Imposiblety’den6
“Doyuk abicim…” dedi Minel odaya girip, bir eli babasının sıcak avcunun içindeyken diğer eli tavşanının kulağındaydı, pijamalarını çıkarıp gündelik kıyafetlerini giymiş ve babasının kıvırcık saçlarını nazikçe, her bukleye ayrı ayrı dikkat ederek taramasına izin vermişti.5
“Naşıyşın?”1
Doruk güldü kız çocuğunun gece tam beş kez odasına gelmesine rağmen bu soruyu soruşuna.1
Minel gece bu odaya geldiğini çaktırmamak için bunu ilk kez duyuyormuş gibi gülümsedi, tüm ailesinin üzerine düşmesinin etkisiyle bir günde toparlanabileceği kadar toparlanan Doruk’un yatağına çıktı, o sırada odanın diğer tarafına çevirdi yeşillerini; koltukta uzanan ve hafifçe doğrularak gözlerini ovuşturan, ayılmaya çalışan Kuzey abisine baktı.2
“Günaydın abicim!”1
Kuzey gülümsedi, her zamankinin aksine dağınık olan kahverengi saçlarından parmaklarını geçirerek birbirleriyle kavga etmişlercesine ayrı köşelere çekilen saç tutamlarını bir şekle sokmaya çalışırken yanıtladı. “Günaydın prensesim.”1
Üzerinde bir gölge hissedince başını kaldırdı Kuzey; evde olduğu zamanların neredeyse yarısında olduğu gibi siyah bir tişört ve eşofman giyen, Minel’in gece onu istemeden de olsa beş kez uyandırması nedeniyle gözlerinin içi kanlanmış amcasına da “Günaydın.” dedi.1
“Günaydın aslanım.”1
Gökhan Kuzey’in yanına oturdu, elini Minel’den sonra bünyesine yüklenen babacan bir tavırla Kuzey’in omzuna koyarken belli etmekte hâlâ daha zorlandığı bir endişeyi düz bir yüz ifadesinin arkasına bunu yaptığını fark etmeden gizledi. “İyi misin, yorgun musun?” diye sorduğunda sesi soğuk değildi fakat ellerine yahut gözlerine yansıyan babacanlık da yoktu kelimelerinde.3
Kuzey amcasının mavi harelerinden anladı düz ses tonuna rağmen aslında kaygılandığını. “İyiyim, iyiyim.” dedi enerjisini biraz daha yükselterek. “İyi uyudum amca, Doruk da uyudu. Babam da buradaydı.”1
Gökhan Minel’i bir şey olur korkusuyla gece Doruk’un odasına geldiği her sefer takip etmiş fakat kızı utandırmamak için kapı eşiğinde durmuş, onun kendisini görmesini engellemişti. Bu sırada odanın yalnızca bir kısmını görebilmişti ve Hakan abisi o kısımda yoktu, ayrıca Kuzey’in yattığı koltuktan ve Doruk’un yattığı yataktan başka yatacak bir yer de yoktu geniş odada.1
Kuzey “Yere yorgan serdi.” diye açıkladı, çok ısrar etmişti babasına koltukta yatması için fakat Hakan kesin bir dille reddetmişti oğlunu, hatta en son çok nadir gerçekleşen bir olay vuku bulmuş ve kaşlarını çatarak bakmıştı büyük oğluna.1
Gökhan garipsemedi, baba olmanın nasıl bir şey olduğunu artık biliyordu, Minel için gerekirse tüm hayatı boyunca soğuk betonun üzerinde yatardı da gıkı çıkmazdı.2
Gökhan’ın mavi gözleri Doruk’a değdi, odaya girer girmez yanına gidip ateşini kontrol etmiş, nasıl olduğunu sormuştu. Çocuğun adeta korkarak “İyiyim.” deyişi aklına gelince gülecek gibi oldu, o telaşını bir kez daha görmek istediği için sordu.1
Doruk onu soğuk suya sokmakla tehdit ederek korkutan, tüm çorbalarını son damlasına kadar içmesini sağlayan amcasına baktı. “İyiyim.” dedi Gökhan kendisine az önce de aynı soruyu sormasına rağmen bir kez daha soruşunu garipsemeden, adeta bir telaşla. “Gerçekten iyiyim amca.”1
Gökhan sırıttı, Doruk’un bu halleri her zaman güldürüyordu onu, bazen bu gülüş yüzüne yansımıyor ve on sekiz yaşının on sekizini de Gökhan’ın bu halleriyle geçirmiş çocuk daha da korkup endişeleniyordu.
“Geyçekten iyişin.” diye tekrar etti Minel, kollarını dün pek fazla yanaşamadığı abisinin beline doladı. Dün Ayaz Minel’e sarılan ve onu cümleleriyle, oyunlarıyla oyalayarak hastalıktan uzak tutmaya çalışan kişi olmuş, Arda Doruk’un yanından bir saniye ayrılmayarak makale okurken Kuzey de canının sıkılmaması ve yataktan “Ben sıkıldım, daha dinlenmek istemiyorum.” diyerek halsizliğine aldırmadan kalkmaması için uyanık olduğu her saniye Doruk’la konuşmaya çalışmıştı.
Doruk dünkü kadar kötü değildi, yine de üzerinde bir bitkinlik vardı, bu nedenle bebek şampuanı kokulu bukleleri öpmedi, hatta nefesinin inci tanesine ulaşmaması için başını yana çevirdi her ne kadar tersini yapmak, kız kardeşine sıkı sıkı sarılmak istese de.1
“Ayda abim neyde?”1
Minel Arda’nın Doruk’u saniyeliğine bile olsa yalnız bırakmasına şaşkındı dünkü halinden sonra, Doruk pürüzlü bir sesle “Az önce gitti fıstığım, birazdan gelir.” dediğinde anladığını belli eder bir şekilde başını salladı.1
Sessizlik biraz uzayınca uzattığı ayaklarını iki yana salladı, canı sıkılmıştı, eskiden hep tek başınaydı ve seslerin yoksunluğu alışık olduğu bir durumdu fakat Aktunalara alıştıktan, bu güzel ailenin bir parçası olduktan sonra tuhaf geliyordu ona etrafta bir gürültünün, gülüşmenin, şakalaşmanın veya kavga edercesine yükselen fakat aslında sadece Doruk ve Ayaz’ın birbirilerine karşı alayları ya da Engin ve Hale’nin tüm aile üyeleriyle ve birbirleriyle uğraşmalarından ibaret olan seslerin olmaması.1
“Uyuyken…” Herkes kendisine baktı, sözüne bu kadar değer verilmesinin ona hissettirdiği kelebeklerle hafifçe tebessüm ederken devam etti konuşmaya. “Güsey yüya göydüm.”1
Gözlerini kırpıştırdı kız çocuğu. Başını yana eğdi. “Biymem.” dedi sonra tatlı tatlı. “Şey, sadece… Heykeş vaydı. Topyak’ya Miyaç da vaydı. Köpekimiz Topyak da vaydı, köyümüsdeki köpekimiz. İşimyeyi aynı aykadaşımya, oyabiyiy. Yüya göydüm, yüya... Ama ne oydu, ne oydu biymiyoyum.”2
Gökhan siniri bozulmuş bir şekilde güldü. “Tabii, Toprak’la Miraç da kesinlikle olmalı.” Kollarını kavuşturdu, Kuzey amcasının bu çocuk gibi haline gülüp başını iki yana sallamalıydı fakat yapamıyordu, o da kaşlarını çatarak kollarını kavuşturmuştu çünkü. Mantığı her zamankinin aksine sessizdi.1
“Evet, oymayı.” Minel anlamamıştı babasının kinayesini. “Aykadaşyayım. Kedi ve tavşan da vaydı, onyay da aykadaşım.”1
“Keşke sadece onlar olsa…”1
Doruk’un mırıltısını duyunca başını kaldırdı. “Ne dedin abicim?” diye sordu, tam anlayamamıştı cümleyi. Doruk sahte bir şekilde tebessüm etti. “Hiç fıstık, kendi kendime konuşuyordum.”1
“Bir onu yapmıyordun, o da tam oldu.”
Ayaz içeri girdi yalnızca son denilenleri duyduktan sonra, Doruk abisiyle alay etme fırsatını kaçırmayarak.1
Doruk gözlerini kıstı. “Kıskanıyorsun, değil mi?” diye sordu bedeni on yaşında bir çocuğa aitmiş gibi davranarak. “Benim gibi olmak istiyorsun.”
Gözlerini devirerek güldü Ayaz. “Ya, çok istiyorum senin gibi olmayı.” Sahte bir şekilde tebessüm ederek baktı Doruk’un solgun yüzüne, devam ettirecekti cümlelerini ancak abisinin hâlâ bitkin olduğunu fark etti, alaycı gülümsemesi yerini nötr bir surat ifadesine bırakırken “Neyse.” dedi gözlerini kaçırıp koltuğa oturarak.1
Doruk Ayaz’ın vazgeçişini zafer saydı, gururla göğsünü şişirdi kolunu Minel’e tekrardan sararken. Minel abilerinin bu hallerine alışık olduğundan Doruk abisinin gövdesine başını yaslayarak kollarını karnına sardığı yerinden bir milimetre dahi kıpırdamamıştı zira.
Ayaz fısıltıyla sormuştu bu soruyu Kuzey’e, insanlara onları önemsediğini göstermek ergenlik dönemine yakın olmasının da etkisiyle utandırıyordu onu, hem karakteri de buna müsait değildi. Kuzey bunları bildiği için sessizce cevap verecekti ki yeğeniyle uğraşmak isteyen Gökhan yanıtladı Ayaz’ı, hem de oldukça yüksek bir sesle.1
“Daha iyi Doruk abin, endişelenme artık aslanım.”
Doruk sırıttı, Ayaz’ın kahve gözleri kendisine değince “Çok mu endişelendin?” diye alay etti. “Yoksa uyuyamadın mı? Kıyamam.”1
“Ben uyudum!” diye atıldı kız çocuğu. “Çok uyudum!” Gözlerini büyüterek başını salladı daha ikna edici olmak için, Gökhan’ın dudağının bir kenarı kıvrıldı, kızıyla uğraşma isteği onu utandırmamak konusundaki tedbirini bastırdı. “Hiç kalkmadın mı?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.1
Minel masum, hafif de suçlu bir şekilde baktı babasına. Ona yalan söyleyemezdi, bu yüzden “Kayktım.” diye mırıldandı, daha donra vazgeçmemesi gerektiğini kendine hatırlatıp devam etti. “Ama tekyay uyudum.” Belki babası Doruk abisinin yanına geldiğini anlamaz, her zamanki uyanışlarından zannederdi bu geceki kalkışlarını.1
“Hemen mi uyudun, bekledin mi?”
Minel’in yüzü düştü, anlaşılan babası yakalayacaktı hasta odasına yaptığı gizli seferleri. “Bekyedim.” dedi yavaşça.
Yavaş yavaş başını salladı Gökhan, kızının bükülmüş kaşlarına ve suçlu, aynı zamanda da yakalandığına üzülmüş gözlerine, dudaklarını büzmesinin sonucunda tombullaşarak daha da ısırılacak bir hale gelen ve çocukların daha da hasta olmaması amacıyla oldukça sıcak tutulan evle kızaran yanaklarına baktı. Kıyamadı ona; ufak, yaramazlık denmeye bile bin şahit isteyecek bir şey yapmaya çalışmıştı tamamen iyi niyetle ve saf sevgiyle; gizlemesine, daha doğrusu, bu küçük sırrını gizlediğini düşünmesine izin verecekti.
“Anladım güneşim, bazen öyle uyanıyorsun, biliyorum.”1
Minel’in kirpikleri birbirine değdi hızlı hızlı, babası anlamamıştı hiçbir şeyi, dudakları sevimli bir tebessüme ev sahipliği yaparken hasta Doruk’tan uzaklaşması için onu almaya gelen, Gökhan amcasının bir şey demesini bile beklemeyen Ayaz’a uzattı kollarını.
Ayaz inci tanesini kucağına aldı, ikiz kuralları gereğince yanağına ufak birkaç öpücük bıraktı, Minel de gülümseyip Ayaz’ın yanağından öptü. Gökhan Minel’in üzülmemesi için Doruk’la az da olsa vakit geçirmesine izin vermek, kız çocuğunu ondan uzaklaştırmamak istemişti ancak itiraf etmeliydi ki ancak şu an rahat bir nefes alıyordu, elinde değildi; korkuyordu yeni yeni büyüyen, toparlanan kızının bir hastalığın pençesine düşmesinden.
“Yayın da okuyun vay mı Ayascım?” diye sordu kız çocuğu, abilerinin ve Ayaz’ın hayatlarının büyük bir kısmı okulda geçtiği için artık sohbetleri de ona yönelik bir hal almaya başlamıştı.
“Benim de vay.” Güldü sevimli sevimli, arkadaşlarını görebilecek ve onlarla oynayabilecekti yarın, belki yeni arkadaşlar bile edinirdi, abilerini ve Ayaz’ı üzgün üzgün camın önünde beklemeyecekti.1
Engin’in sesiydi, arkasında da Hakan vardı. Dün nasıl ki oda ana baba günüyse bugün de öyle olacaktı anlaşılan, Arda’nın gelmesi de an meselesiydi zira. Gülten ve Raif de ellerinde çorba ve ıhlamur olan tepsilerle içeri girerlerdi birazdan, Hale’yse pazar gününe özel cilt bakım rutinini bitirdiği an Doruk’un yanındaki yerini alır ve annesinin eksikliğini hissetmesin diye bir anne şefkatiyle gözünde hâlâ daha beş yaşında olan gencin kahverengi saçlarını okşamaya başlardı.1
Engin inci tanesini Ayaz’dan aldı çocuğun homurdanmasına zerre kadar aldırmadan, iki yanağından da öptü ufak meleği, çok seviyordu bu kız çocuğunu, kendi kızıymış gibi hissediyordu bazen, tuhaf bir histi.
“Günaydın bal kızım, amcasının gülü, amcasının güzeli…”
Minel keyifle dinledi iltifatları, utanmayı da ihmal etmedi ama, başını Engin’in boyun girintisine saklayıp Yeşilçam filmlerindeki oyuncular misali kirpiklerinin altından baktı amcasına.
Hakan’ın cümlesi sadeydi, zira gözleriyle ifade ediyordu sevgisini. Hem çok yaklaşmak istemiyordu yeğenine, Doruk’a bir gündür çok yakındı, hastalık kendisine bulaştıysa kıza da bulaştırırdı ve onun o güzel yeşillerini kırmızı görmek, boğazının ağrıdığını söyleyişini ya da kuru öksürüklerini işitmek istemiyordu.1
Doruk babasını görür görmez kendini yatağa bırakmış, bir elini de dışarı sarkıtmıştı Rönesans tablolarını aratmayan bir tavırla. Minel’in duymayacağı kadar kısık bir sesle “Çok kötüyüm, çok hastayım, her yerim ağrıyor.” diye sızlanmayı da ihmal etmedi.1
Hakan anladı oğlunun iyileşmeye döndüğünü, yine de ayak uydurdu onun sızlanışlarına, yatağın kenarına kendisini iliştirirken Doruk’un saçlarını düzeltti nazikçe. “Bugün de babaannen sana bir şeyler hazırlatır, toparlanırsın.”1
Hakan bir saniye bile düşünmedi. “Sen iyileşmezsen gitmem.” Hiçbir iş oğullarından, ailesinden önemli değildi; o önemli toplantılar ailesine daha iyi bir gelecek istediği, geçmişteki aile üyelerinin emeğini çöpe atmak istemediği için önemliydi. Kısacası, her şey yine ailesinde bitiyordu.1
Çocuk gibi sevindi Doruk, Engin’e hararetli hararetli bir şeyler anlatan Minel’e baktı herkes ona baktığı için, kız çocuğu babasının nasıl çok yorulduğundan ve gece daha erken uyuması gerektiğinden, Hakan amcasıyla Arda abisinin de çok erken kalktığından bahsediyordu.
“Haşta oyabiyiyyey, dinyenmeyeyi geyek. Ama dinyenmiyoyyay.”
Kuzey güldü hafifçe, bunu diyen kız belki de hepsinden erken kalkıyordu, ondandı herkesin ne zaman uyandığını görüşü zaten fakat ses çıkarmadı, ayak uydurdu her biri Minel’e.
“Çok haklısın bal kızım. Bence de daha fazla uyumalı ve dinlenmeliyiz.”
Minel haklı bulunmasının gururuyla göğsünü şişirdi, babasına bakıp bilmiş bilmiş başını salladı. “Göydün mü?”
Gökhan güldü, bir şey demedi. Gündüz Minel’e daha rahat vakit ayırabilmek için şirket işlerine, dosyalara bakıp spor yaptıktan sonra uyuyordu fakat bunu bir türlü anlatamıyordu kız çocuğuna. Ufak meleğe göre babası da ballı sütünü içip kendisiyle aynı anda uyumalıydı çünkü.
Hale içeri girdiği an Minel’in gözleri parladı, heyecanla gülümserken kollarını öne uzattı hemen. Engin büyük bir ihanete uğramışlıkla baktı yeğenine, Hale’yse kahkaha atarak aldı kız çocuğunu. “Kimi seveceğini nasıl da biliyor, oh, bebişim benim.”1
Doya doya öptü yanaklarını; herkes bu hafta -en fazla bir iki gün içinde- kendi evine dönmeyi düşünüyordu, ancak birkaç günde bir görecekti artık inci tanesini, bol bol öpmeliydi.
“Şey, ayyecek kahvaytı yapıcas mı?”
“Yapıcaz.” diyerek kızı taklit etti Ayaz, güldü sonra. Minel kaşlarını çattı, “Ben öyye konuşmuyoyum.” diye kızdı Ayaz’a. Daha sonra dayanamadı, kaşlarını düzeltip “Yütfen öyye yapma Ayascım.” diye rica etti.1
Kız çocuğunun yanağından makas aldı kendisi de çocuk olan Aktuna, Minel’in hassas teni Ayaz sert davranmamasına rağmen ufak bir kızarıklık gösterdi o noktada fakat hafif rengin geçmesi çok kısa sürdü, öyle ki Gökhan bile fark etmemişti değişimi.
Gökhan’ın alelade bir şeymiş gibi davrandığı cümle herkesi duraksattı, Minel şaşırmış ve itiraf etmesi gerekirse de evlerine kavuşacaklarına mutlu olmuştu her ne kadar babaannesi ve dedesinin evinde kalmayı sevse de.
Aktunaların duraksama nedeni ise farklıydı; yaz tatilinin tamamiyle bittiğini, birbirlerini böyle bir aradayken ancak hafta sonundan hafta sonuna göreceklerini bilmeleriydi sebep, her sene olan ayrılık bu sene daha bir buruktu, şüphesiz ki sarı kıvırcığın ve yaşanılanların, polise akseden o korkunç olayların, hastane koridorlarının etkisi vardı bunda.1
“Geyçekten mi? Evimise mi gidicez?”
Ellerini çırptı kız; kedi kulübesini, mutfaklarını ve oradaki ördekli, ayılı tabaklarını, babasının özenle seçtiği sarı havluları, evin her köşesinde düzenle duran oyuncakları ve rengarenk aksesuarları, halasının ona getirdiği, taşımakta zorlanacağı kadar ağır olan moda dergilerini özlemişti.
“Evet, sürprizimi de göreceksin.”
Derin olacakken heyecanla yarıda kesilen bir nefes aldı inci tanesi, hastaneden beri bu sürprizi bekliyordu; babasını defalarca ikna etmeye çalışmış, tüm şirinliğini kullanarak “Canım babacım, güsey babacım, deniz babacım, en şevdikim inşan babacım…” diye diye Gökhan’ın ağzından laf almaya çalışmış fakat her seferinde başarısız olmuştu.1
Güldü herkes, Gülten ve Raif’in gülüşü de dahildi buna, gözler kapıya çevrildi, Raif Minel’in ve Hale’nin saçlarından öptükten sonra elindeki ahşap tepsiyi düşürüp Gülten’in öfkesini üzerine çekmemek amacıyla Doruk’un yanına ilerledi, tepsiyi komodinin üzerine bıraktı.
Dedesinin tişörtünü dramatik bir tavırla kavradı Doruk. “Şirketi benim üzerime yapmazsan ölecekmişim.” dedi nefesi kesiliyormuş gibi. Hakan son kelimeyle sitemkâr bir şekilde “Doruk…” derken Doruk abisine bir kez daha laf atmak amacıyla onun yatağına yaklaştığı sırada cümleyi duyan Ayaz’sa “Sakın dede.” diye girdi araya. “Kaç nesildir batmayan aileyi batırır bu.”1
Raif “Sonra kız torun ayrımı yaptığımı söylüyorlar.” diye homurdanarak geri çekildi Gülten’in yanına geldiğini fark edince, kadının yatağın kenarına oturup Doruk’a son damlasına kadar çorba içireceğini ve tıka basa doyduğunu söylemesine rağmen hasta genci aşağıda hazırlanan kahvaltı sofrasına sürükleyeceğini biliyordu.
“Buyaya otuyabiyiyşin dedecim.”
Raif Minel’in işaret ettiği boşluğa -Gökhan’ın yanına- oturdu, Minel Hale’nin kucağından indi kadının yanağına son bir öpücük bıraktıktan sonra, dünyanın en büyük yaramazlığını bile yapsa herkese karşı onu savunacağını hissettiği dedesinin dizlerinin dibinde bitti.
Raif kırpışan yeşil gözlere güldü, Hale’ye dış görünüş olarak zerre kadar benzemeyen bu kız çocuğunun ona kızını bu denli hatırlatması, hatta bazen karşısında Hale’nin üç yaşındaki hali duruyormuş gibi hissetmesi normal miydi bilmiyordu.1
.
“Baba, babacım…”1
Raif’in ona aldığı, gerçekten altın olan prenses tacını düzelterek çalışma odasına girdi kız; babası odada yoktu, ofladı, merdivenleri çıkarken yorulmuştu, prenses elbisesi ter olacaktı, biraz daha yürüyemezdi, küçük adımlarla deri sandalyenin yanına ilerledi, zar zor da olsa oturdu babasının koltuğuna.
Ahşap, işlemeli, antika eşyaların olduğu odada gezdirdi gözlerini. Buradı kendi odası olsaydı kesinlikle böyle olmazdı, her şey pembe olurdu, belki de babasına bunu söylemeliydi, buradaki eşyaları pembeye boyayabilirlerdi.
On yaşında olmasına rağmen on beş yaşındaymış gibi davranan, Hale gözünün önünden kaybolduğu an tüm evi onu bulmak için dolaşan Hakan’ın sesiydi bu; Hale gülümsedi abisinin sesini duyunca, yanakları hafifçe tombullaştı. “Buldayım!” diye seslendi, bazen harfleri karışabiliyordu.1
Hakan sesin geldiği odayı anlayınca şaşırmadı, kız çocuğu tek başına kalınca ya elbiseleriyle, bebekleriyle alakalı bir şeyler yapıyor ya da babalarının dizinin dibinde bitiyordu, kızların her zaman babalarına bu denli düşkün olup olmadıklarını merak ediyordu fakat çevresinde bunu gözlemleyebileceği başka bir aile yoktu, ne Raif’in ne de Gülten’in kardeşleri olduğundan kuzenleri yoktu zira.
Hakan kapıyı çaldı, babası bir işle meşgul olabilirdi. “Gilebilirsin.” Cevap veren kişi Hale olduğuna ve peşinden başka bir cümle gelmediğine göre babası odada değildi, derin bir nefes aldı, bir gün Hale böyle yalnız başına odaları dolaşıp her yeri kurcalarken bir yerine bir şey düşürecek diye korkuyordu ancak dinlemiyordu onu kız kardeşi.1
“Ne yapıyorsun burada tek başına?”
“Babamı bekliyolum abicim, gelince konuşucas. Gel, otur sen de.”
Hakan deri koltuklardan birine oturdu, ona her zaman çok havalı gelen bu odayı bir kez daha inceledi hızlıca, her detay ayrı güzeldi, bazen ileride burasının onun çalışma odası olmasını istiyordu.
“Babacım çok çalışıyol, diyorum ama dinlemiyol beni, sen de söyle abi.”
Hale’nin her zamanki sızlanışlarına, nazlı nazlı konuşmasına tebessüm etti Hakan. Kendisi biliyordu babalarının çok çalışma nedeninin şirketi ayakta tutmak olduğunu, yine de her seferinde yerine getiriyordu kız kardeşinin ricasını, “Hale çok çalıştığını düşünüyor baba.” diyordu Raif’i ilk gördüğü yerde.
Hale memnuniyetle arkasına yaslandı, neredeyse her seferinde istediği yapılıyordu, bir tek Engin abisi kanmıyordu bazen, didişiyorlardı o zamanlarda.
“Abi ya… Yapamadım şunu.”1
Kapıyı çalmadan içeri daldı Engin, başını işlemlerin yazılı olduğu fasikülden kaldırmadığı için halıya takılıp sendelese de aldırmadı, çatık kaşlarını hiç düzeltmeden Hakan’ın yanına geldi.
Birinci sınıftaydı, her şey çok yeni geliyordu ve içinde gizli olan o sorumluluk duygusuyla bu yeni şeylerin her birini çok iyi yapmaya çalıştığı için öfkeleniyordu. Engin hareketli, hiçbir şeyi umursamayan bir çocuk gibi gözükebilirdi ancak öyle değildi, tam bir örnek çocuk olan Hakan abisinden sonra ailesini hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyordu.
Engin’in kahve saçlarını karıştırdı Hakan; Engin, abisinin ona verdiği güvenle derin bir nefes aldı. Babaları arkalarında dikilen bir dağ, anneleri üzerlerine eğilen ve saçlarını okşayan, onlara gölge olan bir ağaçsa Hakan da onları ısıtıp yollarını aydınlatan güneşti, zihninde böyle canlanıyordu Engin’in.
Masadan araba desenli kurşun kalemi aldı Hakan, o sırada duyduğu adım sesleri tebessümünü büyüttü, meraklı kız kardeşlerini sandalyeden yere atlayıp eteğini düzelttikten sonra yanlarına geliyordu zira.
“Sen okuma bile bilmiyorsun.” diye homurdandı Engin, kollarını kavuşturdu, Hale kaşlarını çatıp “Yooo, biliyolum!” diye çıkıştı. “Kim bilmedim demiş?”
Engin kardeşiyle başa çıkamayacağını biliyordu, onu sinir edesi de yoktu, sessiz kaldı. Hem bazen, canı yaramazlık yapmak istediğinde, iş birliği yapacağı birine ihtiyaç duyuyordu; Hale gibi güçlü, babalarının asla kızamadığı bir takım arkadaşını kendine düşman edemezdi. Bir de… Eh, şirindi kız kardeşleri. Beline kadar gelen kahve saçları, esmer teni dolayısıyla pek belli olmasa da kızaran yanakları, büyük ve kahverengi gözleri, üzerinden çıkarmadığı prenses elbiseleriyle çok şirindi. Kıyamıyordu biraz da.
Hakan kız kardeşinin kağıda dökülen saç tellerini nazikçe bir kenara koyarak -saçları itmemiş, nazikçe parmaklarının arasına alıp ahşap ve ufak masanın başka bir köşesine taşımıştı çünkü çok değerliydi o saçların her biri- soruyu okumaya başladı. Tam işlemi Engin’e göstermek için kâğıda elma çizmeye başlayacaktı ki kapı açıldı.1
“Buradalar Gülten, söylemiştim bir tanem.”
Arkasında telaşla dolanan kadına sesleniyordu Raif, çocukların her biri sessiz kalınca endişelenmişti Gülten, özellikle de Engin ve Hale’nin üç saattir hiçbir şey yapmamaları hayra alamet değildi, öyle düşünmüştü.
Kadın eşinin çekildiği kapı eşiğine geldi; kendisine gülümseyen Hakan’a, minik elini sallayan Engin’e ve öpücük atan Hale’ye karşılık derin, rahatlamış bir nefes verip tebessüm etti.
“Ne yapıyorsunuz burada?”1
Raif eşinin mutfağa; o ünlü, çikolatalı kurabiyelerini yapmaya dönmeyeceğini anlayınca içeri girdi. Elini nazikçe kadının beline koyup Hale oturmadığı için artık boş olan deri koltuğa yöneltti onu, Gülten varken o oturmazdı oraya.1
“Hiç.” demekle yetindi Hale, dikkati babasındaydı çünkü. Adamın dizlerinin dibine gelince kollarını kaldırdı. Raif gözleri kısılacak kadar güldü, yukarıdan pembe bir tül yumağı gibi gözüken kızını koltuk altlarından nazikçe tutarak kucağına aldı.
“Neredeydin babacım?” diye sitem etti kız. “Ösledim seni.”
“Annenle sohbet ediyorduk güzelim.”
Şaşkınlık belirtisi göstermedi Hale; anne babası aynı evin içinde bile birbirlerini özleyen insanlar olduklarından Raif iki üç saatte bir çalışma odasından çıkar, Gülten’in yanına gidip onunla vakit geçirirdi.
“Okuma biliyolum ben babacım, di mi?”
Hale kahve gözleri Engin’deyken sormuştu bunu, Engin bıkkın bir nefes aldı, içindeki dil çıkarma dürtüsüne engel olmak için uğraşıyordu.
Raif kızını şımartıyor olabilirdi ancak yalan da söylemezdi. “Daha bilmiyorsun bir tanem ama öğreneceksin.” Uzun, yumuşak saçlarının uçlarıyla oynadı kızının; bunun onun itiraz etmesine engel olacağını, Hale’nin mayışarak başını ona yaslayacağını biliyordu.
“Bilmiyolum ama öğrenicem.” diye mırıltıyla tekrar etti kız çocuğu az önce Engin abisine çıkışan o değilmiş gibi.2
Engin’in dudakları aralandı, abisine baktı. “Ben aynısını deyince bana kızdı!” diye şikayet etti. “Ayrımcılık!..”
Hakan tebessüm etti. “Alışman gerek.” dedi yavaşça, “Hale babamla böyle, bilmiyor musun?” Kollarını kavuşturdu Engin, homurdandı. “Ben de abisiyim, dış kapının…” Duraksadı, babasının söylediği o cümleyi hatırlamaya çalıştı, hatırlayamayınca daha çok öfkelendi, burnuna değecekti kaşları, az kalmıştı.1
“Kızmış gibi gözükmüyorsun canımın içi, şirin gözüküyorsun.”1
Annesine bir şey demek, itiraz etmek için ağzını açmıştı ki yanağına annesi tarafından bırakılan ufak öpücükle unuttu diyeceklerini Engin; gülümsedi. “Teşekkür ederim.” dedi annesinin koyu mavi harelerine, yana dökülen sarı buklelerine bakarken.
Hakan az önce kız kardeşleri babalarına kızmadığı için şikayet eden Engin’in annelerine bakarken her şeyi unutuşuyla başını iki yana salladı, Aktuna çocuklarının zayıf noktaları ailelerinin onlara sevgi göstermesiydi ve içinden bir ses bunun böyle kalacağını, yanaklarına kondurulan ufak öpücüklerin ve sıkı sarılışların onları sakinleştirmeye devam edeceğini söylüyordu.1
.
Minel dedesinin dizlerine iyice yerleşti, “Usun zaman…” derken cümlesini toparlayamayacağını fark etti, tavşanının tulumunu düzeltip “Naşıyşın?” diye sordu adama.
“İyiyim güzelim, sen nasılsın?”
Zihnindeki anılar Raif’i ister istemez duygulandırmıştı, normalden daha büyük bir şefkatle okşadı “İyiyim dedeciğim.” cevabını veren Minel’in buklelerini. Kızın açık yeşil gözlerinde oluşan o sevgi, pembe yanaklarına oturan utangaçlık gülümsetti onu.
Odadaki ailesine baktı Raif sonra. Az önce odaya giren, Doruk abisini yoklayıp Minel’i yanağından hafifçe öptükten sonra oturarak nezleler hakkındaki İngilizce makaleleri tabletinden okuyan Arda’nın omzuna yaslandığı Engin ve saçlarını geriye atan Hale birbirlerine laf atarken Kuzey ve Hakan sakince oturuyorlardı, Gökhan yemek tarifi videosu izliyor, Ayaz Doruk abisine yemek yediren anneannesinin boynuna sarılmışken “Uçak geliyor abiciğim, aç ağzını.” diyerek hasta çocukla uğraşıyordu.2
“Öyle mi canımın içi?” diye sordu Raif bunu bilmiyormuş gibi şaşırarak. “Her hafta gidecek misin böyle?”
Minel gözlerini kırpıştırdı, dedesinin bilmemesi onu afallatmıştı. “Evet.” dedi başını abartılı bir şekilde sallayarak. “Yaza kaday gidicem, yazın tatiy.” Durdu, kaşları hafifçe çatıldı, öne eğilerek koltuğun öteki tarafında oturan babasına baktı.
Gökhan başını telefondan kaldırdı, tavuklu çorbanın içine katacağı malzemeleri zihninden geçirirken “Efendim meleğim?” diye yanıtladı merakla ona bakan kızını.1
“Naşıy… Şey, naşıy göyücem Topyak’ya Miyaç’ı?”3
Hale başını arkaya yatırıp kahkaha atarken Doruk’a çorbasının son kaşığını içiren Gülten yanağının içini ısırdı gülmemek için.4
Minel halasının kahkahasına şaşırdı, ne olduğunu anlamak için babasına baktı onun açıklama yapacağı ümidiyle fakat bu sefer de onun çatılan kaşlarıyla, gamzesinden daha farklı bir şekilde içeri çöken yanağıyla karşılaştı, afalladı.
Abilerinde, Ayaz’da, amcalarında ve dedesinde dolaştırdı gözlerini. Yarısı kollarını kavuşturmuş bir şekilde, mahkeme duvarı gibi düz bir suratla dururken diğer yarısının dudakları kıpırdıyordu ve gözlerinden belliydi bu kıpırtıların kız çocuğunun Miraç ve Toprak’a düşkünlüğüne dair homurtular olduğu.1
“Babanecim, noydu?” diye sordu inci tanesi son bir ümitle. Babaannesi kimseyle alay etmez, kimseye şaka yapmazdı; bu yüzden bu tatlı kadının kendisine de mutlaka cevap vereceğine, onu anlamakta zorlanacağı birkaç cümleyle geçiştirmeyeceğine emindi.
Gülten Doruk’a döndü, kasede hâlâ çorba varmışçasına kaşığı kaseye sürdü, Doruk’un gözlerine baktı ağzını açması için. Minel’i başka bir okula göndermeleri gerektiğine dair bir şeyler mırıldanan Doruk cümlelerini yarıda keserek “Kaşık boş.” diye söylendiğinde “Hadi canımın içi.” dedi Gülten tatlı fakat itiraz kabul etmeyen bir tavırla.
Doruk babaannesinin sözüne uyduğunda sevimli ama otoriter bu kadın “Doruk abine çorba yediriyorum babaanneciğim.” diye seslendi kız çocuğuna hemen, “Dedenin sana çok güzel bir açıklama yapacağına eminim.”1
Arkasına döndü Gülten, Raif’in kahverengi gözlerine dikkatle baktı, hafifçe kaşlarını kaldırdı. Raif bu bakışın anlamını biliyordu. “Kıskançlığını bir kenara bırak ve doğru düzgün, kibar bir açıklama yap.” demekti. Sıkıntılı bir nefes aldı adam.1
“Biz de nasıl göreceğini bilmiyoruz dedeciğim, onu düşünüyorduk.” Gülümseye çalıştı ancak yalnızca dudakları kıvrıldı, sahte tebessümü gözlerine ve kaşlarına, hatta yanaklarındaki çizgilere bile ulaşmadı. Minel dedesinin gülüşündeki bu tuhaflığı sezse de anlamlandıramadı, soru sormaya devam etti.
“O sırada Engin amcan komik bir şey söylemiş bir tanem, o yüzden.”
Mantıklı geldi kız çocuğuna fakat yüzündeki karışıklık geçmedi, babasının kıpırdayan dudaklarına ve çatık kaşlarına son bir kez daha baktıktan sonra yalnız kaldıklarında ondan “Ayyeyey biybiyine söyyey.” diyerek neden böyle davrandığını öğrenmeyi kafasına koydu, bunun rahatlığıyla başını kendisine sıkıca saran dedesinin göğsüne yasladı.1
Aktunalar her zamanki gibilerdi, her şey yolundaydı.
.
.
.
“Tavşanımı aydım, kedimi aydım, künyem de… Künyem de koyumda. Hasıyım babacım, bahçeye çıkabiyiy miyim?”
Gökhan açık sarı, şişme montu dolayısıyla fazla hareket edemeyen; kendinden büyük kedi çantasını zar zor da olsa sırtına takmış, elbiseli kızına şefkatle baktı. Kıvırcık saçların üzerinde duran ve Gülten’in ördüğü sarı, yün, ponponlu bereyi dikkatle düzeltti; daha sonra dizlerinin üzerine çöküp beyaz eldivenlerinin de parmaklarına oturduğundan, sarı ve parlak botlarının bağcıklarının bağlandığından emin oldu.2
“Çıkabilirsin ama üşürsen geri gel babacığım, tamam mı?”
“Gerekli birkaç şeyi alıp geleceğim güneşim.”
Arkasını döndü kız çocuğu, sallana sallana -pijama giydiği zamanki kadar rahat değildi sallanışları, çok ağır hissediyordu kendini- bahçeye çıktı. Arabaları kapının önündeydi; birazdan herkesin şu an yalnız yalnız bekleyen bu siyah arabanın başına üşüşüp Minel’i arabaya bindirmeden önce öpeceklerinden, gitse bile her zaman beraber olacaklarından bahsedeceklerine emindi kız çocuğu.
“Çiçekyeyimiz asıcık soydu çünkü kış. Yazın yine yengayenk oyucakyay, babam öyye dedi, babama güveniyoyum, yayan söyyemez. Evimisdeki çiçekyeyimiz de böyyeymiş, babam öyye dedi. Ama oyşun, basen dinyenmek geyek, çiçekyeyim de dinyeniyoy.”
Tavşanıyla ve kedisiyle konuşarak dolandı bahçenin çimensiz, taşla döşenmiş kısmında. Dün akşam yağmur yağdığı için her yer çamurdu, bu yüzden topraklı kısma pek yaklaşmıyordu.
İrkildi duyduğu ses tanıdık olmasına rağmen, arkasını döndü hızlıca. Kâmil’in korkuttuğu için özür diler gibi olan bakışlarıyla karşılaşınca güldü. “Koyktum.” dedi tatlı tatlı.1
“Önemyi değiy Kâmiy Dayı.”2
Kâmil ister istemez güldü Minel ona dayı dediğinde, kız çocuğunun Aktunalarla olan ilişkisine dışarıdan bir gözle en iyi şahit olan insandı ve buna rağmen, ilişkilerdeki ve inci tanesindeki bu evrimleşmenin kendisine dayı denmesine sebebiyet vereceğini azıcık bile tahmin edememişti.
“Aklıma bir şey gelmişti Minel Hanım.”
Meraklı, yeşil harelere baktı adam; dudaklarını ıslattı, Gökhan Bey’in Minel’in soruları karşısında terleyişine bıyık altından gülmek gibi olmuyordu o sorulara maruz kalan insan olmak, eve baktı bir ümit; belki birisi kahverengi, yüksek kapılardan çıkıp kız çocuğunun dikkatini o tarafa çekerdi.1
“Neden cevap veymedin? Söyyemek iştemiyoy muşun?” Tavşanına daha sıkı sarıldı Minel, daha sonra anlayışla ve yetişkin bir insan edasıyla başını salladı. “Oyabiyiy Kâmiy dayı, bası şeyyey özey oyuy.” Bu cümlelerin ve kuralların çoğunu ona bilgi vermekten oldukça hoşlanan Arda abisinden alıyordu.2
“Şey… Biyiyoy muşun, evimize gidices biz.”
Minel hızla başını kaldırdı, dudakları şaşkınlıkla aralandı, nefes verir gibi bir “Ne?” çıktı ağzından. “Neyeden biyiyoyşun?” Kâmil dayısına daha şu an vermişti bu haberi, nasıl önceden bilebilirdi?1
“Gökhan Bey söyledi Minel Hanım.”1
Kız çocuğu duraksadı bir an. “Tamam.” diye mırıldandı sonra. “Babamya aykadaşşın şen, aykadaşyay biybiyine söyyey… Söyyey biy şeyyey.” Başını sallayarak kendini onayladı, eski evlerine döndüklerine yarın okula gider gitmez Toprak ve Miraç’a anlatacak olması da bu yüzdendi.
“Arkadaş değiliz Minel Hanım.” diyerek düzeltme gereği duydu Kâmil, Gökhan Kâmil’le arkadaş olduklarını Minel’den duysaydı belki de kızını hayal kırıklığına uğratmamak için onu onaylardı ancak Kâmil yapamamıştı, sonuçta gerçek öyle değildi. “Gökhan Bey benim patronum.”2
“Ne? Ne o? Payton… Şey, patıyon…” Kaşlarını çattı kız çocuğu, bir türlü kelimeyi doğru şekilde telaffuz edememişti, yavaşlattı konuşmasını. “Patyon…” Gülümsedi, kendiyle gurur duymuştu harfler ağzından doğru bir şekilde çıkınca. “Ne demek o?”
“Yani…” Derin bir nefes aldı Kâmil, inci tanesine baktı, daha sonra nasıl bir açıklama yaparsa yapsın bunu üstten üstten bakarak yapmak istemediğini fark etti ve bir dizi üzerine çöktü.1
“Ben Gökhan Bey’e işlerinde yardımcı oluyorum, bazen şoförü oluyorum, bunun karşılığında da maaş alıyorum.”
“Mayaş? O ne Kâmiy Dayı?”1
“Para, Minel Hanım. Böylece kendime bir şeyler alabiliyorum.” Bu “bir şeyler” Minel’in bir Aktuna olduğu anlaşıldıktan sonra oldukça artmıştı çünkü Gökhan Bey eskisinden çok daha yumuşaktı ve Minel’i sevindiren her konuda maaşına zam yapmıştı, en son hastaneden çıktıklarında olmuştu bu zamlar ve miktar açıkçası inanılmazdı.1
Minel anlamaya çalıştı Kâmil’in dediklerini. Kendisi için para yalnızca bazı nesneleri alırken ya da o nesneleri satarken kullanılan bir şeydi, hizmet sektörünün işleyişi ona yabancıydı.
“Babamın… Şey… Babama yaydım edince… Edince paya veyiyoy. Sen de… Şey… Eybişe ayıyoyşun, yemek ayıyoyşun.”1
Minel anladığına sevindi, tavşanını kolunun altında tutmasaydı el çırpardı. “Teşekküy edeyim Kâmiy Dayı.” diye cıvıldadı. Kâmil tebessüm etti, kendisinin yeğeni yoktu ve vakit geçtikçe fark ediyordu ki bu kız çocuğunun gerçekten dayısı gibi hissetmeye başlıyordu, bu hisse çoğunlukla “Yerini bil, sen onun dayısı değilsin, yalnızca çalışanısın.” diyerek engel olmaya çalışıyordu ama çok zordu Minel “Kâmiy Dayı, Kâmiy Dayı…” diye diye dolaşırken.1
Minel gülümseyişini büyüttü, söyleyecek başka bir şey bulamadığı için etrafına bakındı, o sırada evden çıkan Engin amcasıyla göz göze geldi. “Amcacım!”1
Engin tebessüm etti, sarı montu dolayısıyla yüz metre öteden bile seçilebilen kız çocuğuna doğru ilerlerken gözlerini ovuşturdu. Az önce babası, Hakan abisi ve Gökhan’la bir araya gelip konuşmuşlardı, Fuat Fırat’ın Kubilay’ın planlarının genel hatlarından haberdar olduğu ortaya çıkmıştı ve o da yargılanacaktı, bunu duymak Engin’in zihnini rahatlatmalıydı ancak öyle olmamıştı, oğluyla çıkacağı bir tatile kesinlikle ihtiyacı vardı.1
Minel, Engin’in ses tonundaki yorgunluğu adamın yüzündeki geniş tebessüme rağmen hissetti; ne olduğunu anlayamadı ama hissetti. Amcasının dağınık kumral saçlarını, normal halinden bir tık daha uzun olan sakallarını, hafifçe moraran göz altlarını inceledi uzun uzun.
“Neden öyle baktın amcasının gülü?” Bu sefer gerçekten güldü Engin fakat Minel’e geçmedi mutluluğu. “Neden üsgünsün?” diye sordu kız yavaşça, adeta ciddiyetle.
Kâmil sohbetin özel hayata girdiğini anladı bu soruyla, sessiz ama hızlı adımlarla uzaklaştı oradan, bu aileyle çalışırken öğrendiği bir şey varsa o da Gökhan hariç hepsinin oldukça kibar insanlar olduğu ve mahremiyetlerine son derece önem verdiğiydi.2
“Üzgün değilim amcam, niye böyle düşündün?”
Dizleri üzerine çöktü Engin, Minel’in beresinden çıkan kıvırcık tutamları alnının kenarına nazikçe süpürdü sağ eliyle.
“Üzgünşün.” diye itiraz etti kız çocuğu. Hafifçe çattı kaşlarını, kızgınlıktan değildi kaşlarının bu aşağıya meyli, amcasının üzüldüğü gerçeği onu da üzmüştü. “Biyiyoyum, güzey güymedin.”
Engin “Güzel gülmedim mi? Benim gülüşüm kötü mü?” diyerek konuyu dağıtmayı düşündü ancak daha sonra karşısındakinin Minel Aktuna olduğunu, ne derse desin önünde sonunda onun sorusuna bir cevap vermek zorunda kalacağını hatırladı.
“Düşündüğüm bazı şeyler var.” diyerek dürüst oldu ağzından havada su buharı izleri bırakan bir nefes verirken. “Onlar beni biraz üzüyor ama geçecek, sen üzülme bal kızım, tamam mı? Amcalar bazen üzülebilir, sonra hallederler. Ben de halledeceğim.”
Minel derin bir nefes aldı, içi hiç rahat etmemişti ama başını salladı. “Tamam.” diye mırıldandıktan sonraysa tek koluyla -diğer kolu tavşanına sarılıydı- sarıldı amcasına. “Seni çok şeviyoyum amcacım, yütfen üsüyme.”
Engin gülümsedi, kız çocuğunun beresini hafifçe geriye itip saçlarından öptü. “Üzülmeyeceğim güzelim.” “Amcasının gülü” diyecekti fakat içinde yeşeren ciddiyet, zihnini ele geçiren o dumanlı üzüntü izin vermemişti.
Minel Engin’in yün kazağındaki desenlerde gezdirdi işaret parmağını. “Şey…” dedi yavaşça. “Şimdi söyyücek mişin?” Engin sorarcasına kaşlarını kaldırdığında “Neden üsgünsün?” diye şansını denedi bir kez daha, yalnızca bir dakikadan daha az bir süre önce amcasının isteğine “Tamam.” dememiş gibi.
Engin güldü. “Söylemeyeceğim bal kızım, boşuna uğraşma.”
Minel dudaklarını büzdü, bu sefer tamamen kabullenecekti kaderini, başka çaresi yoktu. Omuzları çöktü, Engin onun bu halinin çoğunun duygu sömürüsü olduğunu bilse de dayanamadı, bir konuda fikrini alarak onu mutlu etmek istedi.
“Biraz dinlenmek için Arda abinle tatile gitmek istiyorum, sence en çok nereyi sever?”1
Minel yeşil gözlerini kocaman açtı. “Tatiye mi?” diye sordu şaşkın şaşkın. “Ama okuyu vay… Vay abimin.”
“Arda abin her şeyi önceden çalışmış, o yüzden sorun olmaz ballım.”
“O saman, şey…” Düşündü Minel, kedi çantasının kolunu düzeltti. Engin çantayı alıp kız çocuğunu yükten kurtarırdı ama biliyordu ki Minel “Kedi’mi taşıyabiyiyim, o benim kedim. Onu şeviyoyum.” diye itiraz edecekti.
“Biy şüyü… Biy şüyü kitapyı yeye gidin. Biy de çiçekyi. Ayda abim kitapyayı sevey, hep kitap okuyoy. Çiçek… Çiçek de şeviyoy.”
Engin tatil sorusunu öylesine sormuştu. Güzel, mantıklı bir cevap alınca duraksadı; başını yana eğdi, biraz düşündü. “Kitaplı bir yer…” diye tekrar etti kısık bir sesle. Ünlü, tarihi bir kütüphaneye gidebilirlerdi; Arda bunu çok severdi, Minel haklıydı.1
“Çiçekleri nereden düşündün amcam?”
Arda gerçekten çiçekleri severdi ancak bunu pek göstermezdi, odasında toz yapacağı gerekçesiyle çiçek bulundurmazdı mesela. Minel’in dikkatli bir çocuk olduğunun farkındaydı Engin ama bu kadarını da tuhaf bulmuş, sorma gereği hissetmişti.
.
“Efendim prensesim?” dedi Kuzey gözlerini bilgisayarının ekranından birkaç saniye içinde çektikten sonra. Bir proje ödevini tamamlamaya çalışıyordu, Minel de o sırada odasına gelmiş ve masanın bir köşesinde sessizce boyama yapmaya başlamıştı, bir iki saattir süren bu sessizlik ancak şimdi bozuluyordu.
“Şey… İşmini unuttum. Ayda abimin… Abimin anneşi… Şey, meyak ettim onu. Nasıy inşan?”1
Kuzey böyle bir soru beklemiyordu, parmaklarını klavyenin üzerinden tamamen çekti, sandalyesini ufak kuzenine doğru döndürdü, koyu kahve gözleri yeşil gözlerdeydi ancak inci tanesini görmüyordu artık, karşısında Nida yengesinin ona anneliği, iyiliği, sıcaklığı hatırlatan meleksi yüzü vardı.
“Çok iyi bir insandı.” dedi yavaşça. “Hepimizi çok severdi, ailemizdi.”
Nida yengeleri hem yetim hem öksüzdü, yetimhanede büyümüştü. Bu yüzden Aktunalarla tanıştığında ve onlardan çok sıcak tavırlar gördüğünde, Raif “Sonunda bir kızım daha oldu!” dediğinde, Gülten en sevdiği yemekleri öğrenip her eve gelişinde o yemeklerden yaptırdığında, neredeyse hiç kimseyi umursamayan Gökhan kendisine saygı duyup Nida ortamda olduğu zaman dilinin ucuna gelen küfürleri yuttuğunda, Hakan adeta bir abi gibi ona kol kanat gerdiğinde ve Hale tanışır tanışmaz onu favori kuaförüne götürüp onunla saatlerce muhabbet ettiğinde bu aileye dört kolla sarılmıştı; Engin’in ailesi olarak değil, kendi ailesi olarak benimsemişti onları.2
“Sisi de mi? Beni şevey mi o saman? Şey… Böyye oymaşa…”1
Kuzey gülümsedi, dalgın gözleri bulutlarından kurtuldu, prensesinin yanağını okşadı nazikçe. “Çok severdi.” dedi samimiyetle. “Çok fazla severdi.”
Gaye Kuzey ve Doruk’u terk ettiğinde Hale ve Gülten nasıl ki onlara annelik yaptıysa Nida da öyle davranmış, Arda’ya ne alıyorsa aynısından bu yaralı kardeşlere de almış, haftada en az bir kez onları evine çağırıp patlamış mısır patlatarak, tadı damaklarında kalan kurabiyeler yaparak bitki ve çiçeklerle dolu, her zaman loş ışıklarla aydınlanan o sıcacık evinde ağırlamıştı onları, izledikleri animasyon filmlerinin yarısından fazlasını Nida ve Engin’le izlemişti bu yüzden Kuzey ve Doruk. Ayaz’ı da çok sevmiş, her gördüğünde defalarca yanaklarından öpmeden bırakmamıştı. Minel’i sevmemesi imkânsızdı, Kuzey emindi ki inci tanesine yapılan DNA testinin sonucu belli olmadan sorup soruşturmaya başlardı Nida eğer sonuç negatif çıkarsa Minel’i nasıl evlat edinebileceklerini, ailesiz büyümenin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu çünkü.1
“O zaman… Şey… Daha çok seviyoyum onu. Ayda abimin anneşi, o yüsden sevdim. Şimdi daha çok… Çok şevdim. Ne… Ne sevey o? Hayam… Hayam eybişe şeviyoy… O, o…”
“Nida teysem ne sevey?”1
Kuzey Minel’in Nida’yı teyzesi olarak kabul etmesine hafifçe güldükten sonra kızın avuç içinden öptü. “Bizi.” dedi ilk olarak. “Çocukları, müziği, kemanını, çiçekleri çok severdi. Ormanları, çimenlik yerleri, doğa resimlerini, ağaçları, kuşları…”
Gözlerini büyüttü Minel, sesini hafifçe kalınlaştırdı. “Pamuk Pyenşeş gibi!..”
“Evet.” Başını salladı yavaşça Kuzey, Nida yengesini daha çok periye benzetirlerdi uçuş uçuş elbiseleri, yumuşak sesi, beline kadar uzanan dalgalı saçları ve nazik tavırları dolayısıyla ancak Pamuk Prenses de olabilirdi. “Pamuk Prenses gibi.”
.
“Şey…” Gözlerini kaçırdı Minel, Kuzey abisiyle olan konuşmasını söylemesinin doğru olmayacağını hissediyordu. Kendi annesi ölmüştü ve ondan bahsedildiğinde üzülüyordu, aynı şey Nida için de geçerli olmalıydı, onun hakkında konuşmamalıydı Engin amcasının karşısındayken.
“Biymem. Öyye düşündüm, düşün… Düşün yaptım.”1
“Öyle düşün mü yaptın?” Kaşlarını kaldırdı adam, yeğeninin her bir hareketinden belliydi öyle “düşün yapmadığı”, başka bir durumu fark ettiği fakat zorlamak istemedi onu.
“Amca? Niye soğukta bekliyorsunuz?”
Kuzey’in sesiyle başını kaldırdı Engin ve Minel, gri ama parlak gökyüzü ikisinin de gözlerini kamaştırdı, neredeyse tamamen aynı yüz ifadesiyle gözlerini kıstıklarında Kuzey hafifçe güldü.
“Minel dışarı çıkmak istedi, abim de sağ olsun, yalnız bırakmamış.”
Gökhan’ın sesi geldiğinde Minel’in dikkati direkt olarak oraya kaydı, yüzüne tatlı bir tebessüm yerleşti hemen, normalde babasına koşardı da onu aylardır görmemişçesine ama yapmamıştı çünkü Gökhan’ın iki elinde de kız çocuğunun eve götürmek istediği kitaplarının, oyuncaklarının olduğu çantalar vardı.
Kâmil hızlıca o tarafa koştu, Gökhan’ın elinden çantaları kaptı. Gökhan “Sağ ol.” dedikten sonra önce kızına, sonra arkasından gelen ailesine baktı; derin, adeta bıkkın bir nefes verirken “Başka bir ülkeye gitmiyoruz.” diye söylendi. “Evimize döneceğiz sadece.”1
Hale bir saniye bile beklemedi, zaten Gökhan’ın böyle bir cümle sarf edeceğinden emindi. “Susar mısın Gökhan?” Cevap almaya gerek duymadan hızlıca yeğeninin yanına yürüdü sonra, yere -Engin’in hemen yanına- çöktü, oldukça nazik bir şekilde Minel’in yanağını okşadı.
“Odan evimde hazır olacak bebişim.”
Engin kız kardeşinin sesindeki duygusallığı, Minel’e belli etmek istemediği o titrekliği yakaladı fakat dalga geçemedi çünkü o da aynı durumdaydı, her hafta sonu birbirlerini göreceklerini ve sürekli birbirlerinin evlerine gideceklerini bilse bile buruktu çünkü o kalabalık aile sofrasını her akşam yaşamayacak, Minel tarafından uyandırılmayacak, Doruk ve Ayaz’ın her gün birbirleriyle uğraşmalarından bıkamayacak, bunaldıkları an Hakan abilerinin odasına gidemeyecek veya annelerinin yanına -mutfağa veya oturma odasına- inemeyecek, babalarının Hale’ye olan yumuşak tavrının kendilerine olmayışından günde beş kez yakınamayacaklardı.1
“Biyiyoyum hayacım, şayı odam vay… Vay hepinisin evinde.”
Gülümseyerek başını salladı Minel, eşyalarını hazırlamaya başlamadan önce ona anlatmışlardı nasıl ki Gökhan ve Minel’in kendi evleri varsa diğer Aktunaların da kendi evleri olduğunu ancak birbirlerini sürekli görebileceklerini, inci tanesi için de her birinin evinde birer oda hazırlandığını.
“Evet, en güzel odan benim evimde.”
“Abart!” diye çıkıştı Engin, “Biraz daha abart!”
Gökhan arabasına yaslandı, kollarını kavuştururken “Hiçbir şey orijinal odasının yerini tutamaz.” dedi özgüvenle. “Kendi evindeki…” Durdu; ablasına ve abisine yüksekten bakarak alaycı bir şekilde güldü. “Evimizdeki odasını geçemez, benim kızım çünkü, bizim evimizde yaşıyor.”
Hale Gökhan’a çıkışmak için ağzını açtığı sırada babasının imasını anlamayan, cümleleri masumca yorumlayan Minel araya girdi sakin, kısık ancak mutlu bir ses tonuyla. “Evet, evimis vay bizim. Denizimiz de vay, bayıkyay… Bayıkyay vay denizde, biy de… Çiçek, çiçekyeyimiz.”
“Çiçeklerimiz diyor ya… Isıracağım seni fıstığım.”
Doruk hasta olduğu için Minel’e yaklaşamamanın acısını çekiyordu, en yakınındaki Ayaz’ın omzunu ısırmakta buldu çareyi, Ayaz omzundaki ani fakat hafif acıyla irkildi. “Lan!..” deyip arkasını döndü hızlıca, arkasındaki kişiyi itmek için refleksle kalkan eli Doruk’u gördüğünde hızlıca indi, ne kadar kavga ederlerse etsinler hasta olan ve gülüşüne rağmen bitkinliği mavi gözlerinden okunan abisini itmezdi. “Her gün yeni bir şey çıkarıyorsun!” diye homurdandı onun yerine.1
Doruk’un diğer tarafında duran, halsizleşirse koluna girmek için hazırda bekleyen Hakan Ayaz’ın öfkeli çıkarmaya çalıştığı sesini duyunca başparmağıyla dudağının kenarını kaşıyormuş gibi yaparak gülümsedi, arada bazı farklılıklar elbette olsa da Doruk ve Ayaz ona Engin ve Gökhan’ın küçüklüklerini, gençliklerini hatırlatıyordu. Ayaz daha güleç, daha sıcakkanlıyken Doruk daha hiperaktifti yalnızca.2
.
Damat odasına giren ve giydiği gömlekle boğulacakmış gibi hissettiği için yakasını çekiştirip duran Gökhan’ın üzerinde bir damatlık olan ve heyecandan yerinde duramayan, beş dakikada bir odadaki boy aynasında saçını ve hemen ardından da kolundaki pahalı saati kontrol eden Engin abisine sarf ettiği ilk cümle buydu.2
“Bilmiyorum. Bir yere… Nasıl olmuşum?”
Bir sandalyeye attı kendini Gökhan. “İyi.” dedi bıkkınca. Dört sene önce, yani daha dokuz yaşındayken Hakan abisinin düğününe katıldığında bunun bir şaka olduğunu düşünmüştü çünkü her ne kadar o zamanlar çocuk olsa da üniversiteyi bile daha bitirmeden evlenmenin çok da olağan bir durum olmadığını biliyordu. Şimdiyse Engin abisinin düğünündeydi, yine aynı curcuna yaşanıyordu ve yine evlenen abisi oldukça gençti, yirmi iki yaşında evlenilir miydi?
“Azıcık heyecanlan oğlum ya!.. Evleniyorum lan!”
Hakan; Gaye’nin çekimlerinin yoğun olması, dolayısıyla genç kadının evde bulunmaması nedeniyle hafta sonunun bir gününü aile evinde geçirmeyi tercih ediyordu. Üstelik yalnız da olmuyor, üç yaşındaki Kuzey ve daha bir yaşında olan, koltuğun kenarını bıraktığı an yere düşen Doruk’u da peşinde getiriyordu. Gökhan aynı örüntünün Engin’le de tekrarlanacağına ancak bu sefer yengesinin de geleceğine adı kadar emindi.
Gözlerini devirdi Engin, biliyordu ki Gökhan böyle söylese bile azıcık uzak kalsalar arayıp alay yoluyla da olsa neden eve gelmediğini sorardı. Kardeşinin ailesini sevmekten çok, sevgisini ifade etmekle alakalı problemleri vardı.1
“Nida yengeni gördün mü hiç? Nasıl olmuş, gelinlik yakışmış mı?” Duraksadı Engin, kendi kendine “Tabii yakışmıştır.” dedi oldukça emin bir şekilde. “Benim peri güzelime ne giyse yakışır.”
Yüzünü buruşturdu Gökhan, on üç yaşında ve ergenliğinin eşiğinde bir erkek çocuk olarak bu kadar romantizme maruz kalmak midesini bulandırıyordu. Oysa bu romantizme neden olan o amansız sevgiydi çocuklarının evliliğine Raif ve Gülten’in bu kadar erken olmasına rağmen onay verişlerinin sebebi.
“Dikkat etmedim, belki görmüşümdür.”
Omuz silkti çocuk, anne ve babası tek çocuk oldukları için akrabaları çok az olsa da kumların üzerine dizilen ve özenle süslenen, sarı ışıklarla aydınlatılan yuvarlak masalar şirketin ortaklarıyla, ünlü iş insanlarıyla ve annesinin arkadaşlarıyla doluydu; hiçbiriyle sohbet etmek istemediğinden başını yerden kaldırmamış, kimseyle göz göze gelmemek için uğraşmıştı dakikalarca.
“Bu kayıtsızlığın beni bitirecek bir gün.”
Sandalyeye çöktü Engin, elini gevşetmek için kravatına attı ancak daha sonra Hale’nin “Sakın kravatını bozmuyorsun!” uyarısını hatırlayıp elini dizine koydu, ofladı, Nida’nın onu yalnızca bir saatliğine bile olsa kravatla görmek istediğini bildiği için katlanmak zorundaydı boynundaki bu bağa.
“Ne oldu?” Sırıttı Gökhan abisinin oflamasıyla. “Evlenmek o kadar kolay değil miymiş? Yirmi yaşında evlenirsen…”
Derin bir nefes verdi Engin. “Sana defalarca anlattım.” Her seferinde böyle söyleyip tekrar anlatıyordu sebebini.
“Nida benim hayallerimin kadını, biliyorum, eminim. O mezun oldu, ben de mezun oldum. Para yönünden…” Cümlesini bitirmeye gerek bile duymadı, maddi yönden sıkıntı çekecekleri gibi bir endişesi hiç olmamıştı, zaten Gökhan da bunu düşünmüyordu.
“Beklememiz için bir sebep yok, ben şirkette çalışmaya başladım, Nida müzikle uğraşacak, kursunu açtı. Herkes Nida’yı sevdi, hepiniz iyi anlaştınız, ona alıştınız, neden bekleyeyim?”
Bir şey demedi Gökhan, Engin’in haklı olduğunu biliyordu içten içe fakat yine de aklına yatmıyordu abisinin bu kadar erken evlenmesi. “Ben evlenmeyeceğim.” diyerek konuyu başka bir yöne çekti bir anda. “Bu dediklerin… Yok. Aşkmış, hayallerimmiş… Saçma abi ya…”1
“Aynen.” deyip güldü Engin. “Görürüm ben seni on on beş seneye.”
“Görürsün.” diye meydan okudu çocuk. Yalnız yaşlanacağından, yeğenlerinin bayramda ziyaret ettiği aksi ve yaşlı bir amca -dayı olabileceği ihtimalini düşünmüyordu çünkü ablasının evlenmesi fikri korkunçtu- olarak kalacağından emindi.
Bir sessizlik oldu, kumsaldaki ufak konuşmaların birleşerek artan gürültüsü duyuluyordu sarı ışıklarla aydınlanan, yerde kırmızı ve tüm zemini kaplayan bir halı bulunan, dışı kumsalın ahengini bozmamak için ahşap olan odada.
Engin parmağındaki yüzükle oynadı dalgınca, aklında haftalardır dönen ancak sormaya bir türlü fırsat bulamadığı, biraz da çekindiği -evet, kardeşinden bazen çekiniyordu- o soruyu sormak için iyi bir fırsattı, derin bir nefes aldı.
Kaşlarını kaldırdı Gökhan, abisine “Ciddi misin?” der gibi baktı zira Nida birkaç metre yandaki odada gelinliğiyle bekliyor, terinden dolayı hafifçe bozulan, nötral tonlarda olduğu için de silik gibi duran makyajına “Kuaföre o kadar anlattık ama hemen çıktı makyajın, böyle olur mu?” diye söylenen Hale’nin ufak dokunuşlar yapmasına izin veriyordu.
“Ciddiyim Gökhan.” Yüz ifadesini bozmadı Engin, Gökhan’ın anlamasını istiyordu ciddiyetini, önemliydi canından çok sevdiği ve bir ömür geçireceği kadınla yine canından çok sevdiği kardeşinin iyi anlaşması.
Gökhan abisinin yüzüne baktı bir süre. “İyi biri.” dedi sonra, sokakta karşılaştığı bir lise arkadaşından bahsediyormuş gibi.
“Ne dememi bekliyorsun?” diye çıkıştı çocuk. Denizden gelen rüzgar dışarıdayken onu serinletiyordu ancak odaya girince sıcağın da etkisiyle iyice bunalmış, sinirleri daha da gerilmişti. Şu düğünü doğal bir yerde yapmaktansa Gaye yengesi ve Hakan abisinin düğünü gibi klimalı bir mekânda yapamazlar mıydı?
“Sen evleneceksin, birazdan hem de! Ne diyeyim ben sana? Allah’ım ya… Hem ben ne anlarım, iyi biri işte, bir kötülüğü olmadı!”
“Sesin dışarıdan duyuluyor Gökhan.”
Hakan’ın içeri girmesiyle gözlerini devirerek arkasına yaslandı çocuk, yine nasihat dinlemek istemiyordu, bir ümit abisinin kollarına baktı, şu an yeğenlerinin gürültüsüne ve Doruk’un saç çekişine katlanmayı bile öğüt dinlemeye tercih ederdi.
“Bir şey demeyeceğim, hemen kaçmaya yer arama oğlum.” Babacan bir tavırla Gökhan’ın omzunu sıktı Hakan, özellikle Kuzey ve Doruk doğduktan sonra daha bir korumacı ve dikkatli olmuştu Gökhan’a karşı, Raif ortada olmadığında Gökhan’ın da babasıymış gibi hissediyordu kendini hatta.1
“Aramıyorum ben yer kaçmaya!” Kurduğu devrik cümle ortamın tüm gerginliğimi süpürdü, Hakan ve Engin gülerken Gökhan da başını yana çevirdi, dudağının kıvrılan kenarını gizlemekti niyeti ancak abilerinin onu çok iyi tanıdığını unutmuştu.
“Gördüm oğlum, sen de güldün.”
Gülüşünü silmeye çalıştı Gökhan, başarıp başarmadığını bilmiyordu ama yine de başını çevirip Engin’le göz göze geldi. “Niye soruyorsun sen şimdi bunu?” diye sordu öfkeli çıkarmaya çalıştığı bir sesle.
Engin hafifçe sırıttı. “Neden acaba parlak zekâ?” diye sordu, ses tonu genelde Hale’yle dalga geçerken kullandığı ses tonuydu. “Kardeşimle müstakbel eşimin iyi anlaşmasını istediğim için olabilir mi?”
Gökhan abisinin alayına homurdandı, kollarını kavuşturup kaşlarını çattı. Hakan yanındaki tekli koltuğa oturup saçlarını karıştırdığında daha da bir söylendi, abileri bazen sabrını sınıyorlardı. Ablası? O bazen değil, her zaman sınıyordu.
Engin derin bir nefes aldı. “Ciddiyim oğlum.” dedi alayı bir kenara bırakıp. “Seni de çok seviyorum, Nida’yı da. Senin de onu ablan gibi görmeni istiyorum, ona en mesafeli olan sensin, acaba sevmiyor musun diye düşündüm.”
Hakan Engin’e yalnızca baktı, araya girmedi ancak müdahale edecek olsaydı Gökhan’ın herkese mesafeli olduğunu, Nida’nın yanında daha az isyankâr davranmasının ve kaba konuşmalarına az da olsa ara vermesinin onu sevdiğine çok berrak bir işaret oluşturduğunu söylerdi.
“Ablam gibi değil, olamaz.” Çok keskindi Gökhan’ın sesi çünkü aksini düşünmüyordu, kimse onun için Hale’nin yerine geçemezdi, onu ne kadar sinir ederse etsin ablası onun en değer verdiği insanların önünde geliyordu, bu sene üniversiteye başlayan ve arkadaşlarını her akşam yemeğinde detaylıca anlatan genç kızın kahve gözlerinden bir damla yaş akmaması için her şeyi yapardı çocuk.
“Ama Nida yengem de iyi, sevdim, rahat edebilirsin.” Arkasına yaslandı. “Hatta seni sevdiğimden daha çok seviyorum onu.” diye devam etti dümdüz bir suratla.
Engin kaşlarını kaldırdı, Gökhan’ın parlak mavi gözlerinde dikkatle bir yalan veya alay belirtisi aradı ancak bulamadı. “Nasıl ya?” Hakan abisine baktı hüsranla. Hakan bir şey söylemeyeceğini belli ederek arkasına yaslandığında tekrar Gökhan’a döndü.1
“Yirmi iki yıldır abinim ben senin, birkaç ayda silip attın mı?”2
Gökhan ayağa kalktı, burada iyice bunalmıştı, biraz rüzgar iyi gelirdi. Kapı koluna elini uzattı, çıkmadan önce son bir şey söylemek için başını hafifçe yana çevirdi.
“On üç yıldır abimsin parlak zekâ.”1
.
Hakan yalnızca sonuna dahil olduğu, daha sonra Engin’den dinleyerek zihninde canlandırdığı anıyı hafifçe gülümseyerek gözlerinin önünden sildi ve annesine odaklandı.
“Size börek yaptım, çorba da şu tencerede. Bagaja koymayın sakın, dökülürse kokusu arabadan çıkmaz. Bu da çikolatalı kek, yarın canımın içinin beslenmesine koyarsın, vakumlu poşete koydum, kolay kolay bayatlamaz. Şu da köyden getirttiğim süt, kaynatıp buzdolabına koy, Minel bundan içsin, tamam mı oğlum?”1
Gökhan Gülten’in söylediklerine başını salladı, o kadar kayıtsızdı ki ifadesi Gülten derin bir nefes aldı söylediklerinin dinlendiğinden bile emin olamayarak, Kâmil’i de tembihlemeyi aklına kazıdı yere çömelip torununun yeşil gözlerine bakmadan hemen önce.
“Fermuarını iyice kapatalım babaanneciğim, üşüme.” Duygulandığı için böyle bir cümle kurmuş, tamamen kapalı olan fermuarı biraz daha ittirmeye çalışmıştı. Gürültüsü eksik olmayan o büyük evleri bu akşamdan sonra derin bir sessizliğe gömülecekti. Raif’le, hayatının ilk ve tek sevdasıyla, yaşamaktan hiçbir şikayeti yoktu fakat sesi, çocuklarının ve torunlarının o tatlı kaosunu hafta içlerinde ne kadar özleyeceğini düşünmeden de edemiyordu.
“Kapattım.” Minel başını eğip fermuarını görmeye çalıştı, fermuarı tamamen çektiğini düşünmüştü ancak gerçek öyle değildi babaannesinin dediğine göre.
Engin elini Gülten’in omzuna koydu, annesinin neden böyle alakasız bir cümle kurduğunu anlamıştı çünkü, kadının mavi gözleri kendisine değdiğinde güven verici bir şekilde gülümsedi. “Uzağa gitmiyorlar.” dedi sessizce.
Gülten derin bir nefes aldı, duygusallığını bir kenara bırakması gerektiğini kendine hatırlattı. “Okulda güzel güzel oyna arkadaşlarınla, tamam mı canımın içi? Ben hafta sonları tüm haftanı dinleyeceğim, istersen her akşam telefonla arayıp da anlatabilirsin.” Kızın buklelerini kenara itti nazikçe. “Hafta içi de size gelirim.”
Gözleri parladı inci tanesinin, Aktunaları kendi evlerinde ağırlamayı seviyordu. “Gey! Hepinis geyin!” Babasına baktı başını kaldırıp. “Yatak ayabiyiyiz, di mi babacım?”1
Gökhan’ın annesi ve belki, bir ihtimal de ablası dışındaki Aktunaları misafir etmeye hiç niyeti yoktu, kızıyla sakin ve en büyük gürültünün onun kahkahaları olduğu günler geçirmek istiyordu çünkü fakat bunu Minel’e söyleyemezdi, gülümsedi. “Alırız güneşim, tabii ki alırız.”1
Minel ellerini çırpacaktı fakat omuzlarındaki ağırlık ve koluyla gövdesi arasına sıkıştırdığı tavşanı buna engel oldu.
Gökhan daha fazla beklemedi, Minel’in burnunun ucu kızarmıştı, onun daha fazla üşümesini istemiyordu, hasta olunca kolay kolay toparlanamıyordu meleği. “Hadi babacığım, gidelim artık, üşüme daha.”
“Tamam.” İtiraz etmek istememişti Minel çünkü biliyordu ki babası üşümesini hasta olmasından korktuğu için istemiyordu, Doruk abisi hasta olunca görmüştü, sevdiği bir insanın hastalığına şahit olması insanı gerçekten üzüyordu, o da babasının üzülmesini istemiyordu.
Herkes tek tek öptü küçük kızı, hasta olan Doruk bile. Minel utandı ister istemez ama geri de durmadı, tüm ailesinin soğuk yanaklarına o da ufak öpücükler bıraktı.
“Unutma.” dedi Ayaz Minel Gökhan tarafından sarı koltuğuna oturtulmadan önce. “Sabahları telefonda konuşacağız.” Minel ciddiyetle başını salladı, artık her sabah birlikte olmayacaklardı, bu yüzden bazı kuralları güncellemek zorunda kalmışlardı, bu da onlardan biriydi.
“Göyüşüyüs ayyem!” El salladı hızlıca.
Kâmil şoför koltuğundaydı, Gökhan Minel’in yanına oturmuştu. Bahçeden çıkıncaya kadar el sallayan kız çocuğu nihayet önüne döndüğünde “Bu akşam ne oynayalım?” diye sordu oyun arkadaşına kavuşmuş bir çocuk gibi. “İstersen makyaj yapalım modellerine.”1
“Oyabiyiy!” dedi Minel yüksek bir sesle. “Hey şeyi oynayabiyiyiz. Ama… Ama önce… Evimisi gezicem. Çok ösyedim. Biy de, şey… Süpyisin vay, öyye dedin.”
Gökhan güldü hemen, yarım saat sonra göreceği sürprizin derdindeydi hâlâ, başını iki yana salladı. “Hayır. Söylemeyeceğim.”
“Çok…” Kaşlarını çattı Minel. “Çok, şey… Yayamas oydun şen.”3
“Ne oldum?” Kaşlarını kaldırdı Gökhan, dudağının bir kenarı kıvrılmaya hazır bir şekilde duruyordu.
“Yayamaz oydun, söyyemiyoysun. Babanemyey… Dedin babanemyeye, onyay da söyyemedi. Öğyenmedim ben.” Minel ailesini şirin şirin zorladığı bir iki haftanın sonunda bu çıkarımı yapmıştı, hiçbirinin sürprizi bilmemesi gibi bir şey olamazdı, bu da demek oluyordu ki babası onları tembihlemişti.
Gökhan derin bir nefes aldı, biraz gülerek kızını daha da küstürmemek içindi bu nefes, biraz da onun zekâsıyla şu an bile baş etmesi çok zorken ileride ne yapacağını kara düşünmesindendi.
“Göreceksin birazdan güzelim, sabret azıcık.”
Yanaklarını şişirdi Minel, camdan dışarı bakmak için başını çevirdi. Gökhan onun bu haline dayanamazdı. “Sen…” dedi o an Hale’ye benzediğini fark etmeden, elini inci tanesinin çenesine koyup yanaklarının şişkinliğini parmaklarıyla indirirken.1
“Seni ısırırım, yerim, nasıl bir şeysin sen?” Dediğini yaptı, kızının yanağını güzelce ısırdı. Minel “Ya baba…” deyip hafifçe gülerken itmeye çalıştı babasının başını, adam kendisine sevgi gösterdiği an engel olamıyordu inci dişlerini güzel bir gülüşle gösterme içgüdüsüne.
Gökhan Minel’in ufak ellerinin kuvvetine direnemiyormuş gibi geri çekilmeden önce derin bir öpücük kondurdu kızının yanağına. “Oh, bal benim kızım!”
.
.
.
Gökhan kollarındaki Minel’in mırıltısına “Evet güneşim.” diye karşılık verdi, kız çocuğu camdan dışarı bakarken beş dakika içinde uyuyakalmıştı bugündür evi dönüp dolaşmasının, gece de Doruk’a bakmak için defalarca uyanmasının verdiği yorgunlukla.
Gökhan güldü, kirpiklerinin arasına bir milimetre bile mesafe koyamıyordu çünkü bu cümleyi sarf eden kızı. Kâmil evin kapısını açarken kendisi önce kendi ayakkabılarını, sonra Minel’in ayakkabılarını çıkardı.
“Akşam yemeği vaktinde bakarız çiçeğim, tamam mı?”
Bir mırıltı geldi kızdan, Gökhan kelimeleri anlayamamıştı ancak işine geldiği gibi yorumladı anlaşılmaz ses yumağını, yavaşça merdivenleri çıktı; kızını baştan sona temizlettirdiği, nevresimlerini ve perdelerini yıkattığı, mis gibi kokan odasına, tek bir kırışıklığı bile olmayan çarşafının üstüne bıraktı. Montunu çıkarttı, pijamalarını ona giydirdikten sonra üzerini omuzlarının altına kadar olacak şekilde örtüp alnına minik bir öpücük bıraktı.
Hızlıca kendi odasına gitti, Minel’in son videosu ona geldiğinde her yerini dağıtmıştı odasının, kırılabilecek her şey kırıldığı için hepsi yenilenmişti, bir an garipsese de üzerinde durmadı, kızının eşyaları haricindeki eşyalar pek umrunda değildi.
Üzerini değiştirdi, kayışları gümüş ancak saatin arka planı sarı olan saatini taktı. Fark etmeden gülümsedi bunu yaparken, onun üzerinde siyah, lacivert, yeşil ya da griden, nadiren de beyazdan başka bir renk görmeyen kızı saatindeki bu ufak sarıyla bile çok mutlu olurdu kesin.
“Bunları nereye bırakayım Gökhan Bey?”
Elindeki oyuncak poşetlerini havada tutan ve merdivenlerin bitiminde duran Kâmil’e “Şuraya bırakabilirsin.” diyerek merdivenin altındaki boşluğu gösterdi basamakları inerken. Oyun odasına şu an o poşetleri bırakmak ses çıkarabilirdi, Minel’in uykusunu bölmek istemiyordu.
Mutfağa girdi, annesinin gönderdiği yemeklerin ve sütün olduğu poşetler masanın yanındaydı, zemine bırakılmışlardı Kâmil tarafından. Önce sütü çıkardı, büyük bir tencereye döküp ocağın üzerine koydu. Bir yandan bir şarkı mırıldanırken aynısını çorba için de yaptı, börek ve çikolatalı kekin gittiği yerse fırının içiydi.
Etrafına baktı bu işler bitince, Minel uyurken canı sıkılıyordu, odasına geçti sessizce, dizüstü bilgisayarını alıp oturma odasına indi, şirketteki işlerinden birazını bile hallederse iyiydi, kızıyla daha çok vakit geçirirdi.
İki saat kadar çalıştı, Kâmil de gittiği için ev oldukça sessizdi, Gökhan bazı dakikalar -dosyalara bakmaktan yorulunca- başını kaldırıyor ve sessizliği, eskiden fazlasıyla sevdiği sessizliği, garipsiyordu. Kızının gülüşleri, Doruk’un bağırışları, Ayaz’ın bilgisayarının kapının dışına kadar gelecek kadar yüksek sesi, Hale ve Engin’in atışmaları, Raif ve Gülten’in sohbetleri yoktu havada; Arda’nın sessiz varlığı ve Kuzey’le Hakan’ın herkesin üzerinde dikkatle dolanan gözleri de yoktu; tuhaftı, çok tuhaftı. Kendine itiraf etmek istemese de eskisi kadar düşkün değildi artık yalnızlığa, hissediyordu, kızıyla baş başa vakit geçirmeyi çok sevse de arka planda o seslerin olmasını istiyordu.2
Pıtır pıtır ayak sesleri duyduğunda bayağı bir iş halletmişti, bilgisayarını orta sehpanın üzerine bıraktı. O sırada siyah bir kupanın içindeki kahvesi gözüne çarptı, yapmış fakat içmeyi unutmuştu.
“Güzelim…” dedi tavşanını kavramayan eliyle gözlerini ovuşturan, yanakları kızarık, kıvırcık saçları yastığın basıncının etkisiyle bir kenara meyletmiş kızı basamakların üzerinde gözükünce. “Günaydın.”
Minel tam ayılamamıştı, cevap vermeden Gökhan’a doğru ilerledi, yavaşça koltuğa çıkıp tavşanını bir köşeye kibarca bıraktı, babasının açtığı kollarının arasına girdi, yanağını omzuna yaslayıp kollarını boynuna sardı.
Başını salladı kız çocuğu, Gökhan koltuğa sırtını iyice yaslayıp kollarını kızına doladı, sessizce bekledi. Birkaç dakika geçtiğinde hareketlendi inci tanesi, Gökhan’ın dizine oturdu, adamın mavi gözleriyle kendi yeşil gözleri kenetlendiğinde “Günaydın deniz babacım.” dedi tatlı tatlı.
“Günaydın akşam güneşim.” Kızının bir buklesini geriye itti Gökhan, hafifçe gülümsedi. “Ben sana merdivenlerden indiğinde de ‘Günaydın.’ dedim ama duymadın.”
“Ne?” Kaşlarını kaldırdı Minel. “Geyçekten mi?” diye sordu şaşkın şaşkın. “Duymadım babacım, özüy diyeyim.”
“Özür dilemene gerek yok biriciğim, ayılamamıştın daha, o yüzden oldu.” Gökhan fark etmemişti ancak Minel’in sürekli “O yüsden öyye oydu, bu yüsden böyye yaptım.” deyişi onun diline de bulaşmıştı.
Minel başını salladı, daha sonra ayaklarını salladı, uzun çoraplar giyiyordu, çoraplarına baktı bir süre. Daha sonra duraksadı, ayaklarının hareketi durdu, Gökhan anladı bir şey söyleyeceğini, gözleri büyükçe açılan kızına baktı.
“Süpyisim ne? Şimdi söyyüceksin babacım, öyye dedin. Ne süpyizim?”
Gökhan güldü, daha geçiştiremezdi kızını, zaten bunu yapması için bir sebep de yoktu. “Gel bakalım, bakalım sürprizine.” derken kızını da kucaklayarak ayağa kalktı, dışarı ilerledi.
Gökhan derin bir nefes aldı, geri döndü, tavşanı koltuğun üzerinden alıp kızına uzattı, o tavşanı şömineli bir eve ya da otele giderlerse eğer yakacaktı.1
Babasının ona uzattığı, vestiyerde asılı olan pembe montunu giydi kelebekli, pembe terliklerini zar zor ayağına geçirdikten sonra. Sarı montu üst katta, odasında kalmıştı fakat bu montu da sevdiği için sıkıntı yoktu, hem terlikleriyle de uyumluydu.
“Ben soğuğu seviyorum güzelim.”
“Ama hasta… Noyucak öyye oyuysan?”
Gökhan Minel’e baktı, Doruk’un hastalığını ve abisine bir şey olmadığını, bazı hastalıkların gerçekten hafif olabildiğini gördükten sonra bu konuda az da olsa daha rahat olmaya başlamıştı. Şansını denemek istedi. Bu yüzden kaşlarını kaldırıp “Hasta olsam da bir şey olmaz, Doruk abini gördün biriciğim.” dedi kız çocuğunu kendisinin hasta olmayacağına dair rahatlatmak yerine.
Minel duraksadı, böyle bir cevap beklemiyordu. “Hayıy.” diye mırıldandı hemen sonra, kollarını adamın boynuna sımsıkı doladı. “Hasta oyma, iştemiyoyum.”
Babasını kaybederse, onu bir daha göremez, onunla bir daha oyun oynamaz, film izleyemezse, ondan “Seni çok seviyorum güneşim, elimden geldiğince de senin yanında kalacağım.” cümlelerini duyamazsa, beraber yemek yapamazlarsa veya sabahları onun yatağına atlayıp “Günaydın babacım!” cümlesine “Günaydın bebeğim, günaydın babacığım.” karşılığını alamazsa, adamın güven verici kollarının arasındayken tüm tehlikelerden uzaktaymış gibi hissedemezse, kendisine kötü davranan birisi olursa babasının ona kızacağını bilemezse ne yapardı? O nasıl ki babasının biriciğiyse babası da onun biriciğiydi, bu hayattaki en sevdiği insandı.
Gökhan kızının dolu dolu olan gözlerini fark etti anında, derin bir nefes aldı kendi kendine küfrederken, Minel’deki değişimin ve rahatlamanın bu kadar hızlı olacağını düşünmesi bir hataydı. Sürpriz yapmaya götürürken üzmüştü meleğini.
Minel gözlerini kaldırdı, otoparka inen yokuşun başında durmuşlardı. “Haşta oymanı iştemiyoyum.” diye tekrar etti kız hemen.
“Ben hasta olmamak için elimden geleni yapıyorum.” dedi Gökhan güven verici bir sesle, doğruyu da söylüyordu, kızının korkması veya ağlaması isteyeceği en son şeydi, sırf bu yüzden çok daha fazla dikkat ediyordu kendisine, sigarayı da bırakmıştı, spor yapmayı da ihmal etmiyordu.
“Yine de hasta olabilirim çiçeğim, insanlar hasta olabilir. Sen de hasta oldun, Doruk abin de oldu. Bak, bir şey olmadı.”
Yanağını okşadı kızının, daha sonra alnından öptü. “Hafif hastalar doktora gider ve iyileşirler babacığım.” diye devam etti. İç çekti Minel, Gökhan anladı doğru yolda olduğunu.
“Korkmanı istemiyorum, sevdiklerimiz için endişelenmemiz normal ama korkman hoşuma gitmiyor güneşim, üzülüyorum.”
“Üzüyme.” dedi Minel. “Üzüymeni iştemiyoyum.”
“O zaman sen de korkmamalısın meleğim, korkmamalısın biriciğim, tamam mı?”
Onaylamasına rağmen buruktu hâlâ kız çocuğunun sesi, Gökhan onun zihnini konuyla alakalı ama daha eğlenceli bir senaryoyla dağıtmak istedi. “Hem…” Yeşiller kendisine çevrilince devam ettirdi cümlesini. “Hasta olursam sen bana bakarsın, olmaz mı?”
Minel böyle bir soruyu beklemiyordu kesinlikle, gözlerini kırpıştırdı, böyle bir durumun onda yaratacağı endişeyi bile unuttu o an çünkü cevap vermeye odaklanmıştı, tabii ki babasına bakardı, ona bu konuda güven vermeliydi.
“Şey…” dedi Gökhan otoparka inen yokuşta adım atmaya başlarken, yeşillerini etrafta dolandırıp söyleyeceklerini düşünüyordu bir yandan da.
“Yanında duyuyum. Çoyba yapmayı biymiyoyum ama babanem… Babanem yapayşa… Çoybayı, şey, sana ye yapayım. Doktoyu… Doktoyu ayayabiyiyim.” Siri’yi kullanarak insanları aramayı öğrenmişti, doktoru da pekâla arardı.
“Bakayım.” diye tekrar etti Minel, babasının yanınsan kimse ayıramazdı onu hatta. “Buyana…” Adamın alnına götürdü elini, işaret parmağını oraya dokundurdu. “Suyu bes de koyayım.” Kendisi hasta olduğunda alnında soğuk bir ıslaklık olduğunu, ne zaman onu oradan itmeye çalışsa babasının elini tutup avuç içini öptükten sonra “Olmaz güzelim.” dediğini hayal meyal de olsa hatırlıyordu.
“Sen bana bakarmışsın.” Takdirle başını salladı Gökhan, ardından kızının şakağından öptü. “Gördün mü, hasta olsam da sıkıntı yok.”
“Olmamaya çalışacağım güzelim ama ola da bilirim, insanız.”
Gökhan bir döngüye gireceklerini anlayınca sustu, başını sallamakla yetindi. Zaten otoparkın yukarı doğru açılan, geniş kapısının yanına eklenen ve havuza açılan kapısının önüne gelmişlerdi.
“Sürprizini görmeye hazır mısın?”
Minel başını salladı hızlıca, dudaklarını sımsıkı birbirine bastırıyordu konuşmamak adına, hemen içeri girmek ve haftalardır merak ettiği bu sürprizi öğrenmek istiyordu çünkü.
Gökhan’ın kızıyla uğraşacağı tuttu, onun sabırsızlığını bariz bir şekilde gördüğü halde kımıldamadı. “Ne kadar hazırsın?” diye sordu oldukça rahat bir tavırla.
Minel babasına baktı. “Çok!” dedi hemen. “Göyebiyiy miyim babacım?”
“Bence biraz bekleyelim, ikna olmadım.”
Minel ne yapacağını şaşırdı, bir kapıya baktı bir de babasına. Daha sonra adamın kolları arasında yükseldi, kollarını Gökhan’ın boynuna sımsıkı sarıp yanağını omzuna yasladı.
“Canım babacım, yakışyıkyı babacım, güsey babacım, deniz babacım… Süpyisi göyebiyiy miyim yütfen? Biy tanecik babacım, biyicik babacım…”4
Gökhan dayanamayıp güldü, kızının istediğinde nasıl tüm güzel sıfatları saniyeler içinde sıraladığına ilk kez şahit oluşu değildi ancak her seferinde daha eğlenceli, daha şirin geliyordu bu halleri. Her gün mümkünmüşçesine onu daha çok sevmesinden, bu ufaklığın keşfetmediği bir yer kalmamışçasına hayatımı daha da işgal etmesindendi belki de.
“Tamam güzelim, tamam. Şimdi göreceksin sürprizi.”
Kapıyı yavaşça araladı; hemen kapının yanındaki, Minel’in de uzanabilmesi için alçakta duran aydınlatma düğmesine dokundu hafifçe çömelip. Geniş yer bir anda bembeyaz ışıklarla aydınlandı, Minel gördüğü büyük havuzla ve havuzun bir yanındaki maviye boyanmış duvarı baştan sona kaplayan, tavana kadar -tavan üç metre yükselikteydi- uzanan, içi rengarenk ve çeşit çeşit balıklarla dolu olan akvaryuma bakakaldı.
Gökhan havuzu daha önce görmüştü, çok kez görmüştü hatta. Her şeyin çok güzel olmasını istediği için sürekli fotoğraf istemiş, havuzun her bir detayına dikkat etmişti. Minel’in boyunu geçmeyecek şekilde yapılan havuz kısmının zemini ve havuzun iç duvarları açık sarı, ufak, kare şeklindeki taşlarla döşenmiş ancak bu taşlar yalnız kalmamışlardı, havuzun dibindeki taşların aralarına balık şeklinde olacak kırmızı taşlar yerleştirilmişti. Kenarlardaki mozaiklerdeyse tavşan, kedi, çiçek, güneş ve koyu sarı elbiseli, kıvırcık saçlı prenses figürleri vardı her ne kadar havuzun dışından suyun içindeki kadar güzel gözükmeseler de.
Minel hangi detaya bakacağını şaşırmıştı, cevap bile veremedi bu yüzden. Duvardaki tatlı çizime baktı, dedesi ve babaannesini en ortada seçebiliyordu, kendisi ve babası da kenardaydı, gülüyorlardı. Diğer tarafa baktı, otoparkın eskiden duvar olan kısmı yere kadar camdı, deniz ufka kadar gözüküyordu bulutlu, kararmış bir gökyüzünün eşliğinde.
Ne diyeceğini bilemedi Minel, sadece babasına baktı. Çok mutlu olmuştu ancak bunun nedeni bir havuza ya da akvaryuma kavuşması değildi sadece, her şey ve herkes vardı burada, babası hiçbir şeyi unutmamıştı, ne kadar sevildiğini bir kez daha ve çok ama çok net bir şekilde hissetti.
Gökhan Minel’in basit bir oyuncak bebeğe bile çok mutlu olacağını, bu hediyeninse onun için çok büyük bir şey olduğunu biliyordu ancak yine de kızının ağzından duymak istiyordu sürprizini beğendiğini, neşesini.
Sıkıca babasının boynuna sarıldı Minel, o kadar sıkıydı ki kolları Gökhan şaşırdı bir an, genelde Minel’in yaptığı hareketi yapıp gözlerini kırpıştırdı bir iki saniyeliğine.
Yanağını babasının omzuna yasladı kız çocuğu, şu an gördüğü muamele o kadar güzeldi, o kadar farklıydı ki karşılaştırmadan edemedi kendi içinde, birkaç ay önceki hayatı geldi gözlerinin önüne: annelikten haberi olmayan annesi ve hâlâ daha onu en korkutan insan olan Aykut, yalnızlığı, arkasına sığındığı kanepe, numara izleri silinmiş televizyon kumandası, karanlık banyo, dağınık mutfak, yerdeki boş şişeler, dikkat çekmemek için sürekli parmaklarının ucuna basarak adım atışı, birkaç parça olan kıyafetleri, yırtılan çorapları, gözü gibi baktığı beyaz elbisesi, arılı çantası ve tavşanı, annesinin ve Aykut’un geceleri yükselen kahkaha sesleri, o gülüşlerden tek bir kez bile kendisinin nasiplenmemesi, saçlarının hiç okşanmaması, buklelerinin taranmadıkları için birbirine girmesi, sokaktaki saçı örülü kız çocukları, onların güzel oyuncakları, kaldırım taşına takılıp düştüğünde kendi kalkmak zorunda kalması, bakkalın ona acıyıp bir yara bandı getirmesi, içine işleyen apartman soğuğu ve o ürkütücü sessizlik… Her şeyi tekrar yaşadı sanki.3
Gökhan beklediği tepkiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir tepki almıştı, başını geriye çekip meleğinin yüzünü görmeye çalıştı, gördüğü dolu dolu gözler duraksattı onu, kendini sorguladı hemen, kalbini kıracak bir şey mi yapmıştı kızının?
“Şey…” Ne diyeceğini bilemedi Minel, kaldırdığı başını bir kez daha yasladı babasının omzuna. “Teşekküy edeyim.” dedi yavaşça. Gökhan ilk başta bu teşekkürün havuz sürprizi için olduğunu düşünse de cümlelerini devam ettiren kız çocuğuyla anladı daha derin bir mevzunun söz konusu olduğunu.1
“Babam oydukun için.” Kollarını sıkılaştırdı, “Seni çok seviyoyum.” diye ekledi. “İyi ki geydin.” Babası olmadan bir hayat düşünemiyordu, çok karanlık geliyordu ona Gökhan Aktuna’yı tanımadığı dönemler, sadece hatırlamak dahi az önceki gibi gözlerini dolduruyor ve neşesini, abartılı çocukça heyecanını ondan alıp götürüyordu.2
Gökhan anladı, kızını tanıyordu, zihnindeki geçmişi silemese bile onu oradan uzaklaştırmak için saçlarına ufak ama sık öpücükler kondurdu. “Asıl sen iyi ki geldin.” Enerjikti sesi, kızının kaybolan enerjisinin bu haliyle geri geleceğinden emindi, meleği uzun süre üzgün kalamazdı, doğasına tersti.
“Benim biriciğim… Yanağından da öpeyim. Buradan da öpeyim. Şurayı ısırayım, ensenden de gıdıklayalım.”
Babasının parmak uçları ensesine değdiği an kıkırdayarak başını arkaya yatırdı kız çocuğu. “Baba…” diye sitem etmeye çalıştı ufak gülüşünün arasında. “Yapma yütfen.”
“Neyi yapmayayım? Bunu mu?” Bir kez daha parmaklarını hareket ettirdi Gökhan, dolu dolu bir kahkaha duymadan mümkünatı yoktu, vazgeçmezdi gıdıklamaktan.
İnci tanesi güldü, sonra daha çok güldü. Gökhan’ı itmeye çalıştı, Gökhan yeterli mutluluğa ulaştıklarını düşündüğünde ufaklığın kuvveti ona yetebilirmiş gibi geriye çekildi. “Tamam, bırakıyorum, itme.” dedi bir yandan da çocuk gibi.
“İtmedim, kendimi kuytaydım!”2
Kendinden emin bir şekilde tekrar etti cümlesini yüzünde hâlâ bir gülüşün izleri duran kız. “Kendimi kuytaydım!”
“Kendini kurtarmış.” diye tekrar etti Gökhan, şu an evde olsalardı kızını karnından o kıpkırmızı oluncaya kadar gıdıklaması işten bile değildi ancak havuzun kenarındalardı ve Minel kucağındaydı, inci tanesini bu haldeyken o kadar gıdıklaması demek düşme riskine girmeleri demekti ne yazık ki.
“Bayıkyaya… Bayıkyaya bakabiyiy miyim? İndiyiy mişin beni?”
Gökhan bu sefer gıcıklık yapmak istemedi, itirazsız bıraktı meleğini yere, Minel kıyafetlerini düzeltti. Çoraplarını yukarı çekti, terliğinin kelebeklerine baktı birkaç saniye, her seferinde dikkatini çekiyorlardı; Gökhan bunu bildiği için kızının eğilmiş, ayaklarına bakar bir şekilde duruşunu garipsemedi.
“Şimdi bayıkyaya bakıcaz tavşan. Bayıkyayımız… Çiçekyeyimiz vaydı, şimdi bayıkyayımız oydu. Önce denizimizde bayık vaydı, şimdi evimisin içinde. Havusumuz da oydu, çok güzey havuz. Babacım yaptı, çok güzey oymuş. Babacım güzey yapıyoy… Yapıyoy hey şeyi. Biy tanecik babacım…”1
Gökhan ne söylendiğini duymuyordu, hem Minel kısık sesle konuşuyordu hem de kız çocuğu son zamanlardaki oldukça sağlıklı, doyurucu beslenişinin etkisiyle uzamış olsa dahi hâlâ kısaydı, aralarında belli bir mesafe vardı. Eğer bunlar olmasaydı Gökhan son cümleyle kesinlikle ama kesinlikle sırıtırdı.
“Havuza yakyaşmayayım. Yüzme biymiyoyum… Biymiyoyum. Denize düşünce yüsemedim.” Dalgaların -karanlık ve hırçın, soğuk dalgaların- arasında çırpınışı, o anki korkusu, burnuna ve ağzına dolan su, ağırlaşarak onu aşağıya çeken kıyafetleri aklına geldiğinde gülüşü solacak gibi olsa da buna izin vermedi, hemen yanı başındaki babasına çevirdi yeşillerini, adamın tebessümüyle tüm kötü anlar yok oldu, Minel de tebessüm ederek devam etti akvaryumu incelemeye.1
“Evet babacığım, kırmızı balıklar da var.”
“Şiyah bayıkımız vay mı? Sayı? Pembe?”
“Bilmem, senin bulman gerek, ben söyleyemem.”
“Ama Mineycim, çok büyük buyaşı, bayıkyay… Bayıkyay küsküçücük, naşıy buyucam?”
Ellerini iki yana açtı Gökhan, Minel derin bir nefes alıp akvaryuma döndü, tavşanına “Babacım yaydım etmiyoy.” diye söylenmeye başladı çatık kaşlarının Gökhan cümleyi duymasa bile tahmin edebiliyordu, sırıttı. Önceden kimseye böyle bulaşmaz, ya ciddi şakalar yapar ya da soğukluk serpiştirilmiş bir edayla alay ederdi. Şimdiyse en sevdiği aktivitelerden biri olmuştu kızını öfkelendirmek için bazı şeyleri bilmiyormuş veya yapamazmış gibi davranmak.1
İnci tanesi eskiden otoparkın bir parçası olan, şimdiyse havuzlu ve sıcak, aydınlık bir yere dönüşen geniş odayı gezerken Gökhan da peşinde dolandı yavaşça; gelecekteki halinin fragmanını yaşıyormuş gibi hissediyordu: Pahalı bir mağazada dolanan, bir türlü alacağı kıyafete karar veremeyen Minel’in peşinden saatlerce dolanan biri gibi.
“Yaz oyunca yüzücez, di mi babacım?”
“Şimdi de yüzebiliriz babam, burası sıcak.”
Minel havuza bakıp bir süre düşündü, sonra başını iki yana salladı. “Şimdi istemiyoyum.”
“Tamam güzelim, eve çıkalım mı o zaman? Yemek yeriz.”
Yavaşça havuzdan çıktılar, taşlı yolda ağır adımlarla ilerler ve nefeslerinin soğuk havada yarattığı buharları izlerlerken bir araba sesi, yakın bir araba sesi geldi kulaklarına. İkisi de kaşlarını çattı, Gökhan’ın evi ıssız, çoğu insan geçmediği, ters bir yerdeydi; kolay kolay araba sesi duymazlardı, bu arabanın kendi evlerine geliyor olma olasılığı bu yüzden çok yüksekti.1
“Bilmiyorum biriciğim.” Korumalardan biriyle göz göze geldi Gökhan, adamda bir telaş yoktu, derin bir nefes aldı, Minel’e olanlardan sonra her şey üzerine fazla düşünür olmuştu. Bir araba sesi bile eğer korumanın yüzünde normal bir ifade olmasaydı onu son derece endişelendirebilir, kızını hemen eve sokmasına neden olabilirdi.
Koruma Gökhan’ın gür, havada yankılanan sesi kulağına ulaştığında “Aileniz, efendim.” diye karşılık verdi vücudunu tamamen patronuna doğru döndürerek.2
Gökhan korumalara “Söyleyin, geri gitsinler.” diyebilmeyi diledi ancak yapamazdı, Minel yanındaydı ve meleği onu oldukça kibar, sakin, cana yakın bir adam olarak biliyordu.2
Kızının sesindeki neşeyle sahte de olsa gülümsedi Gökhan, “Galiba inci tanem.” dedikten sonra adımlarını hızlandırdı, yokuşun başına geldiğinde bir gözü peşinden gelen kızındayken diğer gözüyse şoför koltuğunun yanında oturup otuz iki diş sırıtan Doruk’taydı.
“Seni soğuk suya atmazsam…”3
Doruk’un başının altından çıktığını bildiği için yeğenine karşı kurduğu “sıcak” şakaları düşünmeyi bıraktı kızının sesiyle. “Hiç.” dedi büyük bir tebessümle. “Geldikleri için ne kadar mutlu olduğumu söylüyordum.”2
“Di mi babacım?” Gülümsedi kız çocuğu, daha sonra parlayan gözlerle izledi bazıları gülümseyen, bazılarıysa -Engin, Hale, Doruk ve Ayaz- babasına bakarak sırıtan Aktunaları taşıyan büyük arabanın bahçelerine girişini.1
Hakan arabadan iner inmez karşılaştığı neşeli sesle gülümsedi. “Hoş bulduk güzelim.” dedi burnu soğuktan kızaran ufaklığın saçlarını şefkatle okşar, bir yandan da Gökhan’ın omzuna elini koyarken. “Gelmek istediler.”
Gökhan “Anladım onu.” diye homurdanıp gözlerini devirdi, kızıyla sakin bir gün geçirmesine de izin vermiyorlardı.1
Minel güldü sadece saatler -uyuduğu için Minel’e bu zaman olduğundan da kısa gelmişti- geçmesine rağmen kollarını açarak kendisine gelen amcasına, onu üzgün gördüğü için ufak kalbinin bir kısmı adeta amcasında kalmıştı, şu an onu her zamanki enerjikliğiyle görmek dünyalara bedeldi, babasının telefonundan Engin amcasını arayıp darlama fikrini rafa kaldırabilirdi artık.
“Ösyedim amcacım, bay amcacım.”
Kız çocuğunun nazlanışı, şirin tavırları güldürdü herkesi, kaşları çatık bir şekilde Doruk ve Ayaz’a bakan Gökhan’ı bile. Vakit geçtikçe ve sevilmeyi öğrendikçe daha bir başa çıkılmaz oluyordu Aktunaların inci tanesi, Raif bazen Minel’i Hale’yi şımarttığından bile daha fazla şımartacağını ve torunun şu an veya ileride istediği hiçbir şeye “Hayır.” diyemeyeceğini düşünüyordu bundan Gülten dışında kimseye bahsetmese de.
“Bis de… Şey… Babam havus yapmış! Bayıkyayımız da vay! Denizdekiyey, denizdekiyey değiy. Şeyde…” Kelimeyi hatırlamaya çalıştı Engin amcasının kucağında olmasında faydalanarak adamın lacivert montunun fermuarıyla bilinçsizce oynarken. “Şey…”
Kelime bir türlü aklına gelmeyince Arda abisini aradı yeşilleri, on altı yaşındaki gencin masum yüzüne denk geldiğinde ve onun kendisine kelime öğretmeye çalıştığı onlarca anı hatırlayınca aradığı kelimeyi bulması işten bile olmadı. “Akvayyum!” diye cıvıldadı. “Akvayyumumusda!”
Aktunalar kız çocuğunun neyi kastettiğini o daha söylemeden anlamışlarsa da sabırla beklemişlerdi, bekledikleri kelime geldiğindeyse şaşırmış davrandı her biri, “Gerçekten mi bebişim?” diye sordu Hale kahverengi gözlerini kırpıştırıp. “Akvaryum mu yaptırmış baban? Hiç söylememişti, hiç bilmiyorduk!”Akvaryuma girecek balıkların bazılarını Hale seçmişti.
Minel halasına baktı, daha sonra diğer aile üyelerinde gezdirdi gözlerine. Sürprizi anlayabilmek için ağızlarından laf almaya çalıştığı haftalarda anlamıştı onların bildiğini, şimdi de sahte şaşırıyorlardı, biliyordu. Zeki bir çocuktu o.1
“İnanmadım hayacım.” Hale bu sefer cidden kırpıştırdı gözlerini. “Biydikinizi biyiyoyum, babam sise söyyedi. Akıyyı çocukum ben, anyadım.” Başını salladı “Ya…” der gibi. “Şaka yapmak… Şey, anyadım şakanızı.” Güldü tavlada birini beş oyun arka arkaya yenmişçesine bir keyifle.
“İleride bizi parmağında oynatacak gibi bir vibe aldım, doğru mudur?” Ayaz kollarını kavuşturdu, Doruk abisine bıkkınca baktı. “Çoktan yapıyor onu, biraz aktüel ol.” Duraksadı kullandığı kelimeyle, gözlerine bir dehşet ifadesi çöktü. “Arda beni de kendine benzetti!” Hale’nin dramatikliğine benzerdi tavırları, bu yüzden kimse aldırmadı çocuğa, bu ani çıkışlara Hale’den idmanlılardı. “Allah’ım sen yardım ey, Arda’ya dönüşüyorum!”
Arda Ayaz’a baktı, öfkeyle değil de bir masumlukla. Ayaz güldü en son. “Tamam, tamam.” dedi abi demediği abisinin yanağından bir makas alırken. “Üzülme, kapmayacağım senin yerini. İstesem de senin kadar zeki olamam zaten.” Doruk onayladı anında. “Doğru, olamaz.”1
“Bir şeye de maydanoz olma Doruk abi ya! Bir şeye de!.. Kuzenimle arama niye karışıyorsun?”
“Senin kuzenin de benim bostan korkuluğum mu? Benim de kuzenim!”
“Öyle bir şey mi var oğlum? Daha yakın kuzen ne? Derecesi falan mı var bunun, Clash Royale’de arena atlıyorsun sanki. Hem ben hastayım, bana bulaşma. Bana bulaşma! Yataktan daha yeni kalktım, her yerim ağrıyor. Dedem şirketi de üzerime yapmadı zaten.”3
“Allah’a şükür! Boşuna Raif Aktuna değil işte, bir bildiği var.”1
Minel başını Engin amcasının omzuna yasladı. “Ne zaman duyucakyay?” diye sordu kısık bir sesle, tatlı tatlı. “Evimise gideyim, asıcık… Şey, üşüdüm asıcık.”
Engin yeğeninin ellerini avucunun içine aldı son cümlesiyle. “Buz gibi olmuşsun.” dedi hemen. “Neden daha önce söylemiyorsun ballım?”
“Doruk, Ayaz, tamam.” diyerek böldü Ayaz’ı, bıraksalardı saatlerce kavga ederlerdi, kendisi ve Hale’nin gençliklerindeki -bazen de şu anki- laf atışlarından biliyordu. “Minel üşüdü, eve giriyoruz, hadi.”
Doruk ve Ayaz’ı kısa sürede durdurabilen çok az şey olmuştu şu ana kadar; biri Hale’nin cırlayışı, diğeri babaannelerinin ricası, ötekisiyse Gökhan’ın parlak mavi gözlerini üzerlerine dikişiydi. Şimdi bir tane durum daha eklenmişti listeye: Minel’in üşümesi.1
“Gelelim, gelelim, dediniz. Bir tanemi üşüteceğiz sizin yüzünüzden.”
“Sıcak çikolata yaparız sana canımın içi, ısınırsın.”
“Girelim tabii, tabletimi getirdim, daha oyun oynayacağız.”
“Doğru, fıstığım da hasta olmasın. İki gündür yanımda zaten.”
Minel gördüğü ilgiye şaşırmadı, artık sevilmeye alışmıştı. Sakince “Asıcık.” diye cevapladı babasını. “Sıcaka gidince geçey.”
Eve girdiler bir bir, Gökhan’ın evi Minel’in kaçırıldığı zaman sayılmazsa, Gökhan onu aldığından beri belki de hiçbir zaman aynı anda bu kadar konuk ağırlamamıştı.
“Hoş geydinis evimise, iyi ki geydiniz.”
“İyi ki…” diye tekrar etti Gökhan kızının cümlesini ancak tonlaması onunkinden çok farklıydı. “Bizi bu kadar sevmen gözlerimi yaşartıyor amca.” demekten kendini alamadı Doruk, “Çok sağ ol.”3
Başını eğdi Gökhan. “Eyvallah.”2
Raif başını iki yana salladı, Hale derin bir nefes alıp ümitsizce baktı babasına, “Çocukluğundan beri böyle.” Şikayeti çocuksuydu, biliyordu ancak umursamıyordu güçlü, kendinden emin bir kadın olarak sahip olduğu o enerjiyi ailesinin yanındayken bir yana bırakıp çocuklaşmayı, kaç yaşına gelirse gelsin.1
“Harbiden öyle.” Destek çıkan Engin’di, tatil planının kafasında dönmesi ve oğluyla vakit geçireceği, az da olsa rahatlayacağı ve bu durumun, Arda’nın da mutlu oluşunun, Nida’yı mutlu edeceğini düşünmesi onu rahatlatmıştı yalnızca birkaç saat içinde.
“Hatırlıyor musunuz Hale’nin ve benim kitaplarımızı çamura soktuğu zamanı?”
Engin’in söylediği Minel’i dehşete düşürmüştü, babası onun için dünyanın en iyi insanıyken nasıl çocukken böyle bir yaramazlık yapmış olabilirdi?2
“Evet.” Hiç kendini geri çekmiyordu Engin; Gökhan’ın önce yaramazlıklarına, sonra kavgalarına, daha sonraysa “Benden baba mı olur?” triplerine boşuna katlanmamıştı; bunların hepsi vakti gelince inci tanesine anlatılmalıydı.1
“Abartıyor.” diye homurdandı Gökhan. Minel kendisine gözlerini kırpıştırarak bakınca gönlü açıklama yapmamaya veya yalan söylemeye el vermedi, “Biraz yaramaz bir çocuktum.” diye kabullendi.
“Çok yayamaz çocuktun babacım.” Engin ve Hale kahkaha attı, Raif ve Hakan sessizce güldüler. Vaktindeki zorlanmalarının acısı çıkıyordu sanki. “Kitabı… Kitapyayı… Çamuya… Çamuya koymuşşun, neden yaptın öyye?”
“Bir de sonra… Dur ballım, ben sana baştan anlatayım.”
.
Hakan kaşlarını çattı Gökhan’ın sesini duyunca, Hale ve Engin de duraksadılar kabanlarını çıkarırken. Saat on ikiye yakındı, ikinci sınıfa giden Gökhan’ın çoktan uyumuş olması gerekirdi.
Gözlerini ovuşturuyordu siyah, desensiz pijamaları kırışık olan çocuk. Erkek çocukları için olan uzay gemili veya dinozorlu pijamaları çok “bebek işi” bulduğu için Gülten kendisi dikmişti bu pijamaları ona.
“Geldik bebişim de sen niye ayaktasın?” diye sordu Hale, ayakkabılarını çıkardıktan sonra içeri girdi; kardeşinin kahverengi, telleri oldukça dağınık saçlarını karıştırdı şefkatle. Sinemadan dönüyorlardı ve film korku filmi olduğu için Gökhan’ı yanlarına almamışlardı; genç kız evden çıkmadan önce kollarını kavuşturmuş, çatık kaşlarla kendilerine bakan kardeşlerini şu an böyle masum bir halde bulunca vicdan azanı çekmeden edememişti.1
“Kâbus gördüm.” diye mırıldandı yaşıtlarına göre uzun boylu olsa da on dört yaşındaki ablasının, liseye giden Engin abisinin ve boy uzamasını neredeyse tamamlamış Hakan abisinin yanında ufacık tefecik kalan Gökhan.
“Gelin, odamda konuşalım. Burada sesimiz yankılanıyor, annemler uyanmasın.”
Hakan’ın peşine dizildiler civciv gibi, Engin’in uykusu vardı, gözleri ağırlaşıyordu ancak odasına gitmek geçmedi aklından, Gökhan sekiz yaşında olabilirdi ancak kolay kolay söylemezdi korktuğunu, kâbus gördüğünü, kolay kolay çıkmazdı sesi mırıl mırıl.
“Bir dahaki hafta dördümüze bilet aldık, daha iyi bir filme.”
Hakan’ın odasına girip koltuklara çöktüklerinde kurmuştu bu cümleyi Hale, bir kolu Gökhan’ın omzundaydı ve kısa, kahverengi saç telleriyle oynuyordu, ailesiyle uzun süre sarılı kalınca genelde bunalıp geri çekilen Gökhan’sa bu teması şu anlık umursamıyordu, çıkarları söz konusuydu çünkü.
“Nasıl bir kâbus gördün abim, anlatmak ister misin?”
Gökhan kendisine sımsıcak gözlerini dikmiş, ne çok rahat ne de çok dimdik oturan Hakan abisine baktı. Bu soruyu Hale veya Engin sorsa gördüğü ufak, onu doğru düzgün etkilemeyen, hatta çoğunu şimdiden unuttuğu kâbusunu çarpıcı detaylar ekleye ekleye anlatırdı ancak şu an bunu yapmak, Hakan abisine yalan söylemek, istemiyordu çünkü annesinden sonra en iyi anlaştığı Aktuna oydu.
Hakan, Gökhan’ın yaramazlıklarına karşılık vermezdi, hep olgun davranırdı. Ondan gördüğü sevginin dozunu da seviyordu Gökhan, ablası gibi yapışık davranmıyordu Hakan veya Engin gibi gördüğü her yerde saçlarını karıştırmıyordu. Bazen tavsiye vermesinden sıkılsa da tahammül edebiliyordu o anlara, bunda az önceki durumların yanı sıra abisine hayran olmasının -babasına, Hakan abisine ve Engin abisine içten içe hayrandı ancak bunu ömrü boyunca kimseye söylemeyecekti- da bir etkisi vardı şüphesiz.
Gökhan Hakan’a yalan söylemek istemediğini düşünürken biraz vakit geçmişti, Aktuna kardeşler bunu tam da Gökhan’ın istediği yönde yorumlayarak çocuğun cidden kötü bir rüya gördüğünü, etkilendiği zannettiler uzayan sessizliğin sonucunda.1
“Tamam, anlatmak istemiyorsan sıkıntı yok.” Uykulu gözlerini sıvazladı Engin, ardından yorgunca gülümsedi. “Herkes kâbus görüp korkabilir abim, normal bir durum bu. Babam da korkuyordur bazen, emin ol.”
Hale yerinde kıpırdandı rahatsızca, Raif onun kahramanıydı hâlâ daha, bu yüzden de çoğu zaman bir İstanbul beyefendisi gibi davranan ancak öfkelendiğinde de karşısındaki insanları fazlasıyla korkutan o güçlü babasının Allah’tan başka hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmadığını düşünüyordu, yine de sesini çıkarmadı, yeri değildi.
“Hem bir daha korkarsan yine yanımıza gelirsin abim, korkun geçene kadar otururuz.” Formuna dikkat eden, haftanın beş günü spor salonuna giden Hakan birazdan söyleyeceği cümlenin ona olan zorluğu yüzünden duraksadı, Gökhan’ın parlak mavi gözleri kendisine çevrilince gülümseyerek devam etti. “Gece yemeği de yeriz, sucuklu yumurta yaparız.”
“Olur.” Bu sefer beklememişti Gökhan, yemek yemeyi seviyordu, sürekli oradan şuraya zıpladığı ve yaramazlık peşinde koştuğu için tükenen enerjisini yenilemesi lazımdı en nihayetinde.
“Biz senin hep yanındayız bebek, seni seviyoruz.”1
Çocuğa sımsıkı sarıldı Hale, sonra saçlarından öptü. Çok kavga ediyorlardı ancak kardeşi onun için bu dünyadaki en önemli insanlardan biriydi, koruyup kollamaya çalıştığı yegane insandı, hasta olduğu nadir zamanlarda “güzellik uykusu” dediği uykusunu bölmeye aldırmadan, en az beş kez odasına gidip kontrol ettiği insandı.
“Hep tabii oğlum, Aktuna kardeşleri kim bölebilir?”
“Engin abin haklı, yirmi sene de geçse biz beraber oturacağız, konuşacağız.”
Güldü Engin. “Yirmi sene de çok be abi!” deyip Hakan’ın koluna vurdu hafifçe. “Çocuğumuz falan olur o zaman, o kalabalığı düşünemiyorum.”1
Hakan sessiz kaldı, tebessüm ederken zihninde bazı görüntüler uyanmıştı. Çocuklarının da kendileri gibi tartıştığını, oturup konuştuğunu, içlerinde eğer kız olan varsa herkes tarafından el üstünde tutulduğunu görür gibi oldu.
Hale’ye çevirdi gözlerini Hakan, “Bir an gözümde canlandı güzelim.” diyerek açıklama yaptı. Hale aynısını Engin yapsa bir bahane bularak dalga geçerdi bu hülyalı halle ancak Hakan abisine öyle davranmayacaktı.
“Benim yanımdasınız, bana kızmayacaksınız yani.” Konuyu istediği yere getirmeye çalışıyordu Gökhan, eğer başarılı olamazsa Engin abisinden ve ablasından çekeceği vardı, uğraşmak istemiyordu.2
“Niye kızalım oğlum, biz sana ne zaman kızdık?”
Engin’in sözde sorusuyla bir sessizlik oldu, Hale başını yana eğdi, Hakan kaşlarını kaldırdı, Gökhan mavi gözlerini abisine dikti.
“Tamam.” diyerek kabullendi Engin hatasını, “Bazen kızıyor olabiliriz de sen de rahat durmuyorsun ki Gökhan, boşu boşuna mı kızıyoruz sana?”
İtiraz etmedi Gökhan, rahat durmuyordu ve bundan gurur duyuyordu, yaramazlık yapmayı ve aile üyelerine rahat vermemeyi seviyordu, sadece bazen ileriye gidiyor ve şu an olduğu gibi zor durumda kalıyor, ablasının ve abisinin çenesinden kurtulmak için çeşitli oyunlara başvurmak durumunda kalıyordu.1
“Tamam ama bugünlük, bu birkaç günlük hiç kızmayacağız sana. Bu da benden kıyak olsun.”
Gökhan sırıtmamak için kendini tutmaya çalıştı ancak yine de kıvrıldı dudağının bir kenarı, kıvrak zekası onu kurtarmıştı.
Hale dayanamayıp güldü, kardeşinin otuz yaşında ve suratsız bir iş adamı gibi davranmayıp böyle çocukça tonlamalarla sorular sorduğu o nadir anları seviyordu.1
“Gerçekten bebek, ben de onayladım.”
Gökhan derin bir nefes aldı, koltuktan ayağa fırladı. “Uyumaya gidiyorum.” dedi direkt. “Uykum var.” Aktuna kardeşler şaşırdılar Gökhan’ın o masum, sessiz hallerinden bir anda kendi normaline dönmesine. “Siz de uyuyun bence, gözlerinin altı kararacak abla.”
Hale gözlerini kırpıştırdı, parmak uçları yumuşak göz altlarına gitti hemen. “Abi…” diyerek abilerine baktı, öyle mi olacaktı, kafayı yerdi.
Engin Gökhan’a baktı, “Oğlum…” dedi gözlerini büyütüp. “Bir saniyede nasıl yüz seksen derece döndün? Ne oldu bir anda?”
“Bana kızmayacağını söyledin.” Omuz silkti çocuk, daha sonra arkasını döndü, gerçekten uykusu vardı ve sıcak battaniyesinin altına girmek istiyordu bir süreliğine camı açıp odasını soğuttuktan sonra.
“Uyuyacağım ben.” Küçük adımlarla kapıya gitti, çıkmadan önce gerçekleri ve birkaç dakika da olsa üzerinde olan masumluğun nedenini odanın atmosferine bıraktı.
“Siz beni götürmeyince sinirlendim, kitaplarınızı bahçeye attım. Çamur oldular, sabah alırsınız onları.”5
.
“Babacım!” dedi Minel Engin amcası anlatmayı bitirdiğinde, Raif ve Gülten’in sabah Hale ve Engin’in suratlarının halini hatırladıkları için gülüşleri arasından.
Gökhan başparmağıyla kaşının kenarını kaşıdı. “Yaramazdım biraz.” Başka bir cümle kullanamazdı çünkü bir bahanesi, bir sebebi yoktu yaptıklarının. Canı öyle istiyordu, bu yüzden de ablası ve abilerine yıllarca çektirmişti.
“Çok yayamazsın babacım, biyas değiy.”1
Hâlâ hayret doluydu Minel, anlamaya çalışıyordu babasının yaramazlığının boyutlarını. Daha sonra adama baktı, onun parlak mavi gözlerini gördüğünde “Oyşun.” diyerek düşüncelerinden kurtuldu.
Engin amcasının kucağından indi inci tanesi, babasının kucağına çıktı hızlı hızlı. Sonra boynuna sarıldı. “Çocukyay yayamas oyuy.” dedi ciddi ciddi. “Şeni anyıyoyum babacım.”1
Engin elini dizine vurdu. “Bu da gol değil!” Hale “Boşuna uğraşıyorsun.” deyip güldü. “Kendimden biliyorum, Aktuna kızları her zaman babalarını savunacak cümleyi bulur.”
“Evet.” Başını salladı Gülten. “Mutlaka.” Tecrübe konuşuyordu.
“Amca… Kahve nerede? Bulamadık mutfakta.”
Doruk’un gelip bir anda sorduğu şeyle Gökhan fark etti yeğenlerinin oturma odasında olmadığını, Doruk’a kaşlarını kaldırarak baktığında Doruk “Kahve bardağını gördük, canımız çekti.” dedi kayıtsızca. Hastalığına, Minel’in merhametine güveniyordu böyle rahat davranırken.
“Üştteki doyapta.” Minel sabah babasıyla beraber kahvaltı hazırladıkları, bu sırada babasının yaptığı her şeyi dikkatle izlediği için biliyordu kahvenin yerini; adam sabah o zift gibi kahveyi içmeyi ihmal etmiyordu zira, bıraktığı sigaranın yerini bununla doldurduğu söylenebilirdi.
Minel babasının dizlerinden indi, tavşanını alıp pıtı pıtı ilerledi Doruk abisinin yanına. “Neden göymedin abicim?” diye soruyordu bir yandan da. “Güsey bakmadın mı? Doyapta kahvemis. Babam hey zaman… Hey zaman oyadan ayıyoy. Oyada kahvemiz.”
“Göremedim fıstık, bilmiyorum. Sen gösterince öğrenirim, bir daha geldiğimizde oradan alırım.”
“Bir daha?” diye seslendi Gökhan arkadan. “Bir daha ne?” Doruk’un mavi gözlerinin yanında Minel’in yeşilleri de ona çevrildiğinde derin bir nefes aldı. “Hep gelin.” dedi zar zor. “Hep gelin.”3
Mutfak dolaplarını karıştırırken bulduğu jelibonlardan yemekle meşgul olan, bir yanağını sincaplar gibi şişirmiş Ayaz inci tanesinin sesini duyunca başını mutfağın kapısına çevirdi biri hariç hepsi siyah olan kahve bardaklarını dolaptan dikkatlice çıkaran Kuzey abisine bakmayı bırakıp.1
“Çünkü çocukum, çocukken içmek güsey değiy. O yüsden… Şey… Babam bayyı süt yapıyoy bana. Basen sıcak çikoyata. Sıcak çikoyata… Çikoyata yapabiyiyiz. Bayyı sütü uyuyunca içicem. Öyye yapıyoyuz biz.”
“Tamam prensesim, sana sıcak çikolata yaparız.”
“Teşekküy edeyim Kuzey abicim.”
Doruk abisine baktı ters ters, daha sonra dizleri üzerine çöktü. “Kuzey abin şimdi meşgul, teşekkür öpücüğünü ben alabilirim.” Yanağını işaret etti, Minel hemen ufak bir öpücük kondurdu Doruk abisinin yanağına, Doruk’un hafif hastalığını artık umursamıyorlardı, en az bir hafta görüşemeyecek olmaları fikri daha ön plandaydı.
Doruk Ayaz’a baktı. “Kıskanma la…” Tamamlamadı cümlesini, Minel’in yeşilleri hemen merakla açılmıştı çünkü, hemen konuyu başka bir yere çekti.
“Kahve üstteki dolaptaymış, Minel gösterecek bize.”
Kızın ufak, tombul parmağının istikametini takip etti Kuzey; az önce baktığı dolaptı, görememiş olmalıydı, kaşlarını hafifçe çatıp dolabı açtı. Minel yanılmamıştı.
Kız çocuğunun bilmiş hali Arda’yı güldürdü hafifçe, nazikçe saçlarını okşadı, annesinden sonra saçlarına dokunmaya çekinmediği nadir insanlardandı inci tanesi.1
Kuzey kahve sevmesinin, çoğu sabah kendisine kahve hazırlamasının verdiği alışkanlıkla kahve makinesiyle uğraşmaya başladı, Doruk akşam olmasının geri getirmeye başladığı hastalık hissinin daha da artmaması için sandalyelerden birine çöktü, enerjisini harcamamalıydı.
“Kusey abicim, bakabiyiy miyim ben de?”
Kuzey kendisine uzak bir mesafeden -Minel yerdeydi, Kuzey’se Minel’le konuşurken çömelmiş durduğu zamanların aksine ayaktaydı- seslenen kız çocuğuna baktı; “Bir dakika abim…” deyip elindeki bardağı tezgaha bırakmak istedi ancak o an ne olduysa bardak yere, Minel’in olmadığı tarafa düştü bir anda.
“Ay!”1
Kız çocuğu fazla parçaya ayrılmasa da ağız kısmı kırıldığı için kullanılmayacak hale gelen bardağa baktı şaşkınlıkla, daha sonra da kendisini kaşla göz arasında kucağına alan Arda’ya.
Doruk’un sorusuna başını iki yana salladı şaşkınlığının yerini bir endişe alırken, Kuzey abisine baktı. “Biy şey oydu mu abicim?” Yeri taradı endişeli gözlerle, pijamasını sıkıyordu bu sırada, kan görmek istemiyordu. “Acıdı mı biy yeyin? Oydu mu biy şey?”
Kuzey kendisine bakmamıştı, onun aklı inci tanesindeydi. Hemen kız çocuğunun önce ayaklarını, sonra ellerini ve kollarını kontrol etmişti sıçrayacak ve gözle görülmeyen bir parçanın çizik oluşturması endişesiyle. “Olmadı prensesim, olmadı.” dedi kızda bir şey görmeyince. “Sıkıntı yok.”
Yerdeki üç parçayı aldı Ayaz, daha küçük bir parça gözükmüyordu, kupanın yapısına baktı, camı kalındı, sanırım bu yüzdendi siyah, yüksek tezgâhın hizasından düştüğü halde un ufak olmayışı.
“Babamın… Babamın şevdiki baydak o.” dedi üstten bakan ve bardağın içini gören kız çocuğu. “Dışayışı şiyah, içi… Şey… İçi sayı. En şevdiki baydak, kıyıydı.” Ellerini iki yana açtı “Yok.” der gibi.
“Adamın mutfağına ilk kez girdik, onda da en sevdiği bardağı kırdık.” Sessizce devam ettirdi cümlesini Doruk. “Bizi istememekte haklı sanki, bir daha evinin bahçesine giremeyeceğiz bu gidişle.”3
“Seni istememekte haklı, evet.” Doruk’a laf yetiştirem Ayaz elindeki parçaları siyah çöp kutusunun sarı poşetine bırakacaktı ki “Dur.” diyen Arda’yla durdu. “Öyle atmayalım, sokak hayvanlarının ayağı kesiliyor, bir materyale saralım.”1
“Mantıklı.” der gibi başını salladı çocuk, camları masanın üzerine koydu. “Ben saracak bir şey bulurum.” deyip mutfaktan çıktı Doruk hızlıca, Gökhan amcası mutfağa gelirse kırık bardakla aynı ortamda bulunmak istemiyordu, o masumdu sonuçta, amcasının zihninde en sevdiği bardağın kırılmasıyla eşleşmemeliydi.
“Ben de süpürge alayım.” Ayaz da mutfağı terk etti, onun zihni de Doruk gibi çalışıyordu.
“Ben babama… Şey… İndiyiy mişin beni Ayda abim?”
Arda birkaç adım geri çekildi, kırıkların sıçrayabileceği mesafeyi geçtiğinden emin olunca kızı yere bıraktı, inci tanesi bir atom karınca gibi uzaklaştı, Kuzey ve Arda’nın kahveleri çakıştı, Doruk ve Ayaz’ın firarı bekledikleri bir durumdu ancak Minel şaşırtmıştı, başını iki yana sallayarak güldü Kuzey, dolaptan başka bir bardak çıkarıp devam etti kahvelerine yerde ufak da olsa bir cam parçası kalmış olabileceğini bildiğinden sabit kalmaya çalışarak.
Gökhan Raif, Gülten ve Hakan’ın sohbetiyle Hale ve Engin’in atışmalarından oluşan uğultu sebebiyle duymamıştı kırılmayı; ondandı sessizce oturup telefonundan maç izleyişi ve ancak meleğinin sesini duyunca başını kaldırarak bir yaşam belirtisi gösterişi.
Minel koltuğa tırmandı, hiç çekinmeden ve gözlerini büyüte büyüte konuşmaya başladı. “En şevdikin baydak vay.”
Kaşlarını çattı Gökhan, anlamaya çalıştı şu anla en sevdiği bardağın alakasını. “Evet güzelim, var.”
“Dışayışı siyah, içi sayı baydakın vay.”
“Evet çiçeğim, öyle bir bardağım var.”
“Şey…” Gözlerini odada gezdirdi Minel, nasıl söyleyeceğini düşündü birkaç saniye, ardından konuya direkt girmeye karar verdi. “Yok!”1
“Baydak yok. Kıyıydı.” Daha dürüst olması gerektiğini düşündüğü için ekledi. “Bis kıydık.” Durdu, bu sefer de eksik olmuştu cümlesi. “Yanyışyıkya.”
Gökhan’ın gözleri Minel’in ayaklarına indi hemen, çoraplarında meydana gelen bir kesik veya kırmızı bir leke göremeyince ufak ellerini avcunun içine alıp incelerken sordu hızlı hızlı. “Bir şey oldu mu? Bir yerini kestin mi?”
Minel böyle bir tepki bekliyordu, babası sorusunun daha ilk kelimesini söylerken başını iki yana salladı. “İyiyim. Abimyeyye Ayaz da iyi. Biyascık kıyıydı baydak, üç kıyık oydu. Azıcık… Azıcık kıyıydı. Ama kuyyanamayız. Ağsımızı keşebiyiy.”
Derin bir nefes aldı Gökhan, kimse bir yerini yaralamadıysa bardağın hiçbir önemi yoktu, o sade bardağın onun için önemli olmasının tek nedeni de içinin sarıya boyanmış olması ve bu sarı rengin uykulu veya yorgun olduğu zamanlarda ona meleğini hatırlatarak dudaklarına bir tebessüm oturtmasıydı. Yarın alacağı veya Kâmil’e aldıracağı herhangi yeni, sarı bir bardak da pekâla aynısını yapabilirdi. “Doğru güneşim, kesebilir. Kullanamayız.”
Minel’in yavaş yavaş konuşmasına, tavşan gibi zıplaya zıplaya babasının yanına gelmesine neden olan bu endişeydi. Üzülürdü kız çocuğu babası üzülürse.
“Hayır tabii ki meleğim, yenisini alırız, senden önemli değil.”2
“Başka bir bardak en sevdikim…” Gözlerini yumdu Gökhan, hafifçe güldükten sonra düzeltti kendisini. “Başka bir bardak da en sevdiğim bardak olabilir, önemli değil.”3
“O saman tamam.” Ayağa kalktı kız çocuğu. Babasının yanağına bir öpücük kondurdu. “Özüy diyeyiz babacım, üzüymedin ama şey… Oyşun, özüy diyememiz geyek. Şeni şeviyoyum çok.” Koltuktan indi Minel bunları söyledikten sonra, mutfağa ilerledi babasının cevap vermesine fırsat bırakmayarak bir şarkı tutturduktan sonra. Gökhan çalıştırılan elektrik süpürgesinin sesini duyuyordu, ayrıca yeğenlerinin hiçbiri kızı cam kırığı olabilecek bir yere sokmazdı, bunun rahatlığıyla arkasına yaslandığında Raif’le göz göze geldi.
“Sana iyi bir baba olacağını söylemiştim.”
Gökhan babasının cümlesinin bardağa olan ilgisini anlayamamıştı, diğer Aktunaların kendi dünyalarında olmaları sebebiyle hâlâ devam eden uğultunun onu yanılttığını düşündü. “Ne?”
Gülümsedi Raif, oğlunun omzunu sıvazladı. “Minel’in saklandığı zamanı hatırlıyor musun?” Başını salladı Gökhan hemen, saatlerce kızını bahçede arayışlarını ve endişeyle çarpan kalbini, aklından geçen onlarca kötü ihtimali ve meleğini bulduğu zaman onun güzel yeşillerine biriken o eğreti yaşları, sımsıkı kapanan yumruklarını nasıl unutabilirdi?
“O zaman sadece halıya bir şey döktüğü için saklanmıştı, kendine gelememişti kaç gün. Şimdi en sevdiğin bardağı kırmışlar ama kızıp kızmadığını bile sormadı.” Gökhan bunu fark etmemişti, bakışları farklılaştı babasının söylediği detayla, Raif bu farklılaşmayı görünce daha büyük bir tebessümle devam etti, oğlunun ne kadar iyi bir baba olduğunu onun da fark etmesini istiyordu.
“Sadece üzülüp üzülmediğini sordu, üzülmediğini öğrenince de arkasına bile bakmadan gitti. Yumruğunu sıkmadı, iki kez sormadı, özür dileyip seni sevdiğini söyledi, sonra da cevabını bile beklemeden gitti çünkü ona kızmayacağından çok emindi.”
Minel’in gittiği tarafa baktı Gökhan o anı tekrar yaşayacak ve babasının işaret ettiği ayrıntıları bu sefer yakalayacakmış gibi.
“Çok iyi bir baba oldun Gökhan, çok iyi bir baba oldun ve bir kız çocuğunun hayatını değiştirdin.” Gökhan’ın kendisine bakmasını bekledi Raif sabırla, oğlunun Gülten’den aldığı ancak daha açık bir tonda olan mavileri kendisine döndüğünde samimiyetle ve göğsünü şişire şişire devam etti.1
“Seninle gurur duyuyorum oğlum.”3
Gökhan ne diyeceğini bilemedi, Raif’le tartışsalar dahi adamın desteğini üzerinde hep hissetmişti ancak yine de şu ana kadar onu bu denli mutlu edecek bir iltifat almamıştı adamdan, belki de umursamamıştı duyduğu cümleleri ya da belki de kendisine atfedilen sıfatlara Minel’den önce önem vermediğindendi duysa da iltifatlara aldırmayışı.
“Eyvallah.” Gözlerini adamın sıcak kahvelerinden kaçırdı, daha kısık bir sesle “Sağ ol.” diyerek teşekkürünü başka bir şekilde dile getirirken gözlerini odada dolandırıyordu bir şey arıyormuşçasına, Raif Gökhan’ın utanacağını ve bu utancın onu öfkelendirebileceğini bilmese kesinlikle gülerdi oğlunun bu hallerine, iyi bir baba olduğunu babasından duyunca beş yaşında çocuğa dönmüştü.2
Doruk ve Ayaz tepsileri getirirken Kuzey ve Arda arkalarındaydı, Minel Kuzey’in kucağındaydı, bir şeyler anlatıyordu hararetli hararetli.
“Çok uzun oydu, vidyo… Vidyo çekmedim. Haştaydım, o yüsden. Şimdi çekicem. Şimdi değiy, şey, uyumadan önce. Beyki, şey, uyuyup kaykınca…Kedi’min evinde çekebiyiyim.”
Kuzey Minel’in kimin yanında oturmak isteyeceğini bildiği için onu Gökhan amcasının yanına bırakmadan önce “Tabii çekebilirsin prensesim.” diye karşılık verdi kızın videolarına verdiği ara konusundaki endişelerine.
“Sana da… Sana da… Şey, çikoyata yaptık babacım. Sıcak çikoyata. Bugün kahve içtin, içtin, o yüsden. Fazya kahve içmemeyiyiz.”
Gökhan meleğine sormadı bu bilgiyi nereden aldığını; kız her şeyi, duyduğu ve gördüğü neredeyse her şeyi hatırlıyordu; bunu televizyon haberlerinden, Arda’dan veya çocuklarının ve torunlarını sağlığına, beslenmesine dikkat etmeye çalışam Gülten’den duymuş olabilirdi.
“Evet inci tanem, fazla kahve içmemeliyiz.”
Bardağı işaret etti kız çocuğu, Gökhan uzanacakken kapının çalmasıyla durdu, kaşlarını çattı. Herkes buradaydı, gelecek kimse yoktu ve korumalar da aramamıştı.
“Bilmiyorum.”2
Gerildi Gökhan ister istemez, Minel’i yanında oturan babasının kucağına oturttu saçlarını hızlıca okşadıktan sonra, “Siz burada kalın, ben kapıyı açayım.” deyip ayaklandığında Hakan kalkacak gibi oldu, Fuat ve Kubilay tutuklansa bile diken üstündeydi her biri.
Minel babasının ses tonundaki o sertliği anlamadı, kuş gibi kalbinde bir korku yeşerdi. “Dede?” dediğinde sesi o denli kısıktı ki yalnızca Raif duydu onu. “Noydu?”
“Bir şey yok bir tanem, kimin geldiğini merak ettik, o yüzden.”
Hepsinin gözleri kapıdaydı, Gökhan bir yandan da korumaların başı gibi olan adamı aramak için telefonunu cebinden çıkarmıştı. “Kim geldi?” dedi numaranın üzerine bastıktan sonra, giriş kısmını tamamen atlayarak. Bir iki saniye içinde kasılan omuzları çöktü. “Tamam.” Telefonu kapatıp hiç beklemeden kapıyı açtı.
“Niye haber vermiyorsun Kâmil?”3
Kâmil’in yüzü mahçuplaştı ancak geri durmadı, elindeki flash belleği patronuna uzattı. “Kusura bakmayın Gökhan Bey, bunu hemen size ulaştırmak istedim.”1
Gökhan kaşlarını çattı hafifçe, belleği aldıktan sonra Kâmil’in yüz hatlarını inceledi, ters bir durum olsaydı ailesinden sonra en çok güvendiği -belki de tek güvendiği- insan olan adam bu kadar sakin olmazdı, biliyordu.
“Sevim Hanım…” Gökhan bu ismi hatırlamakta gecikmedi, kızına kendince yardımcı olmaya çalışan emekli öğretmen hanımdı, onlar hastanedeyken ona numarasını veren Kâmil’i aradığını da biliyordu Minel’in durumunu öğrenmek için.
“Geçmiş olsun dediğini söyledi, hastaneye gelmemiş çünkü kalabalık etmek istememiş, aile arasına karışmaması gerektiğini düşünmüş. Bu da…” Derin bir nefes aldı Kâmil devam etmeden önce. “Polisler Aykut ve Ceyda’nın evini…”
Minel’in göz bebekleri annesinin ve Aykut’un ismini duyunca titredi, dedesinin gölgesine sindi. “Bir şey yok bir tanem.” diyerek kızı rahatlatmaya çalıştı Raif, “Bir şey yok.”
“Boşaltırken bunu bulmuşlar, soruşturmayla direkt bir ilgisi yokmuş. Minel Hanım’ın bebeklik videolarıymış.”
Gökhan avuç içindeki belleğe bakakaldı. “Bebeklik?” derken bu kelimeyi ilk kez duyuyormuş gibi çıkmıştı sesi. “Minel’in?”
“Evet, bir de… Sevim Hanım’la belleğin bir alakası yok Gökhan Bey, ben biraz dağınık anlattım.”
Gökhan tepki vermedi, mavileri hâlâ bellekteydi. Minel’inin, inci tanesinin bebekliği mi vardı bunda? O çok merak ettiği, defalarca kafasında canlandırmaya çalıştığı anları; belki de ilk adımı, ilk kelimesi…1
Hakan elini Gökhan’ın omzuna koydu, kardeşinin şaşkınlığını ve yeşermeye hazır olan mutluluğu, bir yandan da burukluğu anlamıştı.
“Gel, televizyonda açalım. Teşekkürler Kâmil, istersen sen de gel, birazdan gidersin.”
“Sağ olun Hakan Bey ama annem evde yalnız, onun yanına gideceğim.”
Kâmil hızlı, büyük adımlarla bahçe kapısına ilerledi; arabasını bahçenin dışında bırakmıştı içeri girmekle uğraşmamak için.1
Kapıya en yakın olanlar Raif ve Minel’di, onlar konuşulanları duymuşlardı ancak diğer Aktunaların -biraz da Doruk ve Ayaz’ın atışmaları yüzünden- bir şeyden haberleri yoktu.
“Video.” demekle yetindi Gökhan, televizyonu ayarlamaya çalıştı, birkaç dakika onunla uğraştıktan sonra başardığını ekrandaki karanlığa rağmen birkaç insan sesinin duyulmasıyla anladı, yerine oturdu hızlıca, Minel’i kucağına aldı.
Minel daha fazla çıkarmadı sesini, başını babasının göğsüne yaslayıp televizyona baktı, karmaşık sesler kesildi ve karanlık ekran aydınlandı, ufacık bir bebek vardı kadrajda: cılız, kıvırcık, açık sarı saçlı; gözleri yumuk, beyaz bir battaniyeye sarılmış, battaniye biraz daha büyük olsa altında kaybolacakmış gibi gözüken bir bebek. Minel.
Minel haricinde herkes anladı o bebeğin kim olduğunu, Gökhan’ın boğazı düğüm düğüm oldu, burnunu meleğinin saçlarına gömdü burnunda bir sızı belirirken, Minel şu an bile çok ufak geliyordu ona ancak burada, burada çok küçüktü.
“Kim bebek?” Başını kaldırdı inci tanesi. “Kıymısı yüzü, neden öyye?” Gökhan çok dalgındı, bu soruları duymadı, Minel tekrar edecekti ki sessiz video bir anda değişti, bu sefer iki üç aylık, yüzüstü yatan bir bebeğin kendi kendine cırlayışları ve ses çıkaran, boncuklu oyuncakları kavramaya çalışan bir bebek vardı karede.
Minel’in her cümlesi normal bir zamanda en az birkaç aile üyesi tarafından cevaplanırdı ancak şu an herkes çok odaklanmıştı Minel’in bebekliğine, büyüyen kıvır kıvır saçlarına ve onun anlamsız seslerine.
Kadraj bir kez daha değişti, Minel’in bu seferki hali halının üzerindeydi ve vücudunu kaldırmadan, sürünerek emeklemeye çalışıyordu. Karşısında sarı renkli bir oyuncak vardı, bebek oyuncağa uzanmaya çalışıyor fakat başaramıyor, başaramadıkça kendisini halının üzerinde itmek için daha büyük bir çaba sarf ediyordu.
Gökhan başını tamamen gömdü kızının kıvırcıklarına, yalnızca gözleri açıkta kaldı. Meleğinin küçük hallerini görüyordu ve kalbi patlayacak gibiydi. Nasıl kaçırmıştı küçüğünün bu şirinliklerini, her şeyi baştan öğrenişini, çabalayışlarını, etrafında dönen oyunlardan haberi olmadan neşeli çığlıklar atışını?
Kare yine değişti, kız bebek bu sefer koltuğun üzerindeydi, yanlarına minderler konulmuş bir şekilde oturuyordu ve ekranı gözükmese de televizyonda neyin açık olduğu belliydi, Kırmızı Balık şarkısı net bir şekilde duyuluyordu, çok odaklıydı Minel bebek, yeşilleri kocaman açılmıştı.
“Kıymısı Bayık!.. Bebek de şevmiş Kıymısı Bayık! Ben de şevdim. Şiyin bebek, önce… Şey, değiy şiyin. Ama şiyin oydu. Saçyayı… Saçyayı güzey, benim saçyayıma benziyoy.”
“Evet canımın içi.” diye fısıldadı Gülten, gözleri dolu doluydu, Minel’i onlardan uzak tutmamalılardı ve bu videoların on misli olmalıydı onlarda, ayrıca bebeğin üzerinde kadının ördüğü yün yelekler olmalıydı.
Görüntü değişti, Minel bu sefer krem rengi bir halının üzerinde oturuyor ve ilk videodan itibaren onunla olan sarı, boncuklu oyuncağı sallıyordu. Halı kirliydi, griye çalıyordu rengi bazı yerlerde ve kameraya yakın kısımlarında kırmızı lekeler vardı, yere dökülen yemeklerin izi olmalıydı bunlar. Yüzünü buruşturdu Arda, Minel’in böyle bir ortamda büyümüş olması kalbini sıkıştırmıştı, hijyenden kaynaklı bir hastalığa yakalanabilirdi bebek, belki de yakalanmıştı.
Bebek Minel oyuncağı sallamalarının, yalnızca birkaç tane olan dişlerini plastiğe geçirmeye çalışmalarının arasında kendi kendine bir şeyler söylüyordu.
“Ba… Ba… Babababa…”3
Gözlerini de gizledi Gökhan bu kelimeyle, yetmedi, kızının buklelerinin arasındaki kirpiklerini birbiriyle kavuşturarak kendinden bile gizlendi. Minel ona “İyi geceyey baba.” dediğinde kalbi neşeden patlayacak gibi olmuşken şu an çok buruk bir mutluluk, mutluluk bile denemeyecek bir duygu filizi vardı içinde. Pişmandı, değiştirmesi elinde olmayan bir şey için pişmandı, keşkeleri vardı ancak hiçbiri işe yaramıyordu.
“Baba dedi, göydü mü babasını kıs? O yüsden mi söyyedi? Anne… Şey, ane dedi. Tuhaf şöyyedi, neden öyye? Konuşamıyoy mu bebek? Nasıy… Şey… Nasıy anyatıcak ayyesine, napıcak?”
“Büyüyünce konuşmayı öğrenecek ufaklık.”
Minel anlamaya çalıştı bu belgisiz sıfatı, “Benim üç yaşım vay.” diyerek mantık yürütmeye başladı. “Konuşabiyoyum, bebek de… Şey, üç yaş oyunca konuşucak. Öyye mi babacım?”
Minel başını çekince Gökhan gözlerini açtı, “Evet biriciğim.” dediğinde sesi tam yerinde değil gibiydi, bu yüzden “Bunları sonra mı izlemeye devam etsek?” diye sordu Doruk, amcasının çöken omuzlarını görmemiş de bir filmi yarıda bırakacaklarmış gibi davranarak.
“Doğru, şimdi sohbet etmek daha iyi olur.”
“Ben de aynısını söyleyecektim.”
Bellek takıldığı hızla koparıldı televizyondan, Gökhan avcunun içinde tuttu o anıları, yumruğunu sıktı eline bakarken, hiç göremeyeceğini düşündüğü zamanlar buradaydı, kızının büyüyüşüne az da olsa şahit olabilecekti, yutkundu, dikkatlice eşofmanının fermuarlı cebine koydu Kubilay’ın Minel’in büyüyüşünü görmek ve vakti gelince Gökhan’ı bu konuda çıldırtmak istediği için çektirttiğini düşündüğü videoların olduğu belleği.
“Kim bebek babacım? Anyamadım ben. Neden anyamadım? Kim o? Tanıyoy musun onu?” Duraksadı Minel bu cümlelerden sonra, biraz düşündü, kaşları burnuna değecek kadar çatıldı.
“Ben kısınım.” dedi Gökhan’ın gözlerinin tam içine bakarak, adeta kızar gibi. “Neden izyedik başka bebek? Biy tanecikim ben, benim vidyoyayımı izyeyebiyiyiz.” Kaşlarını düzeltmeden indi babasının kucağından, kollarını kenetledi. “Kameyamı ayıp geyicem.” Küskün gibiydi sesi, ayaklarını yere vura vura merdivenlere ilerledi.
“Şuna bak.” Güldü Ayaz. “Kıskançlığına bak.”
“Kime çekti acaba?” dedi Hale imalı imalı, kahve bardağını orta sehpanın üzerine bırakırken. “Bizim ailenin üyeleri de hiç kıskanç değildir oysa, asla kıskanmazsınız kimseyi.”
Gökhan ablasının imasına cevap vermeden kalktı, Minel’inin kendi kendine kurup üzülmesini istemiyordu, kız çocuğuna sakince ve güzelce bir açıklama yapmalıydı aile üyelerinin duyamayacağı, baba kız konuşabilecekleri tek yer olan üst kattayken.
“Ben pek kıskanç değilim bence.”
Engin kaşlarını kaldırarak baktı Doruk’a, “Suat’ı bir gün boyunca peşinde dolandırdığın zamanı unuttun herhalde.” dedikten sonra inanamaz gibi güldü. Ardından bakışları farklılaştı, birkaç saniye düşündükten sonra keyifle güldü bu sefer. “Çok iyi olmuştu.”
Ayaz dalga geçiyordu, babasına annesini üzdüğü için o da öfkeliydi ve Aktunaların öfkesini de kıskançlığını da tamamen anlıyordu, özellikle Minel geldikten sonra. İleride Minel’in bir sevgilisi olursa -bu ihtimali hiçbiri düşünmek istemiyordu- o çocuğu daha ortada ciddi hiçbir şey yokken korkutacaktı kız kardeşlerini azıcık bile üzerse neler olacağı hususunda.
“Ne ayıbı? Bence az bile yapmıştık, annemin insafı yüzünden hep.”
Gülten sitemkâr bir bakış attı oğluna, “Ama siz de çocuğum…” diyerek senelerden beri yaptığı açıklamayı yapacağının sinyalini verdi, kendisi de öfkeli olduğu halde savundu Suat’ı, daha doğrusu en başta tanıdığı, Hale’ye deliler gibi aşık olan Suat’ı. “Size kalsa çocuğu İstanbul’dan kovacaktınız.”
“Cidden.” Güldü Hale. Şu an o adama karşı içinde oğlunun babası olduğu için oluşan saygıdan başka bir duygu olmasa da o zaman hayatının aşkıydı ve bazen Aktuna erkekleri karşısında Suat’ın düştüğü duruma üzülüp gerilmiş, bazense kendini gülmekten alamamıştı tıpkı şu anki gibi.
“Niye güldün?” Engin’in ters ters sorduğu soru daha çok güldürdü Hale’yi. “Sizin…” dedi kahkahalarının arasından. “Yüzünüzü hatırladım şu an, öğrendiğiniz zamanki.”
.
Nida gergince odasında bir o tarafa bir bu tarafa dolanan Hale’ye sakin, adeta tüm ortamı dinginleştiren bir sesle cevap verdi. “Biraz kıskanabilirler ancak hiçbiri kötü tepki vermeyecek, senin kalbini kırmazlar.”
“Ama Suat’ın kalbini kırarlar.”
Nida sessiz kaldı, karşılaşacakları en hafif senaryolardan biriydi Suat’ın kalbin kırılması, Aktuna erkekleri hiçbir zaman kadınları kısıtlamaz veya onlara paranoyak davranmazdı fakat kıskanç oldukları, ailenin biriciği Hale’nin evleneceği kişi olan Suat’a çok çektirecekleri, onu kendilerince çeşitli testlere tabi tutacakları barizdi.
“Olsun, tamam, şu an bunu düşünmemeliyim. Daha Suat’la tanışmadılar zaten, ona daha var.” Uzun, düz ve bakımlı, yumuşacık saçlarını omuzlarının gerisine attı yirmi yaşına gelen, büyüyüp serpilen ve giyim tarzı oturduğu için iyice güzelleşen Hale. “Ben aşık olmayacağım, diyordum. Nasıl oldu bu böyle?”
Nida güldü. “Sana büyük konuşmamanı söylemiştim.” derken sesi çok bilmişlikten ziyade tatlı bir muhabbeti içeriyordu. “Aşkın insanı ne zaman bulacağı belli olmuyor.”
Hale ses çıkarmadı, odada birkaç kez daha yürüdükten sonra yorulup koltuğa oturdu, başını Nida’nın omzuna yasladı. “İyi ki varsın Nida abla ya…” dedi kadının beline sarılırken; bazen abla, bazense yenge diyordu kadına. “Abimler var, iyi hoş ama… Yani, ablam olması farklı bir şeymiş.”
Nida gülümsedi, melek gibi gülümsedi ve büyük, samimi bir sevgiyle Hale’nin saçlarından öptü nazikçe. “Sen de iyi ki varsın.” Sesi yine melodikti, Hale bu dalgalı saçlı peri kızının sesiyle rahatladığını hissederek gözlerini kapattığında Nida’nın tebessümü iyice büyüdü; yetimhanede büyüyen bu kadın ona aile hissini tattıran, bazen ona kızları, Engin’eyse damatları gibi davranan Aktunaların onun yanında huzur bulmalarından, ona güvenmelerinden çok hoşlanıyordu, ona çok güzel bir aile ve koşulsuz bir sevgi vermeleri sonucu oluşan minnet borcunun binde birini ödüyormuş gibi hissediyordu.
Kapı çalındı, Kuzey’in sesi içeri doldu. “Girebilir miyim?”
Annesi bir moda haftası için yurtdışında olan, Doruk uyuduğu için mutfakta, babaannesinin yanında duran Kuzey yavaşça içeri girdi. “Merhaba yenge, merhaba hala.” dedi tatlı fakat ciddi bir ifadeyle. “Yemek hazır, aşağı inmeniz gerekiyor.” Nida’nın kocaman olan karnına baktı, Engin amcasının söylediklerini hatırladı. “Senin için amcamı çağıracağım yenge, merdivenleri tek başına inemezsin.” Nida’nın “Gerek yok.” demesine kalmadan ortadan kayboldu.
“Küçücük çocuğu bile öğütlemiş.” Ayağa kalkarken başını iki yana salladı inanamaz gibi. “Arda’mız sağlıklı bir şekilde bir doğsa rahat edeceğim.” Güldü Hale, yengesi haklıydı, Engin Nida adım atsa “Kendini neden yoruyorsun güzelim, ben yaparım istediğini.” diyordu, elinden gelde Nida’nın çıkmasını veya inmesini engellemek için tüm merdivenleri yıkacaktı.
İçeri girdi Engin hızlıca, hayatındaki en değerli üç kadından ikisini yan yana görünce merdiven basamaklarını üçer üçer çıkmasının verdiği yorgunluk geçiverdi, gülümsedi hemen.
“Size eşlik edebilir miyim güzel hanımlar?” Kollarını açtı; Hale de Nida da itirazsız girdiler baba olacağı için son zamanlarda iyice heyecanlanan, hatta iyi bir ebeveyn olmayacağının korkusu yüzünden biraz gerilen Aktuna’nın kollarına.
“Annem ne yemek hazırladı? Mutfağa girmemi istemedi özellikle, anlamadım.”
Nida hamileliğinin son zamanlarında olduğu için çalışmıyor, bu sırada gün içinde Aktunaların asıl evinde, Gülten’le, Kuzey ve Doruk’la kalıyordu. Gülten normalde Nida’yı gözünün önünden ayırmazdı fakat bugün onu adeta kovalamıştı mutfaktan; masum kadıncağız bir şey diyememiş, ne olduğunu sorabilmek için Engin’i beklemişti.
“Sana pizza yapmış güzelim.” Gülümsedi Engin, eşinin gözlerinin birazdan dolabileceğinin bilinciyle gözlerini Nida’nın yanaklarında dolaştırdı. “Dün ilkokuldayken beslenme çantasında pizza olan kıza çok imrendiğini söylemiştin.” Başını salladı Nida, herkes okul anılarından bahsedince o da gülerek anlatmıştı o zamanlar onu çok üzen bu durumu.
Nida durdu merdivenin ortasında, Engin’e çevirdi kahverengi gözlerini. Boğazında bir yumru oluştu, Hale de Nida’yı kıskanmak -Hale tek kız olduğu için Nida öyle bir şey olsaydı kesinlikle anlardı- yerine gülümsüyordu annesinin hareketinden gururlu bir şekilde.
“Gerçekten yengeciğim ya, gerçekten. Niye yalan söyleyelim biz sana? Hem de yeğenimin yanında, asla!” Hale’nin her zamanki yüksek sesiyle konuşurkenki amacı Nida’nın buğulu gözlerini dindirmekti ama işe yaramadı, merdivenin geri kalan basamaklarını yanaklarını silip burnunu çeke çeke indi Nida.
Kuzey’in elinden tutarak ona bir şeyler anlatan Hakan’ın cümleleri Nida’yı gözleri yaşlı görünce kesildi. “Nida, abim, ne oldu?” diye sordu hemen endişeyle, bir cevap alamayacağını kız kardeşi gibi gördüğü kızın yanaklarını daha da çok silmeye başlamasıyla anlayınca Engin ve Hale’ye baktı, Hakan’ı görünce Suat mevzusunu hatırlayıp yine gerilen Hale “Duygusallık.” dedi yavaşça.
Beşinci rüyasından giden Doruk haricinde tüm Aktunalar toplandığında ve Nida’nın ağlama nedeni olan pizza çeşitlerinin birer dilimi herkesin tabaklarına paylaştırıldığında Gökhan “Neden yeşil, sarı, değişik çorbalardan yemiyoruz bugün?” diye sordu annesine baygın baygın bakarak, kadının tüm o sağlıklı tarifleri mahvediyordu çocuğu.
“Yengen dün pizzalı bir anı anlatmıştı canımın içi, ben de bugün pizza yiyelim istedim.”
Gökhan’ın dudağının bir kenarı kıvrıldı, “Eyvallah yenge.” dedi Nida’ya bakarak, “İsmini bildiğimiz bir şey yiyoruz.” Engin hafifçe güldü, Hakan başını yana çevirdi, Raif’se “Ben su alayım.” diyerek ayaklandı. Gülten sitem etti herkesin bu tavırlarına. “Aşk olsun hepinize!”
Hale sessizdi, pizzasının sucuklarıyla oynuyordu çatalının ucuyla. Gülten özellikle de Raif’e söylenirken fark etti bu durumu, “Anneciğim?” dedi şefkatli bir sesle. Raif ve Kuzey haricinde masadaki herkes başlarını kendisine çevirdiğinde “Hale?” diye belirtti. “Ne oldu canımın içi?”
Raif masanın bir ucundan aldığı sürahiyi diğer uca bıraktı, zaten su almak bahaneydi. Kızına çevirdi koyu kahve gözlerini, onun her zamanki enerjikliğinin yerinde bariz bir gerginlik görmek içini endişeyle doldurdu. “Bir tanem, ne oldu?” Hale’nin kahve saçlarını okşadı incitmekten adeta korka korka.
“Bir şey olmadı.” Derin bir nefes aldı genç kız, erteleyerek bir şeylerden kurtulamazdı. “Size bir şey söylemek istiyorum.” Kuzey tabağındaki araba şeklindeki pizzanın tekerleğini oluşturan sucuğu yerken durdu, “Neden gülmüyor halam hiç?” diye sordu Hakan’a sessizce, Hakan oğluna bakıp hafifçe tebessüm etti. “Şimdi anlayacağız oğlum.”
“Söyleyeceğim ama önce oturur musun baba?”
Raif yerine geçtiğinde Hale’nin ne söyleyeceğini anlayan, Suat’tan da haberi olan Gülten elini eşinin koluna koydu, büyük bir bardağa da su doldurmuştu, kızına damar yolu açılırken gözleri dolan bir babaydı Raif, Suat haberini kolayca sindirebileceğini düşünmüyordu.
“Söylesene artık abla, ne bekliyorsun?”
Gökhan’a ters cevap vermedi Hale, kardeşinin birazdan gerilecek sinirlerini önceden zorlamanın bir anlamı yoktu.
“Yaşım ilerledikçe hayatımda bazı şeyler değişiyor, biliyorsunuz.” Aile üyelerinin bakışları farklılaşmamıştı, Hale bir şey sezmediklerini anlayıp devam etti. “Üniversiteye başladım. Yeni bir ortama girdim, yeni arkadaşlar…”
Raif “Arkadaş olur.” diye araya girdi hemen. “Arkadaşın tabii ki olur bir tanem, bir sürü arkadaşın olsun. Yalnız kalmazsın.”
“Evet, çok güzel arkadaşlarım var. Çok…” Saçlarını geriye itti gergince, Gökhan’ın kısık mavi ve alevlenen gözleriyle gözleri denk geldiğinde anladı böyle konularda zekası çok hızlı çalışan kardeşinin her şeyi anladığını ve kendisi Suat’ı söylemezse masadakilerin bu durumu Gökhan’dan öğreneceğini. Bu yüzden tek seferde çıktı cümle ağzından. “Benim bir erkek arkadaşım var.”
Derin, çok derin bir sessizlik oldu. Bu keskin sessizlik ani ve büyük bir ses yığınıyla bozuldu.
“Tamam Gülten, bir şey yok bir tanem. Gayet normal bir durum söyledi kızımız, neden gerileyim ki?”
“Bu muydu, erkek cinsiyetinde arkadaşının olmasının neresi tuhaf? Biz de gerildik.”
Hale annesine baktı yardım ister gibi, Nida’dan da yardım isteyebilirdi ancak hamile ablasını bu gerginliğe dahil etmek istemiyordu onun ne kadar da dingin bir insan olduğunu da bildiği için.
“Hale’nin kastettiği erkek arkadaş… Sevgili anlamında bir erkek arkadaş.”
Öncekinden çok daha gerici bir sessizlik hakim oldu yalnızca kuş sütü eksik olan, her zaman gürültülerin hüküm sürdüğü masaya. Kuzey başını tabağından kaldırdı; hafifçe kızaran babasına, babaannesinin koyduğu bir bardak suyu tek seferde içen dedesine, ağzı hafifçe açılan Engin amcasına ve gözlerini kapatarak başını arkaya yatıran Gökhan amcasına baktı, şaşkınca kırpıştırdı gözlerini ve ailesini bu hale getiren kelimenin anlamını sordu.
.
“Hayatımın en zor günlerinden biriydi.” İç çekti Engin, Hale gözlerini devirdi kahvesinden bir yudum alırken. “Benimle daha az uğraşacağın için mutlu olmuşsundur, yalan söyleme.”
Kaşlarını çattı Engin. “Saçmalama.” Homurdandı sonra, Hale ne zaman Suat’la konuştuğu için kendisine bulaşmasa daha da öfkelenmişti o delikanlıya, tanıştıkları zaman da bu öfkeyi Suat’ı sorularla sıkıştırıp ona ecel terleri döktürerek göstermekten çekinmemişti.
“Neyse, geçmiş geçmişte kaldı. Gökhan ne zaman gelecek? Hiç iyi bir ev sahibi değil bu çocuk, bıraktı gitti bizi.”
Hale’nin ne zaman geleceğini sorguladığı Gökhan kızının odasının kapısında duruyordu o sırada, hafifçe tıklattı azıcık aralık olan kapıyı. “Küçüğüm, girebilir miyim?”
Minel kaşları çatık bir şekilde kamerasını aldı koyduğu yerden, daha sonra küskünce bekledi odanın ortasında. Niye başka bir bebeğin videosunu izlemişlerdi, babasının kızı oydu, başka bir çocuğu olmasını mı istiyordu yoksa babası?
“Ama yanına gelmezsem nasıl konuşacağız inci tanem? Böyle olmaz.”
“Oyuy!” diye kızdı kız çocuğu, kollarını kamerası ve tavşanı dolayısıyla kavuşturamayınca iyice sinirlendi, dudaklarını büzdü yanaklarını tombullaştıracak şekilde, Gökhan iyi ki kapı dolayısıyla onun bu halini göremiyordu çünkü dayanamayıp güler veya kızının o yanaklarını ısırırdı ve bu daha da öfkelendirirdi inci tanesini.
“Olmaz biriciğim, olmaz babacığım. Yüz yüze konuşursak daha güzel anlaşırız, hem baba kızlar birbirine küser mi?”
Yüzü biraz yumuşadı Minel’in. “Küsmez.” diye mırıldandı. Derin bir nefes aldı sonra, yere çöktü, ayaklarını uzatarak oturdu. “Geyebiyiysin.” Vazgeçmişti inadının bir kısmından.
Gökhan derin bir nefes aldı, kızı onu kimsenin germediği kadar geriyordu. “Geliyorum?” Kapıyı ileri itti, halının üzerinde oturan ve göz göze geldiklerinde başını yana çeviren kızına baktı, dudağının bir kenarı kıvrıldı hafifçe, Minel’in ona küsebiliyor olması bir lütuftu, kız çocuğu çekinmiyordu kırgınlığını veya öfkesini göstermekten, ayrıca emindi babasının onu gönlünü alacağından.
“Benim çiçeğim bana küsmüş mü? Benim güneşim bana kızmış mı?”
Gökhan kız çocuğunun yanına oturdu, tıpkı onun gibi ayaklarını uzatıp sırtını yatağa yasladı fakat gözlerini kapıya çevirmedi, inci tanesine bakıyordu. “Bebeğim benim, sen kıskandın mı?” Yanağını okşadı. “Söyle güzelim, duygularımızı söylemeden anlaşamayız.” Açıklama yapmadan, o bebeğin kendisi olduğunu söylemeden Minel’in duygularını duymak istiyordu.
Minel kıskançlığın tanımını hatırlamaya çalıştı, daha sonra “Evet.” diye mırıldandı, babasına yalan söylemezdi. “Kışkandım.”
Gökhan tebessüm etti, inci tanesinin elindeki kamerayı alıp yavaşça yatağın üzerine bıraktı, daha sonra kızını kucağına çekip saçlarından öptü. “Sen benim bir tanecik kızımsın.” dedi yavaşça. “Hiç kimse senden önemli değil, hiç kimseyi senden çok sevmiyorum.”
“O saman…” Minel’in tüm küskün, sessiz hali kayboldu. Kaşlarını çattı Gökhan’ın mavi gözlerine alev alev olan yeşillerini çevirirken. “Niye izyedik başka bebek? Kim o? Kıs bebek, abimyey değiy. Ayas değiy. Saçyayı… Saçyayı sayı, gözyeyi yeşiy. Öyye biyişi yok ayyemizde, kim o? Biy tanecikim, biy tanecikim, şey… O zaman neden izyedik?”
Gökhan dayanamayıp güldü. Minel daha beter öfkelendi. “Gidicem.” Babasının kollarının arasından kurtulmaya çalıştı, Gökhan “Tamam, kızma babam.” diyerek sakinleştirmeye çalıştı Aktuna kıskançlığını sonuna kadar miras almış kızını. “Çok şirindin, dayanamadım, özür dilerim.”
Minel az da olsa yumuşadı, hareket etmeyi bıraktı, başka bir açıklama bekledi babasından. Gökhan anladı kızının gönlünün alınmasını beklediğini, buklelerine uzattı parmaklarını. “Bebeğin saçları sarıydı.” derken videodaki Minel canlandı gözlerinin önünde, kızının bebekliğini hayal etmeye çalıştığı zamanlardan çok daha şirindi bebek Minel.
“Gözleri yeşildi.” Kızının gözlerini işaret etti, Minel şaşkınca birbirine kavuşturdu kirpiklerini, kıskançlığı esnasında diğer aile üyelerine o kadar odaklanmıştı ki kendisinin de videodaki bebekle aynı özelliklere sahip olduğunu fark etmesine rağmen düşünmemişti üzerinde.
“Vidyodaki bebek ben miyim? Öyye mi babacım?”
Gökhan Minel’in çarçabuk anlayacağını biliyordu, gülümsedi. “Evet babacığım, sendin. O yüzden o kadar dikkatli izledik. Ben…” Gülüşü kırılır gibi oldu, kalbine o buruk geç kalmışlık ve sıkışmışlık hissi oturdu yine. “Senin bebekliğini çok merak ediyordum.”
“Biymedin o zaman beni, o yüsden göymedin, di mi?”
Videodaki hallerini hatırlamaya çalıştı kız çocuğu kıskançlığı hemen söner, çatılan kaşları ve birbirine kenetlenen kolları çözülürken. “Çok küsküçücükken şiyin değiyim. Sonya şiyinim, di mi?”
Gökhan güldü, bu sefer gülüşü oldukça içtendi, yanağındaki derin gamze kendini belli etti. “Çok küsküçücükken de şirindin babam, dünyanın en şirin bebeğiydim.”
“Küçük bebeklerin hep öyle oluyor güzelim.”
“Geyçe… Gerçekten.”4
“O zaman, şey… Anne babayay neden seviyoy bebek?” Gökhan güldüğünde Minel şaka yaptığının zannedilmemesi için “Ama babacım, geyçekten.” diye devam etti. “Kıymızı bebekyey değiy şiyin, neden şiyin diyoyyay? Sen de dedin ben şiyinim. Ama… Ama, şey, kıymısıydım.”
“Anne babalar çocuklarını şirin oldukları için sevmiyor babacığım.” Kızının meraklı yüzünü örten yaramaz bukleleri geriye attı adam, diğer eliyle de Minel’in kulağından tuttuğu tavşanı yavaşça ondan çekerek yere attı, kızı sorarsa tavşanın canının yerde dinlenmek istediğini söyleyecekti. “Sevdikleri için bebekleri şirin geliyor. Mesela Kedi kedi sevmeyen insanlara şirin gelmeyebilir ama senin için çok şirin, değil mi?”
“Evet! Büyüyoy küsküçücük kedim. Sonya… Yumuşacık tüyyeyi vay. Çok güsey, çok şiyin benim kedim, güzey kedim.”
“Sen sevdiğin için sana şirin geliyor, bebekler de öyle babam. Sen benim kızımsın, bebekliğin benim için çok şirin.” İnci tanesinin hafif kızarık yanaklarına, bukle bukle saçlarına, yemyeşil gözlerine baktı. “Şimdi de çok şirim benim kızım.” derken inci tanesini göğsüne bastırdı adeta kalbinden taşan bir sevgiyle. “Yerim ben bu kızı.” Saçlarından, yanaklarından öptü; Minel tadını çıkardı sevgi görmenin ancak daha sonra alt katta bekleyen ailesi geldi aklına. “Babacım!” dedi hızlı hızlı. “Ayta inmemis geyek, ayyemiz oyda.”
Gökhan gülümsedi, tebessümündeki memnuniyetsizliği Minel dışında herkes fark ederdi. Kızıyla vakit geçirmek istiyordu adam, diğer Aktunalarla yeterince haşır neşir olduğunu düşünüyordu. “Doğru babacığım, alta inmemiz gerek.” Sessizce ekledi bir çocuk edasıyla. “Maalesef.”
Minel atom karınca unvanına yakışır bir hızla kalktı babasının dizlerinden, çoraplarını düzeltti sakin sakin, ardından pijamalarına baktı, yeterince güzel olduğundan emin olduktan ve yere ne zaman düştüğünü bilmediği tavşanını oradan alıp güzelce üzerini eliyle sildikten sonra pıtı pıtı adımlarla odasından çıktı, babasının arkasından geldiğini tok adım seslerinden anlıyordu.
“Kahveyey bitti mi?” Kendisi sıcak çikolatasını bitirememiş çünkü bir hışımla yukarı çıkmıştı, yalnız başına içmek istemiyordu bol kakaolu içeceğini.
“Kahveleri bilmiyorum ama benim sıcak çikolatam bitmedi.”
Mutlu oldu kız çocuğu bu haberle, hafifçe güldükten sonra babasının elini tutacaktı ki spor odasının siyah kapısının altından beyaz bir ışık huzmesinin karanlık salona süzüldüğünü fark etti. “Işıkı açık bıyaktın babacım.” dedi tatlı tatlı, “Kapatayım.”
Aktunaların evindeki Raif’in isteğiyle bazıları yenilenen, bazılarıysa değiştirilen kapıların aksine bu evdeki kapılar kolay açılıyordu, hızlıca içeri girdiğinde Ayaz’ı çalışmayan bir koşu bandının üzerinde otururken bulup kaşlarını kaldırdı.
Ayaz güldü hitap şekline, başını yana yatırıp “Efendim ikizciğim?” diyerek kızı taklit etti, Gökhan o sırada Minel’in arkasında belirdi. “Aşağı inecektik.”
“Ben biraz daha buradayım dayı.”
“Babacım… Şey, sen gidebiyiysin. Ayaz’ya ineyim.”
İtiraz etmedi Gökhan, kızının saçlarına bir öpücük bıraktıktan sonra Ayaz’a bir baş hareketi yaptı, yeğeni bunun anlamını biliyordu. “Dikkat ederim.” diye karşılık verdi. “Bana emanet.”
Telefonun ucundaki Suat kaşlarını kaldırdı, oğlunun Minel’den sonra geçirdiği değişime yaptıkları telefon konuşmaları aracılığıyla şahit olsa da direkt bir kanıt olarak onun sorumluluk aldığını, çocuklardan hiç hoşlanmazken kız kardeşi olarak gördüğü ufaklığı kısa süreliğine de olsa kollamayı kabul ettiğini görmek farklı hissettirmişti, farklı ve gururlu. Hale çok güzel bir evlat yetiştiriyordu.
Kız çocuğu Ayaz’ın kolunun üzerinden ekrana baktı; kumral saçlı, uzun suratlı, gözlüklü, açık kahverengi gözlü, beyaz tenli bir adam görünce önce duraksadı, sonraysa “Hııı…” sesiyle geri çekildi. Yanakları anbean kızardı, “Kim o?” diye sordu fısıltıyla.
Minel Ayaz’ın babasını çok merak ediyor ve görmek istiyordu ancak utancı engel oldu, aile üyelerinin ona kızmamasına alışkındı ancak yabancı bir adam öyle davranmayabilir, kendisine kızmasından daha da kötüsü Ayaz’a kızabilirdi. “Özüy diyeyim.” diye mırıldandı pijamasını sıkarak. “Yanyışyıkya oydu.”
Ayaz hemen kız çocuğunun beline sardı bir kolunu, yanağından öptü hafifçe. “Önemli değil, babam kızmaz sana.” Çekinme nedeninin Suat olduğunu hemen anlamıştı Ayaz, tanıyordu “ikizini”.
Minel başını kaldırdı yabancı bir ses duymasıyla, Aktunaların her birine yaptığı gibi adamın yüzünü inceledi detaylı detaylı. İşine bağlı, düzenli bir adam havası veriyordu temiz yüzü ve dik omuzları.
Suat tebessüm etti; inci tanesinin ne kadar şirin olduğunu Ayaz’dan defalarca duymuş, kız çocuğunun hastanede olduğu zamanlarda Hale’yi güzel dilekleri için aradığında ondan da kızın ne kadar masum olduğuna, onu kaybedemeyeceklerine, kimsenin böyle bir olay olursa eskisi gibi olamayacağına dair ağlamaklı bir konuşma da dinlemişti. Şu an fark ediyordu ki eski eşi de oğlu da haklılardı.
“Sen, şey…. Babası mışın Ayas’ın?”
Minel adamı biraz daha inceledi, bukleleriyle oynayan Ayaz’dan ve alt kattaki Aktunalardan cesaret aldı, aklındaki soruyu sordu.
“Neden göymüyoyuz seni? Neyedesin?”
Suat böyle bir soru beklemiyordu ancak garipsemedi, Ayaz kız çocuğunun tüm aile üyelerine fazlasıyla düşkün olduğundan da bahsetmişti çünkü.
“Başka bir ülkede çalışıyorum.”
Farklı yarım kürelerdelerdi, Suat bunun “çok uzak” denilebilecek bir mesafe olduğunu düşünerek başını salladığında Minel “Oyşun.” dedi tatlı tatlı. “İnsanyay uzaktan sevebiyiy.” Başını yana eğdi sonra. “Geyicek misin hiç? Ayaz seni özyeyebiyiy.” Kendini Ayaz’ın yerine koydu. “Ben babamı özyeyim.”
“Belki Ayaz benim yanıma gelir.”
Minel bu fikirden hoşlanmadı, kaşları hafifçe çatılırken “Sen neden geymiyoysun?” diye sordu. “Ayaz küçük, sen büyüksün. Büyükyey geymeyi.”
“Hıhı, ben söyyedim.”1
Ayaz da Suat da güldü başlarını öne eğerek, Ayaz son zamanlarda daha fazla konuştuğu babasına hızlıca “Görüşürüz.” dedikten sonra telefonu kapattı Aktunaların yanına dönmek istediği için.
“Baban iyi insan.” Başını salladı kız çocuğu, Ayaz gülmeden edemedi, adeta onay veriyordu Suat’a, kızın buklelerinden öptükten sonra elini tuttu. “Gel.” dedi odadan çıkar çıkmaz Doruk’un yükselen sesini duyup alt katta eksik kalmaması gereken bir şamata olduğunu anlayınca. “Bizimkiler ne yapıyor bakalım.”
“Size diyorum ki deniz kızlı filmi izleyelim.”
“Bu yeterli bir sebep değil, benim oyum Prenses Okulu’na.”1
“Ben Pegasus’un Sihri diyorum.”1
Kumanda Engin’in elindeydi ve ekranda bir sürü Barbie filminin posteri vardı, yer yatakları Aktunaların evinden bu eve taşınıncaya kadar bir Barbie filmi izleyebileceklerini düşünmüşlerdi Minel’in gün içinde uyuyacağını, bu yüzden bu akşam erken uyumayacağını Gökhan’dan duydukları zaman.
Minel eski yerine çıktı, oturur oturmaz babasının ona uzattığı sıcak çikolatadan bir yudum alıp televizyona baktı. “Bence şey isyeyeyim… Şu!..”
Minel’in parmağının televizyonda nereye denk geldiği belli olmuyordu ancak Gökhan ekrandaki afişler arasından kızının hangisini seçeceğine emindi, zaten bu yüzden sesini çıkartmamıştı şu ana kadar, nasıl olsa inci tanesinin dediği olacaktı.
“Barbie Peri Gizemi izliyoruz.”
Doruk beş dakikadan beri kendi istediği filmi izlemeleri için ikna çabalarında değilmiş gibi davrandı. “Hemen açıyorum!”
Salon sessizleşti, herkes televizyona odaklandı ve daha çok kız çocuklarının izlediği filmlerle birkaç ay önce uzaktan yakından alakaları olmayan Aktunalar bir saatten fazla süre boyunca yorum yapa yapa, Minel’in karakterler ve elbiseleri hakkındaki tüm cümlelerini dikkatle dinleye dinleye Barbie filmi izledi.
.
Kız çocuğu Kedi’nin evindeydi, büyüyen Kedi kız çocuğunun dizlerinin üzerine uzanmıştı ve Minel’in tüylerini okşayışının tadını çıkarıyordu.
“Bugün okuya gidicem, kahvaytı… Kahvaytı yapıcaz. Ayyem buyda, hepşi. Evimise geydik dün.”
Gözleri heyecanla açıldı, ellerini çırptı. Kedi bu halinden irkilince “Özüy diyeyim.” deyip başını okşadı Kedi’nin, daha sonra devrilen tavşanını düzeltti.
“Akvayyum yaptı babam! Bayıkyayımız vay. Havusumuz… Çok güzey bayıkyay… Süpyisi bu, söyyemedi bana. Heykeşe söyyemiş. Oyabiyiy, kısmadım, babacım süpyiz yapmak iştedi.”
“Sonya ayyem geydi, beyabey kahve içtik. Ben sıcak çikoyata içtim. Babam da… Babam da öyye çünkü… Kahve, kahve içti. Fazya içmemeyiyiz. O yüzden çikoyata… Çikoyata yaptık. Yapayken babamın en sevdiki baydak kıyıydı. Biz kıydık, yanyışyıkya kıydık. Babam dedi ki… Şey, önemyi değiy. Biydim ben, babam kısmaz. Kimşe bana kızmıyoy.”
Başını sallayarak kendini onayladı.
“Çocukyay yayamaz oyabiyiy. Babam yayamaz, kitapyayı… Engin amcamya hayamın kitapyayını… Şey, çamuya koymuş! Geyçekten!.. Biyascık yayamaz dedi, dedim ki… Dedim ki şey, çok yayamaz. Çok yayamaz babam çocukken. Oyşun, çocukyay yayamaz oyabiyiy. Babam iyi biyisi.”
Yüzüne gelen saçlarını geriye itti.
“Şimdi kahvaytı yapıcaz. Heykeşi uyan yaptım.” Haylaz haylaz güldü. “Sonya kaçtım. Buyada oydumu anyayabiyiyyey. Ama şey, giyemezyey içeyi. Buyaşı küçük. Beyki babanem giyebiyiy. O beni gıdıkyamaz, babanem iyi biyisi.”
Dışarıdan bir gürültü geldi, Minel durdu, gözleri kocaman açıldı. İrkilen Kedi minderine koştu, Minel de pencereye gitti.
“Benim daha çok kuzenim, ben çağıracağım!”
“Nasıl senin daha çok kuzenin oluyor, uzak akraba mıyım ben Doruk abi?”
Minel güldü, kamerayı koyduğu yerden alıp pencereye çevirdi, Ayaz ve Doruk kulübenin birkaç metre ötesinde duruyordu.
“Benim on sekiz yıldır kuzenim.”
“Parlak zeka!” Ayaz Doruk’u abartılı bir biçimde alkışladı. “Minel doğduğundan beri kuzenimiz oluyor, ikimiz için de üç sene.”
“Hayır oğlum, ben daha fazla Aktuna’yım, daha fazla kuzenim oluyor. Sen Aktuna soyadını bile sonradan aldın!”2
Ayaz’ın ağzı açıldı, birkaç saniye bekledi, kaşlarını çattı. “Oraları karıştırma şimdi!”
Engin ve Hale Doruk ve Ayaz’ın arkasından geldi. Hale “Sesiniz içeri kadar geliyor!” diye cırladı, “Azıcık medeni olun, ben size böyle mi öğrettim?”
“Hale haklı, ben de Minel’i çağırayım.” Engin Hale’nin yanından sıvışmaya çalıştı ama Hale abisini montundan yakaladı. “Hayır ya… Bebişim beni ister, ben çağıracağım kahvaltıya.”
Kameranın arkasından Minel’in kıkır kıkır gülüşü duyuldu.
“Ben daha büyüğüm, daha fazla amcasıyım!”
Doruk kahkaha attı, Ayaz ve Hale gözlerini devirdi. Aynı anda “O iş öyle değil!” dediklerinde kendileri de dayanamayıp güldü.
Gökhan evden çıktı; yeğenlerine, abisine ve ablasına baktı. Daha yüksek bir sesle “İnci tanem!” dedi.
Minel kamerayı kendine çevirdi, gülümsedi. “Efendim babacım?”
Gökhan Minel’in camda olduğunu fark etti, gülümsedi. “Kahvaltıya gelebilir misin? Okula geç kalma güzelim.”
“Sıra vardı amca, niye beklemeden çağırıyorsun?”
Kız çocuğu ayaklandı, Kedi kulübesinin köşesine bıraktığı montu alıp giydi. Çoraplarını düzeltti.
“Yine vidyo çekicem, çekmeyi seviyoyum. Biy de… Şey… Dün uyumadan önce… Önce bebek vidyoyayımı izyedik. Annem babam için… İçin çekmiş. Şiyin bebekim.”
Kameraya uzandı, bukleleri kadrajı kapladı.
“Göyüşüyüz!”54
Okur Yorumları | Yorum Ekle |