5. Bölüm

Bölüm:4

Hümeyra hazır
hmyraa

Bölüm 4: Gizemli not

Saniyelik bir bakış, anlık bir gülüş kadar kısadır hayat.

Sonunda istediği miktarda para biriktirebilmişti genç adam. Uzun zamandır bu ânın hayalini kuruyor, nitekim bunun için büyük bir çaba sarf ediyordu. Şayet biraz daha geç kalmış olsaydı hayatının en büyük hüznünü yaşayabilirdi. Nasıl da yorulmuş, bütün odağını bu paraya vermişti. Fakat sitem etmiyordu, çünkü biliyordu ki bu onun için her şeydi. Bu onun için hayati bir tehlike taşıyordu.

 

Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu, ardından hemen küçük esnafını terk edip olağanca hızıyla eczaneye doğru yürümeye başladı. Hava İyice kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı. Fakat genç adam henüz yağmurun yağdığını bile yeni fark ediyordu.

 

Gök gürültüsü kulaklarına dolduğu ân biraz daha hızlandı.
Düşünceleri de adımları kadar süratliydi artık. Bir ân önce eczaneye gidip ilaçları almak istiyordu. Kaç aydır bunun için gece gündüz çalışıyor, türlü türlü zorluklara göğüs geriyordu. Çok az bir zaman dilimi kalmıştı. Eğer biraz daha geç kalmış olsaydı... Hayır hayır, bunu düşünmek bile istemiyordu.

 

Üzerinde inanılmaz bir duygu yoğunluğu ve aynı zamanda rahatlık vardı. Günlerdir kederini çektiği ilaçlara kavuşmak, şimdi ona rüyaymış gibi geliyordu.

 

Yürüdüğü caddelerden sabırsızlıkla ilerlerken, attığı adımlarda en az yerdeki kaldırım taşları kadar sertti. Henüz tüm karanlıkların gece yarısından ibaret olmadığını, siyahın en koyu tonunun sabaha varmadan bağrına bir mürekkep gibi döküleceğinden habersizdi.

 

En nihayetinde adımları küçük eczanenin önünde durdu. Alnına serilen buklelerinden şakaklarına doğru yağmur damlaları dökülüyordu. Koluyla yanağını sertçe sildiğinde, burnunu karakteristik bir tavırla çekerek içeriye girdi. Sokağın başına düşen yıldırım birkaç saniyeliğine etrafı aydınlatmıştı.

 

İstediği ilaçları aldıktan sonra yoluna aynı sabırsızlıkla devam etti genç adam. Yürürken aklında eşinin baharı anımsatan taze ve de durgun güzelliği belirdi. Her ne kadar hastalıktan zayıflamış ve solmuş olsa da, güzelliğinden hiçbir şey yitirmemişti.

 

Yürümekten epey yorulmuş ve sırılsıklam olmuştu. Artık üşüdüğünü gizleyemiyor, tâkatinin giderek azaldığını fark ediyordu. Dudaklarından firar eden nefesler onu durması için tetikliyordu fakat yağmur ise şiddetini daha da arttırıyordu. Ellerini ceplerine daldırarak, ıslanmaktan kendini yağmur damlalarına teslim ederken kasılan çenesini serbest bıraktı. Gözlerini adımlarının ritmine kaptırıp, daha hızlı yürümeye çalıştı.

 

Soğuktan gözleri dolduğunda ise, bir sokak lambasına dayanıp dinlenmek istedi. Ah bu genç adam, ne çok acı çekmişti bu hayatta. Bu soğuklar onu yıldırmıyordu; çünkü korktuğu tek bir şey vardı. Oda evde hasta yatan eşini kaybetmekti. Eşinin hastalığının büyüklüğü onu derinden derine sarsıyor ve ürkütüyordu.

 

Omuzları sokak lambasının direğine yaslanırken bakışları tek bir noktaya takılmış, gözbebekleri yılların acısını içine çekmiş gibiydi. Elleri ve yüzü kızarmış, tuhaf bir sıcaklık sarmıştı bedenini.

Ayaklarının ıslandığını fark ettiği ân, gözleri ayakkabılarına kaydı. Eskiyen ve yırtılan ayakkabıları ceketiyle aynı renkteydi. Artık ne ceketi ne de eskiyen ayakkabıları onu yağmurdan korumaya yetmiyordu.

 

“Mühim değil.” Diye söylendi kendi kendine. En azından ilaçları almıştı. Şuan hiçbir şey bu ilaçlardan daha önemli olamazdı. Uzun bir süre poşetin içindeki ilaçlara baktı.

 

Tam gidecekken birinin ona doğru yürüdüğünü fark etti. Tereddüt dolu gözlerle gelene baktı. Sokağın başında, kafasında siyah bir bere ve kıyafetleri ile uyum içinde beresi gibi simsiyah giyinen bir adam vardı. Oldukça şüphe uyandıran bu giyinişini üşüdüğüne varsaydı adam. Omuz silkerek, sokaktan geçen herhangi biri olması düşüncesiyle yoluna devam edecekti ki; iyice yaklaşan yabancı adam, elindeki poşeti âni bir şekilde çekiştirip alarak kaçmaya başladı.

 

Genç adam üzerindeki şaşkınlığı atamadan olağanca gücüyle koşmaya başladı. Ardından kovaladığı hırsıza bağırıyordu.

 

“Dur! İlaç, poşetin içinde sadece ilaç var! Dur dedim sana! İçinde işine yarayacak değerli bir şey yok!” Diye haykırdı. “Her ne istiyorsan veririm, o ilaçlar işine yaramaz. Dur dedim sana dur!”

Hırsız peşindeki adamı umursamadan koşmaya devam etti. Genç adam ise yağmuru çamuru umursamadan olağanca hızıyla hırsızı kovalıyordu.

 

Hırsız peşindeki adama inat daha da hızlı koşmaya başladı. Bir yandan da gözleri karanlıktan görünmeyen sokakları arıyordu ki, o sokaklardan birine girerse, izini kaybettirebilirdi. Aklındaki planı gerçekleştirmek için sinsice ve atak hareketlere etrafına baktı.

Nihayet ara sokaklardan birine giren hırsız gözden kaybolmayı başarmıştı.

 

Genç adam bulunduğu durumu sindiremedi.

Etrafı gözleriyle tarıyordu, fakat gecenin karanlığında ne geleni ne de gideni görebiliyordu. Üzerindeki şaşkınlık ve öfke mantıklı düşünmesini engelliyordu.

Bulunduğu durumu kabullenemiyor, düşüncelerinin ağırlığı gözlerinin dolmasına sebep oluyordu. Sonunda gözlerindeki damlalar yanaklarından süzülüp yağmurla beraber yere temas edince, dizlerinin üzerine çöktü.

Duyguları şiddetlenirken hayatının en çaresiz ânını yaşadı. Yumruk olan elleri defalarca taş zemine gümbürtüyle çarptı. Ağlayışı sesli hıçkırıklara döndüğünde, çakan şimşekler sesindeki hüsrana eşlik ediyordu. Artık zaman kavramını kaybetmiş, duyguları da yağmur tanesi gibi yere çakılmıştı.

Dakikalar sonra, elleriyle göz yaşlarını silip ayağa kalktı.


Ne yapacaktı şimdi? Nereye gidecekti?

 

Bitkin ve yorgun adımlarla ilerledi çaresiz bir şekilde. Poşetini çalan adama karşı büyük bir öfke besliyordu. Hayatında kimseye bu kadar çok öfkelenmemişti genç adam.

 

Bu saatten sonra neye yarar, diye geçirdi içinden.

 

Ne yapacağını bilemez bir şekilde ayağa kalkıp sağına soluna baktı. Başını ellerinin arasına alıp olayı sindirmeyi bekledi. Oysa bırak sindirmeyi ,bütün kederler boğazına bir bir dizilmişti sanki. Günlerdir bu ilaçlar için çektiği acılar gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçerken yüreği dağlandı.


Birkaç sokağa girip hırsızı aradı. Bu arayışında, sessizce dökülen göz yaşlarını fark etmeden yürüdü. Uzun zaman olmuştu bu kadar ağlamayalı. Bu yabancılık ona acı verirken, hırsızı bulamayacağını anlayarak evin yolunu tuttu.

 

Yol boyunca olanları düşündü, düşündükçe yüreği burkuluyor, boğazında oluşan düğümler yutkunmasını zorlaştırıyordu. Şimdi hırsız yüzünden evi daha da uzaklaşmıştı. Soğuktan kızaran ellerini cebine koydu. Ne yazık ki elbiselerinin hiçbir yerinde kuruluk kalmamış, cepleri de ıslanmıştı. Koşarken yerdeki ıslak çamurlar ve küçük su birikintileri paçalarını bir hayli kirletmişti. Yine de metanetini kaybetmek istemiyordu. Ama bir yandan da büyük bir öfkeyle düşünemeden edemiyordu.

 

Kim, neden çalmıştı ilaçlarını?


“Bulacağım,” diye soludu. “Her kimsen, bu acı dolu ânın bedelini ödeyeceksin!” Ağzındaki sıcak buhar, karanlıkta gözünün önünde şekiller çizip kayboluyordu.

 

Peki ya bu ilaçları tekrar alacak parayı nereden bulacaktı? Ya geç kalırsa, ya...

 

Düşündükleri ile heybetli omuzları tekrar çöktü.

 

Neredeyse kaybedecekti kendini. Başını gökyüzüne kaldırıp, dolu gözlerle bir şeyler mırıldandı. Üstündeki hayat yorgunluğu ve ümitsizliği, o ân yaşamadığını hissettirdi. Kalbi atarken yaşamadığını hissetmesi genç adamın zihnini bulandırdı. Ruhu gökyüzüne teslim olmuş gibiydi. Belki de aklını kaybediyordu. Ne de olsa aklı, kalbi ve ruhu bir arada değildi artık.

 

Ağır adımlarla evine doğru yaklaştı genç adam. Cebinden anahtarını çıkarıp kilitli olan kapısını açtı. Çamurlu ve ıslak ayakkabılarını çıkarıp içeriye doğru adım attı. Şimdi hasta karısının yüzüne nasıl bakacaktı? Ona ne diyecekti bilemiyordu.

 

Göz yaşlarını elinin tersiyle sildi. Odaya girdiğinde, ara koridordan kocasının geldiğini kapı sesinden duymuş olacak ki, dönüp kocasına baktı güzeller güzeli eşi. Yüzünde masum bir gülümseme belirdi. Ancak bir şeylerin yolunda olmadığını farkeder farketmez yüzü soldu.

 

Genç adam hayat arkadaşına yaklaşıp koltuğun kenarına çömeldi. Eşi bugün her zamankinden daha solgun bakıyor, daha da halsiz görünüyordu. Göz altlarındaki morluklar daha da belirginleşmişti. Yüzü sararmış, beti benzi atmıştı. Ama bu hali bile meleklerden farksız, dalındaki çiçeklerden daha taze ve eşsiz görünüyordu.

 

“Armağan,” diye seslendi cılız bir sesle hayat arkadaşına, fakat karşılık alamadı.

 

Birkaç seslenişin ardından tuhaf giden bir şeylerin olduğunu fark etti. Genç kadın hiçbir şey söylemiyor, kocasını daha da meraklandırıyordu. Lakin neden konuşamadığını oda bilmiyordu.

Üzerindeki hâlsizlik, ateşinin epey yüksek olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Son nefeslerini tüketmekte olduğunu fark eden kadın ne bir acı hissediyordu, ne de bir hüzün. Üzerinde sadece huzur vardı. Sanki yıllardır uyuyormuşta yeni uyanmış gibiydi. Ve sanki yarım kalan uykusunu tamamlamak istiyor gibiydi.

 

Ölüm böylesine sessiz mi alıyordu insanları yanına?

 

Korktu genç adam. Korktuğu başına gelecek diye korktu. Bu korku onu savunmasız bırakıyor, büyük bir yenilgiye hakimlik veriyordu.

 

Eşi Armağan’ın yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşti, o sırada başka bir odadan kızının geldiğini gördü.

 

Kız üzüntü dolu bir ifade ile annesine doğru ilerledi. Yanakları kızarmış, gözleri dolmuştu. Masada duran su bardağındaki ışık huzmeleri tıpkı küçük kızın yüreği gibi parçalar halinde dağıldı.

Genç kadın önce kızına, ardından hayat arkadaşına baktı. Öyle bir bakıyordu ki, Onları bir daha göremeyeceğini biliyor gibiydi.

 

Göz kapakları ağır ağır sonsuzluğa kapandı. O odada yıllarını verdiği iki insanı arkasında bıraktı. Hayata gözlerini bir daha açmamak üzere yumarken, başı hafifçe sağ omzuna doğru düştü. Başının narin düşüşü yüreklerde bir felaket, kalplerde yarım kalmış bir hikaye bıraktı.

Ardında bıraktı genç kadın; balkonundaki taze çiçekleri, dışarıda yağan yağmuru, gelecekteki yaşanmamış günleri, sevinçleri ve kederleri öylece sessiz ve usulca bırakıp gitti.

 

En önemlisi de öfkesi dinmeyecek bir baba, intikam ateşiyle yüreğinde kıyametler kopacak ve kopartacak bir kız çocuğu bıraktı...

O günden sonra annem ismi gibi armağan olarak kaldı.


Oturduğum masadan kalkıp uzun hastane koridorunda yürümeye başladım. Acil çıkış kapısından çıkıp, hastanenin bahçesine vardığım esnada bulduğum herhangi bir banka oturdum. Önümde bir kitabın oluşu bile şuan için dikkatimi çekmemişti. Düşündüğüm tek şey cebimdeki not ve kartvizitti.

Güneşin ısısını tenimde hissetmek için, ağır ağır kapattım gözlerimi.

Bu hissi seviyordum çünkü bana annemin dokunuşunu hatırlatıyordu. Bir güneş kadar narin ve sıcak dokunuşunu. Az sonra ise tıpkı güneşin doğuşu kadar ağır bir edayla gözlerimi açtığımda ise hiç ummadık bir manzarayla karşılaştım.

İşte o ân muazzam bir afallamışlık yaşadım.

Tanıdık bir yabancı siması vardı karşımda.

Başındaki spor siyah şapka yüzünün yarısına gölge düşürmüştü. Boynunda sallanan zincirli künyesi güneşin parıltılarını üzerinde toplamıştı. Kemikli çehresinin keskinliği beni bir ressamın onu kolayca çizebileceği düşüncesine itiyordu.

Su yeşili gözlerinin gözlerime kenetli kalışını görmezden gelemeyecek kadar donuklaştığımı hissettim. Kalbim olmaması gereken bir hızla çarptığında, zihnim bu algıya olumsuz ve isteksiz bir sinyal bırakıyordu.

Bir anlık bir düşünceyle kalkıp gitmeyi düşündüm. Çünkü artık karşımda duran su yeşili gözlerle ya da bu gözlerin bana hissettirdikleriyle karşılaşmak istemiyordum.

İçimden geçirdiklerimle birlikte, en az duru bir deniz kadar sakin sesini işittim. “Sizce peki, insan evren midir?” diye sordu tok bir ses tonuyla.

Ne dediğini anlamaya çalışırken, gözlerim önündeki kitabın başlığına kaydı.

İNSAN EVREN MİDİR?

Gözlerim derin bir yolcuğa dalar gibi dalmıştı. Belki de güneşin bedenime doğrudan temassı düşüncelerimi de mayıştırmıştı. Lakin düşünce tarzıma çok yakın bir başlıkla karşılaşmam beni şaşırtmıştı. Bu kitap ona mı aitti?

“İnsan bazen evrendir.” Dedim yalnızca.

Ruhu canlanırken, bakışları ilgi ve alaka dolu bir ifadeyle bakıyordu tüm odağını bana verdiği sırada

“Yoksa evren mi insandır?” diye sorusunu değiştirdi.

“Değil elbette.” Dedim onaylamayarak. “Netice de evren insan için vardır.”

“Öyleyse nasıl oluyor da insan evren oluyor? Eğer evren insan için varsa?”

Sorduğu soruların tek amacının verdiğim cevaplar olduğunu biliyordum. Bir arayış içinde değildi. Benim düşüncelerimin arayışı içindeydi.

“Evrendir...İnsan bazen evrendir. O gün için yüreğinin penceresinden vuran ışıltılar ısıtıyorsa, anlarız ki yüreğine güneş doğmuştur. Bazen hüznün verdiği bir çöküşle o güneş batar, göz kapaklarının ardına gece çöküverir. İnsan evrendir Karan bey, yüreğinin çölleri kuruyunca; göz yaşları yağmur olup yağar çöllerine. Anlaşıldığı yerde çiçek açar kalbi. Çiçekler dilinde filizlenir. Anlaşılmadığı yerde sonbahar olur mevsimi. Kuruyan filizler derin bir sükunete mahkum eder kendisini. İnsan evrendir bazen. Yüreği soğuk insanların arasında üşüyerek titriyorsa, kış olmuştur mevsimi. Kışın üşür insan. Ya biri üşütmüştür ya da anlaşılmamıştır. Oysa anlaşıldığı yerde serap olurda ısıtıverir sevdiğini.”

“Kısacası her insan yüreğinde bir evren taşır.” Diye tamamladı beni.

Sözcüklerime son verirken, bir an olsun küçük bir çocuğu andıran masum yüzüne baktım. Huzurlu bir yolculuğa çıkmış gibiydi. Gözleri yeni keşfetmiş olduğu anlamların doruklarına yelken açmış bir ifade barındırırken bana ithafen cevap verdi.

“Anlaşılmak,” dedi ve bir süre sustu.

Bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Düşünceleri sonsuz maviliğin içine hapsolmuş gibiydi. Bir süre gökyüzünde takılı kalan düşünceleri bulutlar gibi dağılıp paramparça oldu. Daha sonra dağılan bulutlar gibi şekillenen ifadelerini gizleyemedi. Lakin bakışları gökyüzüyle mükemmel bir uyum içindeydi.

Aklındaki düşünceleri bulutların arasından çekip alırken, doğrudan yüzüme baktığını hissettim. Ardından durgun bir ses tonuyla konuştu.

“Bir gün,” diye başladı sözcüklerine. İtinayla yüzüme diktiği gözleri dengemi telef etmenin başarısından bir haber devam etti. “Kimsenin ısıtamadığı, sürekli üşüyen bir genç kız varmış. Normal hava sıcaklığında bile üşüyen bu genç kız, herkesin garipseyip kimsenin çare olamadığı ümitsizlik içinde yaşarmış.”

Karan karşımda küçük bir çocuğa masal anlatır gibi anlatmaya başlamıştı. Sözleri dudaklarında yuvalarından çıkmaya korkan çocuklar kadar narin çıkmıştı. Anlattığı şey bu kadar hassas olmasını mı gerektiriyordu? Bu bilinmezliğe kafa yormadan masal dinleyen çocuklar gibi dinliyordum bende onu.

Ve devam etti: “Bir öğle arası güneşin tenini beslediği bir anda yanına bir genç adam oturmuş. Genç adam, kızın fısıltı halinde söylediği sözcüklere kulak vermiş. Ve duyduğu tek şey , ‘üşüyorum’ olmuş. Şaşırmış genç adam. Güneş bu kızı ısıtmaya yetmemiş miydi? Genç adam aklındaki soruların yanıtını almak ümidiyle sormuş genç kıza: Sizi üşüten nedir?” Soluklandı kısa bir süre.

“Tam o anda buruk bir gülümseme yerleşmiş genç kızın dudaklarına. Ve cevap vermiş: Ne fark eder bayım, siz beni anlayamazsınız. Ve sizde diğer insanlar gibi anladım deyip bunu kelimelerle yalanlayacaksınız. Belki de anlamış gibi yapacaksınız fakat sonuç hep aynı kalacak. Demiş. Genç adamın böyle bir cevap beklemediği barizdi. Önce biraz düşünmüş daha sonra aklından geçenleri dudaklarına dökmüş.”

Devam etmediğinde, merakla yüzüne baktım. O’nu dinlediğimden emin olarak tekrar konuştu.

“Anlamam için ne yapmam gerekiyor?” Diye sordu kendi kendine, anlattığı hikâyeyi üçüncü bir kişi ağzından telaffuz ederken. “Genç kız hiç düşünmeden cevaplamış: Benim gibi üşümeniz gerekiyor, demiş. Bugüne kadar hiç üşümemiş olan genç adamın yüreği burkulmuş. Önce merak etmiş üşümenin ne demek olduğunu. Sonra imkansız gibi görünse de denemek için bütün cesaretini toplamış. Tam o anda garip bir şey olmuş. Genç adam yüreğine kar yağdığını hissetmiş. İlk etapta sevinmiş. Ve daha fazla üşümek istemiş. Bu sayede genç kızı anlayabilecekmiş.”

Sonra tekrar sustu ve ikimizi de sessizliğe sürükledi. Ben ise büyük bir hevesle onu dinliyordum. Nedendir bilinmez. Lakin anlık bir anımsamayla bana en son masal anlatan annemden sonra Karan olduğunu fark ettim. Bunca yoğunluğun arasından yüreğimin huzurlu bir şekilde dinlendiğini hissetmiştim.

Karan bakışlarını gökyüzüyle buluştururken devam etti.

“Büyük bir rüzgar esmiş, genç adam kendini rüzgarlara teslim etmiş. Yüreği rüzgarla beraber savrulup hırpalanmış. Üşümüş genç adam. Üşümenin acısı onu başka diyarlara götürmüş. Rüzgarda savrulan bedenini kurtarmak istemiş. Ama artık çok geçmiş. Soğuk rüzgar genç adamın bedenini alıp soğuk bir vadinin ortasına bırakıvermiş. Bu vadi hem soğuk hem kimsesizdi. Burada kalmak istemiyordu genç adam. Bu vadi onu ürkütmüştü. Ve burada daha fazla kalmaya devam ederse bedeni soğuktan donarak ölecekti. Büyük bir farkındalık yaşayan genç adam yüreğini soğuk vadinin ortasından çekip kurtarmış. Yanındaki genç kıza ürpertiyle bakarken hızla ayağa fırlamış genç adam.”

Gözlerim kısıldı. O’na soluksuzca kulak verdiğimi ise yeni fark ediyordum.

“Olmaz, demiş genç adam. Ve yinelemiş: Olmaz.” Dediğinde, sesi alçalmıştı. “Genç kız büyük bir şaşkınlıkla sormuş tabi; neden olmaz? Ardından cevap vermiş genç adam: ‘Eğer bende üşürsem sizi ısıtacak kimse kalmaz.”

Sözcükleri son bulunca bulutlardan çektiği gözlerini gözlerime sabitlemişti. Dudaklarındaki belli belirsiz gülümseme artmıştı. Daha sonra samimiyetle devam etti.

“Bazen insanları anlayabilmek için onlarla aynı hikayeyi yaşamamıza gerek kalmaz. Mühim olan o insanı okuyabilmek. Eğer onu okuyabiliyorsanız anlamakta güçlük çekmezsiniz.”

Su yeşili gözlerinin ardında bambaşka bir şehir vardı bu adamın. Caddelerindeki tüm lambalar aydınlanıyor, karanlık bakışlarının parıldamasını sağlıyordu. Gözlerini masada duran kitaba ardından tekrar bana yönlendirdi.

“Kitap okumak kolay, siz varın birde evreni okumaya çalışın.” Dedi son defa.

Söylediklerini büyük bir ilgiyle dinlemiş hatta söyleyecekleri hiç bitmesin istemiştim.

Birkaç saniyenin ardından çalan telefonuna cevap verdi. Günlük hayatta kullandığımız birkaç rutin kelimenin ardından yüzü endişeli bir hal aldı. Telefonu kapattığı sırada doğruldu. Bakışlarındaki huzur yitip giderken, ifadelerinin yerini kalkıp gitmenin hoşnutsuzluğu aldı.“Hoşça kalın” demeyi ihmal etmeden sakin adımlarla ilerledi.

Onu bir daha görebilecek miydim bilmiyordum. Bu bilinmezlik yüreğime kısa bir endişe dalgası yüklemişti. Bir süre sakin adımlarla çıkıp gidişini seyre daldım. Tamamen gözden kaybolduğunda ise bakışlarım önümde duran kitaba kaydı.

Kitabını burada unutmuştu.

Elime alıp kurcaladığım kitabın birkaç sayfasını çevirdikten sonra en arka sayfaya denk geldim. El yazısıyla yazılmış bir not olduğunu fark ettim.

“Aslan yaralansa dahi ölmediği sürece tehlikelidir.”

Başlığı bu kadar güzel bir kitabın arka sayfasında bu denli bit not görmek afallamama neden olmuştu. Şaşkınlığımla beraber bir süre bakışlarım notun üzerinde asılı kaldı.

Her şey bir yana bu yazım tarzı bana bir yerden tanıdık geliyordu.

Ellerimi ürkek bir vaziyette önlüğümün ceplerine daldırdım. Tümden kasılan bedenimin her yanını korkunç bir ürperti sarmıştı. Aradığını bulan parmaklarım kavradığı notu gün yüzüne çıkarıp masaya bıraktı. Lakin cesaretsizliğim mecalsiz olmama neden oluyordu.

Masamda duran notu itinayla inceledim.


“Sakın böyle bir şeye kalkışmayın küçük hanım. Aksi takdirde zaaflarınızla oynamak zorunda kalacağım.”

Kitaptaki yazım tarzıyla karşılaştırdığımda, ikisinin de mavi pilot kalemle yazıldığını gördüm. İkisi de hafif eğik, literature bir yazım tarzıyla yazılmıştı!

Gözlerim buğulansa da, ısrarla incelemeye devam ettim.

Her ikisinde de kelimler arasındaki boşluk yeterlilik mesafesine dikkat edilecek kadar düzenli yazılmıştı.

Yazıların boyutunu kıyaslandığım da ise ikisininde aynı boyda yazıldığını görmüştüm.


Şimdi ciğerlerim aldığı oksijeni tüm gücüyle reddediyordu. Nefes almak bedenime hiç bu kadar ağır gelmemişti.

Bölüm : 07.04.2025 16:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...