Özgürlük. Birisinin bir başkası tarafından engel konulmadan ya da sınırlandırılmadan hayatını istediği gibi yaşayıp hareket etmesi demek. Benim bir süredir hatta uzun denilebilecek bir süredir içinde olduğum hayatın tam tersi gibi yani. Özgürlüğümün elimden alınması tek bir uçak biletiyle olmuştu. Kalkan o uçağın yere inmesinden sonra bana sadece nefes alma hakkı tanınmıştı. Artık istediğim hayatı yaşayamıyordum, yaşama hakkımı elimden almışlardı. İstediğimi yiyip içemiyordu çünkü bu da onlara kalmış bir şeydi. Hareket ederken bile onların bize sunduğu şarta uymamız gerekirdi çünkü adımlarımızın sonu ölümle sonuçlanabilirdi. Gökyüzüne bakamazdık. Yasaktı. Mavi gökyüzü insana umut verirdi. Onlar bunu da istemezdi. Bütün yanlış kararlar umuttan doğardı. Onlar yanlış karar da istemezlerdi.
Şu an o cehennemde değildim. Ama cennette olduğum da söylenemezdi. Orası benim için ne kadar yabancıysa burası da o kadar öyleydi. Evler yabancıydı. Evlerin içindeki insanlar yabancıydı. O insanların sunduğu her şey bana fazlasıyla yabancıydı. Buna fazlasıyla maruz kalmışken alışmak hâlâ çok uzaktı.
Selim oturduğu sandalyeden kaktıktan sonra yatağın iki yanında duran küçük masalardan birisini kucaklayıp ikimizin de önünde olacak şekilde bıraktı. Bir süredir hiçbir şey söylememişti. Ben de sessizliği bozmamıştım. Bana en son söylediği şey özgürlüktü. Özgürlüğe kavuşmama az kaldığını söylemişti. O da bunun farkındaydı. Burasının bana fazlasıyla yabancı olduğunu ve özgür hissetmemi sağlayacak tek şeyin ülkeme dönmekten geçtiğini...
Sobanın üstünde duran teneke kutuları masanın üzerine koyduktan sonra sobanın ağzını açıp içine birkaç parça odun attı. Sobanın içindeki ateşle buluşan odun parçaları onu kuvvetlendirince ister istemez sobanın dışına yükseldi. Selim o kadar hızlı bir şekilde kendini geri çekti ki yükselen ateş ona ulaşamadı.
“İyi misin?” Bunun cevabını elbette biliyordum ama yine de sorup cevabını ondan duymak istemiştim. Ama buna hiçbir cevap vermedi. Sadece sobanın kapağını kapattığı sırada başını öylesine evet anlamında salladı. Ardından pencerelerden birisinin önüne gelip dışarıya kısa bir bakış baktı. Sonra beklemeden perdeyi kapatıp dışarıyla bağımızı kesti. Birkaç adım sola doğru yürüdükten sonra bu sefer de kapının hemen solundaki perdeyi örttü. Bunları yaparken fazlasıyla ciddiydi. O aslında hep böyleydi. Son zamanların aksine bana hep bu yüzüyle bakıyordu.
Sırtı fazlasıyla kocamandı. Üstüne giydiği kıyafet tam ona göre olduğu için kasları ortaya çıkıyordu ve tabii omzu da. Arkasından onu izlediğimi bilse ne düşünürdü acaba? Delirdiğimi mi düşünürdü yoksa bunu normal mi karşılardı? Bunun cevabını öğrenmem mümkün değildi galiba. Ona sorma cesaretinde bulunamazdım. O da benimle herhangi bir duygusal bir konuşmanın içine girmezdi. Biliyorum.
Bütün perdeleri örttükten sonra kapının hemen yanında duran düğmeye basıp ışıkları yaktı. O kadar uzun zamandır karanlıkta oturuyordum ki ışığın aniden parlaması gözlerimi acıtmıştı. Başımı hızlıca eğip daha fazla acıtmasına engel olduktan birkaç saniye sonra artık her şey normale dönmüştü. Eğdiğim başımı havaya kaldırırken onunla göz öze geldik. Demek ki o da benim onu görmediğim zamanlarda bana bakıyordu. Ya da tatsız bir tesadüften ibaretti.
Hiçbir şey söylemeden yanıma oturup önüme tabakla birlikte bir çatal ve kaşık koydu. Solak birisi olarak omzumdan vurulmuşken yemek yemek fazlasıyla zordu. Sıvı şeyler daha ağzıma götürmeden yolda dökülüyordu. Katı yemeklerde çorbalara göre daha başarılıydım. Hastanede kalırken hemşireler bunu fark ettiğinde yardım etmeyi teklif etmişlerdi ama her seferinde reddetmiştim. Hiçbiriyle gereksiz sohbete girmek istemiyordum. Ne kadar az konuşursak o kadar iyiydi.
Komutan kutuların içinde olan yemeklerden tabağıma koyarken aramızdaki mesafe iyice azaldı. Yan yana otururken de fazlasıyla yakınken artık kolu benim koluma değmek üzereydi. Kolları da omzu gibi kocamandı. Her hareket ettiğinde vücudundan yayılan bir koku bana doğru geliyordu.
Kendi yemeğini de tabağına koyduktan sonra boş kapları masadan indirip yanına bıraktı. Sandalyesine oturduktan sonra arkasına yaslanıp bana doğru döndü. Başıyla önümde duran tabakları gösterdi. “Hadi başla. Acıktığını söylemedin mi?”
“Öyle,” dedim önüme dönerken. “Acıktım.” İkimizin de tabağında pilav ve patates vardı. Bunlar yerken bana zorluk çıkartmayacak iki yemekti. Bunu düşünerek getirmişti belki de bu yemekleri. Ya da ben artık delirme raddesine gelmiştim.
“Delirdin mi?” Başımı hızlıca ona doğru çevirdiğimde bana kaşları çatılmış sorgular bir şekilde bakıyordu. Elinde duran çatalı bana doğru salladı. “Delireceksen de ülkene gidene kadar bekle. Sınırı geçtikten sonra bütün psikolojik sorunların kendini gösterebilir.”
Ne demek istediği tam olarak anlayamamıştım. “Ne diyorsun,” diyebildim sadece. “Anlamadım.”
Elinde tuttuğu çatalı bana doğru yaklaştırıp burnumun ucunda durdu. Başımı hafifçe sola doğru eğip onunla göz göze gelmeye çalıştım. Çatalı burnumun hizasından çektikten sonra tabağından bir patates daha aldı. “Kendi kendine gülünce delirdin sandım da.” Patatesi cümlesini bitirdikten sonra ağzına attı. Ardından kaşığını pilavına daldırdı.
Demek ki düşüncelere dalıp kendi kendime konuşurken istemsizce gülümseyerek kendimi ele vermiştim. Onun hakkında düşündüğümü anlamış mıydı acaba? Muhtemelen anlamıştı. Ya da onu düşündüğümü anlamayıp gerçekten delirdiğim düşüncesine varmıştı.
Ona bakmayı kesip önüme döndüm. Çatalımı avcumun içine alıp patateslerden birisine batırdım. Beklemeden ağzıma alıp çiğnemeye başladığımda aslında daha önce sormam gereken ama bir türlü fırsat bulamadığım sorular bir bir kendini hatırlatmıştı. Çatalıma bir patates daha batırdıktan sonra ağzıma götürürken bir tanesini soruverdim. “Hastaneye saldıranları bulabildiniz mi?” Fazla meraklı birisi olduğumu düşünmesin diye olabildiğince sakin bir şekilde sormuştum.
Çatalımı bıraktıktan sonra bu sefer de kaşığı avcumun içine aldım. Kaşık çatala göre sağ elimle kullanması daha zor bir eşyaydı. Bir şeye batırmak kolaydı elbet ama kaşığı doldururken hep zorlanıyordum. Kaşığı pilavla doldurup ağzıma doğru götürürken soruma hâlâ bir cevap vermemişti. Yüzüne bakmasam da beni süzdüğünü görebiliyordum. Ben yemeğimi yemeye devam ederken önüne dönmeden başını hayır anlamında iki yana salladı. Bunu da görmüştüm.
“Hayır. Daha bulamadık. Bulmaya çalışıyoruz.”
“Anladım.” Bu konuşmamız da fazlasıyla kısa sürmüştü. O bana herhangi bir soru yönlendirmediği için konuşabilmemiz için benim ona soru sormam ya da bir şey demem gerekiyordu. Bunun da işe yaradığı pek söylenemezdi gerçi. Soru sorduğumda kısa cevaplar veriyor herhangi bir şey söylediğimde de aynı şekilde davransa da bazen de susmayı tercih ediyordu. “Ters giden bir şeyler mi var?” Belki bu anlık değişiminin bir nedeni vardı benim bilmediğim.
“Sence?” Doğruca gözlerimin içine bakıyordu. “Sence bir sorun yok mu?” Oturduğu sandalyeyi yana çevirip sandalyemi de tam karısına denk gelecek şekilde hareket ettirdi. “Şu an tam karşımda oturan sen ters giden şeylerin ana kaynağısın.”
Kısa bir süre sessiz kalıp sadece birbirimizin gözlerinin içine baktık. Ona göre ben bir sorundum. Böyle düşünmesi normaldi belki de. Ama atladığı bir şey vardı. Elimde olmayan sebeplerden dolayı burada olmam benim suçum değildi. O gece yola ona ulaşmayı isteyerek çıkmamıştım. O benim yoluma çıkmıştı.
Yemeklerimiz çoktan bitmişti. Sırada ne vardı? Uyku? Odaya ilk girdiğimde incelemek için etrafa kısa bir bakış atmıştım ama saat olup olmadığını görmemiştim. Bu sefer daha dikkatli bir şekilde etrafı süzerken bakışlarım komutanın gözleriyle buluşuna duraksadım.
“Ne oldu? Ne arıyorsun?” Her şeyde olduğu gibi bunu da fark etmişti.
“Saat. Saatin kaç olduğunu merak ettim de.” Sol kolunu havaya kaldırıp kol saatine baktı.
“Uyku saati mi yani?” Oturduğu yerden kalkarken dudaklarının arasından hafif bir kahkaha fırladı. Az önce geldiği andan itibaren tek gerçek kahkahasına şahit olmuştum. Şimdi de silinmeyen gülümsemesine. Bana delirip delirmediğimi soruyordu ama bu soruyu asıl aynaya bakıp cevaplaması gerekiyordu.
“Sen çocuk değilsin Dalia. Uyku saati çocuklar içindir. Sen istediğin saatte uyuyabilirsin.”
Arkasını dönüp yatağa doğru yürüdü. Birkaç saniye doğru poşeti aradıktan sonra yeniden bana doğru yürümeye başladı. Elindeki poşeti kucağıma bıraktıktan sonra arkama geçip sandalyeyi yatağın oraya doğru sürmeye başladı.
“Çocuk olmadığımı biliyorum.” Yatağın yanına gelince durup beni kendine doğru çevirdi. “Sadece gitme vaktinin gelip gelmediğini merak etmiştim.” Daha cümlem bitmeden komutan birden ciddileşti ve dudakları düz bir hâl aldı.
Onu daha önce de anlayamıyordum ama sanki bugün ayrı bir çaba sarf ediyordu. Kendi kendime düşüncelere dalayım ve en sonunda da delireyim istiyordu belki de. Yaptığı hiçbir şey birbirine uymuyordu. İlk zamanlardaki gibi olsa bunu anlayabilirdim belki ama son zamanlarda farklı davranmaya başlamıştı. Benim de bir insan olduğumu ve zor bir yoldan çıkıp onunla karşılaştığımın farkına varmış gibiydi. Ama şimdi bir gülüyor bir somurtuyordu.
Kollarımdan tutup beni yavaşça ayağa kaldırdı. Bu fazlasıyla güç olmuştu çünkü yaralarım hâlâ fazlasıyla yeniydi. Özellikle de hastane saldırısında yaralanan dizim. Artık hastanede olmadığım için pansuman yapacak kimse yoktu. Bu yüzden kendi kendime iyileşmekten başka çarem de kalmamıştı. Belki Sanem Hemşire arada gelip nasıl olduğumu kontrol ederdi. Sonuçta komutanla aralarının iyi olduğu belliydi. Onun için duygusal olmasa da ülkesi açısından önemli biriydim. Kimse elinde bulunan başka ülkenin vatandaşının başına bir şey gelmesini göze alamazdı. Komutanın ya da bu ülkedeki başka askerlerin de alacağını sanmıyorum.
Ayağa kalktıktan sonra öylece bir yerden tutunmadan durmak da fazlasıyla zordu. Sargılı bacağıma ağırlığımı verdiğim her saniye ince bir sızı yayılıyordu oradan. Omzumdaki acı da elbette canımı yakacak kadar şiddetliydi ama ona herhangi bir baskı uygulanmadığı müddetçe acısını belli etmiyordu.
Komutan poşetin içindeki kıyafeti çıkardı ve olduğu yere hemen ayak ucuma çöktü. Ne yaptığını anlamaya çalışırken birkaç saniye öylece onu izledim. Başını yerden kaldırıp ban baktığında suratında bariz bir bıkkınlık vardı. Hissedebilmiştim. Bana karşı mıydı yoksa genel olarak hayata karşı mı? Bu da anlaşılması güç bir durumdu.
“Ayağını kaldıracak mısın?” Yüzünü buruşturmuş bana bakarken artık nihayet ne istediğini anlamıştım. Söylediğini yapıp tek ayağımı havaya kaldırdığımda yüzündeki kasılan kaslar yavaşça gevşemeye başladı. Bana hiçbir şey söylemeden nasıl onun istediklerini yapabilirdim ki? Bunu benden nasıl isteyebilirdi? Birbirimizle daha karşılıklı konuşarak iletişim kuramıyorken şimdi konuşmadan nasıl yürütebilirdik ki bunu?
Tek bacağımdan kıyafetin bacağını geçirdikten sonra sıra diğerine geçmişti. Sargılı olmayana. İşte asıl zorlanacağım kısım şimdi gelmişti. Sargılı bacağımı hafifçe havaya kaldırdığımda kıyafeti rahatça giydirebiliyordu ve canım da hiç yanmıyordu. Ama durum şimdi tam tersine dönmüştü. Sargılı bacağımın üstüne basınca canım yanacaktı ve o da doğal olarak kıyafeti giydirirken zorlanacaktı.
Sargılı bacağımın üstüne basıp diğerini kaldırdığımda komutan daha kıyafetin bacağını benim bacağımdan geçirmeden acıyla inledim ve kendimi birden yatağın üstünde buldum.
“Ah!” Başını kaldırıp gözlerimin içine baktığında birden gözleri büyüdü.
Bunun cevabı elbette hayırdı ama canım o kadar acıyordu ki ağzımdan tek bir kelime dahi çıkamadı. Bütün sözcükler sanki boğazıma diziliyor dışarı adım atamıyordu. Derin derin nefes alıp kendime gelmeye çalışırken o hâlâ bana bakıyor kendime gelmemi bekliyordu. Bir sürenin sonunda artık acı azalmıştı. İnce ince kendini hatırlatıyordu ama ilk anki kadar da sert değildi. Tamamen kendime geldiğimde bakışlarımı dizimden ona çevirdim.
“İyi misin?” Ses tonu sakin ve daha nazik gelmişti kulağıma.
“Özür dilerim. Dizindeki yarayı unutmuştum.”
“Sorun değil. Hatırlatmam gerekiyordu belki de.” Az öne bakışlarını benden kaçırıp gelişigüzel bir şekilde etrafta gezdirirken duraksayıp doğruca gözlerimin tam içine baktı.
“Sorun Dalia. Bu büyük bir sorun. Acılarını hafife alma.”
“Almalıyım belki de. Hafife alsam daha az canımı acıtmaz mı?”
“Hayır. Aksine günün birinde hafife aldığın acıların gerçekliğiyle yüzleştiğinde canın daha çok acır. Çünkü acılar her zaman sandığından daha da ağırdır.”
Yere düşen kıyafetin diğer kısmını eline aldığında bu sefer ona tekrarlatmadan yapmam gerekeni yaptım. Az önce yarım kalan işi bitirmek için diğer ayağımı hafifçe ayağa kaldırdım. Bundan memnun olmuş gibiydi. Her ne kadar başı öne eğik olsa da gülümsediğini görebiliyordum.
“Belki de en başta böyle yapmalıydık,” diye fısıldadı kıyafetin bacağını bacağımdan geçirirken.
“Belki de acı çekmem gerekiyordu,” dedim onun söylediklerine karşılık ama bana hiçbir karşılık vermedi. Yine sessiz kalmayı tercih etmişti.
Kıyafetin iki bacağı da bacağımdan geçirdikten sonra dizlerinden destek alıp ayağa kalktı. Yeniden gözlerimin içine bakarken sol elini bana doğru uzattı. Önce birkaç saniye havada asılı kalan eline ardından da doğruca gözlerinin içine baktım. Kahverengi gözlerine... En sonunda elinden tutup beni yeniden ayağa kaldırmasına izin verdim. Ayağa kalktığımda onun elimi bırakmasına fırsat vermeden hızlıca ben çektim elimi. Eli havada asılı kaldığında birkaç saniye ona anlamsızca bakın ardından aşağı indirdi. Gözlerimin içine de aynı anlamsızlıkta bakmayı sürdürünce dayanamayıp “Bana bakmayı sürdürürsen kıyafetimi çekemem.” dedim. Üzerimde elbise olduğu için kıyafeti yukarı çekerken istemeden bir yerlerim görülebilirdi. Bu şu an istediğim en son şey olduğu için arkasını dönmesini bekledim ya da odadan çıkmasını. Arkasını dönüp kalın kıyafeti yukarı doğru çekmemi beklemeye başladı. Tek kolla bunu yapmak zordu. Olabildiğince bütün gücümü kullanarak onu yukarı çekmeye başladım. Ama bu fazlaca hızlı sürecek gibiydi.
“Yapamıyorsan yardım edeyim.” Başını hafifçe sola doğru çevirdiğinde hafifçe(!) bağırdım.
“Dön önüne.” Sonra sesimi kısıp devam ettim. “Halledebilirim.”
Yeniden önüne döndüğünde bu sefer gücümün yettiğinden de fazla bir kuvvet uygulamaya çalışıp kıyafeti yukarı çektim. Artık tamamen üstümdeydi. Elbiseyi de düzelttikten sonra Selim’e “Dönebilirsin,” dedim. O arkasını döndüğünde yatağa kendimi yavaşça bıraktım. Bütün gün sandalyede oturduğum için her yerim ağrıyordu. Bu yüzden şu an yumuşacık bir yatağın üzerinde oturuyor olmak mükemmel bir histi. Buna gerçek manada bayılmıştım.
“Gece soba sönerse oda soğuyabilir. Bu içlik sesi soğuktan korur.” Bacağıma giydiğim kıyafetten bahsediyordu muhtemelen.
Ondan beklemeyeceğim bir hareket yapıp yanıma oturdu. Bir süre öylece hiç konuşmadan oturduk. O boş boş etrafı izlerken ben de onun gibi yapıp artık gerçek rengi görülemeyen duvara, kirlenmiş zemine zaman zaman da onun yüzüne baktım. Saat giderek gece yarısına yaklaşıyordu ve artık bedenim uyumam gerektiğinin sinyallerini veriyordu bana.
Başımı gelişigüzel bir şekilde salladım. Ayağa kalkıp yavaşça kolumdan tutarak ayağa kaldırdı. Bu sefer az önceye göre daha dikkatliydi. Az öncekine benzer bir olay yaşanmasını istemiyor gibiydi. Ondan destek alarak yatağa oturduğumda az önce kaldırdığı kalın battaniyeyi yine dikkatli bir şekilde üzerime örttü. Battaniyeyi örterken üzerime doğru eğildiği için boynundan bir ip sarkmıştı. İpin ucunda da küçük bir bez parçası bağlıydı. Sağ elimi battaniyenin altından çıkartıp o daha kalkmadan o küçük bez parçasını tuttum.
“Bu ne?” Sesim artık bastıramadığım uykumun da etkisiyle fazlasıyla kısık çıkmıştı. Elimde duran bez parçasını eline alıp hızlıca kıyafetinin içine koydu. Bu bir saniyelik sürede parmaklarımız birbirine değmişti. Birbirimize dokunduğumuzda yaşadığım hissi sevmemiştim.
Olduğu yerde doğrulduğunda artık benim uyku onun da gitme vaktinin geldiğini anlamıştım. “Gidiyor musun?”
Başını salladı. “Evet. Ama kapıda askerler nöbet tutacak. Korkacak bir şey yok.”
Korkmuyordum. Belki de korkmalıydım. Her ne kadar hastaneye saldıranlar bilinmiyor olsa da ben çok emindim. Mutlaka bizi takip edip oraya gittiğimi görmüşlerdi. Haklarında fazla bilgi sahibi olan birisini ilk başta zorla kullanmak iyi bir fikir olabilirdi ama şu an durum çok daha farklıydı. Artık onların birçok şeyini bilen kişi Türkiye Devleti çatısı altındaydı.
“En azından ben uyuyana kadar burada bekleyemez misin?”
Gitmeye hazırlanırken söylediklerimle duraksayıp uzunca bir süre gözlerimin içine baktı. Bu bakış da ne hissettiğini ya da ne düşündüğünü anlayamayacağım kadar mesafeli bir bakıştı. Arkasını döndü. Gereğinden fazla mı bir şey istemiştim? Adımlarının sonu az önce oturduğu sandalyenin olduğu yerde durunca bütün bu düşüncelerim bir anda silinip gitti. Sandalyeyi alıp yatağımın hemen baş ucuna koyup yatağın kenarında duran küçük masanın üzerindeki mumu yaktı. Onu az önce aldığı yere koyduktan sonra kapıya doğru yürüme başladı. Işığı kapatıp yavaş adımlarla yanıma gelip baş ucumdaki sandalyeye oturdu. Bir bacağını diğerinin üzerine atarken gözleri benim üzerimdeydi.
“Gözlerini kapat hadi.” Bunu öyle sakin bir şekilde istemişti ki hızlıca dediğini yaptım. Kendimi yeniden kendi karanlığıma hapsettim ama bu sefer yalnız değildim. Yanımda o vardı.
Sakince burnundan nefes verdiğini duydum. “Masal mı?”
“Kendin yarat o zaman.” Bir süre sessizliğe bürünüp hiçbir şey söylemedi. Ben sabırla onu beklerken en sonunda bir şeyler mırıldanmaya başladı.
“Bir gün genç bir kız ormanın derinliklerinde yürürken yolunu kaybetmiş. Orman o kadar büyükmüş ki genç kız nereye doğru adım atacağını bilememiş. Sağına bakmış, soluna bakmış. Yok. Her yer gözünün alamayacağı kadar büyük olunca olduğu yere çöküp birisinin onu orada bulup kurtarmasını beklemiş. Ama gel zaman git zaman ne gelen olmuş ne giden. Genç kız sıkılmış bu durumdan ve ayağa kalkmış. Oturmaktan bile o kadar yorulmuş ki bacaklarında yürüyecek derman yokmuş. Ama yolun sonunu düşünmüş. Yolun sonu güneşli vadilere çıkabilirmiş. Bu ona güç vermiş. Yürümüş, yürümüş. Ormanın derinliklerinde bir kulübe görmüş. Heyecanlanmış. Koşarak gidip kapıyı çalmış. O kadar hızlı vuruyormuş ki kapıya ev sahibi bir şey oldu sanmış. Hızlıca kapıyı açmış. Genç kız karşısında o kadar zaman sonra birisini görünce çok mutlu olmuş. Yakışıklı ev sahibi kızı görünce şaşırmış ama.”
Kıkırdamadan edemedim. “Yakışıklı ev sahibi de sen mi oluyorsun mu hikayede?”
“Yakışıklı genç hemen kızı eve almış. Karnını doyurmuş, derdini dinlemiş. Genç kıza evine gitmesine yardım edeceğine söz vermiş.”
“Sonra ne olmuş peki? Yakışıklı genç sözünü tutabilmiş mi?”
“Herhalde diye bir şey mi olur ya?”
Gözlerimi açıp ona doğru döndüm. O da doğruca bana bakıyordu. “Masalların sonu mutlu biter. Herhalde dersen evine kavuşamama ihtimali doğar.”
“Bu böyle bir masal. Beğenmiyorsan bir daha da anlatmam.” Kahkaha atmadan durmadım. O da sessizce gülümsemişti. “Hadi kapat gözlerini.” Yeniden dediğini yapıp gözlerini kapattım. Ama bu sefer açmamak üzere.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |