gece etrafındaki her şeye teşekkür eder nitelikteydi. Derin bir ses tonuyla sözcüklerini doğrudan bana yöneltti.
“Yolunu kaybeden serçeye demişlerki; yolunu bulman için sana yardım edelim. Serçe yok demiş, ben zaten bu vaatlerin izinden giderken yolumu kaybettim.”
💉💉💉
Oto tamirden arabamı aldıktan sonra yola çıkmıştım. Aracımı bu kadar özleyeceğim aklıma gelmezdi doğrusu. Şimdi ona kavuşmanın rahatlığıyla ilerlediğim yolda, sonunda evime varabilmiştim.
Kabanımı askılığa astığım esnada babamın soğuk ve bir hayli sert sesini işittim. İşte yine başlıyorduk. Muhtemelen akşam saatlerinde, onun arkasından holdinge gittiğimi ve ona yakalanmadan eve döndüğümü öğrenmişti. Merak ettiğim tek şey bunu yine o gizlemli adamlardan mı, yoksa Kartal yoluyla ifşalandığımdan ötürü mü öğrenmişti?
Oturma odasına vardığımda; babamı elinde itinayla tuttuğu kitabın son satırlarını okumak üzere olduğunu fark ettim. Geldiğimi fark ettiği bu zaman diliminde, Kitabı ağır bir edayla kapatıp hemen yanında duran sehpanın üzerine bıraktı.
Oldukça ciddi ifadelerle donuklaşan gözlerinden gözlüğünü çıkartıp, öfkeli bakışlarla yüzüme yöneldi. Onun öfkeli bakışlarına karşılık ciddi bir ifadeyle tam karşısına yerleştim. Elindeki gözlüğün camlarına sıcak nefesini üfleyip ardından gözlük temizleme mendiliyle gözlüklerini sildi. Bir iki saniye sonra yabancı bir tonlamayla kelimelerini serbest bıraktı.
“Seni uyardılar… Evimize kurşun döktüler. Ama bu seni durdurmaya yetmedi. Sen ne kendini ne beni düşündün.”
Sözünü bitirdikten sonra odaya derin bir sessizlik çökmüştü. Kendimi düşünmediğim doğruydu. Düşüncelerim annemin katilini bulmakla o kadar çok meşgul olmuştu ki, babamı bile düşünmemiştim. Kendimle beraber onu da tehlikeye atmıştım. Üzerime yoğun bir suçluluk duygusu çökmüştü fakat yaptıklarımdan pişman olduğum söylenemezdi.
Sonunda aramızdaki sessizliği bozan yine babam oldu. “Ya bu sefer seni koruyamazsam?”
Bunları söylerken çaresizliğini çok net lanse ediyordu. Bana bir şey olmasından korkuyor fakat beni durduramayacağını da biliyordu. Bu sefer bağırmıyor, çağırmıyordu. Aksine oldukça düşünceli bir hali vardı. Ama babamı tanırdım. Bu bir pes ediş değildi. Eminim zihninde beni durdurmanın yollarını arıyordu. Kısık sesim düşüncelerini böldüğünde bakışları tekrar bana döndü.
“Bana neden bir kızı tutsak ettiğinizi açıklayabilir misin baba?” diye sordum.
Bu sefer şaşıran ben değil o olmuştu. Bir iki saniye şaşkın ve hoşnutsuz bir ifadeyle baktı. Bu ifadeyi bilirdim. Babamda bende kontrolü kaybettiğimiz an kendimizi çıkmaz bir sokağın ortasındaymış gibi hissederdik. Ama yine de bir yolunu bulur o sokağın duvarından atlayıp öbür tarafa geçmeyi de başarırdık. Fakat şu an gördüğüm ifade, henüz duvarın öbür tarafına geçmeden önceki savunmasızlık hissiydi.
“Assoy holdingle iş birliği yapmam, onlarla beraber illegal işlere bulaştığım anlamına gelmiyor, güzel kızım.”
Sesi olduğundan daha sakin ve otoriterdi. Sessizliğimi bozmadan devam etmesini bekledim ve o da devam etmişti.
“Evet kız daha önceleri tutsaktı lakin daha sonra kendi iradesiyle kalmayı tercih etti.”
“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.
“O kızı defalarca kez kurtarmak istedim. Ve sadece ben değil, birileri daha onu kurtarmak istedi… Lakin dediğim gibi artık kendi iradesiyle orada kalmayı tercih ediyor.”
Söylediklerini hayretle dinlerken üzücü bir aydınlanmayla beraber, “Stockholm sendromu.” Diye fısıldadım.
“Büyük olasılıkla.”
Stockholm sendromu; 1973 tarihinde İsveç’te ismini aldığı bu zihinsel oyun, rehin alınan kişilerin kendilerini rehin alan kişi ile kurdukları bağı tanımlayan bir teoriydi. Bir nevi travmatik bağlanma durumu olup, rehinenin hayatta kalma korkusunun bir süre sonra minnettarlıktan, sempatiye ve bazen aşka kadar varma durumunu özetlerdi.
Üzülmüştüm. Bazen hayatın mı, yoksa zihnimizin mi bize oyun oynadığını ayırt etmekte güçlük çekerdik.
“Peki, bu durumdan yakınlarının haberi var mı?”
Sorduğum soruyla oldukça net bir cevap vererek, “Hayır.” dedi.
O an Karan’ın söyledikleri aklıma geldi. Kartal’a, “Kız kardeşini sana getiriyordum. Ama artık istesen de sana gelmeyeceğinden haberin olsun.” Demişti kararlı kararlı.
O, bu durumdan haberdardı. Sanırım bu durumdan habersiz olan bir tek Kartal’dı.
O yüzden hastane bahçesinde otururken bana; “Olaylara yüzeysel bir bakış açısıyla dahil olduğunuz üzere, bahsettiğiniz genç kızın belki de tuzağa isteyerek yenilgi gösterdiğini ve artık kendi isteğiyle esir olduğu halde, esir alındığını düşünmeniz gayet normal.” demişti.
İşler iyice karmaşıklaşmaya başlamıştı. Türkiye’nin en büyük şirketlerinden olan Assoy holdingi, babamın değimiyle illegal işlerle yürütülüyordu. Anlayamıyordum, babam bunları bildiği halde neden onlarla iş birliği yapıyordu?
Ölümden dönmüştük, babam beni koruyamayacak diye ödü kopuyordu ama iş birliğini de sürdürüyordu. İçimdeki huzursuzluğun etkisiyle hoşnutsuz bir şekilde babama baktım ve evet bu duvardan sonrasını atlayamıyordum. Ardından soğuk bir ses tonuyla konuştum.
“Madem bana bir şey olacak diye korkuyorsun, o halde neden hâlâ onlarla iş birliği yapıyorsun?”
Ve bunca yıldır babamın iş birliği yaptığı bu büyük şirketten bana hiçbir zaman bahsetmediği aklıma geldi.
İçimdeki öfke artarken ayağa kalkıp, sesimi yükseltirken sözcüklerime devam ettim: “Yoksa işini kaybetmekten mi korkuyorsun baba?”
Bir an olsun yüzünde dolaşan onlarca hayal kırıklığı gördüm. Ne dediğimi babamın yüz ifadesini gördüğüm an idrak etmeye başladım. Aman Allah’ım neler söylemiştim böyle?
Babam bir hışımla yerinden kalktı. Havaya kalkan elinden anlamıştım, bana tokat atacağını. Gözlerimi sımsıkı kapatıp tokatın gelmesini bekledim lakin tokat falan yoktu.
Babamın titreyen eli havada asılı kalmıştı. Gözleri dolmuş, kirpik dipleri kızarmıştı. Yüzündeki kırılmış ifade ve titreyen dudakları arasında zar zor çıkan kelimeleri güçlükle serbest bıraktı.
“Beni hiç mi tanımadın?”
Biraz sonra odadan ayrılırken, askılıkta duran ceketini giymeden kendini dışarı attı.
Yüreğim perişan olmuştu. Nasıl olurda kalbi kadifeden yumuşak bu adama böyle bir şey söylemiştim aklım almıyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |