

Ey ahali kalkın biz geldikkk🖤
Yeni bir bölümle tekrardan karşınızdayım. Bu bölüm hikayemize kaldığımız yerden başladığımız noktadır. Duygu oranı yüksek dozda bir bölümdür. Ve bölümde gizli bir şey vardır🤩(aramızda ama)
Bölümü beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayınız☺️
Keyifli Okumalar:')


“Küçüklüğüm bitmeyen, geçmeyen yaralarla doluydu. Savaşacaksam da küçük Dila için savaşacaktım.”
2.BÖLÜM
"MAHKÛM VE MAHKÛMİYET"
Perdenin Altındakiler - Gökyüzü
Günümüz
Onca şey yaşamıştım ve yaşamaya da devam ediyordum. Yıllarca dört duvar arasında kendimi cezalandırdığımı sansam da asıl ceza onu görmemek değildi, onu hissetmemek değildi. Asıl ceza bunca şeye rağmen onun gözlerinin içine bakabilmekti.
Hayatımın bu kadar acı dolu olduğunu bildiğim halde en acımasız tarafta savaşmaya çalışıyordum. Bana vereceği zararı bildiğim halde savaşmak için çabalıyordum. Evet, savaşacaktım. Yaşadığım onca şeyden kaçmaktansa onlarla savaşmak zorundaydım. Zorundaydım çünkü artık gerçekten gülmek, mutlu olmak istiyordum, sonsuza kadar.
Bu savaşın ortasında ölebilirdim. Biliyordum ve delicesine korkuyordum. Yaşamak için savaşırken ölmek inancıma hakaretti, verdiğim sözlere hakaretti. En kötüsü de ihanetti. Üstümde biriken onca suçu üstlenmektense onlarla savaşacaktım. Varsın kötü olayım, varsın öleyim sonunda gerçekler olan savaşta kaybedeyim ama her türlüde savaşayım. Kendi kurallarımla bir, bir gerçekleri ortaya çıkarayım.
Hayat bulduğum o gülüşleri tekrar tekrar hissedeyim. Huzur onunlayken vardı, onunlayken yaşanılıyordu. O varsa vardım yoksa yoktum. Beş senedir yok olduğum gibi. Fakat yok olmak bitmişti. Yok, olmaktansa yaşayan bir ölü olurdum. Beni suçladığı onca şeye rağmen onun yaşamı için savaşırdım.
Ben dört duvarın değil onun mahkûmuydum. Onun adaletinde ki savaş ise kazanılması en zor savaştı. Oradaki savaşı kaybetmek demek huzuru, sevinci, yaşamı kaybetmek demekti. Huzur ve sevinç için savaşıyorken onları kaybedemezdim. En ağırı da buydu, asla beni dinlememesi. İlk başta çok kızmıştım peri kızıma, kalbime çalan hırsıza. Bir kere olsa dinleseydi beni şu an bu şekilde burada olmazdım. O da o durumda olmazdı.
Mutlu muydu? Rahat nefes alabiliyor muydu? Eşsiz gülüşlerini etrafa saçmaya devam ediyor muydu? Beni düşünüyor muydu? Hayatına devam edebiliyor muydu? Onca sorunun içide boğuştuğum seneler yavaş yavaş son buluyordu. Onca sene bu sorularla ne kadar kendimi yerden yere vursam da her seferinde onun gülüşlerinde buldum sakinliği. Sinirlendim fotoğrafına baktım, ağladım fotoğrafına baktım, yalnız hissettim fotoğrafına baktım. Onca eksikliğimi sadece bir fotoğrafla dindirdim.
Eksik hisler gitmezdi, kaybolmazdı sadece dindirilirdi. Yok, olmazlardı ama var da olamazdılar. Arada bir, bir sancı olur kendilerini hatırlatırdılar. Onlar anımsatıcıdan başka bir şey değildi.
Yatakta uzanmış kendimi sorguladığım saatler içindeydim. Yaptığım onca şeyin içindeki o gülümsemeye muhtaç olduğumu tekrar tekrar hatırladıkça işkenceden farksız oluyordu. Savaşmak zorunda kaldığım bu hayatta en baştan yok olsam neler değişecekti ki?
Arkadaşlarım daha mutlu olacaktı, çok çabalayarak kazandığım meslek lekelenmeyecekti, çok çabalayarak büyüttüğüm büronun adı lekelenmeyecekti. Sevdiğim kız daha mutlu olacaktı, bu acıları yaşamayacaktı. Kardeşim... Belki de hayatta olmayacaktı ve bu illet hastalıkla savaşmak zorunda olmayacaktı. Annem... Daha mutlu ve hayatta olacaktı. Çok sevdiği vücudu morluklarla dolmayacaktı, saklamak zorunda olduğu bir hayat olmayacaktı, yok olmak istediği bir hayatı olmayacaktı.
Ben olmasaydım onlar daha mutlu, daha iyi olacaktı.
Tavana baktığımda aklıma onlarca zaman geliyordu. Kaçtığım onca anılar kendini hatırlatmak için birer birer zorluyordu. Hiçbir şeyden kaçamadığım gibi o anılardan da kaçamıyordum. Her aklıma düştüklerinde paramparça etseler de onları hatırlamak mutluluk veriyordu. Kendimi cezalandırdığım bu hayatta bile bir tarafım mutlu olmak için savaşıyordu. Kazanacağına emin olmadığı bir savaşa girer miydi insan? Ona ne getireceğine dair en ufak fikri olmadığı halde savaşmak için diretir miydi?
Girerdi ve diretirdi. Belki o savaşta kazanamayacaktı ama içindeki o savaşı kazanacaktı. Ben çabaladım, denedim, savaştım diyecekti. Belki paramparça olacaktı ama o huzuru hissedecekti. Çünkü savaşmak huzurun anahtarıydı ve bu anahtarı almak ise herkese nasip değildi. Neden mi bu anahtarı almak herkese nasip değildi? Çünkü o anahtar sonsuz mutluluğu açan tek anahtardı. İkinci bir anahtar yoktu, herkesi tek bir anahtarı vardı.
O anahtarı hiçbir şekilde alamayacağımın farkındaydım. O anahtarı defalarca kaybetmiştim ve defalarca kez tekrar tekrar savaşmıştım kazanmak için. Her seferimde kaybetsem bile umudumu yitirmemiştim ama şimdi bu mahkûmluğun içinde bütün inancımı, umudumu yitirmiştim. Ve eğer umut bitiyorsa geriye hiçbir şey kalmıyordu.
Gözlerimi her kapattığımda aklıma gelen üç bakış vardı. Bu üç bakış bütün hayatımın özetiydi. Yok, oluşumun, yeniden ve yeniden savaşmak zorunda kaldığımın, yalanların, sırların, gerçeklerin bakışıydı. Annemin bakışı yok oluşumun bakışıydı, kardeşimin, çiçeğimin bakışı savaşın bakışıydı. Sadece bu iki bakış bile ölmem için yeterliyken o son bakış... Hiçbir şekilde tarif edemeyeceğim o bakışlar peri kızımın, hayallerimin, umutlarımın bakışıydı. Bu bakışa tutunmuşken kaybetmeyi tercih etmiştim. Sırf bu yüzden bile bu mahkûmluğu sonuna kadar hak ediyordum.
Kaç defa kaybedecektim? Kaç defa vazgeçip kendimi cezalandıracaktım? Onlarca kez mi, milyonlarca kez mi? Kaç defa yok oluşumu izleyecektim? Neden savaşı bu kadar yanlış anlamıştım? Sırlar için savaşmaktansa gerçekler için savaşmayı neden tercih etmemiştim? Neden bu mahkûmiyeti seçip her şeyi darmadağın etmiştim?
Fark ettim de, en büyük yenilgim kendimle olan savışımmış. Bütün olanların yükünü yüklenmektense sadece kendi yüklerimi aldığımda asıl savaşı kazanacaktım, çünkü bizler en büyük savaşı kendimizle ve onu getirdiği duygularla yapıyoruz. Bir başkası için, onun yükleri için yaptığımız savaşların her biri hiçbir zaman savaş olmamıştı.
Yüklenmeye kalktığımız her yükün kendi hikâyesi vardı ve bu hikâyeler herkesin hikâyesi olamazdı. Bambaşka hayatlar yaşayan herkes gibi herkesin yüklerinin getirdiği duygularda farklıydı ve bu duygular asıl mahkûmiyetti.
Yıllardır kendime çektirdiğim bu savaşta bunları bu kadar geç fark etmemin sebebi kendimle yüzleşmem miydi? Kaçtığım o en acı duyguları tekrar tekrar hatırlamam mıydı? Eğer ki öyleyse bu dünyanın en güzel şeyiydi. Eğer ki gerçekten bir ceza çekeceksem bunu bütün gerçeklerle hak etmeliydim.
Saklamaktan kaçtığımızda her şey daha da hafifliyordu. Kendimize yaptığımız bütün kötülükleri artık görmeye başlıyorduk. Görmezden geldiğimiz, kaçtığımız bütün duygular ve onların getirdiği gerçekler birer birer kendini göstererek ortaya çıkıyordu. Pişman olduğumuzu gördüğümüzde ise ne kadar çok boşa zaman harcadığımızı fark ediyoruz. Yarınımız bile belli olmadığı kısacık hayatımıza tonlarca sırlar, yalanlar eklediğimizde kendimizi göremiyorduk, keşfedemiyorduk. Söylemek isteyip de söyleyemediğimiz, yapmak isteyip de yapamadıklarımız, bir şey olmaz yarın düzeltiriz diye ertelediğimiz her şey belki de saniyeler sonra yok olacaktı. Sadece bir saniye hayatımızı altüst etmeye yeterken neden bunu görmezden gelip yarınlarımızın belli olmadığı hayata sıkışıp kalıyoruz?
Yapmak istediklerinizi, söylemek istediklerinizi ertelemeyin, çünkü bir saniye bütün hayatınızı, hayallerinizi yerle bir edip ortadan kaldırabilir.
Çok farklı hissetmeye başlamıştım. Buna anlam veremiyordum. Sadece normal bir gece geçiriyordum. Bütün koğuş bilmem kaçıncı rüyasının içindeyken ben kendi iç savaşlarımı veriyordum. Kaçtığım onca şeyi 5 senedir her gece didik didik sorguluyordum. Binlerce soru soruyor, on binlerce de cevapsız bırakıyordum. Fakat bu gece diğer gecelere oranla farklıydı. Daha farklı hissediyordum ve bundan rahatsız olmuyordum. Bu sefer kendi acılarımı, gerçeklerimi görmezden gelmiyor onlarla sorguluyor, gerçekleri kabul ediyordum.
Hayatımın bana biçtiği mahkûmiyeti kendi kurallarımla kendi gerçeklerimle yüzleştirerek son veriyordum, çünkü asıl mahkûmiyet yeni başlıyordu.
"Uyumadın mı sen," sesin geldiği tarafa yan başıma döndüğümde Atlas'ı gördüm. Koğuştaki en gencimizdi, Atlas. Uzun boylu, zayıf, çelimsizdi. Güzel vücudu vardı fakat buraya girdiği andan beri hızlıca zayıflamış, güçsüzleşmişti. Her zaman ki gibi saçları yine dağınıktı. Siyahların çocuğu diyorduk burada Atlas'a. Onunda hoşuna gidiyordu bu sesleniş. Siyah saçlar, siyah gözler, siyah kaşlar ve yaşadığı siyahların çocuğu yapıyordu onu. Yüzündeki sırıtma yine kendinden geçtiğini gösteriyordu.
"Uyumadım, siyahların çocuğu." Sesim ister istemez titremişti. Kendimle yüzleştiğim bir anda dibimde biten zamansız misafir hem korkmama hem de ayılmama neden olmuştu. Atlas'ın şaşkın bakışlarından da anlaşılacağı üzere sesimim titremesini düşünüyordu.
"Çok mu özledin?" Atlas'ın söylediği ile iyice gerilmem gerekirken tam tersi rahat bir nefes verdim. Sanki aylardır, yıllardır bu soruyu duymak için bekliyormuş gibi yüzüme oturan gülümseme ise bunu kanıtlar nitelikteydi. Kafamı kurcalayan en güzel şeydi özlem. Onun her detayını özlemiştim. Ben en çokta onunla güldüğümüz o eşsiz zamanları özlemiştim. Evet, yalanlar vardı aramızda ama onunla yaşadığım hiçbir şey yalan değildi tamamıyla gerçekti.
"Aklımın alamayacağı kadar çok," sesim çıktığında ki o heyecanlı ses kalbimin tekrardan delicesine atmasındandı. "Kalp atışlarımı duyup sayacak kadar çok özledim." Evet, şu an deli gibi atan kalbimin seslerini duyabiliyordum. Oluşturduğu ritim ise kendine çeken huzurdu.
"Bende çok özledim," sesindeki burukluk daha bir saniye öne sırıtan Atlas'a aitti. "Kalp atışlarını duymak isteyecek kadar çok özledim." Yüzünde ki burukluk, pişmanlık her şeyi yeteri kadar açıklıyordu ama o susmadı, susmak istemedi. "Sence o da beni özlemiş midir?" İkimizi de yerle bir edecek bir soruydu. İkimizin de derin düşüncelere dalması bir çıkmazın sonuydu.
Aklıma düşen peri kızım, annem ve çiçeğim beni kendilerine çekti. Fakat ben onlara çekildikçe boğulmaya başladım. Her tarafım yanmaya başladığında ise bu düşüncelerden kaçamadım. İstesem de onlardan uzaklaşamadım. Her biri için ayrı duyduğum özlem ne kadar pişman ederse etsin olması gereken buymuş gibiydi. Karşımdaki üç bakış sabitlenince daha da yanmaya ve erimeye başladım. O bakışlara baktıkça yandım ve küle dönüştüm. Bütün hayatım sadece o küllerdeki kıvılcımdan ibaretti. Pişmanlık ve yeniden yanma isteği.
"Özlemiştir, siyahların çocuğu." Atlas'ın yüzündeki duygusuzluk beni değişik etkiliyordu. Konuşmam ile gözlerini kırptı, sanki bir anı hatırlar gibi. Hafif tebessümü ise bir şeyleri hatırladığını kanıtlar nitelikteydi.
"Kalp atışlarımı bile mi özlemiştir?" sesindeki o ton sadece özlemdi. Bir arayıştı. Sevgi arayışıydı. Kafasını kurcalayan bir sevgi... Onu buraya tıkan bir sevgi. Fakat Atlas sanki bu anı bekler gibi devam etti. "Birlikte deli dolu eğlendiğimiz o günleri bile özlemiş midir?" İhtiyacı olan ve duymak istediği tek bir cevap vardı.
Söyledikleri ile kendimi peri kızımla dans ettiğimiz o günlere kaydı. Yağmur altında sırılsıklam olmamıza rağmen dans etmeyi bırakmayışımız, sürekli attığımız kahkahalar, yüzümüzden eksik olmayan gülümsemeler her biri aklıma geldikçe yüzümde gülümsemeler açtı. Karşımda düren Atlas'ın da benden bir farkı yokmuş gibi duruyordu. Yatakta toparlanıp kenara kaydığımda Atlas'a oturması için yer açmıştım. Atlas yanıma oturduktan sonra siyah gözlerini bana dikti ve sorusunu tekrarladı. "O da özlemiş midir?"
"Özlemiştir," sesimdeki heyecanın tek sebebi aklıma gelen anlardı. Gözlerimi kırpıştırdım ve yüzümdeki gülümseme ile devam ettim. "O kadar çok özlemiştir ki hem kalp atışlarını duymak için hem de eğlendiğiniz onca günü tekrar yaşamak için ölür ölür dirilirdi." Karşımda ki Atlas'ın hafif tebessüm etmesi ile fark ettim ki söylememem gereken bir şey söylemiştim. Acı dolu tebessümünden de anlaşılacağı gibi.
"O zaman dirilsin ve beni buradan alsın." Sesi gittikçe çatallaştı ve imkânsızlığa dönüştü. Olmayacağını bildiği şeyi istemekte bu imkânsızın başıydı. "Yeniden mutlu olalım, yeniden eğlenelim ama yeter ki gelsin. Üşüyeceği toprağın altında olmasın." Gözünden akan yaş ise beni daha da kötü etmeye yetmişti. Sulanan gözlerimi her şeye rağmen salmadım ve tuttum.
"Elbet o da bir gün gelir, elbet onunla tekrardan mutlu olursunuz." Yüzünü çattığında anlam veremediğini anladım. Yüzündeki o ifade her şeyi açıklayabiliyordu. Hatta belki benim peri kızım bile gelirdi. Yeniden birlikte olurduk, yeniden eğlenir, yeniden mutlu olurduk.
"Ama o ö-öldü, artık gelemez ki." Kekelemesi acısının göstergesi niteliğindeydi sanki. Ama olamazdı. Hiçbir acının ne tarifi vardı ne de ona gösterecek bir şey. Acılar tarifi olmayan en kötü duyguydu.
"Bu bir son değil ki," umut ekmek de olmayacağını bildiğin şeyi söylemek demekti. Ha onu demişsin ha da umut ettirmişsin.
"N-nasıl?" Anlayamamıştı. Sevgi bu sefer onu kör etmişti. Sadece onun var olma isteği bile gözünde duran şeyi görememesini sağlıyordu. Elini kalbine götürdüğümde dikkatli bir şekilde beni izliyordu. Yaptığım şeyi anlamaya çalışıyordu.
"Sen onu hep burada hissettiğin sürece o senden asla gitmez," Yüzündeki değişim tek onda değildi. Diğer elim istemsizce de olsa kendi kalbimin üstüne gittiğinde, kalbimin o hisli atışının geri döndüğünü hissettim. "Onunla burada yaşamaya devam edersin, her anıyla hem de."
"Onu öldürmeme rağmen de kalır mı?" En ağır cümle buydu gecenin. Belki de gerçeklerle yüzleştiği bir andı. Onlarla yaşamayı öğreniyordu belki de. Sevgisinin ağır pişmanlığını duyduğunu hem fiziksel hem de duygusal olarak gösteriyordu. Yüzündeki sırıtma solduktan sonra gözlerini kapattı. Uzun bir süre sessizliği dinledikten sonra gözlerini açtı ve kendi sorusana kendi cevap verdi. "Kalmazdı ve giderdi. Benim onu acımasızca öldürmem gibi o da benden giderdi çünkü ben ona kıymıştım."
Sessizce ağlamaya devam ettiğinde haykırmak istediğini anladım. Ama bunu yapamayacak kadar da acizdi. Sanki aklında bir şey vardı ve onu yapana kadar rahat edemeyecekti. Atlas'ı anlamaya çalışıyordum ama anlayacağım kadar açık değildi. Bir şeyler vardı ama anlamış değildim.
"Onu anlatmak ister misin, siyahların çocuğu." Belki acısını dindirir diye böyle bir fikir sunarken bile bunun daha da can yakacağının bilincindeydim. Fakat o anlattıkça hafifleyecekti. Evet, canı yanacaktı ama üstünden ağır bir yük kalkacaktı. Başını aşağı yukarı hareket ettirerek onayladı. Birkaç defa konuşmayı denedi ama başarısız oldu. En son kendini topladı ve derin bir nefes aldı.
"O, gözle görülemeyecek kadar çok güzeldi," aldığı nefesi rahatça geri soluduktan sonra yüzünde bir tebessüm oluştu. "Paha biçemeyeceğim kadar güzel gülüşleri vardı. Her güldüğünde daha da mutlu oluyordum, her baktığında yaşadığımı hissediyordum. Her kokusunu kokladığımda dünyanın gerçeğini görüyordum." Gittikçe daha da huzurlu gözükmeye başlamıştı. "Çok güzel dans ederdi, o kadar güzel dans ederdi ki yanında süs kalıyordum. O kadar çok eğlenceliydi ki yanında ağladığımı hatırlamıyorum. Ona her sarıldığımda bütün dünyalar benim olurdu. O kahve saçları insana huzur verecek kadar güzel kokuyordu. Sevmediğim o kadar çok şey vardı ki hepsini sevdirdi zamanla. O beni çok sevdi, bende onu çok sevdim ama ben onu hak etmedim. Onu acımadan öldürecek kadar sevmişim demek ki." Konuşması bittiğinde ise çok çok daha kötüydü. Atlas zaman zaman böyle olurdu ama hep kendi yatağında olurdu. Şimdi neden burada olduğunu anlamadım. Ama burada olması bana mutluluk veriyordu.
"Onu çok sevmişsin." Kendime mi inandırmaya çalışıyordum yoksa onu mu anlam veremiyordum ama her ikisi içinde uğraşıyordum. Atlas gözündeki yaşları sildi. Canı çok yanıyordu bunu her halinden belli ediyordu.
"Gidiyorum ben Bulut." Sesi netti. Sanki gerçekten gidiyordu. O kadar inandırıcıydı ki inandım buradan çıkacağına inandım.
"Ne zamana çıkıyorsun peki?" Yüzü tekrardan gülmeye başlayınca derin bir nefes alıp verdim. Başarmıştım galiba.
"Çok yakında gitmiş olacağım." Sesindeki sevinç o kadar güzeldi ki aynısını birkaç gün sonra bende edecektim. Serbest bırakılacak ve intikamımı alacaktım. Yataktan aşağıya indiğinde arkasına döndü. Tekrardan gözümün içine baktı, "Sevgi öldürür Bulut, sevgine sahip çık ki ölmesine izin verme." diyerek şaşırmama sebep oldu. "Teşekkür ederim, iyi geceler."
"Asıl ben teşekkür ederim, iyi geceler." Sesimdeki anlamsızlığım ona da geçmişti. Yüzüme bakan gözleri tebessüm ile kapanınca mutlu oldum. İyi geldiğimi düşündüm. Bu konuşmanın aramızda hiç unutulmayacağından emindim.
"Rica ederim." Gitti ve yatağına yattı.
O gece daha fazla düşünmedim çünkü çok yorgun hissediyordum. Hem gerçekleştirdiğim yüzleşme hem de siyahların çocuğu Atlas'la olan sohbet yormuştu. Hiç düşünmedim ve kendimi uykunun sıcak kollarına teslim ettim.
Sabah olduğunda gözlerimi kalabalığın sesine açtım. Gardiyanların koşarak koğuşa girmesi ile yataktan fırladım. Gözlerimi sesin geldiği tarafa çevirdiğimde kalabalığın Atlas'ın yatağının başında olduğunu anladım. Yataktan kalkıp kalabalığa karışıp ileri geçtim. Yatağa baktığımda ise şoka uğradım. Karşımda soluk yüz ifadesi ile uyuyan Atlas'ın tam kalbinin üstündeki cam kırığını ve kan gölünü gördüm. İşte o an anladım ki Atlas dün gece bana veda etmişti. Kimseye veda etmediği bu koğuşta bir tek bana veda etmişti. Yüzüne baktıkça kendimden iğrendim ama nerden bilebilirdim intihar edeceğini. Fakat bir kez de olsa umut ederek kalp nabzını yokladım: Hiçbir şekilde kalp ritmi hissetmedim. Geri çekilirken elinden düşen kâğıdı gördüm. Eğilip aldığım kâğıtta ise tek bir cümle yazıyordu:
"Bu bir son değil."
Atlas ölmüştü, koğuştaki en yakın arkadaşım, sırdaşım ölmüştü. Kimseye zararı dokunmayan siyahların çocuğu sevgisinin kurbanı olarak veda edip sevgisine gitmişti tamda kalbinden.
💦
Geçmiş ve gelecek arasında arafta kalmış kızdan:
Burnuma gelen yoğun çiçek kokusu ile kapattığım gözlerimi açtım. Etrafa bakındığımda ise çiçek bahçesinin ortasında kendimi buldum. Görüp görebileceğim bütün çiçekler, adını dahi bilmediğim çiçeklerin arasındaydım ve o muhteşem koku bedenimde ki bir duyguyu tetikledi; özlem. Duyduğum yoğun özlem bu kadar güzel ortamın içindeyken bile suratımın düşmesine sebep oldu.
Kaybettiğini kabullendiğin zaman geriye kalan tek şey özlemdi. Fakat bu özlemi tanımlamaya ne kelimeler yetebiliyordu ne akıl. Asla anlatacak derecede değildi. Özlemi tek bir kelimeyle anlat diye sorsalar diyebileceğim tek şey; kaybetmek...
En sevdiklerimi en sevdiğim bir başkası nedeniyle kaybetmiştim. Bunun yükü o kadar ağırdı ki kaldırabilecek kadar güçlü değildim. Çünkü onun getirdiği o acı hissetmediğim bir acıydı. Önce bedeni sarıyordu sonra sımsıkı bağlıyordu kendini her bir hücrene. Bağlandığı anda anlıyordun cehennemin geldiğini. Artık bir tarafın yoktu, çünkü o taraf yanmış ve çoktan küle dönmüştü. Her yanışında sızlatıyordu, bu sız yavaş yavaş bedeninde dolanmaya başladığında kendini bir yere atamazdın, kafandakilerden kurtulamazdın, yok, sayamazdın. Her birini tek tek hissedecek o sancılı ağrıyı eriyip bitene kadar çekecektin, kaçmadan bütün çıplaklığıyla.
Çiçek tarlasında yürümeye başladığımda her bir çiçeğin bana gülümsediğini hissediyordum. Onlar gülümsedikçe vücudumun gevşediğini hissediyordum. Attığım her adımda içimden çıkıp giden kötü duyguları görebilecek derecedeydim. Derin bir nefes aldığımda ise içimdeki bütün kötülüğün gitmiş olduğunu derin bir huzurun hissiyle anladım. Yıllar sonra, aylar sonra o kadar huzurlu hissediyordum ki sanki hiçbir şey olmamış ve ben onca kötü süreçten geçmemişim. Bu hissi o kadar çok özlemiştim ki gözlerimi ister istemez kapattım. Etrafımda deliler gibi dans etmeye başladığımda ise buradan hiç gitmek istemedim. Senelerimi burada bu hisle geçirmek için hazırdım.
Dans ederek ne kadar ilerlediğimden farkında değildim ama karşımda gördüğüm kulübe aşırı derecede ilerlediğimin göstergesiydi. Tahtalardan yapılmış mini kulübe aşırı derecede şu an içimde hissettiğim o anlamsız duyguyu temsil ediyordu. O duyguyu anlatamazdım ama gösterebilirdim. Yılların eskitemediği o kulübeyi ben saniyeler içinde eskitebileceğim halde kaçtım ve her şeyden çok hele de yıllar sonra bu kulübeyi istedim.
Camların önündeki kuş kulübelerinin içinden aynı anda binlerce kuşun uçması ile gökyüzünde efsane dans şovu başlamıştı. Kuşların kısa sürede oluşturduğu topluluk ürpertse de onları izlemek o kadar keyif vericiydi ki asla oradan gidesim gelmedi.
Yavaş yavaş yaptıkları hareketler ile muhteşem ötesi şov içimdeki sevincin habercisiydi sanki. Kuşların çıkardığı sesler bile yüzümde ki tebessümü büyütmeye yetiyorken burada yaşasam neler olacağından korktum. İstinasız aynı hareketleri yapmaları bile ayrı bir hava katarken oluşturdukları sarılma şekli ise bir bekleyiş gibiydi.
Bulutların kendilerini belli etmesi ile kuşlar arkalarına sığındılar ve o muhteşem seslerini, yıllar sonra hissettiğim sevinci yaşatmaya devam ettiler. Onların her seslerinde kendime koyduğum o mahkûmiyetin sonunun geldiğini ve artık mutlu olabileceğimi hissediyordum. Bulutların oluşturdukları manzara ise gördüğüm onlarca manzaralara hiç benzemiyordu.
Gökyüzü yalnızlığın ve huzurun simgesiydi.
Yağmur damlaları yavaş yavaş tenimi ıslattıklarında ise o kokuya hasret kaldığımı bilmem kaçıncı defa hissettim. Duygular asla terk etmiyordu, gitmiyordular. Onların kokularının gitmediği gibi... Her gözümü kapattığımda onlardan biriyle geçirdiğim zamanlar birer birer hafızama düşüyordu ve tekrar tekrar aynı duyguları yaşıyordum.
Annemin hafızama düşmesiyle ilk başta bütün vücudum sızlıyordu ama sonra hızlı bir şekilde gevşiyordum ki hiç gitmemiş ve şu an yanımdaymış gibi hissediyordum. İçimdeki bütün duygulardı annem. Yalnız kaldığımda yanımda olur bütün yalnızlığımı unuttururdu, ağladığımda yanıma gelir gözyaşlarımı siler bütün acılarımı geçirmeye çalışırdı. Ben mutluysam mutlu, üzgünsem üzgündü. Annem benim her şeyimdi ve şimdi o yoktu. Benden gittiğinden beri ne yalnızlığım gitmişti ne de bütün acılarım yok olmuştu. Benden gittiğinden beri en büyük acıyı, en büyük yalnızlığı çekiyordum.
Annem, bitmeyen hayallerim, bitmeyen neşemdi.
Babam hafızama düştüğünde ise kaybolan yıllarımız aklıma geliyordu. Bizden çalınan onca zamana rağmen ilk elini tuttuğum zaman asla bırakmayacağını hissetmiştim. Asla elimi bırakmayacaktı, çünkü o el bizim çalınan yıllarımızda. Gözümden akan gözyaşının damlasını düşünmedim. Düşünemezdim de, eğer düşünürsem bütün umudum yok olabilirdi ve ben bunu göze alamazdım. Sonra babamı takım elbise içinde gördüğüm zaman geliyordu hafızama. Gördüğüm en çekiciliği ile karşımda ki heyecanlı duruşu, kıpırtıları ne kadar yüzümü güldürmeye yetse bile o elimi bırakmayacağına inandığım o düşüncenin gittiği an, yok olduğu anki o son tutuş, bütün bedenimi tekrar o acıya boğmaya yetebiliyordu. Baba diyebileceğim onca gün varken ilk dediğim günde benden gitmişti ve kapanmayacak en büyük acının birini de o açmıştı.
Babam, yok oluşumdu.
Ve son olarak hafızama düşen balığımdı. Her şeyden çok sevdiğimdi. Şimdi sevebilir miydim bilmiyorum ama onu unutamamak çok acıydı. Yaptığı onca şeye rağmen çok yaralayıcıydı. Hafızama her düştüğünde kalbim tekrar tekrar hızlı atıyordu. Sadece varlığı bile kalbimi deli gibi attırıyordu. Bu histen ne kadar kurtulmak istediysem de asla kurtulamadım. Ondan her kaçtığımda hep dibimde bitiyordu.
Dans ettiğimiz zamanlar geliyordu aklıma. Evet, diyordum artık oldu, artık bitti şimdi sonsuza kadar bu neşeyle dans edebilirsin. Yemek yediğimiz zamanlar hafızama düştüğünde artık yemeklerin boğazımdan geçeceğini hissediyordum. Birlikte doyasıya eğlendiğimiz anlar hafızama düştüğünde ise, tamam diyordum artık mutlu olabilirsin, çünkü seni o kadar çok seviyor ki kendi hayatını görmezden geliyor. Sonra kızıyordum kendime; bu kadar bencil olma o da bir insan ve hayatı önemli diyordum. Ama bütün bu duygularımı tek bir sır, yalan paramparça edebiliyordu. Sadece bir onay bütün düşüncelerimi yok edebiliyordu, çünkü o onay benim ölümümdü.
Balığım, benim ölümümdü.
Yağmur şiddetlendiğinde ise içimdeki o acılar birer birer kaybolmaya başlamıştı. Uçup gidiyordular. Bedenimdeki o ağır yük dahi gittiğinde o kadar hafiflemişti ki korkmaya başladım. Gözlerimi açtığımda böyle şeylerin olması çok şaşırtıcıydı. Fakat korkmaktansa o anda kalmayı ve keyfini çıkarmayı tercih ettim. Yağmur gittikçe şiddetleniyordu. Şimdiden sırılsıklam olmuştum ama bu benim umurumda değildi. Aklıma gelen şarkının sözleri ile olduğum yerde kıpırdamaya başladığımda içimde ki dans etme tutkusu körüklenmişti.
Yağmurun bana eşlik etmesi ile dans etmeye başladım. Sözler bir zaman sonra yaralayıcı olsa bile o şarkı ve sözlerle uzun bir süreden sonra dans ediyordum. Bu duyguyu o kadar çok özlediğimi hissettiğimde ise bir tarafım boşluğa düşmüştü. Gözlerimi kapattığımda ise deli gibi dans ediyordum. Hiç durmadan, soluk almadan dans ediyordum. Her hareket edişimdi uçup gidiyordu acılarım. Hafifledikçe hafifliyordum. İçimde sahip olamadığım duygular beni mutlu etmeye yetebiliyordu.
Yağmur hiç dinmediği gibi gittikçe de şiddetini arttırıyordu. Hafızamdaki müzik bitiyor ve tekrardan çalıyordu. Müzik çaldıkça dans ediyor, ruhumu gökyüzüne teslim ediyordum. Kuşların sesleri, çiçeklerin muhteşem ötesi kokusu, kulübenin hoş havası... Kendimi yıllar sonra evimde hissediyordum. Sanki hep buraya aitmişim gibi geliyordu. Her zaman burayı aramışım ve şu an bulmuşum gibi eliyordu. Burası benim evimdi, burası benim yaralarımı sardığım şehrimdi. Burası benim acılarımın mezarıydı. Burası benim yok oluşum, ölümüm ve yeniden doğumumdu. Derin bir nefes verdiğimde ise o huzuru tekrardan hissettim.
"Sen böyle dans etmeyi nerden öğrendin?" Arkamdan gelen ses ile gözlerimi açtığımda irkildim. Bu ses beni korkutuyordu, çünkü o en baştan korktuğum şeyin kanıtıydı. Hem delicesine isteyerek hem de korkuyla arkama döndüğümde gözümden akan yaş kendini belli etti. Karşımda gördüklerim gerçeği olamazdı.
"A-anne," derin bir nefes almam ile gözümden akan yaşların hızlanması bir oldu. "B-baba," istediğim kadar kekeleyebilirdim çünkü korktuğum şey kendini doğrulamıştı. Annem ve babamın burada olması demek en baştan beri gördüklerimin gerçek olmayışıydı.
İkisiyle göz göze geldiğimizde ise bütün dünyam durdu. Tekrardan onlarla göz göze gelebilmek o kadar güzeldi ki bu tarifi asla anlatamıyordum. Her ikisinden akan gözyaşları özlemdi. Bizim özlemimizdi. Onları en son rüyamda gördüğümde ise paramparça olmuştum ama şimdi o duygulardan çok farklı hissediyordum. Bu sefer hiç gitmeyeceklermiş gibi.
"Sen bizi özlemedin mi?" Kollarını ilk açan babamdı. Yüzündeki o özlem, o ihtiyaç hissettiklerimden farklı değildi. Hiç düşünmeden hızlı adımlarla kendimi babamın kollarına attım. Hıçkırıklarım nefes almamı zorlasa da kocaman sarıldım. Öyle bir sarıldım ki bu sefer gitmemesi için her şeye hazırdım. Annemin kollarını üstümde hissettiğimde ise içimdeki neşe kıpırdadı. Kokularını içime çektikçe çektim. Gittiklerini bilen tarafımı susturdum ve sadece onlara sarıldım.
Bu sefer gitmemeliydiler.
"Sizi çok özledim," hıçkırıklarımın arasında ne kadarı anlaşıldı bilmiyordum. Tek isteğim bu sefer gitmemeleriydi. Saçlarımda gezen ellerin o tarifsiz hissini hissettikçe rahatlıyordum. Kokumu içine çeken babamdı bunu anlayabiliyordum. O kadar gerçekçiydi ki inanmamak elde değildi. Gözlerimi kapatamıyordum çünkü biliyordum gözlerimi kapatıp geri açtığımda her şey yok olacaktı. Annemle babamı o kadar çok sıkmıştım ki artık canım yanıyordu. Tam da o an büyük bir gök gürlemesi oldu. Korkudan gözlerimi kapattığımda ise önce yağmur dindi, sonra kuşların sesi gitti, sırayla çiçeklerin kokusu gitti ve son olarak da bedenimdeki kollar gitti.
Gözlerimi açtığımda ise sabah güneşimin odama vurmasına şahit oldum. Gözümden akan yaşlar gerçekti, yaşadığım duygularda gerçekti ama o sarılma bir türlü gerçek olamamıştı. Annem ve babamı tekrardan görmek bünyemi yormuştu. Fakat ben bünyemin yorulmasına razıydım yeter ki annemle babamı göreyim. Bazen hiç gelmezlerdi rüyama bazen de öyle bir zamanda gelirdiler ki ne yaşadığımı şaşırırdım.
Cama vuran yağmur damlalarını fark ettiğimde yataktan kalktım. Komodininin üstünde duran radyomu yanıma alıp camın önündeki yerime oturdum. Dışardaki yağmuru izlemek için efsane bir gün doğumu vardı. İkisi buluştuğundaki o eşsiz manzara benim kendimi bulduğum yerdi. Radyoyu açtığımda ise çalan şarkı rüyamda dans ettiğim şarkıydı.
*Bu şehir dökülmüş*
*İçinde anılar birikmiş*
*Yüzlerce insan acıyı tatmış*
*Onu sarmış ve gömmüş*
*Derinlere*
Şarkının belli bir kısmını içimden söyledim. Şarkı çaldıkça kendimi o dansı yaparken buldum. O kadar değişik bir rüyaydı ki anlatsam rüya olduğuna inanılmazdı. Daha kendim bile inanmazken bir başkasına inandıramazdım zaten.
Yağmuru izlemek oldum olası hep iyi gelmişti. Ayrı bir havası vardı yağmurun. Yağmuru izlediğimde bütün yüklerimden az da olsa uzaklaşıyor ve kurtuluyordum. Onların varlığı olmadan sürelerimi geçirebiliyordum. İşte o zaman benim için kaçınılmaz en sevdiğim zamandı. Yıllardır kendimi bulduğum tek şeydi.
Daha fazla oturmaktansa ayağa kalktım ve yavaş yavaş hareketler ederek rüyamda ki gibi dans etmeye başladım. O sıra cama gelen bir kuşun gözüme çarpması ise beni iyice etkiledi. Bu bir mesajdı. Rüyamın gerçekliğiydi. Bugün gördüğüm bu rüya mahkûmiyetimin rüyasıydı. Onu da ayıran nokta bu ve sonrasında gelen işaretlerdi.
*Tüm geceleri yut*
*Çünkü yıldızlar*
*Küser gidenlere*
💦
Kendimi iyi hissetmek için kendimi dışarı attığımda soğuk havayı her hücremde hissettim. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen İtalya sokakları kalabalıktı. Etrafımdan geçen onca insan bir telaş içindeydi. Kimse birbirini görmüyordu. Hayat zamansız telaştı.
Gördüğüm rüyanın beni bu derece etkilemesinin nedeni annemle babam mıydı, yoksa onların kokularını tekrardan hissetmem miydi? Hiçbir fikrim yoktu. O kadar gerçek olduğuna inanmıştım ki hiç uyanmak istememiştim. İnsan hiç uyanmamak ister miydi? İstiyordu, sevgi, özlem, yalnızlık, hiç alamadığın o koku istetiyordu. Bir inanç doğuyordu ilk önce, seni her şeye inandıracak bir inanç. O kadar kuvvetli inançtı ki asla gerçekleri görmemeni istiyordu. Her şeyin farkında olmana rağmen seni ona inandırmamak için çabalıyordu. Başarılıydı çünkü ben inanmıştım. Bütün gerçeklere gözümü kapatıp annemle babamda kalmıştım. Sarılmıştım, hissetmiştim, koklamıştım çünkü onlara inanmıştım.
-inanmaya ihtiyacımız vardı papatya-
Bizim en çokta onlara ihtiyacımız var iç ses. Tekrardan güleceğimiz o günlere ihtiyacımız var. Bu inanç ne kadar sahte olursa olsun güzeldi. Güzeldi, çünkü o eşsiz kokuyu almıştım. Özlem duyduğum o muhteşem kokuyu.
Sadece bir rüyayla bütün dengem altüst olmuştu. Beklediğim rüyayı en beklemediğim anda yakalandığımdan hazırlıklı değildim. Çünkü gördüğüm hiçbir rüya bu kadar gerçekçi değildi.
Adliyenin önüne geldiğimde ne kadar saattir yürüdüğümün o zaman farkına vardım. Ne kadar hissetmemiş olsam da üşüdüğümden emindim. Daha fazla beklemeden yavaş adımlarla adliyeye girdim. Güvenlik kontrollerden hızlı bir şekilde geçtiğimde adliyenin devasa büyüklüğündeki koridoru ile karşı karşıya geldim. Kolumdaki saate baktığımda davamın başlamasına vardı. O yüzden lavaboya gidecek zamana sahiptim.
Soğuk suyla elimi yüzümü yıkadığımda bile kendime gelemiyordum. Rüya gördüğüm zamanlarda böyle olduğumu biliyordum ama bu seferki rüya ve yaşadıklarım başkaydı. Bu sefer rüya olduğuna inanamıyordum ama diğerlerinin hepsinde kendimi rüya olduğuna inandırmıştım. Onlara inanmak kolayken neden şimdi inanamıyordum?
-çünkü bu sefer hem sarıldık hem de onların kukularını alıp hissettik papatya-
Onları hissetmen, kokularını almam ve sarılmamdan dolayı bu seferkinin rüya olmadığına inanamıyordum. İç ses haklıydı. Haklıydı, çünkü hala kokularını alabiliyordum. Hala yanım başımdalarmış gibi sıcacık kokularını alıyordum. Sanki hiç gitmemiş gibiydiler.
Lavabodan çıktıktan sonra merdivenlere yöneldim. Yanımdan geçen herkesin yüzüme, yüzüme baktığını hissediyordum. Bugün farklıydı, en başından beri. Sebebini ne kadar rüyaya yorsam da onda olmadığını hissediyor ama bulamıyordum. Daha fazla bu rüyanın bilinmezliğinde kalmaktansa hızlıca toplanıp merdivenleri çıkmaya başladım. Her attığım adımda daha da acıyordu kalbim. Neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde acıyordu kalbim.
Davanın olduğu kata çıktığımda tanıdık yüzlerle karşılaştım. Daha fazla kötü durup dikkatleri üstüme çekmektense sahte gülümsememi takıp iyi görünebilirdim ki öyle de yaptım. Dava salonuna doğru yürümeye başladığımda tanıdığım yüzlere başımı oynatarak selam veriyordum. Sabah saatlerine büyük dava koymadıkları için kat boştu. Gireceğim dava beni çok zorlamayacaktı biliyordum ama her dava öncesinde olduğu gibi yine içime bir tedirginlik oluşmuştu.
Çok vakit geçmeden dava salonunun önüne geldiğimde müvekkilimle karşılaştım. İtalyanca konuşmaya başladığımızda davadan bahsediyorduk. Kolay bir dava olacağını defalarca kez anlatmama rağmen tekrardan anlattıktan sonra ismimiz anons edildi. Derin bir nefes aldıktan sonra içeriye adımımı attım, yerimi aldım ve davaya hazır hale geldim.
Müvekkilim çalışırken iş kazası geçiriyor. Durumu ağırken iş yeri onu işten çıkarıyor ve sağlığı için yardımda bulunmuyor. Hem tazminat parası alacaktık hem de suçlarını kabul ettirip cezalarını aldıracaktık. Yeterli önlemleri almayaraktan kasten adam öldürmeden yargılanacaklardı. Hâkimde odaya girdiğinde dava başlamış oldu.
20 dakika sonra davadan çıktığımızda yüzümdeki onur verici bakışlar her şeyi anlatıyordu. Müvekkilimle görüştükten sonra çıkışa doğru yöneldim. Bugün için başka davalarım yoktu, diğer davaların çoğu Asya'daydı bugün. Ben üstüme düşen davayı halletmiştim ama Asya bugün ağır ceza davasına girecekti. Onunla davanın ne kadar ağır olduğunu anlattıysam yardım isteğimi kabul etmedi. Tek başına halledeceğini savundu ve günlerce aylarca bu davaya çalıştı. Diğer davaları kolaydı. Bir tane boşanma, 2 tane iş kazası ve bir tanede velayet davaları vardı. Hepsine yetişebileceği şekilde hazırlanmıştı. Saate baktığımda ilk davasından çıkmış olması gerektiğini düşündüm. En ağır davası akşam olacaktı. Kısacası Asya gününü adliye sarayında geçirecekti.
Sabah mesaj atarak çıkmıştım evden. Kimseyle konuşmak istemiyor, yalnız kalıp uzun uzun düşünmek istiyordum. Adliyeden çıktıktan sonra ilk taksiye atlayarak hep gittiğim kahvaltıcıma gittim. Ne kadar çok bir şeyler yemek istemesem de yemem gerekiyordu. Taksinin camını aştığımda soğuk havanın rüzgârı saçlarımı savuruyordu. Derin bir nefes aldığımda gözümün dolduğu anladım. Gözyaşlarımın akmasına engel olmak için sildim. Kısa bir yolculuğun ardından parayı ödeyip taksiden indim.
Burası Türk lokantasıydı. Dar çıkıntılı olan merdivenleri çıkmaya başladım. Merdiven boyunca olan çiçekler çok güzeldi. Burayı çok seviyordum, çünkü bana iyi hissettiriyordu. Lokantaya girdiğimde bile o ayrı havayı hissetmiştim. İsminin Hatice olduğunu öğrendiğim teyze beni gördüğünde yüzünde kocaman gülücükler açıldı. Yanıma büyük sevinçle geldiğinde gülümsemesine içten bir gülümseme ile karşılık verdim. İçerisi ahşap masalarla donatılmıştı. Mutfak bölümünden gelen Türk yemek kokuları bile özlemimi bastırıyordu. Can kenarında olan bol çiçekli masaya geçtik.
"Nasılsın yavrum?" Sesindeki samimiyetten bile anlaşılıyordu anne şefkati. İçimdeki büyük acıyı az da olsa Hatice Teyzemle bastırabiliyordum.
"İyi olmaya çalışıyorum Hatice teyze. Sen nasılsın?" Sesimden bile anlaşılıyordu kötü bir gün içinde olduğum. Yüzümdeki soluk ifade ise cabasıydı.
"İyiyim ben yavrum da senin neyin var? Nedir seni bu kadar üzen?" Elimdeki eli hissettiğimde ister istemez gözlerim doldu. Ağlamak istemiyordum ama dolan gözlerim meydan okuyordu. Diretebildiğim yere kadar diretecektim.
Çok ağlamıştım artık ağlamak istemiyordum. Acı bütün bedenimi sardığında ve oradan da çıkmaya niyeti olmadığında ağlamıştım, girdiğim her çıkmazda çıkmadıkça ağlamıştım, her rüyamda annemle babamı gördükçe ağlamıştım. Ben sadece ağlamıştım.
25 Temmuz 2022'den beri çok ağlıyordum. Fakat o gün ağladığım kadar başka bir gün ağlamamıştım. En kötü yüzleşmeydi o günkü ölüm. Zamansız gelen bu ölüm bütün hayatımı yerle bir etmemiş bütün benliğimi elimden almıştı. En sevdiklerimi alan o günü hiç unutamıyordum. Her düşüncemin içindeydiler. Çıkartmak istesem bile çıkmıyordular, çünkü o gün ölmemek benim için felaketti. Epictetos'inde dediği gibi, "Ölmemek insanlar için felakettir, başak için sararıp olgunlaşmak ne ise insanoğlu içinde ölmemek odur." Ölmemek zordu. O gün benim için her şey durmuştu, çünkü artık anlamsızdılar.
"Annemle babamı gördüm Hatice teyze. O kadar gerçektiler ki kokularını aldım ve onları hissettim." Daha fazla susmaktansa içimi dökmeye karar verdim. Hatice teyzenin bakışlarındaki üzüntü benim hissettiklerimi hissetmesiydi. Zamanında onunda bu acıyla karşı karşıya geldiğini biliyordum. Hatta zamanla acısı kalbine oturmuş ve onunla yaşamayı öğrendiğini söylemişti. Ben ne kadar çabalasam da olmuyordu, yapamıyordum.
"Onlar hep seninle yavrum, her zaman yanında başındalar. Sen onları göremezsin ama hissedebilirsin. Acını zamanla kalbine gömeceksin çünkü hayat her türlü devam ediyor. Ne kadar çok öldüm desen de o hayat devam ediyor ve sen bir yerden sonra hayata karışmak zorundasın. Yani ne kadar kaçarsan kaç onlarla yüzleşmediğin sürece hayatına devam edemezsin. Gerçeklerden kaçarak girdiğin çıkmazlardan çıkamazsın." Sesindeki her titreyiş onu da o ana götürüyordu akan gözyaşlarından belli oluyordu.
İkimizi de kötü etkileyen bu durumu daha fazla konuşmaktansa gelen kahvaltımızı yapmaya karar verdik. Ne kadar çok bu kadar şeyi istemesem de Hatice teyze masayı donatmıştı. Günün çoğunu Hatice teyzenin yanında geçirdikten sonra vedalaşıp oradan ayrıldım. Taksiye binmektense yürümeye karar verdim. Yürümek bana iyi geliyordu.
Hava kararmıştı, Asya'nın işleri bitmiş olmalıydı. Yürüdüğüm İtalya sokakları muhteşem görüntüleriyle içimizi açacak kadar güzel olsa da beni açmıyordu. Şu an ki ruh halimi yansıtan tek şey yağmurun başlamasıydı. İnsanların kaçıştırmasını izledikçe komiğime gidiyordu. Bir müddet onların koşuşturmalarını izledim.
Hayat bir şekilde devam ediyordu. Hiçbir şey olmamış gibi devam eden acımasız hayat her geçen gün daha da acıtıyordu. Bu insanların da dertleri, acıları vardı ama hayat devam ediyordu. Lanet olası hayat devam ediyordu değil mi? Bizde ona ayak uydurmak zorundaydık.
İlk başta nefret ederiz hayatın devam etmesinden ama acımasız hayat zamanla alıştırıyor ve nefret ettiğimiz hayata devam ediyoruz bizzat uyguluyoruz, çünkü hayat devam ediyor.
-çok devam ediyor papatya ne demezsin-
Ediyor iç ses, ediyor. Bir daha asla sarılamayacaksın ama hayat devam ediyor. Bir daha o kokuları doya doya koklayamayacaksın ama hayat devam ediyor. Bir daha o güzel sohbetleri yapamayacaksın ama hayat devam ediyor. Onlar yok ama hayat devam ediyor iç ses.
-ya da biz öyle hissediyoruz ne hayat devam ediyor ne de biz tek devam eden isteklerimiz asla bitmeyecek olan isteklerimiz-
Haklısın iç ses. Şu an yağan yağmurlarda benim bugün ki ruhumdu, çünkü ben bugün onlarla dans edeceğim. Kimsenin olmadığı ana caddede yürürken rüyamda ki şarkıyı açıp dans etmeye başladım. Dans ettikçe rüyam gözlerimin önüne geliyordu. Her anı tekrar tekrar hissettikçe hem ağlıyor hem de dans ediyordum.
Hayat devam etmiyordu çünkü benim ruhum yağan yağmurlar gibiydi. Önce ıslatır sonra yok olur yerini kurumuş yani dinmiş haline bırakırdı. Her yağmur damlası hayatın devam etmeyen ruhlarının gözyaşlarıydı, onların haykıramadığı sesleriydi.
Eve vardığımda meraklı gözlerle karşılaştım. Meraklı gözlerden de anlaşılacağı üzere meraktan ölmüştü Asya. Hesap soracakmış bakışlarını hazmedemeden sırılsıklam olduğumun farkına varmasıyla göz bebekleri büyüdü. Sonra bir ton azar maratonuna başlamadan susturdum.
"Söz veriyorum duş aldıktan sonra her şeyi anlatacağım yeter ki kafamı ütüleme. Şimdi duşa giriyorum çıktıktan sonra her şeyi konuşalım olur mu?" Eğer önüne geçmeseydim ruh halim bile toplu değilken bu sorguya girseydim sadece ikimizin değil birçok kişi için hem kötü olacaktı hem de saygısızca olacaktı.
"Olur güneş. Sana güveniyorum." Asya'da ikna olduktan sonra derin bir nefes verdim. Yüzüne bakıp gülümsedim, hafif tebessüm etmesini gördüğümde rahatladım ve banyoya yol aldım.
"Çay demlemeyi unutma papatya hanımefendi." İçeriden gelen kahkaha sesi ile o duyguyu tekrardan özlediğimi hissettim. Daha fazla oyalanmadım banyoya girdim.
"Tamam, güneş hanımefendi." Kapıyı kapatırken en son duyduğumda bu sesti.
Aynanın karşısına geçtiğimde bütün çıplaklığım karşımdaydı. Kaçmaya çalıştım onca şeyin yorgunluğu karşımdaydı, bir şeyleri düzene girmesi için sürekli çabalamamın yükünün ağırlığı karşımdaydı, her şeyden öte yok olmuş tarafım karşımdaydı.
Gözümden akan yaşı fark ettiğimde delicesine ağlamak istediğimi hissettim. Ne kadar ağlarsam ağlayım yetmiyordu. Tek kaçmayıp yüzleştiğim duygu ağlamakken yetmiyordu, yetemiyordu. Peşinde bıraktığı yaralarsa artıyor her geçen gün çoğalıyordu.
İnsan ağlamaktan yorulur muydu?
Ben yorulmuştum. Hiç yorulmadığım kadar yorulmuştum.
Ağlayınca rahatlarız sanıyorduk ama ağlamak asla rahatlatmıyordu. Her yaş kaçtığın şeyi hatırlatıyor hatırladıkça daha ağırlaşıyordu. Ağlamak çözüm değildi. Eğer ki çözüm olsaydı acıtmaz, iyileştirirdi.
Daha fazla aynada kendime bakmak istemediğim için direk sıcak suyun altına girdim. Banyoyu kaplayan buhar tenime değdiği andan beri içimdeki çoğu his değişiyordu. Onca kaçmaya çalıştığım hisler varken bu histen hiçbir zaman kaçmak istememiştim. Çok farklı hissettiriyordu, asla hissetmediğim huzurun bir kısmını deli dolu, zirvede hissettiriyordu. Bir buhar, bir su damlacıkları bile bana huzuru hissettirebiliyorken en sevdiğim o duygu beni mahvediyordu.
Bir taraf toparlarken diğer taraf dağıtıyordu.
Ne zaman bir şeye sonuna kadar inansam hep acı çekmiştim, hep yıpranmıştım. İnandığım onca şeyden hiç biri beni mutlu etmeye yetmiyordu, çünkü hepsinin sonu yoktu, son mutsuzdu. Mutlu son seven birinin her hikâyesinin mutsuz sonla bitmesi kadar ağır bir şey yoktu. Korkuyorum, çünkü hikâyem henüz bitmedi. Bu hikâyenin sonunun çok farklı olacağını hissediyorum. Ama bu hislerimden de korkuyordum.
Banyoda durduğum her saniyenin aleyhime işlediğini bildiğim için hızlıca duşumu alıp çıktım. Saçlarıma doladığım havlu ile mutfağa doğru ilerlerken Asya'nın odasının kapısının önünde takılı kaldım. Odanın içine baktığım da yaptığı bavulları görebiliyordum. İşte o an aylardır kaçtığım o yüzleşmenin de vaktinin geldiğini anladım.
Asya gidiyordu, gitmek zorundaydı.
-bu gece uzun sürecek gibi he ne dersin papatya-
Uzun ve zor bir gece olacak iç ses. Birbirimizden kaçtığımız günlerin yüzleşmesi, birbirimize belli etmemeye çalıştığımız gözyaşlarımızın hesap günüydü.
Daha fazla oyalanmadan dolan gözyaşlarımı silip mutfağa ilerledim. Mutfaktan içeriye girdiğimde güneşimin, Asya'nın balkonda gökyüzünü, yıldızlara izlerken gördüm. Hiç ses çıkarmadan onu izlemeye başladım. Derin bir nefes aldığında üstünde ki yorgunluğu hissettim. Derin düşüncelere o kadar dalmıştı ki benim varlığımı bile fark etmemişti.
Küçük bir mutfağımız vardı. Siyah mermer, gri dolaplar ortama değişik bir hava katarken, duvarlarda ki gri desenli küçük figüranlar mutfağı daha değişik bir havaya katıyordu. Ocağa baktığımda güneşimin çayı demlediğini gördüm. Dolaplardan kendi bardaklarımızı çıkartıp çay döktüm. Fakat güneşim hala beni fark etmemişti. Çayın yanına kuru yemiş ve tatlı koyduktan sonra yavaş yavaş balkona yanına ilerledim.
"Anlatmak ister misin?" sesimdeki kırgınlıktan bile anlamıştı onun yanında olacağımı. Yüzündeki afallama buruk tebessüme döndükten sonra öne uzanıp çayını eline aldı. Bir yudum çektiğinde dilinin yandığını ekşittiği yüzünden anladım. Karşısına otururken bende elime çayımı aldım ama dikkatli bir şekilde yudumumu içtim.
Kaçmayı düşünmüştü ama bunun zamanını çoktan geçtiğini anladığı an kedini salmıştı. Gözünden akan yaşları silmeye kalkmadım çünkü ağlamak onun için bir ilaçtı. Ağlayınca daha rahat hissettiğini defalarca kez anlatmıştı.
"Her şey çok zor güneşim, o kadar zor ki artık dayanamıyorum." Sesindeki titreme onun ne kadar yorulduğunu tekrar tekrar hatırlatıyordu. Yüzündeki kırgınlık, gözlerindeki kızarıklık bunlar onun yorgunluğuydu. Ne kadar çok kaçsa da gerçeklerden başaramamış onlarla yüzleşmek zorunda kalmıştı. İlk başta kaçtığı duyguları istemese de artık istiyordu ya da istemek için diretiyordum.
"Bizim hayatımız her zaman zordu güneşim. Biz kaçtıkça daha zorladık bugün anladım ki kaçmak çözüm değilmiş, ertelemek için uydurduğumuz bir bahaneymiş." Gözümün dolduğunu hissedebiliyordum ama ağlamak için yeri değildi. Şu an papatyamı dinliyorken kendi acılarım için dökeceğim her gözyaşı hakaret olurdu diye düşünüyordum.
"Yüzleşsem, kaçmasam bütün bu ağır hisler geçecek mi?" O da biliyordu ama başkasından duymaya ihtiyacı vardı. Kendi ile yüzleştiği ilk anları hatırladıkça bir daha o duyguları hissetmemek için çabalamıştı ama o duyular yine gelmişti ve gitmeye de niyetleri yoktu.
"Geçmeyecek ama hafifletecek. En azından bu kadar ağır olmayacak."
Bu bir gerçekti. Kaçtığımız her şey bir gün istesek de istemesek de karşımıza çıkacaktılar. Doğanın kanuna aykırı gelemez, inkâr edemezdik. İsterse paramparça etsin, isterse silip atsın, isterse hiç etki etmesin ama kaçtığımız o anki kadar ağır ve yaralayıcı olmayacaktı. Şansımız varken değerlendirmeliydik, çünkü yarının garantisi yoktu. Fakat buna rağmen yarınlar varmış gibi yaşıyorduk.
-yarınlar yakın ama bir o kadar da uzak-
İç ses sonra, şimdi değil.
"Ya hafiflemezse? Ya gittiğime pişman olursam?" Asya'nın annesi hastaydı. Annelik yapmayan kadın için babalık yapmayan adam Asya'yı yok edecek kadar paramparça etmişti. O kadar ağır konuşmuştu ki güneşim aylarca o konuşmanın etkisinden çıkamamıştı. Kızı annesini hasta etmekle suçlamış psikolojik şiddet uygulamıştı. Asya gidecek anne ve babasıyla yüzleşecekti belki de annesine veda edecekti.
"Asya'm, papatyam," ne kadar diretsem de gözümden yaşlar bir, bir aktı. "Zamanın varken git vedalaş. Seni paramparça etmiş olsalar bile onlar ailen ve aile her şey. Git yüzleş, veda et çünkü benim böyle bir şansım olmadı. Pişmanlık duymamak için git."
-eğer ki benim bir şansım olsaydı ya da son kez onlara sarıldığımı bilseydim asla ama asla onları bırakmazdım-
Şans varken pişmanlık yoktu, pişmanlık varken de şans yoktu. Ya pişman olacaktın ya da şansın varken yüzleşip birlikte atlatmayı deneyecektin. Yoksa kaybettikten sonra değere binen onca şeye benzerdi.
Pişmandım. Annemin yokluğunun bu kadar yaralayıcı olacağının farkında olmaktan pişmandım. Annemin yemeklerini özlemekten pişmandım. Annemin sesini duyamamaktan pişmandım. Annemin kokusunu koklayamamaktan pişmandım. Annemi görememekten pişmandım. Anneme sarılamamaktan pişmandım. Annem için, yokluğu için en çokta acısı için pişmandım.
Pişmandım. Babamın varlığının bu kadar geç ortaya çıkmasından pişmandım. Babamı daha yeni bulmuşken kaybetmekten pişmandım. Babama deli gibi sarılamamaktan pişmandım. Babamın şefkatini o kadar az tatmaktan pişmandım. Babamla öldüremediğim her salise için pişmandım. Babama defalarca kez baba diyebilecekken o gün dedikten sonra terk etmesinden pişmandım. Babam için, varlığına doyamamışken yokluğunu yaşadığım için pişmandım.
-pişmandım balığım için sevgim için doyamadığım için güvendiğim için pişmandım-
"Dila," kocaman sarıldığında ona ilk başta karşılık veremedim. Gözünden akan yaşın bir damlasının ellerimin üstüne düştüğün hissedip gördüğümde daha fazla tutamadım ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Ona kocaman sarıldığımda o da hıçkırmaya başladı.
Birbirimizin en yakını, kardeşi, dostu ve ailesi olmuştuk. Bizim bizden başkamız vardı ama bizim kadar değildiler. Biz ikimiz birbirimiz için çok farklıydık. Her şey bir yana biz ikimiz bir yanaydık. Biz sonsuzluğa sahiptik.
"Hadi ben gidiyorum diye ağlıyorum güneş hanım, siz ne diye ağlıyorsunuz?" Asya kendini çekerken titrek sesiyle ortamı toplamaya kalkıştı ama gözünden akan yaşlar, titrek sesi tersini söylüyordu.
"Bir şey yok ya gözüme kirpik kaçtı ona ağlıyorum." Asya şaşırma yüz ifadesi yaptığında ister istemez sırıtmıştım. Yüzündeki ifade gerçekti çünkü bunu söylememi beklemiyordu. Beklediği başkaydı. Kaşlarını çattığında ise kahkaha atmamak elde değildi.
"Seni pis, ben gidiyorum diye değil de gözüne kirpik kaçtı diye mi ağlıyorsun?" diye söylenmeye başladığında kendimi savunmaya başladım. Hafif vurmaya başladığında ise anladım ki kendi için zaman vermişti. Toparlanmaya çalışıyordu.
Asya hep böyleydi. Ne zaman dertleşsek bir iki laf sonrasında şaka yapmaya kalkar eline yüzüne bulaştırırdı ama yine de güldürmeyi başarırdı. İstese de daha iyilerini yapardı ama Asya tek benim ve ablası için böyleydi. Abisi de değerliydi Asya için ama ablası kadar değil, çünkü abisi onlardan hep ayrı büyütülmüş ve özen gösterilmişti.
"Sen beni boş ver de senin sabahtan beri yokluğunun açıklaması nedir? Hadi yokluğunu da geçiyorum eve sırılsıklam gelmenin açıklaması nedir?" Asya hesap sormaya başladığına göre gece uzamaya devam ediyordu. Ondan kaçamayacağımı çok iyi bildiğim için en baştan yani rüyamdan anlatmaya başladım.
"Onları gördüm Asya. O kadar gerçekti ki hiç gitmemiş gibiydiler," sesim titriyordu ama bu şu anlık umurumda değildi. Sesim çatallaşacaktı, kimi zaman konuşamayacaktım ama yine de şu an bunlar umurumda değildi. "Hep yanımda gibiydiler. Çiçekler vardı bir sürü, sonra kulübe vardı, kuşlar vardı, yağmur vardı, şarkı vardı ve onlar vardı." Asya'nın dolan gözyaşlarını gördüğümde ağlayamadığımı ya da onları tekrardan hissettiğim için ağlamadığımı fark ettim. "Sarıldım, kokladım, konuştum ama yine gittiler."
-çünkü onlar ölüme yokluğa mahkûmdular-
"Çok özlediğinin farkındayım," onunda kötü hissetmesine sebep olmak istemezdim ama oluyordum. "Yokluklarının çok acıttığının da farkındayım, seni anlıyorum." Belki de bizi bu derece bağlayan acılarımızdı. Birbirimize ihtiyaç duymamız, destek olmamızdı. Ya da tamamen kader... Bizi birbirine sonsuza kadar bağlayan kader...
"Doğru diyorsun senin ailen var ama yoklar, benim ailem zaten yok." Çok zordu bunu söylemek. Zordu çünkü ikimizin de en ağır noktalarıydı. En ağır yüklerimizdi. Kaçmak için uğraştığımız duyguların sahibiydi. Bizim mahkûmiyetimizdi.
"Doğru," dedi titrek sesiyle Asya. Elimin üstende ki soğukluğu hissettiğim o anda üşüdüğümüzü anladım. İçeri girmek fikrinde olup olmadığını anlamak için Asya'ya baktığımda burada olmamız gerektiğini bir kez daha anladım, çünkü bizim kuralımız buydu. Evin içinde sadece güzel anılarımız olacaktı. Dertleşeceksek, ağlayacaksak balkona çıkacak öyle yapacaktık, soğuktan ölsek bile. Hızlıca içeri girip dolaplardan bir tane uzun ve kalın yorgan alıp hızlıca balkona geçtim.
Sandalyelerimizi yan yana getirip oturduğumuzda yorgana da kocaman sarıldık. Ellerimiz birbirini tutuyordu. Biz gecenin bilmem kaçıncı saatindeydik bilmiyordum ama konuşmaya devam ediyorduk.
"Peki, bütün gün ne yaptın?" diye uzattı geceyi güneşim. Geçirdiğim bol düşünceli gün tekrardan gözümün önünden geçtiğinde bir gülümsedim, bir hüzünlendim.
"Sabah erken kalktım çıktım adliyeye kadar yürüdüm, adliyede davam vardı bildiğin gibi. Davayı kazandım sonra oradan çıkıp Hatice teyzeye gittim. Günümün çoğunu orada geçtim. Sonra sahile indim, mağazaları dolaştım ve bol bol düşündüm. En son eve gelirken yağmur yağmaya başladı ama çok şiddetli yağıyordu. Herkes ama herkes bir yere sıkışmış kalmıştı. Bense o yağmurda yürümeyi, dans etmeyi, koşmayı tercih ettim ve sonrada eve geldim." Asya her söylediğimde şaşkınlığa uğruyordu. Hele de yağmurun altında durmamı pek sevemese de hoşuna gitmişti.
"Kızım sen ne derece manyaksın? Ya hasta olursan kim uğraşacak senle?" Asya'yı sinirlendirmişti ama onu tanıdığım için ciddiye bürünemiyordum.
"Sen uğraşacaksın başka kim uğraşacaktı," diye kahkaha atarak söylediğimde Asya'da, "Doğru, ben uğraşacağım," diyerek kahkaha krizine girdi. Biz böyleydik. Deli gibi ağalar deli gibi gülerdik ama biz bizdik. Her anımızla, her saniyemizle eğlenir ve değerini bilirdik, çünkü bunu bilmek ve öğrenmek zorunda kalmıştık.
"Sen asıl bugün ki beş davada ne yaptın onu söyle papatya hanımefendi?" Sesimdeki alaycılık ne yaptığını bilmeme rağmen ciddiye almadığımı gösteriyordu. Bu da Asya'nın dilinde benim dayak aradığımı söylüyordu. Fakat Asya bu sefer beni ciddiye almadı sadece cimcikledi.
"Kazanmaktan başka yapacak bir şey yoktu güneş hanımefendi." Kahkahalara tekrardan döndüğümüzde bu anlarımızın hiç gitmemesini istedim. O an Asya'da bunu istemiş ve hissetmiş gibi bana baktı ama bu bakış çok derindi, çok anlam yüklüydü. Ben bu anlam yüklü bakışta ki her anlamı da hissetmiş ve anlamıştım.
Benle gel diyordu, beni yalnız bırakma birlikte geldik birlikte gidelim yüzleşelim diyordu. Sen güçlüsün bunu da yaparsın diyordu. Daha mutlu olmak için bana dediğin gibi yapalım ve daha fazla pişman olmayalım diyordu. Bunlar o bakıştaki anlamlardan birkaç tanesiydi. Ama sadece bu kadarı bile benim saatlerdir karar vermek için çabaladığım şeyler için yeterliydi.
Kararsızdım. Tekrardan Türkiye'ye dönüp hayata başlamaya çalışmak, daha doğrusu orada yarım kalan onca şeyi düzene sokmaktı. Gitsem çok ağır şeyler olacaktı, gitmesem pişman olacaktım. Bir bilinmezliğin arasında sıkışıp kalmıştım. Karar vermek bu kadar zor olamamalıydı ama zordu. Bunun kararını vermek çok zordu.
Kendi düşüncelerim geldi ilk önce aklıma, sonra Hatice teyzenin sözleri, diğer taraftan Asya'nın anlam dolu bakışları ve gördüğüm rüya sırayla geçti gözlerimi önünden. Her biri farklı tarafa çekiyordu beni. Sürekli taraf değiştiriyordum ama o an aklıma yıldırım gibi çocukluğum düştü. "Benim için," diyordu o küçük Dila'nın bakışları." Belki ben mutlu olmadım, çocukluğum çalındı ama sen o yarım kalan çocukluğum için savaş," diyordu. "Gözümüzden akan her gözyaşı için git ve savaş," diyordu.
"Yorulacaksın, çok canın yanacak ama pişman olmayacaksın. Onlara veda edecek bir zamanımız varken gidip geride kalanlarla, dağılan bir aileyle vedalaşabiliriz. Onlarda vedalaşmadan giderse ben daha toparlanamazdım. Ne demişti deden 'Su taneleri bile bir işe yarıyorsa sizin pes etmeye hakkınız yok,' diyordu. Pes etme küçük kız, pes etme." Belki beni değiştiren yine küçüklüğümdü.
Küçüklüğüm bitmeyen, geçmeyen yaralarla doluydu. Savaşacaksam da küçük Dila için savaşacaktım.
-yapmamız gereken de bu papatya-
İç ses seni seviyorum, küçüklüğümden beri.
"Asya'm, papatyam sana bir şey söyleyeceğim," sesimdeki heyecan beni bile şaşırtmıştı. Asya'nın gözümün içine büyük umutla bakması daha da umutlanmama ve heyecanlanmam sebep oluyordu. "Bende seninle birlikte yüzleşmeye geliyorum." Karar vermesi çok ama çok zor ve uzunken söylemesi bir çırpılığa bakıyordu.
"NE," diye bağıran Asya ise en çok sevinen isimdi. Biliyorduk zor bir serüven olacaktı ama olması gereken buydu. Kaçamazdım, kaçmak çözüm yolu değildi. Ne olursa oldun yüzleşmem gereken kişiler varken hiçbir şey olmamış gibi burada hayat sürdüremezdim ki bu geçtiğimiz beş yılda çok zordu. Sürekli yarım kalan şeyler peşimizden koşarken devam edemiyorduk.
"Bak Asya bundan kimsenin ama kimsenin haberi olmayacak, çünkü önce ortalık bensiz nasıl onu gözlemleyeceğim. Belki de yüzleşmeme gerek kalmayacak." Bensiz hayatlar nasıldı görmek istediğim buydu. Belki canım çok yanacaktı ama görmem gerekiyordu. Ben hayatıma devam etmekte bu kadar zorlanıyorken onlar da zorlanıyor muydu?
"Senelerdir annenle babanın mezarına kimsenin ruhunu duymadan gidip gelmen gibi mi? Hatta kimseye haber vermeden mezarlarını yaptırdıktan sonra Elif'le konuşup böyle bir şeyi babanla annenin üye olduğu vakfın yaptırttığını söyletmen gibi mi?" Asya yılların sırlarıyla yüzüme, yüzüme vurduğunda bunları hiç savunmadığını tekrar tekrar ve her defasında bildirdi.
"Aynen öyle çokbilmiş papatya hanımefendi." Bizim en olanaklı ciddiyetimiz bu kadardı. Buna zamanla alışmak ise acıtıcı bir durumdu.
"Anlaştık güneş hanımefendi."
-anlaştık gerçekler ve yüzleşme-
Asya verdiğim bu karar ile çok mutlu olmuştu aslında bende mutlu olmuştum ama korkuyordum. Yaşanacak onca şeyden çok korkuyordum. Senelerdir gittiğim tek yer annemle babamın mezarıydı ve ona bile geldiğimden haberleri yoktu. Neler olacaktı hiçbir fikrim yoktu. Umut etmekten başka bir yolumda yoktu.
Savaşacaksam bütün gerçeklerle savaşacaktım. Zor olacaktı bunu iliklerime kadar hissediyordum. Bu yolda yardımcım yoktu, olmazdı. Kendi hayatımın gerçekleriyle savaşacaksam önce onları kabul etmek zorundaydım. Onlardan kaçmayı kenara bırakıp onlarla yaşamayı, mücadele etmeyi öğrenecektim.
Ve şimdi son çıkmaz sokağıma giriyordum.
Sonunu bilmeden.
Yaşayacaklarımdan korkarak.
Bir daha mutlu olmaya çabalayarak.
Sırları gerçeklerle kapatarak giriyordum.
Ve belki de veda ediyordum mutlu ya da mutsuz.
BÖLÜM SONU
Neler oluyor bu lanet kitapta?
Bir bölümün daha sonuna geldik canolaarr💦 Derinden etkileyen bir bölümdü. İç savaşlar, geçmiş, gelecek ve onca derin düşünce...
Hepsinin çocukluğu yaralayıcı, hepsinin çocukluğu buruk. Onları kaleme almak, hayat biçmek çok farklı. Sanki onlar karşımda ve bana ne dersler onu yazıyor gibi. Onların hislerini yazmak zor
ama çok güzel.
Gizli olayı çözen kaç kişi var?
Sizce Asya gitmekle haklı mı?
Dila gitmeye karar vererek doğru bir karar mı verdi?
Bulut'u çıktığı bu yolda neler bekliyordur?
Veeee bölümü nasıl buldunuz?
Spotify hesabımda kitabın şarkılarını dinleyebilirsiniz✨ Beni sosyal medya hesaplarımdan takip etmeyi unutmayın. Kitap hakkında merak ettikleriniz ve daha çoğu şey için oradan ulaşabilirsiniz.
Instagram//TikTok: izzettcanduman
Wattpad: izzetcanduman
Spotify: İzzetcan Duman
Okuduğunuz için teşekkür ederim🤍 Gelecek bölümde görüşmek üzere🥰 Yorumlarınız ve oylarınız benim için önemli.
Seviliyorsunuz😍
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
190 Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |