
Hoşgeldinizzz iyi okumalar
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım sizi çok seviyorum iyi kiii
Bana dokunduğu anda vücudum istemsizce gerildi. Omuzlarımdaki elleri, ağır bir yük gibi hissettiriyordu. Sözde baba dediği adam, yıllardır hayatımda olmayan, adını bile duymadığım biriydi.
Kafamın içinde yankılanan tek şey "Neden şimdi?" sorusuydu. "İstemiyorum" dedim, sesim titreyip kırılmasın diye ekstra bir çaba göstererek. O ise sanki hiçbir şey olmamış gibi, adeta benim sözlerimi duymazdan gelerek gülümsüyordu. "Bu kadar sert olma," dedi yumuşatmaya çalıştığı, ama yine de kulağa tehditkar gelen sesiyle.
"Ön yargılarını kenara bırak. Yemekten sonra istediğin yere gidebilirsin. Söz veriyorum." Söz mü? Onun gibi adamlara inanılır mıydı hiç? Ulan anam kadın bu hırtonun neresine aşık oldun da benim gibi mükemmel bir varlığı getirdin bu dünyaya. Umarım rüyana ak sakallı bir dede girmiştir ve beni müjdelemiştir yoksa bu dağ ayısının hiçbir açıklaması olamazdı.
Üstelik konağa bakınca bile midemde bir şeyler düğümleniyordu. Bu yer, eski bir masal kitabından fırlamış gibi duruyordu ama aynı zamanda insanı içine çeken bir ürperti vardı. Kalın taş duvarlar, camlarına takılı olan perdelerinden bile belli olacak ihtişamlı ve lüks bu konak ne kadar gösterişli olsa da içinde solup gitmiş bir şeyler vardı.
"Karnım tok, yemek falan istemiyorum." dedim kısa kesmek için. Ama o, her hamlemi önceden planlanmış gibi sinsi bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Tok olabilirsin, ama aç bir ruha sahip olduğun ortada." Bir an dona kaldım. Ne demişti bu adam? Sanki beni çoktan çözmüş, en zayıf noktalarıma dokunmaya hazır gibiydi. Onun gözlerine bakarken içimde bir ürperti yayıldı.
Kaçmak istemem, burada kalmaya zorlanmaktan değil de, yüzleşmekten korktuğum bazı gerçeklerden kaynaklanıyordu. "Bak," dedi, tonunu yumuşatarak "Yalnız bir çocukluk geçirdiğini düşünüyorum. Annene, hayatına dair soruların olduğunu da... Ama cevaplar burada, benimle" Yanılıyordu yalnız değildim ben. Mahallemiz vardı, içinde birbirinden güzel ve renkli insanları vardı arkadaşlarım vardı abilerim, kardeşlerim vardı. Hem artık Feza da vardı. Kızsam da kırılsam da benimleydi biliyordum. Yalnız değildim, yalnız olmayacaktım da. "Sen kimsin ki bana cevap vereceksin?!" diye bağırdım ani bir öfkeyle. Sesim geniş taş duvarlar arasında yankılandı.
Bu adam ne hakla karşıma geçip bana hayatıma dair hiçbir zaman sormadığım cevaplar vadetti? Madem cevaplar ondaydı o zaman bunca yıldır neredeydi?
O ise sakinliğini bozmadan konuşmaya devam etti. "Kim olduğumu öğrenmek için buraya kadar geldin, değil mi? Boşuna yalan söyleme kızım." Yine o kelime. Midemde bir yumru büyüdü. Ona hiçbir şey söylemedim, sadece nefesimi ve yumruklarımı kontrol etmeye çalışarak yüzümü başka tarafa çevirdim. Haklıydı. Buraya kadar gelmeme bir tesadüf değildi, ama beni bu kadar tanıması içimdeki öfkeyi daha da körüklemişti.
"Neden şimdi?" diye fısıldadım.
Emin Kara başını hafifçe eğip gözlerimin içine bakarak cevap verdi. " Çünkü zamanı geldi. Sen bu dünyaya borçlu değilsin, ama ben sana borçluyum ve bu borcu ödeyeceğim."
"Borcun falan yok bana. Bu konuşma burada bitti," diyerek dönüp kapıya yöneldim. Ama bir kez daha önüme iki adam dikildi. Koyu renk takımları içinde yüzleri ifadesizdi. Sanki heykel gibiydiler. "Kapı açık," dedi sakin ve alaycı bir sesle. "Ama ayakların seni götürebilecek mi ondan emin değilim."
Arkamı dönüp baktığımda gözlerindeki karanlık ifade kalbimi sıkıştırdı. Bir şeyler dönüyordu burada, ama ne olduğunu anlayamıyordum. Oyunun içindeki figüran gibi hissediyordum kendimi. Ve bu oyun bana ait değildi. Oysa ben bu hikayenin baş kahramanıydım. Ya da öyle sanıyordum. "Ne yapacaksın?" diye sordum kısık bir sesle. O ise bir kez daha gülümsedi. Ama bu sefer bu gülümsemenin altında çok daha derin, çok daha tehlikeli bir şey vardı. "Sana hikayeni anlatacağım."
Omuzlarımı sıktım, nefesimi içime çektim. Bu adamın sesinde, sözlerinde beni rahatsız eden bir şey vardı. Sanki yıllardır yazılmamış bir mektubun zarflarından sızan acı gibi kokuyordu söyledikleri. Bu bir özür değil, bu bir itiraf da değildi. Bu... bu bir oyun başlangıcıydı.
Geri çekilmedim. Artık kaçmak değil, anlamak istiyordum.
“Anlat o zaman,” dedim, dişlerimi sıkarcasına. “Anlat da bitsin şu tiyatro.”
Emin Kara bir adım geri çekildi. Bir işaretiyle takımlı adamlar kapıdan ayrıldı, ama bir gözleri hep üzerimdeydi. Güvende olduğumu söyleyemezdim, ama artık umurunda da değildi.
Adam ağır ağır yakındaki sandalyeye oturdu, ellerini dizlerine koydu ve başını bana doğru eğdi.
“Annenin sana hiçbir zaman anlatmadığı bir hikâyeyle başlayacağım,” dedi.
Gözlerim istemsizce irkildi. Anam kadının tek bir zaafı vardıysa o da geçmişiydi. Hiç anlatmaz, lafı döner dolanırsa da yemeğe bahane bulur konuyu çorba kaşığıyla ezer geçerdi. Oysa şimdi, bu adam önümde oturmuş bana annemin bile anlatmadığı geçmişi sunuyordu.
“Sen doğduğunda...” diye başladı ama elimle durdurdum.
“Hayır. Benim doğduğum günle değil, neden ortadan kaybolduğunla başla. Madem bu kadar hikâye anlatma heveslisin, en merak edilenden başla.”
Gözlerinde bir parıltı belirdi. Belki saygı, belki gurur. Belki de sadece iyi oynanmış bir rolün ödülüydü bu.
“Peki... Sana zarar gelmesin diye,” dedi.
Sanki bütün vücut ısım düştü. Bu cümledeki çelişki midemi bulandırdı.
“Zarar mı? Beni doğurduktan sonra bırakıp gitmek mi korumak oluyor senin dünyanda?”
“Evet,” dedi soğukkanlılıkla. “Çünkü senin annenin ve senin, yaşamanız bile mucizeydi.”
Ardından iç cebinden eski bir fotoğraf çıkardı. Sararmış, kenarları kıvrılmış bir fotoğraf. Annem gençti... ama yanında, kolunda bu adam vardı. Ve... kucağında bir bebek. Ben.
“Elimde tutamadığım en değerli üç şey: Zeynep, sen ve zaman,” dedi.
Fotoğrafa bakarken içimdeki öfke ile merak birbirine girdi. Dilim kurudu. Ama gözlerim hâlâ ona değil, annemin yüzündeki genç gülümsemeye kilitlenmişti.
"Senin sandığın gibi bir terk ediş değildi bu... Bizi susturan, tehdit eden, gölgelerde dolanan adamlar vardı o zaman. Sadece ben değil, annen de senden çok şey sakladı."
"Niye?" dedim neredeyse fısıltıyla. "Niye bana bunları hiç anlatmadı?"
“Çünkü hâlâ peşimizdeler.”
Bu cümleyle birlikte bir gürültü duyuldu. Konağın dış kapısından gelen metalik bir çarpma sesi... Emin Kara ayağa fırladı. Adamlarından biri hızla içeri girdi, yüzü gergin, sesi titrekti.
“Efendim... buldular bizi.”
Ben hâlâ elimdeki fotoğrafa bakıyordum. İçimden bir ses, bu hikâyenin sadece başıydı diyordu.
Bir anda kapı aralandı ve arkasından o tanıdık sima göründü
Feza...
Bakışları beni görünce yumuşadı ama bu çok kısa bir an içindi hemen kendini toparladı. Onu baştan aşağı süzdüm giyinişi, bakışları, duruşu hiçbiri mahallede gördüğüm aşık olduğum Feza'ya ait değildi. Daha farklı daha sert bir havası vardı.
Aşık olduğum adam her yanıma geldiğinde güven havası getirirken bu Feza kendiyle beraber yanında bir de kasvet havası getirmişti.
Gözleri, içerideki herkesi birer birer taradı.
Emin Kara’nın gözleri Feza’yı görünce daraldı.
“Demek geldin…” dedi, sesi buz gibi. “Yine geri döndün. Babanın izinden mi?”
Feza bir adım daha yaklaştı, yüzü donuktu.
“İz sürmek kolaydı,” dedi. “Çünkü sen her gittiğin yere kan bıraktın.”
O an içimden bir ürperti geçti. Bu bir tesadüf değildi. Bu bir kurtarma operasyonu değildi. Bu... yıllar önce başlayan bir savaşın devamıydı.
Emin Kara'nın yüzündeki sırıtış silinmişti. Artık sadece buz gibi bir sessizlik vardı aramızda.
“Buraya neden geldiğini biliyorum,” dedi Emin. “Ama geç kaldın.”
Feza bana döndü. Gözlerinde ilk defa o tanıdık sıcaklık vardı. Yanıma geldi elimi sıkıca tuttu “Hayır,” dedi. “Tam zamanında geldim."
Nefesim kesildi. O an anlamıştım… Feza, beni buradan kurtarmaya gelmişti...
“Feza,” dedim fısıltıyla. “Neden bana söylemedin?”
Gözlerini benden kaçırmadan, ama Emin’e bakarak cevapladı:
“Çünkü gerçekleri öğrenmenin bir bedeli var. Ve bazılarını ancak yüzleştiğinde kaldırabilirsin.”
Feza elini hâlâ bırakmamıştı ama ben çoktan elimdeki terle kaymak üzereydim. Emin Kara'nın gözleri Feza’ya kilitlenmişti. O bildiğimiz "Ben kötü adamım ama zarifim de biraz" gülümsemesi vardı suratında. Var ya, böyle tipleri dizilerde izlesem bile midem bulanır, gerçek hayatta karşımda görünce istemsizce kolonya arıyorum.
“Babanla da böyle bakışmıştık,” dedi Emin, sesi iğrenç şekilde sakindi. “Aynı gözler... ama onda cesaret yoktu. Sende... sende tam bir intihar merakı var.”
Feza, başını yana eğdi. O sinir bozucu sabırlı haliyle:
“Senin için ölüm, sadece bir rakamdan ibaret değil mi?” dedi.
Ben ise o anda içimden geçenleri kelimelere dökseydim... yani yemin ederim, hece hece ağzım kayardı. Ama sustum. Çünkü burası benim çatapat çakacağım yer değildi. Burada yanlış patlasam, Zeynep kadın elime bir daha telefon vermezdi.
Emin gülümsemeye devam etti, sonra gözünü bana çevirdi.
“Annenin sana neden hiçbir şey anlatmadığını biliyor musun, Nida?”
“Çünkü sizin gibi tipleri sindirmek için önce midede beş gün taşımak gerekir,” diyecektim ki… sustum.
Bazen zekâm ile terbiyem kavga ediyor, arada kalıyorum.
“Zeynep,” dedi Emin, "bir şeyi korumak isterse, onu susturur. Kapatır. Senin hayatın bir sessizlik hikâyesi."
“Benim hayatım mahalle hikâyesi. Bol çekirdekli, yüksek dedikodulu,” dedim. “Seninki mezar taşı yazısı gibi.”
Feza'nın dudakları hafifçe kıvrıldı. Ne güldü ne de sustu. Sadece omzuyla hafifçe bana dokundu, “Yeterince laf ettin mi?” bakışı attı.
Emin arkasını döndü. Sanki bizden sıkılmış gibi — ki bu iyiye alamet değildi. Ceketinin iç cebinden siyah bir zarf çıkardı. Masaya bıraktı.
"Bu sadece bir başlangıç. Bu zarfta annenin hiç bilmediğin bir yüzü var," dedi.
Feza öne atıldı ama Emin eliyle durdurdu.
"Al. Oku. Ama ondan sonra mahalleye dönüp, kaldığınız yerden devam etmeyi bekleme."
Zarfa bakınca içim bulandı. O kadar da zarifti ki... içindekilerin iğrençliğini bastırmaya çalışır gibiydi.
“Yürüyelim,” dedi Feza. Sesi bu kez daha netti. “Burada fazla kaldık.”
Çıkarken Emin Kara’nın arkamızdan fısıltı gibi bir sözü kulağıma geldi:
“Yer fıstığı da olsan, toprak seni de çağırır bir gün.”
Tüylerim diken. Olduğu gibi.
Ben de döndüm, ayağımı yere biraz sert vurarak, “Beni o toprağa gömecek adam henüz terlikten kaçmayı öğrenmedi,” dedim. Cümle havada biraz saçma kalmış olabilir ama ruhumda vızır vızır alkış vardı.
Feza, arabaya binerken hâlâ ciddiydi. Ama ben gözlerimi camdan dışarı dikmiştim.
“Bir şey soracağım,” dedim, ani. “Sen neden beni çağırmadın? Bilseydim... daha önce gelirdim.”
O göz ucuyla baktı.
“Gelsen izin vermezdim.”
“Niye?”
“Çünkü benim geçmişim seni mahveder.”
“Ben zaten Zeynep Aksoy’un kızıyım. Daha neyle mahvolabilirim?”
Bir sessizlik oldu.
Arabanın içinde sadece kalbimin atışları vardı. Ve Emin Kara’nın bıraktığı o zarf... dizlerimin üstünde duruyordu.
Feza tam motora basacakken, ekledi:
“Yalnız değilsin Nida. Ama bazı savaşlara tek başına girmeyi seçiyorsan, kimsenin kalkanını kullanamazsın.”
İç sesim hemen devredeydi:
“AY BU NE DİYOR YA! FEZA ŞİİR GİBİ KONUŞTUN AMA DİREKSİYONDA ŞİİR OKUMA LÜTFEN BENİ TANSİYON BASIYOR.”
Ama dışarıdan sadece "Hıh" diyebildim.
Ve biz karanlığa doğru yol alırken... zarfı açmadım.
Çünkü bazı cevaplar vardır. Kalbine değmeden, aklına girmez.
Ama ben o zarfı açacaktım. Eninde sonunda.
Bölüm sonu...
Umarım beğenmişsinizdir. Sizce zarfın içinde ne yazıyor?
Emin Kara hakkında ne düşünüyorsunuz peki?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 43.32k Okunma |
3.11k Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |