
Bazı şeyleri idrak etmek, bazı insanlardan uzaklaştırdı.
🪫
Gözlerimi açtığımda henüz sabah mı yoksa hala gece mi olduğunu anlamakta epey güçlük çektim. Bakışlarım bir süre tavanda kaldı. Yarı aydınlık odanın beyaz tavanı gri rengini almıştı. Ve o anda deli şiirinin bir kesiti zihnimde dolaşıp durdu.
“Hastanenin tavanları belki de hiç bu kadar detaylı incelenmemiştir. Müteahhitleri tarafından bile.”
Bazen kafası yerinde olmayan bir insan, tavanları müteahhitlerden daha çok inceleyebiliyordu. Sanırım yazar tavanı uzun uzun izlediği bir anda yazmıştı bu şiiri.
Başımı koyduğum yastığı arkama alıp hafifçe doğruldum ve arkama yaslandım. Gözlerim uykunun verdiği ağırlıkla yarı açık bir surette dirense de, uyuyamayacaktım biliyordum. Önce sargılı elime sonra da saate baktım. Saat gece üçü gösteriyordu. Hafif aralık perdeden sızan ay ışığı yüzümün sol tarafında gezintiye çıkmıştı. Bir günde hiçbir şeyi düşünmeden rahat bir uyku çekmek en büyük hayallerim arasına girmişti. Bu düşünce gözlerimin hafif buğulanmasına sebep olurken göz yaşlarımı geri teptim. Bazen ağlamak korkunç bir şeyler uyandırıyordu bende. Yan tarafımda duran bilgisayarı elime aldım. Bu ay bir dergi projesinde yayınlamak için yazdığım dizeleri tekrar okudum. Yazar değildim fakat minimal yazarlık; bazen durup nefes almak için yazma ihtiyacımı karşılıyordu.
Aralık duran perdeyi kapatmak için ayaklanıp penceremin önüne vardım. Perdeyi kapatıp uyumayı planlarken gördüklerim karşısında istemsizce duraksadım.
Bahçe kapımızın önünde duran siyah Mercedes bir araba ve arabanın penceresinden içeriye yönelik eğilen babam... İkinci kattan aşağı baktığım bu manzara tuhafıma gitmişti.
Arabanın camlarına koyu siyah film çekildiği için içeridekiler kamufle edilmişti. Babam arabada ki şahısa her ne söylediyse, araba camı biraz daha aşağı indi. İçerdeki kişiyi görmek için büyük bir çaba sarf etsem de göremedim. Babam biraz sağ tarafa çekilse görecektim lakin nafile.
Birkaç dakika sonra içerideki kişi babama elini uzattı. Elindeki siyah eldivenler dikkatimden kaçmamıştı. Babam uzattığı eline karşılık vermeyince, içerideki kişi elini geri çekti. Her hareketini pür dikkat izlediğim siyah eldivenler biraz sonra hiç beklemediğim bir şey yaptı. Baş parmağını benim olduğum tarafa yöneltip, beni işaret etti. Aynı anda babamın dönüp bana bakmasıyla hemen geri çekildim.
Az sonra yüzümün yarısı görülecek şekilde tekrar baktım. Mercedes hâlâ oradaydı ve babam arabadakine yönelmişti.
Bir müddet beklentinin ardından arabanın camını sonuna dek kapattılar ve gazı kökleyip süratle uzaklaştılar. Babam ise birkaç saniye içinde giden arabanın arkasından öfkeli bakışlar attı. Bahçe kapısına ilerleyip eve geleceğini anladığım an hemen yatağıma girdim.
Tahmin ettiğim üzere dakikalar sonra kapım tıklatıldı ve babam yatağımın önüne kadar geldi. Uyuma numarası yapıyordum, ta ki öfkeli sözcükleri kulağıma dolana dek.
“Uyumadığını ve camdan bize baktığını biliyorum Meva.”
Sıkıntıyla gözlerimi araladığımda, babamın öfkeden kızaran çehresiyle karşı karşıya gelmiştim. Burnundan soluyacak kadar öfkeli olması beni büyük bir şaşkınlığa uğratmıştı. Bu kişi babam olamazdı. Babam bana asla bu kadar öfke beslemezdi.
Doğrulup oturma pozisyonunu aldığımda, alev topuna dönmüş gözlerini üzerimden çekmeden sert bir tonlamayla devam etti. “Kızım, senin Assoy holdingin davetinde ne işin vardı?”
Hiç beklemediğim bu soru karşısında büyük ikinci bir şaşkınlık içerisine düşmüştüm. Bu bilgiyi kendilerini esrarengiz bir şekilde kamufle eden o arabadaki şahıslar mı söylemişti?
Bakışlarım çekimser bir ifadeyle babamın olduğu tarafa yöneldi. Sabırlı bir şekilde cevabımı bekliyor ve aynı zaman da bir o kadar da sabırsız bakışlar atıyordu.
Tam cevap verecekken öfke ve uyarı dolu cümlelerle tekrar konuştu: “Her neyin peşindeysen derhal bundan vazgeçmeni istiyorum.”
“Vazgeçemem baba ve görüyorum ki bu olayların içinde sen de varsın.”
Söylediklerim üzerine öfkesi artarken bu sefer öfkelenen ben olmuştum. Ve daha bir şey söylemesine fırsat vermeden bu kez itiraz dolu bir nidayla, konuşmama devam ettim.
“Annemin katilini bulmak için karakola giderken durduruldum. Ve en kötüsü sen de beni durdurmak istiyorsun. Senin annemin katilini bulmayı benden daha çok istediğini sanıyordum.”
Babam büyük bir hiddetle, “Bu kadar yeter!” dedi gürültü dolu bir sesle.
Şaşkınlığım artarken neden bu denli tepki verdiğini, neden beni durdurmak istediğini anlamakta güçlük çekiyordum. Öfkeden şakaklarında ki damarlar belirginleşmiş, her zaman şefkat besleyen yüz ifadesinden eser kalmamıştı. Birkaç saniye sonra gerginlikten titreyen sesine mani olamadan devam etti.
“Başımıza kurşunlar yağdı, bu seni durdurmaya yetmez mi? Seni tehlikenin kollarında öylece bırakmamı mı istiyorsun? Söylesene Meva! Söyle kızım; benim senden başka kimim var?”
Sona doğru buğulaşan gözleri yüreğimi yine en derinden hırpalıyordu. Bedenimde buz gibi bir ürperti hissederken, vücudumdan, titrememe sebep olmuş bir elektrik akımının geçtiğini hisseder gibi oldum.
Cevap vermedim. Zira kafam çok karışıktı.
Kızaran gözlerini gözlerimden ayırmadan bu kez çaresiz bir tonlamayla devam etti. “Bunu bana yapma!”
***
Gözlerim çalan alarmın huzursuzluğuyla aralandı. Oysa daha uykumu alamamıştım. Göz kapaklarım yorgun bir şekilde gözlerimi örterken, ellerim alarmın olduğu yönü bulmak için çırpınıyordu.
Ve sonra tekrar uykuya dalmıştım.
Zihnimin her yanını istila eden bu ses, başımda zangır zangır çalıyordu. Şu alarmı bulsam her şey hallolacaktı. Ve ellerim tekrar başucumda ki masanın üzerini yokladı, fakat hayır hastaneye gitmeyecektim ki!
İstemsiz bir şekilde kalkıp doğrulduğum esnada ancak kendime gelebilmiştim. Bu ses alarmıma ait değildi. Çalan ses telefonuma aitti. Ve Nehir ustalıkla uykumu berbat etmeyi başarmıştı.
“Efendim Nehir!”
“Sana da günaydın tatlış kankam. Tabi bizim için öğlen oldu ama muhtemelen sen yeni uyanıyorsundur.”
Gözlerimi ovuştururken uyku mahmurluğuyla dediklerini idrak etmeye çalışıyordum. Sessizliğim karşısında sözcüklerine devam etti.
“Meva yoksa bu gün bizi ziyarete gelmeyecek misin? Şu anda Selma’yla yemek yiyoruz ve senin tatlılarına ihtiyacımız var. Lütfen gel, lütfen lütfen.”
Geleceğimi söyleyip telefonu kapattım. Yemekten sonra tatlılarını yiyebilmeleri için yola koyuldum.
Hastane bahçesine vardığımda, orada olmadıklarını fark etmemle hastane girişine adım attım. Uzun hastane koridorunda yürümeye başladığım an, dışarıdan aşinası olduğum ambulansın siren sesleri kulaklarıma doldu. Bir türlü atlatamadığım o sahne yine gözlerimin önüne gelip bütün zihnime hükmediyordu.
Babamın kırlaşmış saç tellerinden dökülen yağmur damlaları yerleri ıslatırken paçalarındaki çamurlarda bir hayli etrafı kir ve pasa bulamıştı. Fakat bunlar ne onun ne de bizim umurumuzda değildi. Olacaklardan habersiz bir şekilde saniyeler sonra annemin ölümüne şahit olacaktık.
Siren sesleri iyice yaklaşıyordu, sanki dünyadaki bütün sesler kesilmiş, dünya siren sesini dinlemeye odaklanmıştı. Sanki zaman bu sesi duyduktan sonra ağır ağır ilerliyordu. Ya da ilerlemiyordu.
Tıpkı o gün bizim evimize de yaklaştığı gibi yaklaştı o ürkütücü ses. Yaklaştıkça sesin içindeki netlik ortaya çıkıyor, birbirini kovalayan frekanslar ağır bir gerginlik ve telaş içeriyordu. Donup kalan bedenimin aksine ruhumda birikmiş bir telaş, korku ve gergin bir karmaşa vardı.
O gün Babam hissetmiyordu. Bedeni bu dünyadan göçüp gitmişti sanki annemle beraber. Ben O gün sanki hem annemi hem babamı kaybetmiştim. Annem sedyeye kaldırılırken ellerinden tutup onunla birlikte gitmek istemiştim. Onsuz dünya bir buzhaneden ibaretti.
Bir kolu sedyeden düşerken narin ve cansız bileğindeki hareketsizlik bana yaşanan bütün bu dehşetli olanların gerçek olmadığını haykırmak ister gibiydi.
Hastane kapısı açılır açılmaz bir kadının haykırışıyla korkutucu bir şekilde ürperip kendime gelmem bir oldu. Bu bağırış öyle bir bağırıştı ki sesi göğsünden çıkıp bütün sınırları aşmak ister gibiydi. Acı ve korku dolu bu haykırışın ne demek olduğunu çok iyi biliyordum.
Bu sedyede gelen bir hastanın değil bir ölünün habercisiydi. Emindim, yaşayan emin olur, yaşamayan her zaman tereddüt ederdi.
Bütün hastane koridorlarını dolduran çığlık, bağrındaki acıyı sindiremiyor bunu sesiyle dışarı atmak istiyor gibiydi. Emindim bir kayıptı bu, bir korku, bir kabullenememe durumuydu.
Sedye bana doğru yol alırken göğsümle gerdanlığım arasına yerleşen acı ürpertiyi bütün iliklerime kadar hissediyordum, zihnim saat kavramını olağanca gücüyle yok ederken sedyenin yanıma ulaşmasına ramak kalmıştı.
Birkaç hemşire, bağıran kadını durdurup sakinleştirmeye çalışıyordu. Yönümü çevirip baktığımda ise kadını göremedim. Kadın onların kollarından kurtulmayı başarmış, ısrarla sedyede yatan ölünün peşinden sürükleniyordu. Önünde ki hemşire çekilse kadını görebilecektim. Onu görmeyi istiyordum çünkü sesi tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu.
Gözlerimi sedyeden ayırmadan üzerinde yatan cesede baktım. Lakin beyaz bir örtüyle her yeri kaplanmıştı. Örtü kanlara bulanmıştı ve kalan beyazlıklarda birazdan kaybolacaktı. Yanılmamıştım ölmüştü... Annem gibi, tıpkı hayallerim ve çocukluğum gibi...
Çığlık atan kadın hemşirelerin kolundan kurtulduğu sırada “Hayır o ölmedi, bırakın onu bırakın duymuyor musunuz? Ölmedi o.” diye haykırarak sedyenin yanına geldi. Kadının yüzünü gördüğüm anda ise bedenim kaskatı kesilmişti. Poşeti tutan parmaklarıma yayılan uyuşukluk hissi bütün bedenime yayılmıştı.
Bu kadın Ömer’in annesiydi.
Hemşirelerin kolundan kurtulmasıyla, yanıma kadar ulaşıp, sedyenin üzerinde örtülü duran adamın yüzünde ki örtüyü bir çırpıda atmıştı.
Tam o anda tatlı poşeti ellerimin arasından kayıp, soğuk zemine sert bir şekilde çarpmıştı.
Dökülen tatlılar ise zeminde parçalanıp her tarafa yayılmıştı.
Donuk bakışlarımda biriken yaşlar, kirpiklerimin üzerinde toplanıp küçük bir okyanus halini almıştı.
Ölmüştü…
Pelerinsiz kahramanımın babası…
Birinin omuzlarımdan sarmasıyla, kirpiklerimin üzerinde biriken okyanuslarda sarsılmış, bu sayede bir damla yaş yuvasından kopup tenimin üzerinden süzülüp gitmişti. Sanırım sarsılan tek şey omuzlarım değildi.
Aynı anda bir kez daha sarsılırken Nehir’in sesi kulaklarıma doldu.
“Meva lütfen kendine gel. İyi misin?”
Gözlerim ifadesiz ve donuk bir şekilde yüzüne yönelirken, içimde dolup taşmak üzere olan duygularla büyük bir savaş içerisine girmiştim.
“Nehir,” dedim kısık bir sesle sonra sustum. Konuşmak istiyordum lakin sözcükler bir türlü dudaklarımdan dışarı çıkmıyordu. Sanki iki dudağımın arasına prangalanmışlardı.
Bir çocuk daha ebeveyninin ölümüyle yüzleşecekti. Ölüm bize bu kadar yakınken neden bu kadar uzak görünüyordu?
Omuzlarım bir kez daha kuvvetle sarsıldı.
“Meva iyi değilsin ve bu beni korkutmaya başladı.”
“İyiyim.” dedim bir solukta. Ayağımın dibine dökülen tatlılara kaydı bakışlarım.
Nehir’inde bakışları benim bakmamla o tarafa yöneldi, ardından “Dert etme ben hallederim.” dedi hassasiyetle.
“Gerek yok ben hallederim Nehir. Sadece bana biraz zaman ver lütfen. Şu an için yalnız kalmam gerekiyor.”
Bir şey söylemesine fırsat vermeden asansörle teras katına çıktım. Boğulacak gibiydim ve nefes almaya ihtiyacım vardı. Burada kimsenin olmayışı, böyle zamanlar için insanlardan uzaklaşmanın en iyi yerlerinden biriydi.
Şimdi ne olacaktı? Ömer babasız mı büyüyecekti? Ne kadar nefes almaya çalışsam da ciğerlerim oksijeni hissetmiyor gibiydi.
Düşüncelerimi bölen, bu zaman zarfın da kulağıma dolan tanıdık bir ses oldu. Ses gittikçe yakınlaşıyor ve benim şaşkınlığım artıyordu.
Bu gelen kişi babam mıydı? Onun burada ne işi vardı?
Terasın iç bölmesinde temizlik aletlerinin olduğu tarafa yönelerek içeri girdim.
Kapı hafif aralık ve içerisi de hafif karanlıktı. Kapı eşiğinden sızan floresan lambanın cılız ışığı bir tek bulunduğum kısmı aydınlatıyordu. İçim ürperdi. Varlığımı belli etmemek adına kapının arkasına gizlendim. Umarım bana öyle geliyordur yoksa bu gelen kişi babam olamazdı.
Olamazdı, olamazdı değil mi?
Uzaktan duyulan sesi iyice yakınlaştığında, yerimde iki büklüm oldum. Şaşkınlıkla sendelerken bir yerlere tutunma ihtiyacı hissettim ancak elimin değeceği her şey beni ele verirdi. İki kişinin adım sesleri duyuluyordu.
Ciddi sesi kulaklarıma tekrar doluştuğunda, göğsüm titremişti.
“Kız kardeşinin yerini söyleyeceğim ama henüz değil.”
Bunu söyledikten sonra karşı taraf cevap verdi. Duyduğum ikinci tanıdık sesle bütün dengem alt üst olurken, afallamış bir edayla vücudumun sarsıldığını hissetmem uzun sürmedi. Olanları kavramaya çalışsam da zihnim karmaşık bir serüvenin içinde dalgalanıp şiddetle kıyıya vurdu.
Karşısındaki kişi Kartal mıydı?
“İstediklerinizi yerine getirdim Ardunç Bey. Geriye sadece kayıtları verdiğiniz adreste yayınlamak kaldı. Ve oda yarın akşam gerçekleşecek. Kız kardeşimin yerini söyleyin! Sözümün eri olduğumu biliyorsunuz.”
Tabi ya Kartal yayınlatmak üzereyken engel oldukları kayıttan söz ediyorlardı. Bu kayıt neden bu kadar önemliydi?
Bir süre sessizlik oldu. Zihnim uyuşurken büyük bir girdabın içine düşmüş olmanın verdiği huzursuzluk tüm zerrelerime hızla yayılıyordu.
“Yerini söyleyeceğim, bu konuda sabırsız olduğunu ve bir an önce ona kavuşmak istediğini de biliyorum ama konuştuğumuz gibi dediklerim gerçekleştikten sonra mümkün olabilir.”
Babamı daha önce hiç böyle görmemiştim. Sesindeki soğukkanlılık ve sertlik kulaklarımda yankılanırken aslında babamın kim olduğunu düşünmeye başladım. Kartal’la aralarında ne gibi bir bağlantı vardı da kız kardeşi onun elinde tutsaktı?
Kartal neden mağdur duruyordu?
Gardını kıran kişi sahiden benim babam mıydı?
Zihnimdeki düşünceler epey karışıp girift halini alırken, büyük bir gerginlikle yavaşlayan nefesim alnımda terler birikmesine sebep olmuştu.
Babamın aslında kim olduğu düşüncesi istemsizce ürkmeme sebep oluyordu, şimdi onun sıcakkanlı ve sevecen tarafından ziyade diktatör, araya buzdan mesafeler koyan, sert tavırları ve sözleri hiç görmediğim bir tarafının olduğunu gösteriyordu. Ve sanırım son zamanlarda babam, benim tanıdığım babam değildi.
Ve belki de sesinde birazda acımasızlık vardı. Ne işler karıştırdığını bütün hissiyatlarımla merak ettim, aynı zamanda öğrenmek istemediğimi anladım.
Mesela annemin katilini biliyor da, susuyor olabilir miydi?
Çünkü babamın tehlikeli bir insan olma fikri korkutucu geliyordu. En üzücü olan ise kalbimi üzüp, derin bir karanlığa itiyordu.
Babam devam etti. “Parolaya gelecek olursakta sana kaybetmenin bedelinden söz etmiştim. Umarım kimsenin eline geçmemiştir.”
Bahsettiği kayıt, Kartal’ın bir polisten kaçırdığı kayıtlar mıydı sahiden?
Bu yüzden miydi Karan’la aralarındaki soğuk savaş?
Kapı aralığından görünmeyecek bir şekilde hafifçe onlara baktım. Babamın asileşen gözleri Kartal’ın üzerinde hiç kıpırdamadan dinlenirken yine o soğuk ve de ruhsuz sesiyle devam etti.
“O parolayı bulmazsan kız kardeşini unut.”
Bu sözlerden sonra Kartal çılgına uğramış bir ifadeyle çenesini ve yumruklarını öfkeyle sıktı. Korkutucu görünüyordu.
“Ne demek kız kardeşini unut!? O kayıtları onların elinden almak için ne kadar çaba sarf ettiğimi biliyorsunuz. Az daha mesleğimden oluyordum. Kız kardeşimin yerini söylemezseniz-“ Diye meydan okurken babam sözünü kesip kendi cümleleriyle devam etti.
“O kayıtlar yayınlanacak ve sende parolayı kime kaptırdıysan bulacaksın. Kızım bu işin peşine düştü. Onu tehlikeye atamam. Bir an önce halletmeni istiyorum, söyleyeceklerim bu kadar!” diye cevap verdiğinde, sesi biraz daha gür ve öfkeli çıkmıştı.
İliklerime kadar üşüdüm. Çehremde koca bir hayal kırıklığı büyüyordu. Tıpkı annemin öldüğü gün gibi göğüs kafesime vuran kalbimin atışları hiç bu kadar kırgın atmamıştı. Burnumun direğini sızlatan, babamın acımasız kelimeleriydi. Evet beni korumak istiyorsun baba lakin bunu başkalarını tehlikeye atarak yapamazsın.
“Parolanın kimde olduğunu bilmiyoruz bunu lehimize kullanmak isteyen biride ele geçirmiş olabilir. Bunun bizim için ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğini biliyorsun. Bu sorumsuz hareketin bedelini kaptırdığın kişiden almakla ödeyeceksin.”
Keskin ve sert bakışlarıyla Kartal’a tehditkar imalarda bulunurken ağır ve kendinden emin bir biçimde bir şey demesine fırsat vermeden yanından geçip gitmişti.
Kartal içinde bulunduğu durumu sindirmeye çalışıyordu, aynı zamanda bende. İkimizin de öfkesi yarışırdı. Çatık kaşlarının arasından yüzünü sertçe sıvazladığında, hırsını ve hıncını alamadan korkuluklara sert bir tekme savurdu. Elinde olsa öfkesiyle bütün dünyayı yıkacaktı sanki. Gözlerine yerleşen kızarıklıklar bu çaresiz görüntünün bir parçası haline gelmişti.
Bir ânda sinirli ve çaresiz bağırışını duyduğumda irkildim. Bu nedenle geriye doğru iradesizce adım attığım esnada, ayağım temizlik aletlerine çarptı. Sessiz ortama aynı anda ufak çatırtılar yayıldığında; Kartal olduğu yerde donakaldı. Bende farksız sayılmazdım.
Bu kez içeriye girerse ölüm fermanımı kendi eliyle verebilirdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |