Ateşli saldırı artık son bulmuştu ve yağmurunu akıtan kara bulutlar bize matemimizde eşlik ediyordu. Belki de toprağa işleyen kan kokusunu yok etmek içindi bu hiddeti. Acılarımızı toprağa gömüp devam etmemiz için bir hediye ya da.
Şehitlerimiz var. Acımız tam karşımda toprağa düşen yağmur damlalarından bile çok. Kalbim sıkışıyor. Sanki birisi ciğerlerimi sıkıyor ki nefes alamayayım. Onca beden, onca hayat, onca sevda tek bir kurşunla son bulup toprakla buluştu. Bu kalleşliği kim yaptı bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var. O da hepsini tek tek darağacına vuracağım gerçeği. Onları kendi ellerimle bulup son nefeslerini verirken tam karşılarında olacağım.
Gittikçe yaklaşan ayak sesleri kafamın içinde dolaşan karmaşadan çıkmama neden oldu. Arkamı döndüğümde Tugay’la göz göze geldik.
“Komutanım dışarıdaki son şehidimizi de içeri taşıyoruz.” O bu sözleri söylerken askerler de son olduğunu düşündüğüm şehidimizi içeriye aldılar. Üzerini diğerlerinde olduğu gibi beyaz bir örtüyle kapatmışlardı. Hastanenin içi o kadar kalabalıktı ki şu an hareket etmek çok zordu. Bu yüzden neredeyse yaralı birisini taşıyan başka bir sedyeyle çarpışmaktan son anda kurtuldular. O sarsıntıyla beyaz örtü hafifçe kaydı. Altındaki nur yüzlü açığa çıktı. İşte o an sanki birisi karnıma doğru şiddetli bir yumruk salladı. Nefessiz kaldım.
Örtünün altındaki beden küçük bir kız çocuğuna aitti. Saçları iki yandan örülmüş, küçük yüzlü, en az kar kadar beyaz tene sahip küçücük bir kız çocuğu. Yüzündeki gülümseme hâlâ solmamıştı. Küçük bir bebeğin masumluğu taşıyordu. Sol kolunun hemen altındaysa kendi kadar şirin bir oyuncak tavşan var. Artık eski beyaz hâlinden eser kalmayan uzun kulaklı minik bir tavşan.
O gözden kaybolurken yönümü yeniden Tugay’a çevirdim. Onun da bakışları benim baktığım taraftaydı. Onun da yüzünde yadsınamaz bir acı belirtisi vardı. Ama gözlerindeki öfke bunu bastırıyordu. İntikam hırsı bedenini ele geçirmişe benziyordu.
Başımla söylediklerini onayladıktan sonra selamını verip yanımdan uzaklaştı. Ben de yönümü yeniden bahçeye çevirdim. Daha bir hafta önce Dalia’ı getirdiğimiz sabah etrafta koşuşturan insanlarıyla, mutlu yüzleriyle, şen sesleriyle fazlasıyla güzelken şimdi tam anlamıyla matem sessizliği vardı.
Dalia! Onu tamamen unuttum. Olaylar o kadar karmaşık ve bir anda olmuştu ki onu hastane odasında bıraktığım aklımdan tamamen çıkmıştı.
İçeri doğru hızlıca geçip merdivenlerin olduğu alana yöneldim. Odası dördüncü katta olduğundan ve merdivenler şu an fazla kişi tarafından kullanıldığı için ona ulaşmam biraz zaman alacaktı. Olabildiğince kimseye çarpıp işlerinden alıkoymamaya çalışarak yukarı çıkmayı amaçladığım için de ekstra bir zaman kaybı yaşanacak gibi görünüyordu.
Birinci ve ikinci kat derken üçüncü katın merdivenlerine ulaştım. Ağabeyimin odası bir alt katta kalkmıştı. Olay olduğu an ilk koşanlardan birisini o olduğu için hâlinden haberdardım. Bu yüzden oraya hiç uğramadım. Muhtemelen hâlâ yaralılarla ilgileniyordur. Bu yüzden hiç de yanına gidip kalabalık etmeye gerek yok.
Üçüncü kata geldiğim an yukarıdan gelen hemşirelerden birisiyle çarpıştım. Başımı merdivenlerden kaldırıp karşımdaki hemşirenin suratına baktığımda tanıdık bir yüzle karşılaştım.
“Selim.” Yüzünde her hâlinden belli olan bir yorgunluk çöküntüsü vardı. Koşturduğu için de nefes alışverişini kontrol etmeye çalışıyordu.
“İyisin değil mi? Bir şeyin yok.” Başıyla onayladı an gözünden bir damla yaş süzüldü. Onu kendime çekip sıkıca sarıldım. Göğsünün hızlandığını hissetim. Başını omzuma yaslayıp o da bana aynı şekilde sıkıca sarıldı.
“Çok şehidimiz var Selim,” dedi hıçkırıkların arasından. “Çok.”
“Vatan sağ olsun.” Sesi kesik kesik çıkmıştı.
Ablamın son söylediklerini içimden tekrar ettim. Vatan sağ olsun. Bundandı ya işte bütün çabamız. Bayrağımızın altında özgürce dolaşabileceğimiz bu vatanı canımız pahasına korumak ilk vazifemizdi her zaman. Nice yiğitler bu amaç doğrultusunda şehit olmamış mıydı? Kim atasının ilkelerini çiğneme cesaretinde bulunabilirdi ki?
Ablamı kendimden uzaklaştırdıktan sonra yüzünü avucumun içine alıp akan son birkaç damla yaşı da sildim. “Şimdi benim ufak bir işim var. Onu halletmem gerek. Yine uğrarım yanına.”
Ablamı geride bıraktıktan sonra hızlıca son katın merdivenlerini de çıktım. Dalia’nın odasının olduğu katın koridorunda yürürken etrafta hâlâ pek çok yaralı ve şehit cenazesi vardı. Yavaş adımlarla ilerlerken bile onları ezmeden geçmeye çalışmak çok zordu. Dalia'nın odası sonlara doğruydu. Sıra sıra dizilmiş odaları geçerken aralık kapılardan içerisi pek rahat görülüyordu. Her birinin camı çerçevesi paramparça olmuş her biri bambaşka bir köşeye saçılmış bir hâldeydi. Enkaz acı verecek derecede çoktu.
Son odaya doğru yaklaştığımda adımlarım daha da yavaşladı. Dalia tam karşımda durmuş bana bakıyordu. Ben gelmeyince dayanamayıp dışarı çıkmış olmalı. Zaten hâlihazırda çökük olan yüzü daha da solgunlaşmıştı. Sallanıyor muydu o? Başını yana doğru eğip yüzüne yarım bir gülümseme yerleştirdi. Geriye doğru birkaç adım attığında arkasında duran Akif düşmekten son anda kurtardı onu. Bakışlarımı aşağı doğru kaydırdığımda hastane elbisesinin dizine denk gelen kısmına yayılmış kırmızılık gözüme çarptı.
O an korku bütün vücuduma yayıldı. Kalp atışlarım dışarıdan herhangi birisinin duyacağı kadar hızlıydı. Adımlarımı daha da hızlandırıp ona doğru koşmaya başladığımda yüzündeki gülümseme silinip gitti. Dudakları düz bir çizgiye dönüştüğünde yeniden yerinde sallanmaya başladı. Göz kapakları kapanıp da vücudunu artık kontrol edemediği an yere düşmek üzereyken yeniden kollarımın arasına alıp düşmesine izin vermedim.
Dizlerimi büküp başını oraya yerleştirdiğimde Akif nabzını kontrol etmek için parmaklarını boynuna yerleştirdi. “Akif ne oldu?” Bağırışım bütün koridorda yankılandığında yanımızdan geçen birkaç hemşirenin dikkatlice bizi süzdüğünü hissettim. Akif nabzı kontrol ettikten Dalia’nın dizinin üzerine gelen elbisenin kumaşını eliyle yırtıp kanayan bölgeyi açığa çıkardı.
“Cam mı bu?” diye fısıldadı. Bakışlarını bana çevirdiğinde gözlerindeki korku ve şaşkınlık çabucak fark ediliyordu.
“Komutanım bunu çıkarmamız lazım.”
Akif ayağa kalktığında Dalia’nın karnının üstünde duran sağ eli yere düştü. Avcunun içi kıpkırmızıydı. Çok uzun zaman geçmiş olmalı ki kan artık kurumaya başlamıştı. Bu da camın uzun denilebilecek bir süreden beri dizinde olduğu anlamına geliyordu. Çıkıp yardım istemek yerine gelmemi mi beklemişti yani?
Çatışma bittikten sonra yardım geldiğinde onun yanına gelip nasıl olduğunu kontrol etmem gerekiyordu ama ben öylece durup dışarıyı seyretmeyi tercih etmiştim. Aptal kafam... Camın kenarı bir bezle çevriliydi. Demek ki kanı durdurmaya çalışmıştı. Bunda biraz da olsa başarılı olsa da ince bez parçası çok da örtememiş kanlı yarayı. Hem kendi bacağında ince çizgiler hâlinde süzülmüş hem de hastane elbisesine fazlasıyla bulaşmış.
Sanki birisi bizi yeniden o geceye göndermişti. O yine benim kollarımın arasında baygın bir hâldeydi ve yine bir şekilde yaralanmıştı. Parmağımı boynuna götürüp nabzını bulmaya çalıştım. Nabzı fazlasıyla yavaş atıyordu. O geceki gibi. Tarih yine tekerrür etmişti ve biz yine o geceyi yaşıyorduk.
Etrafta koşuşan hemşirelerin ayak sesleri artık yok denecek kadar azdı. Zaman ilerleyip de işler sistematikleşince düzenli bir şekilde hareket edilmeye başlandı. Elimi Dalia’nın alnına koyup ateşini ölçtüğümde hissettiğim soğukluk tenimi ürpertti. Buz gibiydi. Sanki birisi onu saatlerce morga hapsetmiş de bu yüzden teni sıcağı unutmuş gibiydi. Yaklaşan ayak seslerini duyunca elimi Dalia’nın alnından çekip sesin geldiği yöne döndüm. Akif’ti ayak seslerinin sahibi.
“Nerede kaldın?” dedim hiddetle.
Yanımda durduktan sonra soluk alışverişini düzenlemek için ellerini dizlerine koyup bir süre bekledi. En sonunda derin bir nefes verdikten sonra dikleşti ve elinde tuttuğu sargı bezini ve birkaç eşyayı gösterdi.
“Komutanım çok fazla yaralı olduğu için malzemeler neredeyse tükenmiş. Bunları bulana kadar canım çıktı.”
Hâlâ soluk alışverişi düzene girmiş gibi durmuyordu. “Birde yatabileceği bir oda aradım ama bulamadım.”
Eliyle arkayı gösterip yutkundu. “Ama aşağıdaki odalar yavaş yavaş temizlenmeye başlamış. Onlardan bir tanesini kullanabiliriz.”
Daha fazla beklemeden Akif’i onaylayıp Dalia’yı daha iyi taşıyabilmek için başını yavaşça yere bıraktım. Onu dikkatlice kucağıma aldıktan sonra Akif’i takip etmeye başladım. Asansörün önüne geldiğinde durdu.
“Komutanım asansörler daha yoğun. İsterseniz merdivenlerle inelim.”
Söylediklerinden sonra ilk önce Dalia’ya daha sonra asansörlerin tam karşısında olan merdivenlere baktım. “Tamam. Hadi gidelim.”
Akif önde hızlıca merdivenlerden inerken ben basamaklara inmeden önce Dalia’yı düşmemesi için daha sıkı bir şekilde tuttum. Başı geriye doğru düştüğünden duvara çarpmaması için korkuluğun olduğu taraftan inmeye başladım. Hızlı bir şekilde inerken Akif önden seslendi.
“Komutanım oda giriş katta.” Şu an ikinci kattaydık. Bu da demek oluyor ki şu an inmemiz gereken iki kat daha var.
Zemin kata geldiğimizde sola yönelip en sondaki odaya girdik. Camlar kırık olduğu için soğuk hava fazlasıyla dolmuştu içeri. Bu yüzden de çok soğuktu. Dalia’yı temizlenmiş yatağa bıraktıktan sonra Akif daha rahat hareket etsin diye geri çekildim.
Çoktan mart ayına girmemize rağmen hava bir türlü ısınamamıştı. Ben şu an kalın kıyafetlerimle bile üşüyorken onun ince ve yırtık hastane kıyafetiyle buz kesmiş olması çok normaldi. Ağabeyimin odasında kullandığı bir ısıtıcı vardı. Çok uzun zaman önce orada görmüştüm ama hâlâ kullanıp kullanmadığı konusunda emin değildim. Gidip yerinde görmekten başka bir çarem yoktu. Elimi Akif’in omzuna attığımda kısa süreliğinde durup bana döndü.
“Hemen geliyorum. O sana emanet.”
Başıyla onayladıktan sonra odadan ayrılıp doğruca ağabeyimin odasının olduğu ikinci kata çıktım. Kapı aralıktı. İçeride olabileceğini düşünsem de oda bomboştu. Etrafa kısa bir bakış attıktan sonra aradığım şey dolapla duvar arasındaki ince boşluktaydı. Beklemeden alıp doğruca aşağı katın yolunu tuttum.
Odaya girdiğimde Akif çoktan camı çıkartmış yaraya dikiş atıyordu. İğne onun derisine girerken sebepsizce benim canım acımıştı. Allahtan etkisi büyük ama kendi küçük bir kesikti de çok fazla dikişe gerek kalmamıştı. Akif elindeki iğneyi demir kabın içine bırakıp dizi sargı beziyle sarmaya başladı. Ben de o sırada ısıtıcının fişini takacağım bir priz aradım. Yatağın hemen kenarında kullanılmayan bir priz vardı. Fişin ucunu ona takıp ısıtıcıyı doğruca Dalia’nın olduğu alana çevirdim.
Akif artık sargı işini bitirmişti. Üzerine kalın battaniyeyi örttükten sonra geri çekildi. “Sabah olmadan uyanır komutanım inşallah.”
“Şarkı söylemeyi bırakır mısın? Uyuyamıyorum.”
Ne?
Uzandığım andan beri bir türlü uyuyamadığım beton zeminden kalkıp da yatağın üzerine baktığımda Dalia’yla göz göze geldim. Gözleri aralık olsa da uyandığı pek söylenemezdi. O kadar kısıktı ki beni net olarak görüp görmediğinden pek emin olamadım.
“Islık çalmaya başladığın andan beri.” Sesi uzun zamandır konuşmadığı için çatallı çıkmıştı.
“İyi misin? Doktor çağırayım mı?”
Hiçbir cevap vermeden bakışlarını benden çekip dikkatlice etrafı incelemeye başladı. Önce bir süre karşıda duran camı kırılmış dolabı izledi. Sonraysa bakışlarını oradan çekip dolabın solunda bizimse tam karşımızda olan kapıya kaydırdı. Onda da birkaç kurşun deliği vardı. Dışarıdan ateş edildiğinde oraya saplanan kurşunları Dalia uyurken çıkarmıştım. En sonundaysa tamamen bana odaklandı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra sağ elini havaya kaldırıp alnıyla saçının kesiştiği bir yeri kaşıdı. Elini alnından çektikten sonra indirmek yerine görebileceği bir uzaklığa getirip avcunun içine baktı. Birkaç saniye sonra parmaklarını büküp elinin etrafını inceledi. Daha sonra sertçe yere bırakıp gözlerini yumdu.
İyi değil gibiydi ya da anestezinin etkisi daha geçmediği için böyleydi.
Yatağa biraz daha yaklaşıp ateşini ölçmek için eğildiğimde gözlerini araladı. Artık aramızda daha kısa bir mesafe vardı. Gözleri gökyüzü kadar berrak bir mavilikteydi. Bakışlarımı gözlerinden çektikten sonra aramızdaki mesafeyi biraz daha açtım. Sol elimi alnına yerleştirdiğimde gözlerini yeniden kapattı. Sağ elimle yataktan destek alırken bakışlarımı kırık camın ardındaki yavaş yavaş yeşillenmeye başlayan ağaçlara kaydırdım.
Ateşi normal gelmişti. Gün de çoktan aydığı için artık içerisi geceki kadar soğuk değildi. Birkaç saniye ısıtıcının tuşuna basıp kapatmayı düşündüm ama buna yeltenmedim. Onu rahatsız etseydi bunu dile getirirdi ama ona karşı herhangi bir şey söylemedi. Bu da bir sorun teşkil etmiyordu şu an.
Odanın en köşesinde duran sandalyeyi çekerken yere serdiğim montumu da yatağın ucuna koydum. Sandalyeyi ideal uzaklıktaki bir yere yerleştirdikten sonra oturdum.
Gece getirdiğim küçük su şişelerinden bir tanesini yerden alıp ona uzattım. Yatar bir pozisyonda olduğu için su boğazına kaçabilirdi. O yüzden şişenin kapağını açtıktan sonra ilk önce onu yatağın kenarında duran küçük komodinin üzerine koydum. Daha sonra şişeyi sol elime alıp sağ elimiyse yavaşça boynunun altına yerleştirip başını rahatça su içebileceği bir yüksekliğe getirdim. Şişenin ağzını dudaklarına yaklaştırınca birkaç yudum içip geri çekildi. Komodinin üzerinde duran kapağı alıp şişenin ağzını kapatırken oluşan kısa sessizliği bozdum.
“Lütfen bir dahaki bayılmandan önce haber ver de elli metre ötende durayım,” dedim alaycı bir tavırda. Herhangi bir karşılık vermesini bekledim ama yapmadı. Bana bakıyordu ama görmekten çok uzaktı. Küçülmüş gözleriyle bomboş bakarken hâlâ anestezinin etkisinde olduğunu aşikardı. Dudaklarını araladı. Bir şeyler söylemek istiyormuş da kafasında toparlaması gerekiyormuş gibi birkaç saniye daha durdu. Sonra hiçbir şey söylemeden bakışlarını tavana çevirdi. “Yoksa fıtık olacağım seni taşımaktan,” diye devam ettim ben de. “Zaten fazlasıyla ağırsın.”
Beni duymamazlıktan geldi. Ya da verecek bir cevabı yoktu. Göğsü yavaşça inip kalkarken göz kapakları da aynı ağırlıkta kapanıp açılıyordu. Uyandığından beri çok az konuşmuştu. Anestezinin etkisinde olmasına yordum bu durumu.
Bakışlarını yavaşça bana doğru çevirirken gözlerindeki parıltı belirdi. Dışarıdan vuran güneşin etkisiyle olmasını istedim. Ama değildi. Gerçekten ağlıyordu. Gözünden düşen bir damla yaş yüzünden süzülüp yastıkla buluştu. Ardından gelen yaş da aynı şekilde. Yutkundu. Sonrasında yeniden dudaklarını araladı. Gözünden hâlâ yaşlar akmaya devam ediyordu. “Ben ne zaman evime dönebileceğim?” Ağlamasının muhtemel sebebi buydu o zaman. Özlem.
Ülkesinden çok uzakta, hiç bilmediği bir yerde, asla tanımadığı insanlarla beraber, üstelik yaralı bir şekilde hayatını devam ettirmek zorundaydı. Bir de çok uzun zamandır buna mecbur olduğunu düşünürsek bunun onun bedeninde yarattığı enkazı tahmin etmek imkansızdı. En güvendiği insanlar ondan fazlasıyla uzakken nasıl rahatça nefes alıp verebilirdi? Nasıl korkusunu bir kenara bırakıp mutlu olabilirdi?
“En kısa zamanda,” diyebildim ona sadece. Söyleyeceğim herhangi bir şeyin onu teselli edeceğini sanmıyorum. En nihayetinde onun nezdinde ben de yabancı herhangi biriyim.
Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı söylediklerimden sonra. Birkaç saniye sonra silindi ama. Yeniden bakışlarını tavana çevirip sessizliğe büründü. Gözlerini birkaç kez yavaşça açıp kapattıktan sonra uzun bir süre açmamak üzere yeniden kapattı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |