
Yok olan karanlık bir soy, eğer hatalar yapmasalardı ürkütücü güzellikleri ve günaha çeken yüzleriyle onlar bir efsane olurlardı.
Fakat onlar cehennemi seçtiler.
İblis halk olarak anılıyor, hatta bazen anılmaya bile gerek duyulmuyordu onlara.
Bu böyle devam ederse tarihten olduğu gibi kendileri de silinecekti.
Tabii baş krallığa yeni bir vâris gelene kadar.
Bir vârisi diğer bir krallığa çekmeye çalışmak savaş sebebi sayılırdı fakat Prens İcarus'un da bahane sayılan sebepleri vardı.
Her şeyden önce onun annesi bir ulu kraliçeydi. Krallığa hangi vâris, kral, kraliçe, prenses ve prens gelirse gelsin gücün kaynağı her zaman onda kalacaktı.
Bir celladı çıkmadığı sürece ölümsüzdü.
Oğlu doğmadan önce de krallığı kurtarmak için planlarını kafasının içinde döndürüp duruyordu elbette.
Normal şartlar altında büyü yapmak savaş hâlinde bile yasaktır fakat onların krallıkları elbette buna uyacak değillerdi, en başta ise Amora bir ulu kraliçeydi.
Bütün krallar ve kraliçelerden üstündü.
Oğlu ise tamamen onun canına bağlıydı, kraliçenin güçleri oğlunda da doğal olarak vardı.
Genlerinde kırmızı ve kızıl vardır, kural tanımazlıklarının temsilidir onlar. Her kılığa girebildikleri gibi zihninizin en kuytu köşelerine bile ulaşabilirler.
"Vârisim?"
Derin sessizliğe hakim kütüphanede kulaklarıma gelen sesle başımı elimde ki kitaptan kaldırıp karşımda duran adama çevirdim.
Gözleri bendeyken elimde ki kitaba döndü.
"Krallığın seni sıktı da başka krallıkları mı araştırıyorsun?"
Daha çok samimiyetle ifade ettiği kelimeler karşısında nedensizce telaş kaplamıştı bedenimi.
"Yok hayır, merak ettiğimden sadece."
Gülümseyip yanıma oturdu ve bana döndü. Mavi gözleri duygusuz olduğu kadar sıcacıktı. Ve bunu nasıl beceriyordu hiçbir fikrim yoktu...
Göz temasını bozmadan elimde ki kitabın kapağını kapattı.
"Krallıklara olan ilgini takdir ettim ama bazı meraklar hiç açılmaması gereken sayfaları aralar vârisim. Bu sayfalar arasında kaybolup basit bir kelimeden ibaret kalma bu kitapta ki gibi."
Daha sonra krallığına ters mavi gözleri zeminde oyalandı, daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi.
"Ama olurda kızıla boyarsan kendini, her şeye rağmen ben o kelimeyi bıkmadan defalarca okumaya razıyım..."
Kalbim teklemeye başlarken gözlerime geri döndü, uzun uzun baktı. İlk defa bu kadar uzun uzun takılı kalmıştı gözlerim gözlerinde.
Kısa bir an sonra gözlerini kısıp üzerime eğildi.
"Ama sadece ben okurum."
Ben mi fazla soğuk davranıyordum yoksa o mu fazla samimiyet kurmuştu?
Sadece kral ve vâris bağı değil mi aramızdaki şey?
Hayır bundan daha fazlası da olabilirdi, yoksa henüz bir kaç gündür sarayın içinde olmama rağmen yüzünü her gördüğümde ona hayran kalmazdım.
Kral ve vâris bağını araştırmam gerekiyor.
Gözleri dudaklarıma kayınca tereddüt edip gözlerime baktı tekrar. İzin alıyordu.
Devrelerim yanacak, biz sadece iki siyaset insanı değil miyiz?
İzin versem çok mu hızlı gitmiş olurduk?
"Kralım!"
İçeri gelen bir başka sesle irkilip başımı önüme çevirdim hemen.
Kral memnun değilmiş gibi bir nefes verip askere döndüğünde asker ne yapacağını bilmez hâldeydi.
Bir dakika ya, bu o aptal komutan.
"Özür dilerim kralım, aniden girmemeliydim."
"Söyle Richard."
Komutan bana kısa bir bakış attıktan sonra krala döndü ve ellerini önünde birleştirdi.
"Vârisin anne ve babası geldiler."
Kralın bakışlarının bana döndüğünü hissettim.
"Neredeler?"
Oturduğum koltuğun üzerinden kalkıp komutana döndüm. Komutan bana uyarıcı bakışlar gönderdiğinde kaşlarım çatıldı, ne diyordu yine bu herif?
"Richard!"
Kralın ürkütücü sesiyle komutanın bakışları benden ayrıldı ve krala döndü.
Gözlerim kısa bir an mavilere dönerken kaşlarının çatılmış olduğunu fark ettim.
"O sadece şifacıların kızı değil benim de vârisim. Bunu kabullensen iyi olur yoksa kendini idâmdan önce ki son akşam yemeğini düşünen mahkûmların yanına hazırlarsın."
Komutan panikle yere çöküp kralın önünde eğildi.
"Özür dilerim kralım ben..."
"Vârisimden özür dileyeceksin!"
Komutan hızla bana dönüp aynı hareketi yaptı.
Birisi beni aileme götürebilir miydi artık? Bu ahmak herifin özürünü istemiyordum...
"Özür dilerim vârisim, ben..."
"Kalk ve beni aileme götür komutan."
Söylediğim gibi ayağa kalkıp önce bana yol verdi.
Bizim komutanı korkak kedi yavrusu gibi gördüğümi anneme anlatacaktım.
(...)
Lorvil'in en çalışkan köy halkı saraya yakın ormanın içinde bir yerdi. Çok takdir görmelerinin sebebi sarayın askerlerine özel, dayanıklı, keskin kılıçlar yapmaları ve saray soylularının aksesuarlarını hazırlamalarından geliyordu. Halk vampir soyundan gelmiş olsada saygı görülüyordu.
Tarih boyunca bütün krallıklarda vampirlere iyi yaklaşılmamıştı, kendileri de halka iyi gelmemişlerdi zaten.
Fakat bu halk vampirlere zıt kişiliklere sahiplerdi. Vampir olmanın getirdiği özellikleri gerektiğinde kullanılmasına karar getirmişlerdi. Tabii bunu sağlayan yegane kişi ise Kral Ace'tı. Bu köyün vampirleri Ace'a gösterdikleri saygıyı eski krala göstermemişlerdi. Çünkü Ace'a göre halkın hiç bir kesimi ötekileştirilmemeli ve krallığa katkı sağlamalıydı, baş kraliyet olmanın sorumluluğu altında kendi halkları birbirlerine sataşmamalıydı. Onlara özel yüzükler tasarlanmıştı, böylelikle güçlerini kontrol edebiliyor ve sadece gerektiğinde kullanıyorlardı.
Ayrıca çok akıllıydı bu halk.
Krallığa ait olmayanları gözlerinden tanırlardı. Kraliyet asker ordusunun yüzde yetmişi bu halktan oluşuyordu ve kuvvetli vatan sevgileri, kıvrak zekaları ile keskin darbelerle düşmanları en hızlı şekilde alt edebiliyorlardı.
"Lorvil'in değerli halkı, beni dinleyin!"
Kasabanın ileri gelenlerinden olan kirli sakallı, gecenin karanlığı gibi dikkat çeken gözleriyle Efendi Corvin halkını bir duyuru için meydana toplamıştı.
Meydan Lorvil'in sembolü gibi gösterilen çam ağaçlarıyla doluydu, kraliyet ormanlarının çoğu bu ağaçla kaplıydı zaten. Lorvil'in her yerinde çam ağaçları ve turuncu kediler vardı.
"Vârisimiz artık sarayın içinde, kralımızın yanında. Bizlere yakışır şekilde en güzel aksesuarları vârisimiz için yapacağız, en parlak ve keskin kılıcı ise vârisimizin ellerine kendimiz vereceğiz. Kral Ace'ın bizlere yapmış olduğu her şey için, vârisimize elimizden gelenin daha üstünü takdim edeceğiz!"
Halk, adamı onaylarken yanında ki kâtibi kulağına eğildi onun.
"Efendim, kral Ace bir mektup göndermiş. Vâris için önemli bir konu."
Adam başını olumlu anlamda sallayıp kasabayla alakalı bir kaç konuya da açıklık getirdikten sonra ağaç evine doğru yol almaya başladı kâtiple birlikte.
"Mektubu Albay Cash getirdi, mühim bir konu olmalı."
Kâtip, adama bilgileri aktarırken kasabanın ileri geleni Efendi Corvin kırlaşmış saçlarını kaşıdı.
"Daimu, albay vârisle alakalı konuları da aktardı mı?"
Kâtip Daimu hatırlamaya çalışır gibi gözlerini kıstıktan sonra başını olumsuz anlamda saladı.
"Hayır Efendi Corvin, sadece mektubu verdi ve gitti."
Ağaç eve vardıklarında yosun tutmuş, ağacı etrafında dönerek saran merdivenlerden çıkmaya başladılar.
Corvin kapıyı açmak için anahtarını çıkarttığı esnada aşağıdan bir ses geldi.
"Hey, başkan bozuntusu."
Hayretle sesin geldiği yöne baktıklarında parlak siyah saçlı, uzun ve siyah rengi solmuş kapişonlu peleriniyle bir adam göründü.
"Kim bu ağzı bozuk yabancı?" Diye düşündü Efendi Corvin.
Yabancı kısa bir an tereddütle sordu.
"Yani, başkansın değil mi? Kasabanın efendisi."
"Ne istiyorsun? Uğursuz birisine benziyorsun."
Kâtip, efendiden önce davrandı ve onu korumak amaçlı bir adım önce çıktı.
Yabancı kısa bir an güldü.
"Efendine olan korumacılığına hayran kaldım yakışıklı oğlan. Kasabanın diğer geri kalanı da böyle aşırı vatansever midir?"
Efendi Corvin genç kâtibi kenara çekip yabancıyı daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı.
"Kimsiniz? Bu krallıktan olmadığınız kesin."
Yabancı inci gibi parlayan dişleriyle sırıttı.
"Sonunda tanışma zahmetini gösterdiniz. Öyle üstten üstten konuşmak olmuyor ama, yanıma gelinde ne istiyorum ve kimim konuşalım."
Kâtip tereddütle efendiye baktı. Efendi sorun yok dercesine elini havaya savurduktan sonra ağacın gövdesine tutunarak tahta merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladı. Kâtipte onu arkasından takip ediyordu.
Sonunda aşağı vardıklarında yabancı beklemeden yanlarına geldi.
"Merhaba Beyler, haber vermeden geldim tabii sizi tedirgin etmiş olmalıyım..."
"Kimsiniz?"
Efendi, sorusunu bu sefer daha sert bir ses tonla tekrarladı.
Yabancı kapişonunu yavaşça indirip elini cebine attı. Cebinden kırmızı bir taş çıkartırken efendi ve kâtip bunun sıradan bir taş değil, Lorvil dahil bütün kraliyetlerin en pahalı mücevherlerinden biri olan 𝐻𝑒𝑖 olduğunu anladılar.
Efendi gözlerini kocaman açıp yabancıya döndü.
"Hırsızlık mı yaptın yabancı, saraydan mı çaldın bunları?! Cezasını hafife almayasın, bu son nefeslerindir."
Yabancı göz devirirken alınmış gibi bir sesle konuştu.
"Kasabanın ileri gelenleri bile kişileri giyinişine göre yargılamaya çok müsait."
"Zengin misin? Öyleyse seni neden tanımıyorum? Beş krallığın her birinde ki soyluları tanırım ben. Seni ilk defa görüyorum."
Yabancı umursamazlıkla cevapladı.
"Aferin sana öyleyse ihtiyar. O kadar kişiyi akılda tutabilmek hafıza ister."
Elinde ki, ağacın gölgesinin verdiği hafif karanlıkta parıldayan mücevheri gösterdi.
"Bir soylu değil madenciyimdir. krallığa değil, özel çalışırım. Bunun gibilerden bende çok var. Lorvil'in yeni vârisine akseusarlar yapacaktınız değil mi? En iyi mücevherleri uygun bir fiyata sizlere satarım. Ancak benimde şartlarım var."
Kâtip hemen öne atıldı.
"Sana neden güvenelim ki? Hangi krallıktan olduğunu bile bilmiyoruz."
Yabancı gülümsedi fakat bu gülümseme samimiyetten çok uzaktı.
"Siyah saç ve gözlerim, uzun boyum, kıvrımlı dudaklarım Hetana'dan olduğumun göstergesi değil midir?"
Efendi Corvin kaşlarını çattı anlamak ister gibi.
"Kralının izni var mıdır buraya gelmen için? Ve tabii en önemlisi Lorvil kraliyet soylularının."
Yabancı şeytani bir gülümseme sundu kâtip ve efendiye.
"Peki ya senin ölüme hazırlığın var mıdır efendi?"
Yabancının saçları koyu kırmızıya, gözleri kızıla dönerken efendi ve kâtip durumu çoktan anlamışlardı fakat artık çok geçti.
Kralın yazdığı ve albayın getirsiği mektuptaki vâris için olan endişenin tek kaynağı bu uğursuz 𝑖𝑏𝑙𝑖𝑠𝑡𝑖.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
