
Gökyüzünde süzülen uçağın motor sesi, zihnimdeki karmaşayı bastıramıyordu. Pencerenin kenarına yaslanmış, altındaki beyaz bulutları izliyordum ama aklım Ankara’da, mahkeme salonunda kalmıştı. O gün karşıma çıkan Yüzbaşı Ali, bir şekilde zihnimi meşgul etmeye devam ediyordu. Soğuk ve kendinden emin duruşu, sorgulamalara verdiği keskin cevaplar, gözlerindeki o… neydi bu? Kararlılık mı? Yoksa başka bir şey?
“Yüzbaşı Ali,” diye mırıldandım kendi kendime. “Niye seni düşünüyorum ki?”
Hukuk dünyasında tanıştığım erkeklerin çoğu ya fazla iddialı ya da yeterince güçlü değildi. Ama Ali’nin her hali, güçlü bir sükunet yayıyordu. Onunla tartıştığımda, adeta bir duvarla karşılaştığımı hissetmiştim. Bu duvarı aşmaya çalışırken kendi gücünü bile fark etmiştim. Bu adam, sıradan biri değildi ya da bana öyle geliyordu.
Tam bu düşüncelerle cebelleşirken, tanıdık bir ses duydum.
“Hayat bizi tekrar karşılaştırıyor galiba.”
Başımı çevirdim ve onu gördüm: Yüzbaşı Ali. Her zamanki gibi ciddi ama sıcak bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Kalbim, bu beklenmedik karşılaşmayla bir an hızlandı. Onun burada, aynı uçakta olması… Bu neydi? Tesadüf mü, yoksa kader mi?
“Sanırım öyle,” dedim, her zamanki sakinliğimle ama içimde tuhaf bir kıpırtı vardı.
“Erzincan’a mı gidiyorsunuz?” diye sordu Ali.
“Evet, ailemi ziyarete. Köyde yaşıyorlar. Ya siz?”
“Görev için,” dedi Ali kısaca. Cevabı netti, ama ses tonunda ilgimi çeken bir sıcaklık vardı.
Uçak havalandıktan kısa bir süre sonra, sohbet derinleşmeye başladı. Ali önce meslekler üzerine konuşmayı tercih etmişti; askerlikten, sahada alınan zor kararlardan bahsetti. Ben ise hukuk dünyasının karmaşıklığını ve adaleti sağlamak için verdiğim mücadeleleri anlattım.
Yüzbaşı sözlerini dikkatle seçiyordu. Onun bir asker olarak görevine olan bağlılığı, hukukçu kimliğimi sık sık sorgulatıyordu. “Sahada karar alırken, kuralları bazen bir kenara bırakmak zorundasınız,” dedi Ali, sesinde derin bir ciddiyetle.
“Adalet kurallarla işler, yüzbaşı,” diye cevap verdim, ne kadar emin olduğumu göstermek istercesine. Ama bir yandan da, onun söylediği sözlerin ardındaki gerçekliği inkar edemiyordum. Belki de Ali’nin savunduğu dünyada, kendi kuralları yeterince güçlü değildi.
konuşma derinleştikçe, kendimi daha açık ve rahat hissetmiştim. Hatta o kadar rahattım ki babamdan, maden işçiliğinden ve çocukken tanık olduğum haksızlıklardan bahsettim.
"Biliyor musun Yüzbaşı, babamın çalıştığı madenin girişinde 'Bize Bir Şey Olmaz' yazısını hiç unutamıyorum"
Yüzbaşı beni dikkatle dinliyordu. "O yazı ne kadar da yanıltıcı değil mi?" dedim, hafif bir gülümsemeyle.
Ali, başını salladı "Sahada da öyle. Çoğu zaman, biz de kendimize böyle yalanlar söylüyoruz. Ama gerçeklerden kaçamayız elbet. Gelir bir gün bizi bulurlar Avukat Hanım."
Söyledikleri zihnimde yankılandı. Ali'nin bir asker olarak gördükleri, belki de benim dünyamın daha da farklı bir yüzüyle tanışmamı ister gibiydi.
Erzincan’a indiğimizde böyle bir sohbetin bir daha yaşanamayacağını düşünerek Yüzbaşıyla vedalaştık.
"Kendine iyi bak Yüzbaşı."
"Görüşmek üzere Avukat Hanım" dedi ve gitti.
Havalimanın kapısından çıkarken nefesini tuttum.
Her zaman olduğu gibi çocukluğumu hatırlatan o temiz dağ havasını içime çektim. Şehirden köye doğru uzanan yollar, içimde her defasında hem huzur hem de hafif bir burukluk bırakırdı. Ailemi görmek güzeldi, ama bu toprakların yorgunluğu her zaman hissedilirdi.
Uçaktaki sohbet, zihninde bir türlü dağılmıyordu. Ali’nin sesi, söylediği her kelimenin ardındaki kararlılığıyla aklımda yankılanıyordu. Aramızda geçen konuşmalar, onun sert ama adil bir yanını ortaya koymuştu. Fakat bu sertlik, rahatsız edici değil, daha çok merak uyandırıcıydı. Mesleğimde sık sık inatçı insanlarla karşılaştığım oluyordu, ama Ali… Ali bir şekilde farklıydı.
“Niye bu kadar takıldım ki?” diye kendi kendime söylendim. Sonra, kendini toparladım ve konuyu düşünmeyi bıraktım.
Düşünecek daha önemli şeylerim vardı mesleğim, davalarım ve beni bekleyen bir yığın dosya.
Bir hafta geçmişti. Köyde zaman daha yavaş akar, her gün bir diğerinin aynısı gibi görünürdü. Sabah erkenden annemle bahçeye çıkmış, kahvaltı hazırlığına yardım ediyordum. O sırada, köy meydanında toz kaldıran bir askeri araç göründü.
Önce aldırış etmedim. Ancak aracın durmasıyla bahçenin kapısında birkaç asker belirdi. İçlerinden biri öne çıktı ve dikkatim tamamen onun üzerine çekmişti.
Ali.
Onu burada, köyümde görmek neredeyse gerçek dışı bir durumdu. Üniformasıyla kapının önünde duruyordu ve yüzündeki ciddi ifade bir an bile dağılmamıştı. Gözlerim istemsizce onun kararlı bakışlarına takıldı. “Yine mi?” diye düşündüm, ama içimi bir heyecan kaplamıştı. Bu heyecan da nerden çıkmıştı.
“Yüzbaşı Ali,” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Siz burada ne yapıyorsunuz?”
Ali, biraz gülümseyerek selam verdi. “Görev icabı buradayım,” dedi. “Sanırım sizi rahatsız ettik.”
Arkamda beliren annem hemen söze girdi. “Ne rahatsızlığı evladım? Buyurun, oturun bir çay için.”
Ali’nin yüzünde tereddüt belirir gibi oldu, ama sonunda teklifi kabul etti. Onlar bahçeye girip sohbet etmeye başlayınca bende bir köşeden sohbete dahil olmadan sadece onları izlemekle yetindim. Annemle sohbet eden Ali’nin, mahkeme salonundaki sert tavrından eser yoktu. İnsanlarla kolayca bağ kurabilen bir tarafı vardı ve bu tavırları beni biraz daha şok etmişti.
Bu adam, yalnızca soğuk bir asker değilmiş gibi görünüyordu artık. Kalbinde sıcak bir yer vardı, bunu hissedebiliyordum. Ama bu, beni daha da huzursuz etti. Çünkü böyle bir şey hissetmek… tehlikeliydi.
Hava iyiden iyiye kararırken bahçelerindeki kalabalık dağılmış ve sadece çekirdek aile kalmıştık. Hava iyice soğumaya başladığı için kaçıncı fincanı içtiğimi hatırlamadığım kahvemden bir yudum daha alırken boğazından aşağı akan sıcak kahve onu mutlu ediyordu. Karşımdaki bilgisayarda dava dosyalarını inceleyip iddianamelerimi düzenliyorken oturduğum sandalyenin çaprazındaki sandalye çekilmişti.
Annem "Askerlerin de işleri çok güç değil mi kızım?" diye sorduğunda sadece başımı salladım. "Ali. oğlum da pek yakışıklı ayrıca da sıcakkanlı da," dediğinde klavyenin üzerindeki parmaklarım durmuştu.
Ali mi? o kadar askerin içinden neden Ali dikkatini çeker ki anne?
"Ne yapalım anne yakışıklıysa, sıcakkanlıysa Allah sahibine bağışlasın." dedim ve tekrar önümdeki dosyalara döndüm.
"Bağışlar inşallah." deyip oturduğu yerden kalktı annem.
Gece yastığa başımı koyduğumda hala daha zihnimde Ali dolanıyordu. Neden hala daha çıkmıyordu ki aklımdan. Hem Ali’nin buraya gelişi tamamen bir tesadüf müydü? Tesadüf olduğuna inanmak istiyordum, ama kalbimdeki o lanet kıpırtı, durumu bundan ibaret görmeme izin vermiyordu.
Ali’nin davranışlarını gözümün önüne getirdim. Konuşurken gözlerimin içine bakışı, annemle konuşurken gösterdiği içtenlik… O, düşündüğümden çok daha derin bir adamdı. Fakat aynı zamanda onun gibi birinin hayatıma dahil olması, hem zordu hem de karmaşıktı. Benim dünyamda bu tür duygulara yer yoktu; hedeflerim, mesleğim ve sorumluluklarım benim için birincil sıradaydı. Ama Ali, benim bu kararlılığını sorgulamasına neden oluyordu.
“Hayır,” dedim kendi kendime. “Bu, bir şey ifade etmiyor. O sadece bir asker.”
Ama bunu söylerken, Ali’yi düşündüm ve kalbimdeki sıcaklık inkâr edilemeyecek kadar gerçekti.
Aradan geçen bir hafta oldukça sakin ve durgun geçmişti. Karakoldaki askerler göreve gitmişti. İçim oldukça huzursuzdu. Elimdeki kahvemden bir yudum daha aldım ve karşımdaki karakola bakmaya devam ettim. Ne görmeyi ya da kimi görmeyi umut ediyordum bilmiyordum ama bakıyordum öylece o sırada karakolun demir kapısı aralanmış ve Yüzbaşı görüş açıma girmişti.
Kolundaki bandaj dikkatimi çekti ve istemsizce adımlarımı ona doğru yönlendirdim. Yaklaşırken, kendi kendime neden bu kadar ilgili olduğumu soruyordum. Ama ayaklarım beni durdurmuyor aksine gitmek için cana atıyor gibiydi.
“Yaralandığınızı duydum,” dedim, Ali’nin karşısına geçtiğinde. “İyi misiniz?”
Ali başını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi. “Ufak bir şey,” dedi. “Merak etmeyin. Kolay kolay bir şey olmaz.”
Bir an ona baktım. Gözlerinin ardında yorgun bir hikâye görüyordu. “Hiç mi yorulmuyorsunuz?” diye sordum, biraz da farkında olmadan.
Ali, bir süre sessiz kaldı. Sonra bakışlarını dağlara çevirdi. “Bazen yoruluyorum,” dedi, dürüstçe. “Ama başka bir şey yapmayı hiç düşünmedim. Ya siz? Bu kadar savaş, sizi yormuyor mu?”
Derin bir nefes aldım. Bu soruya cevap vermek kolay değildi. Ama sonunda, “Yoruluyorum,” dedim. “Ama bırakmam mümkün değil. Çünkü başka bir hayat düşünemiyorum.”
Ali’nin yüzünde, hafif bir tebessüm belirdi. “Demek ki ikimiz de seçtiğimiz yollardan vazgeçemiyoruz,” dedi.
O an, içimde bir şeyler değişmiş gibiydi. Ali ile tamamen farklı hayatlara sahip olsak da, ruhlarımızın aynı çizgide yürüdüğünü hissedebiliyordum. Ama bu his, beni korkutuyordu. Çünkü Ali, benim için bir tehlikeydi. Dünyamı alt üst edebilecek, kurallarımı sorgulatabilecek bir tehlike.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |