4. Bölüm

Bölüm:3

Hümeyra hazır
hmyraa

Bölüm 3: KARTAL

Bir gariptir hayat ve bir gariptir insanlar.

🦅

Meslektaşım, alnımda biriken terleri bir peçete yardımıyla silerken derin bir nefes aldım. Oldukça zorlu geçen ameliyattan sonra hastayı hayata döndürmeyi başarabilmiştik. Lakin durumu kritik ilerliyordu. Ameliyathane odasından ayrıldığım sırada,hasta yakınlarının durum bildirisi yapan hemşireye bağırdıklarını duyduğum an duraksadım.

Yaşlı ve asabi bir adam, altın topuzlu bastonunu zemine sertçe vurarak, “Durumu kritikse, elinden geleni yap doktor hanım!” diye sertçe azarlıyor ve zorluk çıkarıyordu.

Asistan hemşire durumu izah etmeye çalışırken bu kez de orta olgunlukta irice yapılı bir adam araya girdi.

“Bana bak doktor, o hastayı iyileştireceksin yoksa senin için hiç iyi olmaz!” dedi tehdit dolu bir yergiyle.

Bu insanlar, aklını peynir ekmekle mi yemişlerdi? Hastanenin ortasında nasıl bu denli saygısızca bir yaygara çıkarırlardı?

Hemşire maruz kaldığı durumdan kurtulmak istercesine bir umut gözlerimin içine mahçup bir ifadeyle baktı.

Hızlı adımlarla, hemşirenin önüne geçtim. Yüzüme sert ve soğuk bir ifade oturmuştu.

“Söylemleriniz çok vasat, sadece kuru gürültüyle insanları rahatsız ediyorsunuz. Hasta için saatlerce çaba—“ diye araya girmiştim ki, iri yapılı adamın koca gözleri öfkeyle parladı ve sözümü yarıda kesti.

“Asıl doktor sen misin?” diye kabaca sordu.

Dik dik yüzüne baktım. “Barbarlığı kesin!” dedim çıkışarak. “Burası sokak ortası değil, bir hastane. Sakinleşin yoksa güvenliği çağıracağım.”

Gözleri bu kez daha da alevlenirken, sesinin tüm frekansını zorlamak istercesine bağırmaya başladı yine.

“Bana bak, doktor hanım! Sen bir aşiret liderini ameliyat ettin. Eğer onu iyileştirmezsen sende bu hastaneden sağ çıkamazsın haberin olsun.”

Gerginlikle alnımı ovuşturdum. Sanki kulakları söylediklerimi hiç duymuyordu.

Odalarından çıkıp gelen doktor arkadaşlarım ve hastane sakinleri ağır ağır etrafımızda toparlanmıştı.

Tam dudaklarımı aralayacakken, adam âniden elini beline atıp çıkardığı tabancanın namlusunu alnıma doğrultunca, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Olduğum yerde buz kestim.

Birkaç kişiden dehşetli bir çığlık kopmuştu.

“Fazla söze lüzum yok doktor, adamımız buradan sağ çıkacak mı onu söyle.”

Ânın şokuyla açılan gözlerim yavaş bir edayla kısılırken sakin kalmak adına büyük çaba sarfettim. Diğer doktorlar olaya müdahale etmek istese de alnıma dayatılmış silahın her an patlamaması için hareketsiz kalmayı tercih etmişlerdi.

“Sakin olun,” dedi birisi elini havaya kaldırarak.

Olay mahallinin arkasında kalan doktorlardan birinin, gizlice güvenlikleri aradığını farkettim.

Adam söylenilene kulak bile asmadı. Gözleri büyük bir hiddetle üzerimdeydi. “Cevap ver doktor!”

“Mütemadiyen, bu cevabı duymak için vaktin olmayacak.” Dedi kalabalığın arkasından yükselen sakin bir ses.

Herkesin kaşları çatıldı. Silahlı adamın dikkati dağılırken, çatık kaşlarla arkasına döndü.

“Niye? Yoksa sen ucuz bir kahramanlık mı yapacaksın?” diye sordu yine kabaca.

Kalabalığın yol verdiği kişiye baktım. Üzerinde doktor önlüğü vardı fakat daha önce bu adamı bu hastanede görmemiştim. Yeni olmalıydı. Geceden kara siyah saçları ve beyaz teni dikkatleri üzerine toplamıştı.

Dümdüz bakışlarla, adamın karşısında durdu ve aralarında ki mesafeye baktı, hesap edercesine.

“Sana ucuza mâl olacağını sanmam,” dedi, adamın elinde ki silaha rağmen rahat bir ifadeyle. “Aramızda sekiz adım var. “ Diye devam etti tok bir sesle. Ardından önlüğünün cebinden ince bir neşter çıkardı. “Emniyetin kapalı, muhtemelen sen tetiğe basana kadar ben neşteri fırlatmış ve seni yaralamış olacağım. Korkarım ki, vücudunun hassas noktalarını da biliyorum. Seni felç bırakabilirim.”

Adam, tehdit edilmenin verdiği öfkeyle doktorun üzerine yürüdü. “Ne diyorsun sen doktor!” diye soludu hiddetle.

Siyah saçlı doktor, tam da istediği buymuş ve adamı kışkırtmak için tehdit etmiş gibi, âniden aralarında ki boşluk kapanır kapanmaz çevik bir refleksle tek ayağının üzerinde sıçrayıp silaha tekme attı.

Herkes afallayarak gerilerken, aşiretin diğer üyelerin de silah bulunmadığı için tek yaptıkları şey doktorun üzerine yürümek oldu. Fakat doktor, tekmesiyle havaya savurduğu silahı daha yere düşmeden eliyle kavrayınca durmak zorunda kaldılar.

Bu sırada güvenlikler gelmiş ve bu garip vartayı müdahaleye almışlardı. Diğer doktorlar ise hasta sivilleri elinden geldiğince uzaklaştırmıştı.

“Ucuz kahramanlık öyle mi?” diye sordu doktor, öfkeli bir alayla. Bir anda öne atılıp, biraz önce silahı tutan adamın suratına sağlam bir yumruk savurdu.

Güvenlikler o adamı da alıp, hastaneden uzaklaştırınca ortalık bir nebze yatışmıştı.

Siyah saçlı doktorla göz göze geldiğimizde, bakışlarım yaka kartına kaydı.

KARTAL UYANIK

Kirpikleri de tıpkı saçları gibi simsiyahtı. Keskin çene hatları, düz kemikli bir burnu vardı. İri omuzları biçimli bir şekilde onu güçlü gösteriyordu.

“İyi misiniz?” diye sordum çekimser ve kararsız bir ses tonuyla.

Pür dikkat gözlerimin içine odaklanan gözleri, büyük bir ciddiyetle bakıyordu. İsmi gibi kartal bakışlara sahipti. Neden bilmiyorum ama bakışlarının arasından nefret parıltılarının yayıldığını hissettim.

Birkaç saniye sonra düz ve soğuk bir ses tonuyla cevap verdi.

“Size yardım ettiğimi düşünmeyin. Yapmam gerekeni yaptım sadece.” Dedi ve sözlerini bitirdiği esnada bir şey söylememe fırsat vermeden yanımdan seri adımlarla uzaklaşıp, gözden kayboldu.

Şaşkınlığımla beraber ardından bakarken, içimi hoşnutsuz duyguların kapladığını farkettim.

Garip diyebildim sadece. Çok garip.

Elimi kartın olduğu cebe atarken, her an orada olup olmadığını kontrol eder hale gelmiştim. Parmaklarım bir müddet kartın saydam yüzeyinde gezindi, henüz derin bir boşluğa daldığımı irkilerek duyduğum sesle farkettim.

“Nasılsın Meva?”

Selma’ydı. Bir üst kattan inmişti, O’da ameliyattan çıkmıştı. Biraz önce yaşananlardan habersizdi fakat yüzümün aldığı şekilden bir şeylerin ters gittiğini farketmişti.

“Nasıl görünüyorum?”

“İyi gibi görünüyorsun.... Yani sanırım.”

“Sence iyi görünüyor olabilirim. Ama biliyorsun ki düşüncelerinin aksine bir cevap verirsem tüm fikrin değişebilir.”

“Umarım düşüncelerimin aksini yaşamıyorsundur.”

Dudaklarım kıvrılmaya başladığı an badem gözlerim sakin bir edayla kısıldı. Gülümsedim.

“Merak etme görünen nasılsa öyleyim.”

Cevabım üzerine tatmin olmadığını belli eden ifadelerle baktı. “Neden nasıl hissettiğini söylemek yerine, nasıl göründüğünü söyledin?”

“İyi veya kötü görünmek görecelidir Selma. Ama iyi veya kötü hissetmem tamamen benim nasıl gördüğümle alakalıdır.”

Cevabıma karşılık oda gülümsedi.

“Sende bir şeyler var.” Dedi gözlerini kısarak.

“Bende bir şeyler var.” Diye karşılık verdim, cebimde ki kartı ellerimin arasında sımsıkı tutarken.

***

Kahvemden son yudumumu alırken, cep telefonumun aydınlanan ekranına baktığımda molamın bitmek üzere olduğunu farkettim. Hastane bahçesinden ayrılırken, tek hedefim uzun koridoru arşınlayıp odama geçmekti. Fakat adımlarım benden bağımsız bir şekilde olduğu yerde duraksamayı tercih etti.

Doğrudan kapısı açık odanın içine baktım. Karan buradaydı. Lakin bu kez üniformasıyla değildi. Sedyede elleri kelepçeli hastadan her ne alması gerekiyorsa peşini bırakmamakta ısrar ediyordu.

Ya da sadece kaçık bir mahkumun başında nöbet tutuyordu. Arkasına döneceği sırada hızla geriye çekildim. Karşıdan ise yeni gelen doktorun da bu odaya doğru ilerlediğini farketmemle, hiçbir şey çaktırmamak adına yoluma devam ettim. Kartal, tam yanımdan geçip giderken usulca arkama baktım ve Karan’la aynı odaya girdiğini gördüm.

Gözlerim kısıldı.

Hiç düşünmeden tekrar o odanın önüne vardım. Kafamı hafifçe çıkararak odanın içerisine baktım. Şimdi Karan sırtı bana doğru dönük şekilde adamın üzerine eğilmişti. Arkasında duran Kartal’dan ve Kartal’ın arkasında duran benden de henüz haberi yoktu.

Hastanın gözlerini açtığını fark ettiğim de, Karan elini sedyenin kenarına bastırarak biraz daha eğildi. Tehditkâr bir duruşu vardı. Adamın korkuyla renginin attığına şahit oldum.

Karan fısıltıyla, “Günaydın sevgili dostum,” dediğinde, suratı bembeyaz kesilmişti.

Nedensiz bir şekilde adamın korkusundan beslenerek dudağının kenarını kıvırdığını hissettim. Ya da ses tonundaki sadist tebessüm buna yol açtı. Bu çok tuhaftı çünkü sesinde farklı bir cazibe vardı.

“Beni bu kadar uğraştırdığın için sana ayrıca öfkeliyim ama bu küs olduğumuz anlamına gelmiyor. “

Hâlâ fısıltıyla konuşuyordu, ben ve Kartal’da çaktırmadan onu dinliyorduk. Sesinde alayla karışık bir sakinlik vardı. Öylesine uysal bir ürkütücülüğü vardı ki, adamla birlikte bir sorgu odasındaymışız gibi buz kestiğimi sonradan fark ettim. O’nun mesleğini bilmeseydim, çok daha farklı işlerle meşgul olduğunu düşünürdüm.

Düşüncelerimi bölen sesi kulağıma dolarken, konuşmasına devam etti.

“Bugün elime o kayıtlar ulaşmazsa. Sende hastaneden sağ çıkamazsın.”

Ne kaydından bahsediyordu?

Adam daha fazla dayanamadan acı çeker bir vaziyette cevap verdi.

“O kayıtlar sana ulaşırsa ben çocuğuma ulaşamam anlamıyor musun?”

Kartal daha fazla seyirci kalmadan öz güvenli adımlarla yürüyüp tam karşısına geçti. Ardından elindeki mini flash belleği görebileceği bir hizaya getirip gösterirken, “Bunu mu arıyorsun?” dedi, sesinde ki zafer kazanmışlık tonuyla.

Kaş çattım. Olay karmaşıklaşmaya başlamıştı. Bu adam bugün buraya yeni atanmıştı.

Fakat neden bir polisin aradığı suç mahallini alıkoyuyordu? Ve bunu nereden biliyordu?

Karan omuzlarını dikleştirerek kendinden taviz vermeden ona doğru döndü. Sanki buraya geleceğini zaten biliyormuş gibi rahattı.

Ardından Kartal’a, “Demek buradasın. Az daha özletiyordun kendini. Ruh hastası doktor.” Dediğini işittim.

Kartal ürkütücü bir sakinlikle ufak çaplı bir kahkaha attı. Sonra da dünyanın en ciddi adamına dönüşüp cevap verdi.

“Oyun bitti Karan. Her şey buraya kadar.”

Belli ki çok önceden tanıyorlardı birbirlerini ve asıl önemli detay ise Kartal’ın buraya gelme amacının doktorluktan çok daha öte bir şey olmasıydı.

“Henüz sayılmaz. O kayıtlar hala güvende. Yayınlanmadan oyunu kazanmış sayılmazsın. Bu arada fazla kendini yormamaya çalış doktor. Çünkü ben o kayıtları elinden aldığım bu süreç içerisinde,sen baya efor harcamak zorunda kalacaksın.”

Karan’ın kurnaz sesi tekrar odaya doluştuğunda, sakin ve rahat tavrına karşı Kartal zaferini kutlamak adına Karan’a galibiyet dolu bakışlarla baktı.

O’da cevap verecekti ki hepimizin odağını dağıtan bir şey oldu.

Bütün gergin atmosferi ikiye bölen bir ses odaya dolduğunda, gözlerimi yumarak içimden sövmemek için dilimi ısırdım. Bu ses ne Karan’dan, ne Kartal’dan, ne de benden gelmişti.

Tam arkamdan, sevgili arkadaşımdan geliyordu.

“Hey! Ne yapıyorsun orada. Dakikalardır seni arıyorum Meva! Kahveyi sana getiremeden soğudu.”

Lütfen bunları söylememiş ol Nehir.

Bunu yapmış olamazsın!

Yutkunarak omzumun üzerinden sesin geldiği yöne baktım. Karşıdan bana doğru gelirken bağırıyordu. Anın verdiği gerginlikle boynuma kadar kızardığımı acı bir farkındalıkla hissettim.

Elinde ki kahve fincanını işaret ederken gayet neşeli görünüyordu.

Yakalanmanın verdiği huzursuzlukla olduğum yerde donup kalmıştım. Biraz sonra Kartal ve Karan dönüp bana bakarken,Kartal bana öfkeli bakışlarını yönlendirmeyi ihmal etmedi.

Yavaşça Karan’a baktığımda, eğlenen bakışlarla yüzüme bakıyordu. Boğazıma bir şeylerin battığını hissettim. Gülümsememek için zor duruyordu sanki.

Gülümsemeye çalışarak kendimi ifade etmek için ellerimi havada savurarak, “Bu karşılaşma kesinlikle tesadüf niteliğinde,” dedim hızlıca. Buna inanmadığını belli ederek dudaklarını sıkıp başını hafifçe eğdi. “Sonuçta burası bir hastane ve ben bu hastanenin görevlisiyim.”

Doğrusunu söylemek gerekirse fazlasıyla sempatik duruyordu.

Yavaş adımlarla ilerleyip tam karşımda durduğunda ve ansızın kulağıma doğru eğildiğinde midem kasıldı. Yakın değildi fakat sesinin ayarı da sadece ikimize ulaşacak kadar bir uzaklıkta durmuştu.

“Bu karşılaşmayı sizin merakınıza borçlu olmadığımıza emin miyiz?” Diye fısıldadığında, sesini sadece bana duyurduğu için minnettar kalırken yanaklarım ısındı.

İçimde ki baskın kıpırtıya rağmen,duygusuzca gözlerimi dahi kırpmadan öylece zemine baktım. Ve kısık bir ses tonuyla sadece ikimizin duyabileceği bir tonda mırıldandım.

“Ben kendimden eminim, size sormak gerekir. Emin miyiz?”

Geriye çekilip büyük bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına. Emsalsizdi…

“Oldukça eminiz bence.” Diye hızlı bir karşılık verdi.

“Bir doktor olduğumu anlık olarak unutmuş olmalısınız Karan Bey. Bunu yorgunluğunuza tahsis edeceğim. Muayene ettiğim hastanın durumunu kontrol etmeye gelmiştim.” Dediğimde, yüzünde ki bütün hatlar kahkaha atmamak için kıvranan bir ifadeye evrildi. Daha çok kızardım.

Bence gayette o hastayı muayene etmediğimi biliyordu.

“Buyurun,” dedi eğlendiğini saklamadan. “Siz hastalarınızla ilgilenin tabi.”

Beni ele vermediği için hafifçe tebessüm ettim.

O sırada Kartalın boş bakışları beni bulurken soğuk bir ses tonuyla sözcüklerini serbest bıraktı.

“Sizinle daha makul bir şekilde tanışmayı yeğlerdim. Örneğin bizi dinlemediğiniz bir anda.”

Hiç çekinmeden sözcüklerini tamamlayıp boş ve umursamaz bir tavırla odadan ayrıldı.

Biraz sonra Karan’da imalı bakışlar eşliğinde odadan çıktığında, peşi sıra gelen Nehir’e hoşnutsuz bir şekilde bakmakla yetindim.

“Ne?” Diye sordu şaşkınlıkla. Hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi olayı anlamak için büyük gayret sarfettiğine emindim.

Elinde ki kahve kupasını alıp küçük bir yudum alırken “Hiç,” dedim.

”Hiç bir şey.”

Sonbahar yağmurları, son aylarda olmamıza rağmen ağır ağır atıştırmaya ve arada göğü kara bulutlar kaplamaya devam ediyordu. Nitekim havalar henüz ısınmamıştı. Terasta ufak bir çember oluşturarak üzerimize pamuklu battaniyeler sermiştik ve açık havanın verdiği serin nahoşlukla sarındığımız yerden hepimizin sadece burunları görünüyordu. Bu sanırım...Biraz komik bir görüntüydü.

Çemberin ortasında yüzlerimize doğru dumanı tüten sıcak kahve fincanları, gelirken pastaneden aldığım kurabiye tabağı ve bir adet satranç turnuvası bulunuyordu. İçeriden üzerimize düşen ışık demeçleri gölgelerimizi terasın demir tırabzanlarına vurmuştu.

Selma’yla karşılıklı yerlerimizi almışken, satranç oyunun başlarındaydık. Biraz sonra elini battaniyesinin altından hızlıca çıkarıp hamlesini yaptıktan sonra soğuktan korunmak için aynı hızla sincaplar gibi tekrar battaniyenin altına gömüldü. Nehir ikimizin hemen yanında jüriler gibi sırıtırken bu harekete şen bir kahkaha atmıştı.

“Şu halinize bakın,” dedi alayla. “Sefiller romanının başyapıtı gibisiniz.” İkimiz de somurturken daha çok güldü.

Şömineli, zengin mimarisi olan küçük saray yavrusu evinin içinde sıcacık bir ortamda oturmak varken; bizzatihi bize soğuk hava balkonunda sözde ‘güzel bir aktivite’ yaptırıyordu.

Selma kötü bir bakış attı kendisine. “Arpa ambarında aç kalan tavuklar gibiyiz!”

Bende eşlik ettim bu itiraza. “Sırf evinin gösterişli manzarasını bize göstereceksin diye resmen donarak satranç turnuvası oynuyoruz!”

Bizi hiç aldırmadan omuz silkip kıkırdamaya devam etti. Bu hallerimizden zevk alıyordu besbelli.

“Sahiden şu aralar çok yoğunuz, uzun zamandır doğru düzgün edebi bir klasik bile okuyamıyoruz. Size masal okuma mı ister misiniz cici evlatlarım? Soğuk uyku yapıyor galiba, gözleriniz kızarmış.”

Bildiğin alay ediyordu. Tıpkı Selma gibi hamle yapmak için elimi battaniyenin altından çıkarıp taşımı hareket ettirdikten sonra aynı çeviklikle rüzgardan sakınıp kendime sarıldım.

Selma’nın sekizinci taşını aldığım için dudaklarımı kıvırarak yarım yamalak gözüken burnumu havaya kaldırdım.

“Okumayı severim,” Dedim . “Ama kendi bildiğimi.”

Selma kısık bir kahkaha attı. “Bak bu gerçekten iyiydi.”

Cevaben tekrar Nehir’e döndüm. “Ve biliyor musun sevgili Nehir, okuma öz geçmişime dayanarak ciddiyetle söylüyorum ki; bir Türk kızı yağmur yağarken kahvesini alıp romantik romantik balkona koşmaz, yine izlediğin pembe dizileri farklı anlamış olmalısın.” Nehir hiçbir anlamadığında, Selma çarpıkça gülümseyip bana göz kırptı. “Tam aksine bir koşu balkondan elbiseleri toplar.”

Nehir büyük bir farkındalıkla kafasını hızla çarprazına çevirdi. Yağmur yavaştan çiseliyordu ve terasın uzunlukta arta kalan diğer ünitesinde askılıkta serili elbiseleri hafif hafif ıslanıyordu.

Bulunduğumuz konumun çatı yapısı oval bir açıyla açılırken, diğer kısmı seyrek kalmıştı ve muhtemelen güneş gören tek tarafıydı. Çünkü çiçek saksıları da orada duruyordu.

Nehir yerinden fırlayarak elbiselerine koştuğunda, Selma’yla aynı anda kahkaha attık.

Yüzünden battaniyeyi çekerek keyifli bakışlarla tahtaya yöneldiğinde, gülümsemesi söndü bir ânda. Kaş çattı hemen. “Nehir kafamızı şişirirken bütün taşlarımı almışsın Meva!”

Sakin bir tavırla gülümsedim. “Boş bulunduğun bir ânı değerlendirdim diyelim.”

Gözlerini kıstı ve hamlelerini düşünmeye başladı.

“Az taşım var ama önemli taşlarım kalmış, tek hamleyle bile şah mat yapabilirim. Çünkü şahının etrafını boş bırakmışsın.”

Kendinden emin bir tavırla doğrulup vezirini hareket ettirdi ve ona bilerek sunduğum kral taşımı yiyerek şahımın saat yönünde durdurdu hamlesini. Söylediği gibi şahım riske girmişti ve etrafı boştu.

Fakat yüzündeki az taşla kazanmanın verdiği gururlu ifade biraz sonra tuzla buz olacaktı. Çünkü bu verdiğim fırsat, bir tuzaktı.

O’nun da şahının önünde olan tek taş kraldı ve ben kendi şahımı bir adım öne çektikten sonra kurtulurdum; daha sonra ise Selma kendine güvenerek hedefe giden yolda şahımın hemen çarprazında ki filimi de yediğinde, unuttuğu şahı tamamen boşta kalmıştı.

Gülümsedim, bilerek yedirdiğim taşlardan sonra tahtanın ortasındaki en köşede kalmış vezirimle şahını aldım ve mat yaptım.

Selma yenilmiş olmanın verdiği şaşkınlıkla birkaç saniye boyunca ağzı aralanmış bir şekilde öylece tahtaya baktı. Tepkisine muzip bir tavırla güldüm.

Transa girmiş gibi tahtaya baktı. “Kafanın içinde terminatörmü var senin? Kaşla göz arası tek taşla iki kuş vuruyorsun!” Diye yükseldi biraz sonra bozulmuş bir suratla. Kısık sesli bir kahkaha attım.

Vakit geç olunca evlerimize dağıldık. Ben yolun yarısında taksiden inip biraz yürümek istedim. Temiz hava tenimi okşarken, kaldırım kenarındaki yaşlı ağaçların kuru yaprakları üzerime serpiliyordu. Yavaşça ve rüzgarın etkisiyle sağa sola savrulan yaprakların bir tanesini yakalayıp avuçlarımın arasına aldım. Kahverengi, kiremit, sarı ve turuncuyla renk cümbüşüne dönüşen yaprağı biraz inceledikten sonra ellerimin arasında kırıp tıkırdayan sesi keyifle dinledim.

Elimdeki parçaları serbest bırakıp yere düşmelerini sağlarken, başımı kaldırıp gecenin en paha biçilmez manzarasına odaklandım. Ay’ı seyrederken parıltısına kapılan gözlerim ışıltıların içinde tüm hakimiyetini kaybetmişti. Öyle ki geceye ay çok yakışıyordu. Ve yıldızlar akşam Ayaz’ının olmazsa olmaz parçalarıydı.

Küçükken hep hayal ederdim. Bir sepetimin olmasını ve o sepete yıldızları toplayıp eklemeyi. Bazen uzun bir merdiven inşa etmeyi düşünürdüm belki o zaman yıldızlara ulaşır toplarım diye. Oysa onlar gökyüzüne aitti. Herkes ve her şey ait olduğu yerde mutluydu. Tıpkı dalından koparılan çiçekler gibi. O yüzden olmalı ki toprağından ayrılınca mutsuz olup ölürlerdi. Ve belki bizde bu Dünya’ya ait olmadığımız için çoğu zaman kendimizi hiçbir yere ait değilmiş gibi hissederdik. Öyleyse toprağa ait olduğumuz için mi ölünce toprakla bütünleşiyorduk?

İçimde ki deli sorular ve yanıtlar birbirini kovalarken, “Telafi edilmeli,” dedim kendi kendime.

İnsan ölmeden önce bir şeyleri telafi etmeliydi. Her şeyin planını yapan insan ne zaman öleceğini planlayamıyordu. Her şeyi not alan insan, gelecekti notuna ölümü ekleyemiyordu. Çünkü kimsenin aklına bir gün ölüp gitmek gelmiyordu. Belki de herkes bu gerçeklikten olağanca hızıyla kaçmak istiyordu. Uzaklaşabildiği kadar uzaklaşıyordu.

Başımı kaldırıp yıldızlara baktım, parıldıyorlardı. Bir mücevherden bir elmastan ve bir gümüşten daha çok parıldıyorlardı. Bir aradaydılar bir hazine, bir aile gibi...

Bölüm : 03.04.2025 22:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...