7. Bölüm

Bölüm:6

Hümeyra hazır
hmyraa

Bölüm 6: Kırgın çerçeve

Zamana değil, zaman zaman âna bırakın.

🔱

İnsan, korkuya karşı dimdik durabilirdi. Ancak korku insanın yüreğine sızdığında, önce omuzlarını titretirdi sonra göğsünü sıkıştırırdı ve aslında korku; en çok cesaretli bir insanın yüreğini hırpalardı.

Çünkü cesur insanlar, tehlikeye karşı cesaretini kaybetmekten daha çok korkardı.

Korku ve cesaretin olduğu ince bir çizgide mücadele ediyordum. Gardım düşmüştü, cesaret zırhım kırılmıştı, ellerim titriyordu ama biliyordum; bu bir yenilgi değildi. Ayağa daha güçlü kalkmadan önce ki kırgınlık hissiydi. Babamı da annem gibi kaybetme korkusuydu.

Evimizin tuğlaları ciddi hasarlar görene dek, eşyalar birer enkaza dönüşene ve geceyi aydınlatan kurşunların ateş huzmeleri tükenene dek silahlar patlamıştı. Sonra gürültü durulmuştu, sesler susmuştu ve ben babamın beni saran kollarında küçücük kalmıştım.

Fiziksel olarak yaralanmamıştım ama ruhsal olarak paramparça olmuş bir vaziyetteydim.

Babam soğukkanlı bir tavırla beni göğsüne çekip, güvenle gölgesinin altına aldı. “Geçti,” dedi teskin eden bir ses tonuyla. Onunda yüzünde bunu beklemediğini belli eden bir afallamışlık vardı. Yine de beni sakinleştirme dürtüsü daha baskındı ve bu yüzden korumacı yanı onu gözümde güçlü bir adam olarak gösteriyordu.

Kırık ve dağınık eşyalara basmamam için gücü çekilen kollarımı tutarak ikimizi de ayağa kaldırdı. “Geçti güzel kızım. Güvenli bir yere gideceğiz ve bir daha bunun olmasına izin vermeyeceğim.” Diye mırıldandı sırtımı sıvazlayarak.

Söylediklerini algılasam da tepki vermedim.

Gözlerim, koltuğun hemen yanındaki sehpanın üzerine kaymıştı. Aile çerçevemiz, kurşun izleriyle delik deşik olmuştu. Onu yavaşça elime aldım. Annemin, babamın ve benim en mutlu anlarımızdan bir tanesiydi. Üçümüzde neşeyle gülümsüyorduk.

Annemin ışıldayan yüzüne bakarken burukça gülümsedim. Henüz gözlerimin dolduğunu fark etmeden, sıcak bir gözyaşı damlası yanaklarımdan yavaşça süzülüp paramparça olan çerçevenin üzerine damlamıştı. Annemin tam kalbinin üzerine kurşun saplanmıştı.

Kızaran gözlerimden bir damla daha kayarken sıcak dokusu geçtiği yeri kızgın bir ateş gibi yakmıştı. Çerçevede duran annemi bir kez daha öldürmüşlerdi. Yaşamasını bir kez daha istememişlerdi. Gülümseyen yüzü solsun istemişlerdi...Çiçekten farksız annem çerçevede bir kez daha solmuştu. Soldurmuşlardı...

Bu içsel ânı bozan cebimdeki telefonun bildirim sesiyle titremesiydi. Elimin tersiyle yüzümü sertçe silerek ekranı tıklayıp özel numaradan gelen mesajı okumaya başladım.

“Davete ancak davetliler katılabilir, küçük hanım. Çerçevedeki kişi sayısının azalmasını bir kez daha istemezsin.”

Vücudum öfkeyle kasıldı. Fakat benim korkum sandıkları gibi onlara karşı değildi. Bu kurşunlarla göz dağı vermek isteseler de beni korkutmak istemelerinin tek sebebi, benim onların işine karışmamdan deli dehşet korktuklarıydı.

Babamın kolumdaki sıkı tutuşuyla ne ara evden çıktık ve arabaya bindik anlamamıştım. Dakikalardır telefonla konuşuyordu ama ona da hiç kulak asmamıştım. Sadece elimdeki kırık çerçeveye bakıyor, parçalanmış yüzeyinin avucumun içine açtığı derin kesiğin sızısını hissediyordum.

“Sorun değil,” dedim elime bakarken. Ardından anneme bakıp sessizce fısıldadım. “Ağlıyorum diye güçsüz olduğumu düşünme anne. Sana söz, seni dalından koparanların kim olduğunu bulacağım.”

Bir zamanlar doktor maaşımla kendime aldığım ve yanında kalmam için ısrar eden babamdan dolayı çok az sayıda kullandığım evime gelmiştik. Arabadan indiğimizde kanayan elimi itinayla gizlerken hızlı adımlarla siteye girdik.

“Yüzün solmuş, konuşalım mı biraz?” diye soran babama hiç bakmadan başımı olumsuza iki yana salladım.

Arkamdan seslense de dalgın bir şekilde ilerleyerek odama çekildim.

Yorgun argın bir hâlde yatağıma uzandım.

Yok hayır, bulacaktım onları. Annemin cansız bedeninin bedelini ödetecektim. Bazı şeyler yormuş olsa da mücadele etmekten vazgeçmeyecektim.

Aradan ne kadar saat geçmişti bilmiyordum. Gözlerim iyice kızarmış, bedenim bitap düşmüştü.

Yatağımın üzerinde otururken kanlı çerçeveye dalıp dalıp derin düşüncelere gömülmüştüm. Ay ışığı yatağımın ucuna düşmüş, odayı kısmen aydınlatmıştı. Ancak bu gece hiçbir ışık, karanlığı aydınlatamazdı. Çerçeveyi ay ışığının olduğu tarafa yöneltip annemi hasretle seyre daldım. O an yanımda olmasını ne çok isterdim. Yastığım gözyaşlarımla ıslanırken nemli dokusu tenime sirayet ediyordu.

Annemin göğsüne saplanan kurşun izini öperken kulağına fısıldadım. “Bir şeyler yolunda gitmiyor anne. Seni çok özledim.”

Yüreğimin bu hasreti daha fazla kaldıramayacağını anladım ve annemin yanına gitmek üzere kapıya yöneldim. Işıklar kapalıydı. Eminim babamda uyanıktı. Beni görmemesi için büyük çaba sarf ederken kendimi dışarı atmayı başardım.

Hava yağmurlu ve karanlıktı. Yürüdüm, elimdeki çerçeveye sarılarak hiç durmadım. Yağmur damlaları göz yaşlarıma karışırken, yağmurlu bir günde annemi kaybetmenin anısı yüreğimi dehşetle hırpalıyordu.

Bu nasıl bir acıydı…Bir türlü bağrımdan söküp atamamıştım. Bu acı bedenimi değil de yüreğimi devirmek için yemin etmiş gibiydi. Sesim çıkmıyor ama gözyaşlarım sel olup akıyordu. Kendimi kaybetmemeliydim lakin bu bağrımı delip deşen izler, kurşunlardan ders almışçasına kuvvetliydi.

Adımlarım bir sokak lambasının yanında durunca buradan yürüyerek annemin mezarına nasıl gidebilirim diye düşünüyordum. Ah hayır, bilincim yerindeydi sadece annem biraz hassas noktamdı.

Her yerim ıpıslak olduğunda, elim kanamaya yeniden başlamıştı. Yağmur taneleri ise elimin üzerinde ki kanları su birikintilerine düşürerek geceye kanlı izler bırakıyordu.

Birkaç saniye sonra omzuma birinin hafifçe dokunduğunu hissetsem de bakamadım. Neyle yüzleşeceğimi bilmediğimden ya da zihnimin meşguliyetinden kimin geldiğini merak dahi etmiyordum.

Beni yoracak biri miydi, beni rahat bırakmayacak biri miydi, kimdi ki gecenin bir yarısı sırtımda bakışlarını hissettiğim kişi?

Yüreğimin kasveti gözyaşlarıma yansıyor, yağan yağmurlarla beraber sertçe kaldırımlara çarpıyordu.

Birkaç saniyenin ardından ardımdaki adım sesleri ilerledi ve önümde durdu. Başımı kaldırıpta gelene bakmadım, gözlerim hâlâ elimdeki çerçevedeydi. Oraya gitmem gerekiyordu. Annemin yanına, mezarına...

“Meva,” diye seslendi tanıdık ve kısık bir ses tonu. O ânda havadaki soğuğun kırılarak yüzüme çarptığını ve üşüdüğümü hissettim.

Bu hayal miydi yoksa gerçekten onun sesi miydi?

Başımı ağır ağır kaldırdım. Buna karşı koyamamıştım çünkü karşımdaki kişi Karan’dı.

Kirpiklerinin doruklarından inip harelerine yerleşen derin bir keder vardı, yüzüme dönük bakışları bir hayli hüzünlü duruyordu. O neden bu kadar üzgündü? Burada ne işi vardı?

Çaresizliği hissettiren bir ahenkle, “İyi misin?” diye fısıldadı. İyi miydim sahiden?

Cevap veremediğimi anlayınca devam etti. “Seni buradan götürmemi ister misin?” diye sordu bu kez de boynu bükülüp, gözleri gözlerimin hizasına ulaşırken. O kadar kadifemsi ve şefkatli bir ses tonu vardı ki bir kez daha gözlerim doldu.

Kızarık gözlerim öylece gözlerinde kaldı.

Onun ise gözlerinde anlamlandıramadığım duygular vardı. Her ne varsa kayan bir yıldız gibi öylece geçip gitti.

Gitti işte tıpkı annem gibi, çocukluğum gibi, hayallerim gibi...

İhtiyatla nefeslendi. “İyi olman için sana yardım edeceğim.” Neredeyse yüzüme merhametle bakıyordu. “Söz veriyorum.”

Bakışlarım tekrar çerçeveye düştüğünde sesi tekrar kulaklarıma doldu.

“Meva seni buradan götürmem gerek, iyi görünmüyorsun.”

“Gelemem, annemi ziyaret etmeliyim. Onu çok özledim Karan, bu duyguyu anlayamazsın.”

Gözleri kanayan elimde gezinirken, hüznü bütün netliğiyle bakışlarına lanse ediliyordu. Yağmurun onu da sırılsıklam etmesine bir an olsun aldırış etmemişti.

“Öyleyse seni annene götürmeme izin ver lütfen.”

Biraz ilerimizde duran arabasını işaret ettiğinde, eliyle arabasına davet etti. Kararsız düşüncelerle gözlerine bakarken “Güven bana.” demeyi ihmal etmedi.

Yorgunluğum bedenimde takatsizliğe yol açarken, ağır adımlarla arabasına doğru ilerledim ve arka koltukta yerimi aldım. Ona mecalsiz bir halde yolu tarif ederken biraz sonra annemin mezarına geldiğimizi farketmemle arabadan indim.

Annemin mezarının üzerinde sayısızca çiçek vardı. Yanına usulca yaklaştım, Karan rahat etmem için bir iki adım geriye gitmeyi ihmal etmedi.

Uzun zaman olmuştu ziyaret etmeyeli.

Düzensiz nefeslerle, “Belki de bana kızgınsındır anneciğim.” Dedim. Onunla konuşmayı özlemiştim. “Ancak inan bana anne, onları bulmakla meşguldüm yoksa seni unutmam mümkün değil...” Gülmeye çalıştım. “Ama sen şimdi diyorsundur; beni ziyaret etmen için illa başına kurşun mu yağmalı? Bir bilsen anne...Neler olduğunu bir bilsen. Özür dilerim bunu telafi edeceğim.”

Her ne kadar beni kurşunlarla durdurmak isteseler de.

Mezarın yanına diz çökerken yağmurdan çamurlaşan toprağı avuçlarımın arasına alıp annemin saçlarını hayal ederek okşadım. Elimdeki kan, çamurla bütünleştiğinde, yine fısıldar nitelikte konuştum.

“Onlardan korkmuyorum.”

Yüreğimde bir felaketin koptuğunu anladığım an zihnimdeki feryatlar kelimelerime tekrar yansıdı.

Bu kez kendimi tutmayı başaramadım ve dudaklarımdan sessiz bir hıçkırık kaçtı. Sanki bu mezarlıktaki herkes ağladığımı duyuyor gibiydi. En çokta annem. Ve bir kez daha seslendim mezarına.

“O’nlar seni benden alırken tüm korkularımdan arındırdılar zaten. Korkma anne, bana bir şey olacak diye korkma lütfen. Bana olan oldu zaten. Sen gittin ya anne.” Cümlenin devamını getirmekte güçlük çekiyor, ağlama krizimin önüne bir türlü geçemiyordum.

Bu gece semanın bulutları üzerime çöküyor gibiydi. “Söylesene anne bulutlar hiç ağır olur mu? Hepsi sırtıma bir yük bırakmış gibi. Ama ben o yükün altında ezil miyim derken...”

Cümleme devam edeceğim sırada büyük bir gök gürültüsü sesimi bastırmıştı. Lakin gözyaşlarım hiç durmadan annemin çamurlaşan mezarının üzerine akıyordu. Oysa ki gözyaşlarımın çığlıkları, kopan gürültüden daha sesliydi.

Çakan şimşekle beraber etraf birkaç saniyeliğine aydınlandı, her şey birkaç saniyeliğine daha net göründü. Çiçekler rüzgarın etkisiyle bir sağa bir sola savruldu.

Karan ağır adımlarla yanıma gelip diz çöktüğünde, şefkatli bir ses tonuyla konuştu.

“Meva,” dedi iç çekerken, devam etmek istedi ama edemedi. Bir müddet sustu. “Daha önce yüreğim hiç bu kadar burkulmamıştı. Artık gidelim mi? Seni bu halde görmek...”

Başımı kaldırıp gözlerine baktığım sırada onunda gözlerinin kızardığını gördüm. Cümlesine yine devam edemedi. Bir şey boğazında düğüm bırakmışcasına yutkunmuştu. Adem elması güçlükle inip kalkarken zorlukla kelimelerini serbest bıraktı.

“Gücümü kaybetmekten korkuyorum. Zira seni böyle görmek güçsüz hissettiriyor.”

Gözleri hüzünle karışık şefkatle ve anlamlandıramadığım duygularla bakıyordu.

“Gidelim lütfen. Çok yoruldun.”

Yorulmuştum. Onu damı yormuştum? Her ne kadar gitmek istemesem de beni burada bırakmayacağını adım gibi biliyordum. Ne ara bu kadar emin olmuştum ondan, diye düşünürken sesi tekrar doldu kulaklarıma.

“Eline müdahale etmemiz gerekiyor. Gidelim artık.”

Bu sırada cebinden çıkardığı peçeteyi bana uzattı. Usulca peçeteyi alıp kanla karışık çamurlu ellerimi sildim. Ve daha sonrasında arabasına doğru ilerledik. Gözlerim uykusuzluktan dolayı açılıp kapanırken bir ara daldığım uykudan Karan’ın yumuşak sesi uyandırmıştı beni.

Arabasının kapısını açıp usulca eğildiği sırada saçlarındaki tutamlar yine itinayla alnına serpilmişti. “İyi misin?” diye sorma ihtiyacı hissetti.

Onu daha fazla yormamak adına, “İyiyim.” diyerek arabadan indim.

Ancak o ân geldiğimiz yerin benim evim değil, acil servis kapısı olduğunu fark ettim. Sorgulayan bakışlarla ona döndüm.

“Gel lütfen, elinde derin bir kesik olabilir.”

Zorluk çıkarmadan gittiği yöne doğru ilerledim. Yoğun bir yorgunluk, derin bir takatsizlik ve uykusuzluk çektiğim için önümü bile görmekte zorluk yaşıyordum. Ve artık dizlerim beni taşımakta güçlük çekiyordu.

Karan doktorlardan biriyle konuşarak beni muayene odasına aldırdı. Sedyeye oturduğumda elimdeki kesiğin derin olduğunu söyleyerek dikiş atmışlardı. Sağ elimi kullanmadan hiçbir işe el atamazdım, bu yüzden bunu kendi baş hekimime bildirerek birkaç günlüğüne izin aldım.

 


Sabahın ilk ışıkları yüzüme vururken beni uykumdan üst üste çalan telefonumun sesi uyandırmıştı.

Uyku mahmurluğuyla ağır ağır açtığım gözlerimle uzanıp telefon ekranına baktım. Arayan kişi Nehir’di. Açar açmaz şen sesi doldu kulaklarıma.

“Meva, günaydın tatlış kankam.”

Ses tonu cıvıl cıvıldı. Dün olanlardan habersizdi. Cevap vermeme fırsat tanınmadan bu kez de araya Selma’nın sesi girdi.

“Günaydın Matmazel, acaba neden bu saate kadar seninle hastane koridorlarında karşılaşmayıp gözlerimizin aradığı her yerde yokluğunla burun buruna geldik?”

Hafif bir hışırtı ve itişme tıngırtısı duydum. “Arkadan dramatik bir fon müziği de çalayım mı?” Diye sordu Nehir katıla katıla gülerken. “Hint dizilerindeki uzun uzun bakışmaları daha iyi anlatamazdın çünkü.”

“Ver şu telefonu fındık faresi!”

“Nesin sende, köyün deli kavalcısı mı? Ben konuşuyorum şuan Meva’yla!”

“Benimle çocuk gibi atışacak mısın asi Nehri!”

“Tıpkı şuan da senin yaptığın gibi mi?”

Hadi ama, uyanır uyanmaz kulaklarımı aşındıran bir tartışmanın hiç sırası değildi. İkisi de güne enerjik başlamış olmalılar ki çekişmeden duramıyorlardı.

Sağ elimle gözlerimi ovuştururken kendime gelmeye çalıştım. Neredeyse sabaha karşı uyumuştum ve uykumu alamamıştım.

Sitem dolu bir sesle, “Size de günaydın kızlar, bağırıp durmayın çünkü beynimin dört lobunda yankılanan sesiniz kafa tasımda cirit atıyor.” Dedim.

“Sanırım biraz sinirli,” diye fısıldadı Nehir, bütün konuştuklarını duymuyormuşum gibi. “Dün ona Müjgan teyzenin odasına sarı şerit çekerek, kapısına tehlikeli madde var girilmez levhası koyup, odasındaki bütün düzeni bozarak baştan sona sildiğini ve en sevdiği masasının kenarını çamaşır suyundan aşındırdığını söylemedim ki daha. Sen mi söyledin?”

Gözlerim kocaman açılırken Selma onu bıkkın bir sesle tonuyla cevapladı. “Nehir şaka mı yapıyorsun? Zaten şuan bizi duyuyor.”

“Hay dilime sivri sinekler soksun,” diye hayıflandı Nehir. Ardından, “Zaten o sivri sinekleri hayvan derneği arı kraliçelere şikayet edeceğim! Kutsal Kızılay kurumu gibi bütün kanımı çekip kendilerine bağışlıyorlar!” dediğinde alt üst olan moralime rağmen güldüm.

Selma seslice soluklandı. “Lütfen sus Nehir, rica ediyorum sus.” Sesi neredeyse isyan eder nitelikte çıkmıştı. Bugün tek başına Nehir’le mücadele edeceği için günü baş ağrısıyla geçireceğine emindim.

“Meva,” dedi Nehir biraz sonra. “İyi misin kankaların en güzeli? Neden gelmedin bugün?” Nihayet asıl konumuza varmıştık. Kolumu yorgunca gözlerimin üstüne attım.

“Elimi kazayla kestim, sağ elim olmadan hiçbir işe koşturamadığımı biliyorsunuz. Baş hekimle konuştum, birkaç günlüğüne izinliyim. Ama merak etmeyin gün içinde gelip sizi ziyaret ederim.”

İkisinden de aynı anda telaşlı nidalar yükseldi. “Derin mi kestin? Yanına gelmemizi ister misin-“ Diye endişeyle üst üste sordukları soruları sakince böldüm.

“Lütfen kızlar,” Esneyerek yüzümün yarısını yastığa gömdüm. “İyiyim. Ufak bir kaza sadece. Uykumu alamadım, daha sonra konuşuruz.”

Vedalaşıp kapattım telefonu.

Telefonu kapattıktan sonra hemen uyumak istesem de dün olanlar zihnimde dönüp durduğu için pek başarılı olamadım. En önemlisi Karan nereden beni bulmuştu? Aklımdan çıkmıyordu.

Birkaç dakika yatağımda oyalandıktan sonra doğrulup başucumda duran çerçeveyi yokladım. O ânda hızlıca yerimden fırladım. Yoktu! Telaşla ayağa kalkarken etrafıma bakındım. Annemden kalan tek fotoğraftı.

Dün akşam onu getirdiğimi hatırlıyorum. Her ne kadar aklım pek başımda olmasa da onu elimden hiç düşürmemiştim. Yastığımın altına ve daha birçok yere itinayla baktım. Lakin yoktu.

Yüreğimin en ücra köşelerine hüzünle karışık bir telaşlanma meydana geldi. Umutsuzca yatağıma oturdum. Mantıklı ve de sakin düşünmeye ihtiyacım vardı. O tabloyu kaybedemezdim. Aksi halde huzur olduğu kadar uzaklaşırdı benden.

Kapı tıklayışının ardından babam kahvaltı tepsisiyle odama girdi. Yavaş adımlarla yanıma çömelirken, tepsiyi yatağımın yanındaki masaya bırakmayı ihmal etmedi.

Direk olarak yüzüne baktım. Ona sormak istediğim çok şey vardı lakin cevaplamayacağını biliyordum.

“Benden sakladığın bir şey var mı baba?”

Kendinden emin bir edayla sorumu cevaplamak yerine aynı soruyu yönlendirdi.

“Senin benden sakladığın bir şey var mı güzel kızım?”

Sanırım bende yalan konuşmak istemediğimden bu soruyu cevaplamak istemeyip konuyu başka tarafa çektim. Sıktığı portakal suyundan bir yudum alırken şekerinin fazla olduğunu iddia ettim. Elbette değildi, amacım sadece sorduğu soruyu unutturmaktı lakin pek başarılı olamamıştım.

Hafif şüpheci bakışlarla gözlerime bakıp, “Umarım dün olanlarla senin bir ilgin yoktur.” Dedikten sonra birkaç saniye sustu, ardından derin bir iç çektikten sonra devam etti. “Ben her şeyin üstesinden gelirim ama sana zarar gelmesinin üstesinden gelemem. Bu konuda beni aciz bırakma olur mu?”

Söyledikleri karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum çünkü eğer bir hareketlenme varsa durmamı istiyordu. Ama dün anneme söz vermiştim ve artık durmamın imkanı yoktu. Ruhsal olarak kenetlendiğimi hissediyordum.

Cevap vermemi beklerken, gözleri daha fazla gizleyemediğim sargılı ellerime kaydı. Büyük bir endişe ve kaygıyla panikleyip ne olduğunu sordu.

Bende ona çerçeveden dolayı kesildiğini ve bir doktor olarak kendim müdahale ettiğimi söyleyerek bu konuyu da usta bir şekilde kapatmayı başarmıştım.

Geçen birkaç saatin ardından hazırlanıp hastanenin yolunu tuttum. Taksiden inip ücreti öderken, hastane koridorlarından direk olarak Ömer’in odasına doğru adımladım. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğim sırada Ömer’i, ‘Küçük Prens’ kitabını okurken gördüm.

Beni görür görmez heyecanla yerinde kıpırdandığında, ani bir duygu değişimiyle gözleri sargılı elime doğru kaydı. Ela hareleri büyüyüp şaşkınlık ve hüzünle doldu. “Eline ne oldu Meva abla?”

Gülümsedim. “Büyütülecek bir yara değil Ömer. Unuttun mu? Ben bir doktorum, yara almadan, hastaların yaralarıyla empati yapamam.”

Ufak dudaklarında tatlı bir tebessüm oluştu. Ona bir yetişkin gibi davranmam her zaman hoşuna gidiyordu.

Bugün epey iyi görünüyordu. Saçları uzayıp sıklaşmaya başlamıştı.

“Pelerinsiz kahramanım kitabını bitirebildi mi bakalım?” Diye sordum neşeli çıkarmaya çalıştığım bir sesle.

“Maalesef henüz bitmedi Meva abla, son iki sayfası kalmış.”

Daha içten gülümseyip şefkatle başını okşadım. “Konusu neymiş kitabın?”

“Sanırım zaman kavramının ne kadar önemli olduğundan bahsediyor. Peki senin için zaman veya hayat ne anlama geliyor Meva abla?”

“Hayat,” dedim iç çekerken ve devam ettim. “Kısa bir zaman kavramı içinde uzunca yürüdüğümüz bir yoldur.”

Sessizce bütün odağını bana yöneltmişti. Onu ihmal etmiştim. Benden başka onunla zaman geçirip can sıkıntısını alacak kimseler yoktu. Oysa Ömer bir çocuktu; konuşmaya muhtaç bir bekleyişte değil, diğer çocuklar gibi oyundan mahrum kalmamak için yetişkinlerle konuşmaktan kaçınmalıydı.

“O yüzden pelerinsiz kahramanım, insan zamanın ve yanındakinin kıymetini iyi bilmeli. Ansızın bir gün sen çiçeğini sularken, gelip onu dalından koparabilirler ya da o çiçeği susuz bırakırsan solup ölmesine yol açabilirsin.”

“Ama,” dedi Ömer. “ Kaybettiklerimiz sadece toprağa gömdüklerimiz değil ki. Birini kendi içinde de öldürebilirsin.”

İçimden, ”Haklısın ben yüreğimdeki mezarlıkların ağırlığını her gün yaşıyorum.” dedim. Demek ki asıl mesele ölüm değildi. Asıl mesele kişiyi hayatından veya yüreğinden çıkarabilmekti. İşte o zaman gerçekten ölüyordu ölen.

Bunu ona düşündüren şeyin ne olduğunu bütün hissiyatımla merak etsem de sormaya cesaret edemiyordum. Pencerenin ardındaki bulutlara hasretle bakarken gözlerinin hafiften dolduğunu hissettim. Bir süre bakışları bulutlarda takılı kaldı.

Aklında her ne varsa onu derinden üzdüğünü anladım.

Derin bir iç çekerek başını usulca öne eğdi. Bir şeylerden mahrum olmanın verdiği etken, ses tonuna yansıdığında, yutkunarak konuştu. Onu bu halde görmek çaresiz hissettirmişti. Ama elbette her zaman olduğu gibi bu kez de yüzünü güldürmeden çıkmayacaktım bu odadan.

“Seninle en büyük ortak noktamız ne biliyor musun Meva abla?”

Merakla yüzüne baktım. “ Nedir pelerinsiz kahramanım?” Diye sormaktan alamadım kendimi. O ise iyice dolan gözlerini gözlerime dikip, derin duygu ve düşüncelerle cevap verdi.

“Sen annen hayatta olmadığı için anne sevgisinden mahrumsun, ben ise annem hayatta olduğu halde o sevgiden mahrumum.”

Beklemediğim bu cevap karşısında büyük bir sarsıntı yaşarken ne diyeceğimi bilemeden donuk bakışlarla yüzüne baktım.

Boğazımda düğümlenen onlarca duygunun esiri olup, dehşetle dalgalanan okyanusların içinde boğuluyor gibi hissediyordum. Boğulmamak için çırpınıyor ama bu noktaya gelince yüzmeyi unutuyordum.

Bir şey söylemek için dudaklarımı araladığım esnada, gözümde biriken her bir damlanın zemine çarptığı gibi, beklenmedik bir anda soğuk bir noktaya çarptığımı hissediyordum.

Ömer beni ilk defa böyle gördüğü için hayret ve sanki suç işlemiş gibi bir mahcubiyetle özür diledi. İlk defa onu bu odada güldüremeyeceğimi anladım. “Anlamak,” dedim elimin tersiyle sıcak gözyaşlarımı silerken. Hemen sonra sessizce fısıldadım. “Anlamak, hiç bu kadar acı vermemişti. Bazı şeylerin bilincine varmak, aslında hiç varamadığın acı bir yolun sonuna gelmek gibi bir şey sanırım.”

Ne dediğimi anlamaya çalışırken yüzüne bakıp, “Şimdi sana ne demek istediğimi anlatamam pelerinsiz kahramanım. Çünkü sende bunu anladığın an acı hissedebilirsin.” Diye fısıldadım.

Ömer dolu dolu gözlerle, “Özür dilerim.” Dedi kısılmış bir sesle.

Burukça gülümsedim.

“Ben,” dedim zayıf bir ses tonuyla. “Asıl ben özür dilerim... Ufaklık.”

Hüznüne şaşkınlık bulandı. “Neden?”

“Çünkü bu kez seni güldürmeyi başaramadım.”

***
Ömer’in odasından çıkıp Selma ve Nehir’i de ziyaret ettikten sonra hastane çıkışına doğru ilerledim. Üzerimde hâlâ dünün yorgunluğu ve uykusuzluğu vardı. Eve gidip uyuma düşüncesiyle sonunda hastane kapısından çıkıp yavaş ve düşünceli adımlarla yürüdüm. Gökyüzüne baktım fakat bu kez ferahladığımı hissedemiyordum.

Hastanenin bahçesinde gördüğüm ufak taşa sakince vurarak, küçükken yaptığım gibi onu toprağın üstünde yuvarlamayı düşünüyordum. Ta ki taş sakince fırlayıp birinin gümüş tokalı postallarının ayak ucunda durana kadar.

Şaşırarak başımı kaldırıp bahçe kapısında duran adama baktım. Oydu, Karan’dı yine. Dün gece yalnızlığıma yoldaş olup çaresizliğimi paylaştığım adam. İstemsizce duraksadım. Hissediyordum, kalp atışlarım yine hızlanmıştı.

Oda bana doğru adımlayıp aramızda birkaç adımlık mesafe bırakarak tam önümde durmayı tercih etti. Üzerinde krem tonlarında kadife bir gömlek, onu tamamlayan acı kahve renginde keten kumaşa sahip bir pantolon vardı. Günlük kıyafetlerinin içerisinde şık duruyordu. İkimizde birkaç saniye içerisinde susmayı tercih ettik.

Düşünceli gözleri, yüzümde karış karış dolanıyor; kızarık gözlerimde, gür kirpiklerimde ve soğuktan gül tomurcuklarını andıran hafif pembeleşmiş beyaz tenimde dün geceyi andıran izlere bakıyordu. En sonunda dudaklarında buruk ama içten bir gülümseme filizlendi.

Gülümsediğinde, yumuşayan yüz hatlarının sevecenliği benim de yüzümde sıcak bir tebessüm oluşturdu.

“Ben dün gece için teşekkür ederim.” Dedim hiç düşünmeden kibar bir jestle.

Gülümsediğim anda gözlerindeki harelerin büyüdüğünü fark etmemle bedenimde ne olduğunu bilmediğim bir kasılma meydana geldi.

Birkaç saniye gözlerimde herhangi bir duygu arayışına girdikten sonra elinde tuttuğu Kartonpiyer paketi bana doğru uzattı. Paketin üzerinde küçük bir kartpostal, etrafını sarmış minik kurdelyeler vardı.

Şaşkın bir ifadeyle ona baktığım esnada, alıp almama konusunda ki kararsızlığımı yok etmek adına ikna edici bir ses tonuyla konuştu.

“Alın lütfen çünkü içinde sizi ilgilendiren bir şey var.”

Bölüm : 23.04.2025 22:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...