
Bölüm 2: KARAN KARA
Kimsesi olduğu halde kimsesiz kalıyordu insan.
⚓️⚓️⚓️
Penceremden sızan güneş ışınlarının ısısını yüzümün sol tarafında hissederken, masamın başında oturmuş Saye hanımın getirdiği kahvemi yudumluyordum.
Bir geceyi daha soluksuz düşüncelerle devirmiş, aklımdan hiç çıkmayan o ânın kafamda bir kaset gibi dönüşünü başa sarıp durmuştum. Bir not ve kâsti bir çarpışma... Sansar amblemine sahip o kart, parmaklarımın arasında dönüp duruyordu.
Düşüncelerim çıkmaz bir sokağa vardığında ise elimde ki kartı cebime atıp odamdan ayrıldım.
Hastane koridorları kalabalıktı. Bir üst kata, bakım odalarına doğru yol aldım ve Ömer’in kapısına varmamla, kapıyı tıklatıp içeriye girdim.
Hasta yatağında uzanmış ve dalgın bir ruh haletiyle bulutları seyre dalmıştı. Geldiğimi farkedince bakışlarını yüzüme çevirdi. Yavaş adımlarla yanına ilerledim. Dökülmekten seyrekleşen saçları her geçen gün daha da azalıyordu. Henüz on iki yaşında olmasına rağmen kanserle mücadele etmesi yüreğimi hüzünlendiriyordu.
“Meva abla annemden daha çok ziyaret ediyorsun beni. Anne babamızı seçmek konusunda bize sorulsaydı; ben yine onları seçerdim. Hiç kuşkusuz babamda beni seçerdi ama annem yine beni seçer miydi? Bu konuda şüpheliyim.” Dediğinde, dudaklarında yorgun ve buruk bir gülümseme filizlenmişti.
Sözleri yüreğimde hüzün salgılamasına rağmen gülümsedim. Annesinin onu pek umursamadığının farkındaydım. Babası ise şehir dışında çalışıyordu.
“Şüpheli olduğun durumlarda düşüncelerini hapsetmek yerine belki de onları bir kuş kadar özgür bırakmalısın.”
“Sırf kuşlar uçuyor diye, özgür olduklarını mı düşünüyorsun?” Diye sordu bu kez.
“Özgür değiller mi?”
“Bilmem ki,” diye fısıldadı kırık bir sesle. “Sonuçta bu dünyaya gelirken kimse kuş mu insan mı olduğunu seçmez.”
Ona istinaden cevap verdim.
“İnsanlar ve canlılar sınırları dahilinde özgürdür. Bir hayatın varsa ve yaşarken hayatını anlamlandırabiliyorsan özgürsündür. Hapiste olan veya prangalanan bir tek bedenler mi sanıyorsun?”
Gülümsedi. Işıltısı güneşin parıltısıyla kapışabilirdi. Ama sonunda kim galip gelirdi bilemiyordum.
***
Acil servis bakım bölümünde, eksik teknisyenlerin olması hasebiyle yoğunluklara yardım etmek için gönüllü olarak iki saat acil servis bakımında kalmaya karar kılmıştım.
Kapım hiç durmaksızın açılıyor ve kapanmadan içerisi doluyordu. Kafam çatlayacak gibiydi. Henüz ilk defa boşalan dakikaları fırsat bilerek hafif dağılan masamın üzerini toplamaya başladığım ân kapım tekrar tıklatıldı. Masamı toplamaya devam ederken, birinin yavaşça kapı kulpunu aşağı indirip ağır adımlarla içeriye girmesine karşılık durup gelen kişiye baktım.
Karşılaştığım su yeşili gözler, kısa bir sessizliğin hakimiyetini eline alırken zamanın işleyişini unuttuğum anlardan birini yaşıyordum.
Su yeşili gözler, çekincesi olmadan gözlerime kenetlendiği sırada bakışlarımı usulca bilgisayarıma çevirdim.
Adımları masama yaklaştı, ardından kimliğini masamın üzerinde bıraktı. Bakışlarım kimliğin üzerinde ki isme ve mesleğine kayarken, içimden yazılan ismi itinayla okudum.
KARAN KARA
Polis memuruydu. O akşam bir suçluyu ne olursa olsun yakalamaya yemin etmiş gibi ve canını ortaya koyacak kadar kararlı oluşu, mesleğinden mi kaynaklanıyordu?
İsmini okuduktan sonra gözlerim yüzüne kaydığı esnada dudakları büyük bir sakinlikle kıvrıldı. Gülümsüyordu. Bu kez hem gözleriyle hem de dudaklarıyla gülümsüyordu.
Ardından kalın ve tok sesi nazik bir tonlamayla kulaklarıma doldu. Biri İstanbul beyefendisini soracak olsaydı eğer hiç şüphesiz parmaklar bu adamı gösterirdi.
“Siz mi bakıyordunuz? Desenize yaram emin ellerde.”
“Daha önce emin ellerde değil miydi?” Diye sordum vakur bir ifadeyle.
“Değildi.” Dedi net bir şekilde ve kısa bir düşünmenin ardından devam etti. “Belki de emin ellerde olmayan tek şey yaralar değildir.”
Sözlerine karşılık yanıt verdim.
“Belki de bazen bir şeylerin emin ellerde olmamasının bir takım sebepleri vardır.”
Yüz ifadesi düşünceli bir hâl aldı. Bir an olsun yüreğinde ki duygular gözlerine yansır gibi oldu. Ve bana hitaben devam etti.
“Yaram emsalsiz olayların gelişmesine yol açacaksa buna razıyım.”
Kelimelerinin altında yatan mânâları anlamaya çalışırken, sorgulayan bakışlarla yüzüne baktım.
“Belki de beni buraya getiren yaram değil yaramın sebep olduğu yoldur.” Diye devam etti, ben sessiz kaldığım için.
Sözlerinin üzerinde düşünüp anlam yüklemekten çekindiğim için ona, “Sedyeye oturun lütfen. Yaranız sizi buraya getirdiyse iyileşmek istiyordur.” Diye karşılık verdim.
Dudakları bir kez daha kıvrılırken hoşnut bir şekilde gülümsedi. Ardından pencereye yansıyan bulutlara kısa bir bakış atıp sedyenin üzerine oturmayı tercih etti.
***
Mesai saatimin bitiminde çantamı toparlayarak ayrıldım hastaneden.
Nehir ve Selma, bu akşam beraber yemek masası kurabileceğimizi ve yorgun bir haftayı, tatlı bir aktiviteyle şenlendirebileceğimizi teklif etmişlerdi. Elbette bu yine Nehir’in evinde gerçekleşecekti çünkü çoğu zaman bizi ağırlamaktan hiç çekinmezdi. Ailesinin yanından ayrılıp yeni bir eve çekildiğinden beri geçirdiği yalnız günlerin birkaç saatini kalabalıklaştırmaktan keyif alırdı.
Kabul etmem uzun sürmemişti çünkü güzel bir vakit geçirmeye ihtiyaç duyuyordum.
Biraz sonra taksiye ücretini ödeyerek indim araçtan. Hava kararmıştı.
Daha önce geldiğim sitenin demir kapısını ittirerek içeriye adımladıktan sonra boş olan asansör kabinine binerek beşinci katta durdum. Nehir’in kaldığı apartmanın önüne vardığımda, kapı eşiğinde Selma’nın ayakkabılarını farkettim. Çoktan gelmiş olmalıydı.
Daha zile dokunamadan kapı açıldığında durdum ve kafamı Nehir’e çevirdim. İçeriden hafif bir müzik sesi ve yemek kokuları yükseliyordu.
Fakat tam bu anda tuhaf bir şey oldu.
Oradan bir yerden uçan koltuk yastığı, Nehir’in kafasına bir bumerang gibi uçtu ve kafası kapıya tosladı. Kafasını tutarak güldü.
“Biraz daha gecikseydin yaptığı salataya yanlışlıkla bir kilogram tuz boca ettiğim için, Selma muhtemelen beni yeraltı mutfak mezarlıklarına döşeyecekti.” Dedi tek nefeste, gülüşlerinin arasından. İçeriden belli belirsiz Selma’nın homurtuları yükseliyordu.
Güldüm.
“Dünyanın en sakin insanını bile delirtebiliyorsun.” Diye karşılık verdim ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girerken.
“Hadi ama,” dedi tatlı tatlı. “Etrafına bakarsan, birçok akıllı insan bulabilirsin zaten. Delilik bir sanattır.”
Kafamı iki yana salladım. Nehir, gerçek bir maceraperestti.
Ardımdan kapıyı kapatarak adımlarımızı eşitlerken kurduğu cümleye yönelik tekrar güldüm.
Kafamızı holün karşısındaki mutfağın kapısından uzattığımızda, Selma’nın ağlamaklı bir suratla tuzlu salatasını yıkadığına şahit olduk. Ufak bir kahkaha attım ve içeriye girdim.
“Salatayı yıkayarak eski haline döndüremezsin Selma.” Diye seslendim.
Hemen ardımdan Nehir eğlenen bir tavırla devam etti.
“Ölü domateslerin, zeytin yağıyla tutuşarak can veren marulların ve maydanozların aşkına! Salatanı bu şekilde hayata döndüremezsin. Meva doğru söylüyor.”
Selma;Nehir’in yüzüne kızgın bir bakış attı.
“Seni tavuklarla birlikte ocakta kızartmamı istemiyorsan sus Nehir!”
İkisine de güldüm.
Gücenmiş ve alıngan bir tartışma biçimi içerisinde değillerdi. Fazlasıyla eğleniyorlardı ve dağınık mutfağın haline bakılırsa, bir saate yakın beraber vakit geçirmeleri de muhtemeldi.
Biraz sonra Nehir üzerimde ki kabanı alınca onunla birlikte holden geçerek geniş oturma odasına geçtik.
Nehir sanat aşığı bir kızdı.
Evinin her köşesinde müze müzakerelerinden satın aldığı antik parçalar; özel gold tasarımlar ve bir raf dolusu pahalı biblolar vardı. Oturma odasının en köşesine kurulmuş pikabın yanına yaklaşarak biten nostaljik parçanın ardından hafif bir plak yerleştirdim. Huzurlu bir atmosfer hakimdi odada.
“Hazır evini müzeye çevirmişken, birkaç tanede yunan heykellerinden dikseydin köşelere. Onlar eksik kalmış.” Diye alay ettiğimde, masaya bıraktığı tabaklardan başını çevirip yüzüme muzip bir ifadeyle baktı.
“Elbette onlardan birkaç tanede odamda var. Hemen baş ucumda üstelik. Sabah gün ışığıyla birlikte manzaramın ne kadar mükemmel olduğundan haberin var mı?”
Şaşkınlıkla gözlerim açıldı. Tepkime şen bir kahkaha attı.
“Sadece şakaydı.”
Kolumu çekiştirerek ikimizi de tekrar mutfağa yönlendirdiğinde, masayı kurarak hep beraber tekrar oturma odasına geçtik.
Nehir abartarak ortaya gümüş bir şamdan serdiğinde, içine yerleştirdiği mumların fitilini tutuşturarak ufak bir kıvılcım verdi. Mumlardan yayılan turuncu cılız ışık huzmeleri porselen tabakların kenarına yansıyarak dans ediyordu.
“Bu kadar gösterişe gerek var mı?” Diye sordu Selma aynı alayla. İkimiz de gülmemek için dudaklarımızı sıkmıştık.
Nehir abartıyla göz devirdi.
“Elbette dostlarım, kalbe giden yol mideden geçiyor ve sizin kaba sözcüklerinizi jestime yapılmış bir saygısızlık sayarım!”
Selma tabaklarımıza soslu makarnaları doldururken sırıttı. “Romantik akşam yemeklerini bizimle değil, muhtemelen hayal ettiğin bir İstanbul beyefendisiyle geçirmen gerekiyordu Nehir. Yoksa izlediğin pembe dizileri farklı mı anladın?” Dedi ikimizde Nehir’e muzır bir ifadeyle bakarken.
Neyse ki Nehir sözlerimizi duymazdan gelip boş tabaklara çorba doldurmakla yetindi.
Gözlerimi kısarak önünde ki çorba tenceresine baktım. “Çorbayı kim yaptı?”
“Nehir.”
Bunu diyen Selma’ya döndüm hızla. Omzunu silkerek makarnasını ve tavuğunu önüne çekti. Çorbayı içmeyecekti.
Nehir kötü yemek yapardı. Bu bir gerçekti ama çaktırmamak için bahaneler üretmekten ikimizin de elinde sıfır türev kalmıştı.
Nehir bana öldürücü bakışlar atarak kaseye çorba doldurup önüme bıraktı. “Saatlerce yaptığım çorbayı içeceksin değil mi canım arkadaşım?” Bir elindeki tahta kaşığa, birde tehditkâr yüz ifadesine baktım.
Zorlukla gülümsedim. “Tabii, ama önce Selma içsin. O çok güzel anlar yemek tadından.”
Selma kaçabilmek için, “Ben diyette olduğum için çorba tüketmiyorum. Nehir’de biliyor.” Dediğinde, şaşkınlıkla onu onaylayarak başını sallayan Nehir’e döndüm.
“Sende buna inandın mı?”
Anlamayarak kaş çattı. Yeşil hareleri şüpheyle dolup taşarken, gözlerimi devirdim. Gerçekten de inanmıştı.
Selma çaktırmamam için kaş göz işareti yapsa da çoktan ortaya şüphe atmıştım.
“Peki Selma’ya kalorisi yüksek etlerin, zeytin yağlı salataların ve bol proteinli makarnaların nasıl olurda diyette kilo yapmadığını, ama yaptığın havuçlu çorbanın kapsamında ki su oranının nedense bütün diyetini mucizevi bir şekilde etkilediğini de sordun mu?”
Nehir farkındalık yaşayarak kocaman gözlerle Selma’ya döndüğünde, Selma alttan koluma vurmakla meşguldü.
Nehir hızla başka bir kaseye çorba doldurup Selma’nın önüne bıraktığında, Selma gözlerini yumarak başını kucağındaki koltuk yastığına gömdü.
“Abartmayın! Gayet güzel yaptım, sadece baharatı biraz fazla olmuş. İkinizde çorbaya dokunmazsanız kalkıp giderim sofradan.”
Yutkunarak öncesinde bir bardak su içtim. Daha sonra derin bir nefes aldım ve ikisinin de meraklı bakışları arasında el divan pençe çorbadan bir kaşık alarak ağzıma attım.
Pür dikkat bakışlar altında boynumdan yükselen kızarıklığın yanaklarıma kadar hücum ederek bütün zerrelerime kadar ateş bastığını hissettiğimde, kaskatı kesilmiştim. Kaşık elimden gürültüyle masaya düştü. Çorbayı püskürtmemek için zor durdum.
“Meva!”
Selma ayaklanarak yanıma ulaştı. Zorlukla çorbayı yuttuğumda çoktan öksürük krizine girmiştim.
“Alt tarafı biraz isot kattım. O kadar acı mı ya?” Dedi Nehir su uzatarak.
Selma kocaman gözlerle bana bakarken Nehir’e döndü. “Ne!” Diye bağırdı. “Çorbaya isot mu kattın?!”
“Katılmıyormu ki? Sen kat demiştin.” Dedi Nehir saf saf.
“Ben sana biraz kırmızı biber baharatı kat dedim Nehir. Hem isotun senin evinde ne işi var?”
“Ne bileyim ben canım, işe yarar diye almıştım marketten.”
Öksürüklerimin arasından zar zor güldüm. Boğazım çok yanıyordu.
“Seni öldüreceğim Nehir!” Diye bağırırken salonda tur atıyor, kızlar kahkaha atarken nasıl içimde ki yangını söndüreceğimi düşünüyordum.
***
Günün yorgunluğu üzerimde hakimken, yavaş adımlarla ilerleyip taksi tuttum. Eve giderken babamı arayıp bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordum. Ancak hattın diğer ucundan yankılanan sesi, tıpkı rüzgar gibi soğuktu. Kalbimin üşüdüğünü hissettim.
Eve vardığımda hiç düşünmeden zile bastım. Bir süre sonra babam duygusuz bir ifadeyle kapıyı açtı. İçeriye girdiğim sırada Yüzüme bakmadan “Hoş geldin.” Dedi.
Aslında soğukluğunu belli etmek istemiyordu. Ama kendine de engel olamıyordu.
“Hoş buldum baba.” Nedense iki gündür benden önce geliyordu eve. Arkasını dönüp ağır adımlarla ilerlerken ardından seslendim.
“Baba biraz konuşabilir miyiz?”
Arkasını dönmeden durdu. “Tamam salondayım ben.”
Montumu bile çıkarmadan direkt salona gittim. Krem rengi koltuklardan birinde oturmuştu. Salonun duvarları da tıpkı koltuklar gibi krem rengine sahipti, sade ve zarif perdeler vardı. Küçükken kopardığım çiçekleri Babam tablo hâline getirerek salonun duvarlarına asmıştı.
Bu detay çok hoşuma gitmişti, hâlâ da gider. O gün bana “Çiçekler dalında güzeldir.” Demişti kısaca. Haklıydı da. O günden sonra bir daha hiç Çiçek koparmadım.
Koltuklardan birine oturup karşısına dikildikten sonra hemen sorumu yönelttim. “Baba bana söylemek istediğin bir şey var mı?”
Yüzüme tereddüt dolu bakışlarla dönüp, “Hayır.” Dedi, düz bir ses tonuyla. “Neden sordun güzel kızım?”
“Beni geçiştirdiğinin farkındayım baba. Ama ortada hiçbir sebep yokken neden böyle davrandığını merak ediyorum.”
Yüzüme bakarken yüz hatlarını yumuşak tutmaya çalışıyordu. “Nasıl davranıyorum ki?” Diye kaçamak cevaplar vermeye devam etti.
“Baba ben seni tanıyorum ve belli ki seni rahatsız eden bir durum var ortada. Bu her neyse lütfen bunu bana açıkla. Bu konuda kararlıyım. Sen bana söylemeden hiçbir yere ayrılmıyorum ve seni dinliyorum.”
Bunları söyledikten sonra yüz hatları tekrar sertleşmişti. Çenesi kasılırken, birkaç saniye sonra cevap verdi.
“Dün karakola gitmişsin.” Dediği ânda beynimden vurulmuşa döndüm. Gözlerimi iri iri açıp ona bakarken kendi içimde nereden öğrenebildiği hakkında bir ihtimal aradım. Ancak sınırları ne kadar zorlasam da bulamadım.
Bundan ona hiç bahsetmemiştim bile. Cevap vermemi beklerken suskunluğumu korumaya devam ettim. Belki de pot kırmamam gereken bir zaman diliminin içindeydim.
“Gitmedim.” Dedim kısık bir sesle.
“Ama gidecektin.” Demesiyle şaşkınlığım daha çok arttı. Şok olmuş bir vaziyette ona bakarken ne diyeceğimi şaşırdım. O ân notu bilip bilmediğini merak ettim. Eğer bilmiyorsa ona çaktırmamalıydım. Ama gitmekten vazgeçtiğimi biliyorsa büyük ihtimal nottan da haberi vardı.
Her şey bir yana bunu nereden bildiğini deli gibi merak ediyordum. Nasıl bir girdabın içine düşmüştüm ben?
Suskunluğuma bir son verip hiddetli gözlerimi gözlerine diktim. “Baba sen bunu nereden biliyorsun?”
Babamın anlamlandıramadığım sert ifadesi artarken yüzüme keskin bir edayla bakıp cevap verdi. “Nereden bildiğimin hiçbir önemi yok Meva. Ve nereden bildiğimi kesinlikle sormanı istemiyorum. Sakın ama sakın bir daha böyle bir şeye kalkışma!” dedikten sonra bir hışımla kalkıp yanımdan ayrıldı.
Bedenim kaskatı kesildi, hiçbir uzvum hareket etmedi.
Şaşkınlığımla beraber duygularım tarumar olurken, Beynimde dehşetle yanıp sönen sinyaller birer zehirli ok gibi yüreğime saplandı.
____
Bölümün gidişatı hakkında fikirlerinizi merak ediyorum değerli okuyucularım. Çokça seviliyorsunuz. Hoşçakalın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |