20. Bölüm

6.BÖLÜM: OPERASYON

𝐻𝑎𝑡𝑖𝑐𝑒 𝐵.
iiamhatiice

 

Dalia’dan...

Güneş çoktan doğduğunda ben zaten gözlerimi aralamıştım. Askerler saat sabah tam altıda nöbet değişimi yaparken fazla ses çıkardıkları için ister istemez gözlerimi aralamak zorunda kalmıştım. Sonrasında lavaboyu kullanmam gerektiğinde askere sormuştum saatin kaç olduğunu. Çünkü bu odada temel ihtiyaçları karşılayabilecek eşyaların dışında hiçbir şey yoktu.

Kapı aralandığında başımı yasladığım yastıktan kaldırıp kimin geldiğini görebilmek için o yöne baktım. Birkaç saniye sonra içeri o hemşire girdi. Bana ismini söylemişti ama şu an onu tam olarak hatırlayamıyordum. Onu gördüğümde aklıma gelen ilk şey komutanla yakın olduğuydu. Hemşire içeri girdikten sonra arkasında da artık tanıdığım bir yüze sahip olan o asker girdi. O daha önce bana adını söylemediği için kendisi hakkında bir bilgim yoktu. Arka arkaya girmiş olmaları da fazla manidardı.

“Günaydın.”

Yerimde doğrulup sırtımı yatağın tahta başlığına yasladım. “Günaydın.”

Hemşire elinde tuttuğu poşetleri yatağın üstüne koyduğu sırada asker de kapıyı kapattı. Hemşire üzerindeki cekete daha sıkı sarılıp sobaya doğru yürürken gözümün ucuyla askere baktım. O da gözleriyle hemşireyi takip ediyordu.

“Havalar artık soğumaya başladı. Sobayı yakmamız lazım.” Hemşire kendi kendine konuşup etrafa kısa bir bakış attıktan sonra gözleri askeri buldu. Askerin de gözleri zaten onun üzerinde olduğu için göz göze geldikleri ilk an yaşadığı afallamayı anında görebilmiştim. Bakışlarını hemşireden kaçırırken hemşireyse ona tavırlı bir şekilde bakıyordu. Dünden bugüne pek bir şey değişmemiş gibi duruyordu. “Odun getirir misiniz? Yakalım.”

“Tabii.” Asker beklemeden dışarı çıktıktan sonra hemşire arkasından bir süre sorgular bir ifadeyle baktı. Ardından başını iki yana sallayıp bana doğru döndü. Onu izlediğim için başını döndürdüğü an göz göze geldik. Az önce askere bakarken ki ifadesi bana doğru dönünce kayboldu. Gülümseyerek bana doğru yaklaştıktan sonra poşetlerin içine sırasıyla bakıp aradığını bulunca kenara çıkartmaya başladı.1

“Pansuman zamanı.” Poşetteki her şeyi çıkardıktan sonra sıra kendi üzerine gelmişti. Üzerindeki ceketi çıkardıktan sonra ellerine eldiven geçirdi. Ellerini birleştirip bana bakarken gözlerinin içi parlıyordu. “Şimdi. Pansuman için ilk önce bu sargıyı çıkartmamız gerekiyor.”

Yanıma dikkatlice oturduktan sonra omzumdan itibaren neredeyse vücudumun yarısını saran sarıyı yavaşça çıkartmaya başladı. Daha ilk kısmını çıkardığı an bile vücuduma büyük bir rahatlama hissi yayılmıştı. Kolumu durmadan havada tutmak omzumu ağrıtıyordu. Bütün sargıyı kısa bir süre içinde çıkarttıktan sonra yanımdan kalkıp bu sefer yatağın diğer ucuna oturdu. Elini elbisemin üstünde hissettiğimde “Şimdi de elbiseni açmam gerekiyor,” dedi. Başımla onu onayladıktan sonra elbisenin fermuarını açarken açma sesini duydum. Elbisenin sol omzuma gelen kısmını aşağı indirirken çok yavaş davranmıştı.

Bir süre hiçbir şey konuşmadan sakince sessizliği dinledik ikimiz de. Ben hareketsiz durmaya çalışarak ona olabildiğince yardımcı olmaya çalışırken o da yavaş hareket ederek canımın acımamasını sağlıyordu. Pansuman bitmek üzereyken kapı çalındı. Sessizliğe o kadar alışmıştık ki kapı çalınırken çıkan ani sese ikimiz de irkilmiştik.

“Kimsin?” Hemşire dikiş yerine yeniden bandaj yapıştırdı.

“Benim Sanem Hemşire. Akif. Odunları getirdim.” Adı Sanem’di evet. Ben bunu hatırlayamamışken asker hatırlamıştı. Hatta adını ona ben söylemiştim. Hastane bahçesinde gitmeyi beklerken.

Sanem Hemşire elbisemin fermuarını da çektikten sonra “Girebilirsin,” dedi. Asker kapıyı aralayıp içeri girerken Sanem Hemşire yataktan kalkıp yeniden az önceki oturduğu yere geldi. Üzerimdeki battaniyeyi kenara itip elbisemi bacağımın sargılı kısmı ortaya çıkacak kadar yukarı çekti. “En azından kapıyı çalmayı öğrenmişsin.” Sanem Hemşire askere laf söylerken o da çoktan odun taşıdığı kovayı sobanın kenarına bırakmıştı. Sitem dolu bir bakışla Sanem Hemşireye bakarken onun arkası dönük olduğu için yüz ifadesini göremiyordu. Elini elbisemin üzerinden çektikten sonra bakışları beni buldu. “Bacağındaki dikişe soba yanınca pansuman yapalım.” Başımla onu onayladıktan sonra elbiseyi aşağı doğru çekip battaniyeyi üzerime örttü. “Koluna dikkat et ama. Sargıyı geri takmadım. Dikişlerin zarar görebilir.”

“Tamam. Ederim.”

Ayağa kalktıktan sonra ilk önce pamsuman malzemelerini kenara bırakıp yeniden poşetlerin içine bakmaya başladı. İçindekileri dışarı çıkartırken son derece ciddiydi. Çıkartacak başka şey kalmadığında poşeti katlayıp kenara bıraktı. İlk önce kutuyu sonra da büyük bir defteri bana doğru uzattı.

“Bunlar ne?” Eli havada asılı kalırken almam için defteri bana doğru salladı. Tek elimle ikisini de aldıktan sonra defterin kapağını açtım ama içi bomboştu. Başımı defterden ona doğru kaldırırken yatağın en ucuna oturmuş bana bakıyordu. “Sorumu tekrarlamalı mıyım?” Olduğu yerde doğrulduktan sonra arkasını dönüp askere baktı. Bir süredir sobayı yakmaya çalışan asker her ne kadar bizi izlemiyor olsa da konuştuğumuz her şeyi duyuyordu ve muhtemelen olan her şeyi akşam komutanla buluştuklarında teker teker anlatacaktı.

Sanem Hemşire yeniden bana doğru döndükten sonra önümdeki kutuya gülümseyerek bakmaya başladı. “O kutu benim ilkokulda kullandığım ve çok sevdiğim bir kalem kutusuydu.” Konuşurken bana değil doğruca o kutuya bakmaya devam ediyordu. “Babam almıştı.” Bir süre sadece kalem kutusuna bakıp gülümseyerek sessiz kaldıktan sonra silkelenip kendine geldi. “Burada beklerken sıkılma diye sana getirdim. Resim çiz, yaz, karala. Ne istersen.”

“Anladım.” Bu kutunun onun için büyük bir anlamı olmalıydı. Ona bakarken her ne kadar yüzü gülümsüyor olsa da gözlerinin içindeki hüznü görmüştüm.

Sanem Hemşire hafifçe dizlerine vurarak oturduğu yerden kalktı. Asker de çoktan sobayı yakmış kenardan bizi izliyordu. Daha doğrusu sadece Sanem Hemşireye bakıyordu. Dün ona bu kadar dikkatli bir şekilde bakmayı sürdürürse Sanem Hemşirenin hemen anlayacağını söylemiştim. Bugünse fikrim değişmişti. Sanem Hemşire onunla bir saniye bile göz göze gelse neler olduğunu hemen anlardı.

Sobaya doğru yürüyüp üstten içine baktı. Sobanın içinde yanan odunların çıtırtısı duyuluyordu ama henüz ısısı tam olarak benim olduğum yere kadar gelmemişti. Sanem Hemşire iki elini de havaya kaldırıp sobanın üstüne tuttu. Yan durduğu için yüzünü tam olarak görünmese de gülümsediğini görebiliyordum. Derin bir nefes verdikten sonra kollarını göğsünde birleştirip bana doğru döndü. Yavaşça dönerken ilk önce askeri görmüştü ve az önce yukarı doğru kıvrılan dudakları onu gördüğü an düz bir hâl aldı.

“Siz neden hâlâ buradasınız?” Asker, Sanem Hemşire doğruca ona bakarken dilini yutmuş gibiydi. Göğsünün hızlıca inip kalktığını ona daha uzak olan ben bile görebiliyorken Sanem Hemşirenin görmüyor olması imkansızdı. “Evet!” Sanem Hemşire sessizliği bozup yeniden konuşurken ona doğru bir adım attı. Asker yutkunduktan sonra hâlâ tam olarak kendisine gelemese de dudaklarını araladı.

“Ben gideyim o zaman.”

“Zahmet olmazsa.”

“Peki o zaman.”

Asker Sanem Hemşireye baktıktan sonra kısa bir süreliğine arkasını dönüp benimle göz göze geldi. Kapıya doğru geri adımlar atarken arkasını dönmeden kapıyı açıp çıkmadan son bir kez daha Sanem Hemşireye baktı. O da askerin çıkmasını beklerken doğruca onun gözlerinin içine bakıyordu. Hâli hazırda asker için adım atma işi bile çok zorken Sanem Hemşire sanki bilerek bunu yapıyordu. Kapı kapanıp da odada sadece ikimiz kaldıktan sonra Sanem Hemşire daha kalkalı birkaç dakika olmuş olduğu yere yanıma oturdu.

“İçine içlik giymişsin. Onu çıkarmadan pansuman yapamam.”

“Çıkarmam mı lazım?” Sanem Hemşire başıyla söylediklerimi onaylarken üstümdeki battaniyeyi bir kenara doğru itti. “Ama bu çok zor.” Sanem Hemşire kıkırdadığında olduğum yerde dikleştim. “Neden güldünüz? Zor olması komik bir şey mi?”

Gülmeye devam ederken başını hayır anlamında iki yana salladı. “Hayır sadece...”

“Sadece ne?”

Kendini biraz geriye doğru atıp doğruca gözlerimin içine baktı. Artık gülmüyordu. “Sadece Türk değilsin ve çok iyi Türkçe konuşuyorsun. Tam olarak neler döndüğünü bilmiyorum. Ama gizemli birisi olduğun konusunda eminim.”

“Türk olmadığım hâlde bu kadar iyi konuşabiliyor olmam mı komik?”

“Evet. Ya da hayır. Türkçe konuşabiliyor olman değil bunun absürtlüğü komik.”

“Absürt ne demek?”

“Absürt...” Bir süre sessiz kalıp bunun tam olarak ne anlama geldiğini düşünmeye başladı. “Saçma veya anlamsız olabilir. Ya da gerçeklikten uzak.”

“Benim Türkçe konuşmam saçma yani?”

“Hayır. Saçma değil. Sadece biraz gerçeklikten uzak.”

Gerçeklikten uzak. Bir süre bu kelimenin haklılığı üzerine düşünmem gerekiyordu. Sadece Türkçe konuşuyor olmam değil aslında burada olmam bile başlı başına gerçeklikten uzak bir konuydu. Şu an benim içinde bulunduğum her sanki gerçeklikten uzak bir hayal ürünüydü.

“Ama bence bu takdir edilmesi gereken bir şey.”

“Türkçe biliyor olmam mı?”

“Evet. Mesela Saliha ablam seni görse gözleri yaşarır.”

“Neden?”

“Kendisi İmam Hatip’te edebiyat öğretmeni ve Türkçeyi güzel konuşmaları için öğrencileriyle savaş içerisinde. Öğrencilerine seni ders niteliğinde anlatabilir.” Daha önce hiçbir zaman Türkçeyi çok güzel olmasa da iyi konuştuğum için kendimi mutlu hissetmemiştim. Türkçeyi öğrenmeye mecbur kalmıştım ve ağır bir savaşın içindeyken bunu yaşamak kendimi daha kötü hissetmekten öteye geçmiyordu.

Elini bana doğru uzattığında sağ elimle onu tutup yavaşça yataktan kalktım. Ayak ucuma çöktüğünde başını hafifçe yukarı doğru kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Ben içliği yavaşça aşağı doğru çektikten sonra yatağa oturacaksın. Ben de rahatça pansuman yapacağım. Tamam mı?”

“Tamam.”

Ben sağ elimle diğerine destek olurken o yavaşça içliği aşağı doğru indirdi. “Şimdi oturabilirsin.”

Yavaşça kalktığım yatağa oturduktan sonra bu sefer dizimdeki bandajı aynı yavaşlıkta çıkartıp kenara bıraktı. Dikişleri görebiliyor olmak midemi bulandırmaya başladığı an kafamı kenara çevirip başka şeylere odaklanmaya başladım. Düşünecek bir şeyim olmadığından aklıma ilk gelen şey komutan olmuştu.

“Komutanın nerede olduğunu biliyor musun?” Onunla yakın olduğunu az çok biliyordum. Bu tamamen bir histen de oluşabilirdi ama birbirlerini gördükleri an daha önce tanıştıklarını anlamıştım.

“Komutan kim?”

“O işte. Buradaki herkes için aşırı önemli olan o kişi.”

Sanem Hemşire söylediklerim karşısında yeniden ama bu sefer daha yüksek olacak şekilde kahkaha attı. “Selim Üsteğmen mi?”

“Adı her neyse?”

“Bilmem. Karakoldadır herhalde.” Pansuman işi bittikten sonra bandajı yapıştırıp yeniden ayağa kalkmama yardım etmek için koluma girdi. Onun da yardımıyla ayağa kalktıktan sonra içliği yeniden yukarıya doğru çekip elbisemi indirdim.

Ayağımın üzerinde çok uzun süre durmak hâlâ ağrıya sebep olduğu için kendimi yeniden yatağa attığımda bunu çok hızlı bir şekilde yaptığım için canım acımıştı. “Ah!”

Sanem Hemşire pansuman malzemelerini topluyorken kenara bırakıp yanıma geldi. “İyi misin?”

“Biraz acıdı.”

“Sargıyı takma vakti o zaman artık.”

“Onu takınca da ağrıyor omzum.”

“Bunu takınca dikişlerinin patlama ihtimali yok ama.” Ona itiraz edeceğim sırada elini havaya kaldırıp lafı ağzıma tıktı. “İtiraz yok.” Hiçbir şey söyleyemeden önüme döndükten sonra Sanem Hemşire sargıyla gelip yeniden onu koluma geçirmeye başladı. O olabildiğince nazik olmaya çalışırken ben de hiç istemesem de ona yardımcı olmaya çalışıyordum. “Selim Üsteğmeni neden bana sordun? Yani neden askerlerine değil de bana.”

“Geçen akşam karşılaştığımızda birbirinizi tanıdığınızı düşündüm.” Bu tamamen doğruydu. “Ayrıca askerlerine onunla alakalı bir şey sorduğumda genelde susmayı tercih ediyorlar.”

Sargı işlemi bittikten sonra yanıma oturup bana doğru döndü. “Anladım. Askerler genelde üstleri hariç kimseyle sohbet eden insanlar değiller.” Uyandığım günden sonraki günlerde komutan gelmediği zaman onu sorduğumda asker susmayı tercih edip sonra doğruca gidip ona anlatmıştı her şeyi. “Ayrıca haklısın. Onunla daha önceden tanışıyorum. Yaklaşık olarak yirmi altı senedir.”

“Yirmi altı mı? Bayağı uzunmuş.”

Başını sallayıp beni onayladı. “Bayağı hem de. Ağabeyim olur.”

“Ne!”

Saklayamadığım tepkimden dolayı kısa bir kahkaha attıktan sonra tekrarladı. “Evet ağabeyim.”

Ağabeyi olma ihtimali hiç aklıma gelmemişti. “Ağabeyin olacağını hiç düşünmemiştim.”

“Bunu ilk defa duyanlar genelde hep buna benzer bir tepki veriyor.”

“Anladım.”

Bana gülümseyerek karşılık verdikten sonra yeniden ayağa kalktı. Oda artık üşümeyeceğimiz kadar sıcaktı. Sobanın içindeki sesler yavaş yavaş azalmaya başladığında kapağını açıp içine büyük ve küçük odunlardan birkaç tane daha attı.

“Acıktın mı?” Başımı sallayıp sorusuna cevap verdim. “Tamam o zaman. Ben kahvaltı için sana bir şeyler getirdim. Onları ısıtalım.” Yatağın üzerinde duran poşetlere yönelmişken son anda yönünü değiştirip tekerlekli sandalyeye doğru adımlarını attı. Odanın köşesinde duran sandalyeyi bana doğru sürdükten sonra yanıma bırakıp yeniden koluma girdi. Beni sandalyeye oturttuktan sonra arkama geçip beni ileriye doğru itmeye baladı.

“Kendim de yapabilirdim.”

Sobaya çok yakın olmayacak şekilde bıraktıktan sonra yeniden yatağa yöneldi. “Tek elinle bunu nasıl yapacaksın?”

“Biraz zor oluyor ama yapabiliyorum yine de.”

Demir tabakları teker teker sobanın üstüne koyup ısınmaya bıraktı. Sobanın dışından etrafa görünmeyen ısı yayılırken kendimi uzun zaman sonra ilk defa daha huzurlu hissettim. Aslında buna sebep olacak hiçbir şey yoktu. Benim için değişen tek şey konum olmuştu. Hâlâ hiç bilmediğim bir ülkede hiç bilmediğim insanların arasında yaşamaya çalışıyordum. Orada zorla tutulup istediklerini yapmaya zorlanan birisiydim. Buradaysa her ne kadar bir şeylere şimdilik zorlanmıyor olsam da bir odanın içine hapsedilmiştim ve sabahtan akşama kadar yaptığım tek şey boş duvarları izlemekti. Dışarı çıkmam yasaktı. Kendi başıma tuvalete bile gitmem mümkün değildi çünkü peşimde daima dolaşan bir grup asker vardı.

Bölüm : 16.05.2025 17:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...