
Geceki yağmurda çatı oluklarına dolan sular birer birer yere damlıyor ve pislik dolu yolda çamur öbekleri oluşturuyordu. Pek de geniş sayılmayacak sokak şekilsiz binaların arasında kaldığı için zar zor güneş ışığı alıyordu. Yerdeki kaldırım taşlarının kimisi eksik kimisi ise paramparça idi. Bu da dikkatsiz atılan bir adımda çok çabuk dengenin kaybedilebileceği anlamına geliyordu. En güvenlisi adım atılan yere dikkat etmekti yürürken. Gerçi buldukları yiyecek artıklarıyla oradan oraya koşuşturan sıçanlardan sakınmak istiyorsanız kesinlikle önce bakıp sonra adım atmalıydınız.
Burası neresi miydi? Akıl almaz derecede pis şeyleri ya da korkunç iksirleri bulabileceğiniz bir yer. Burası Knockturn yoluydu. Yanımıza aldığımız birkaç kese dolusu parayla ejderha alevi bulmaya gelmiştik buraya. Gerçi diğerlerine yalnızca yakınlarda biraz hava alacağız demiştik. Normalde olsa sorgulayabilirlerdi fakat aldıkları haberden dolayı herkes mutluluk sarhoşu gibi gezip duruyordu evde. Lily hamileydi, Potter’ların bir bebeği olacaktı. Yine de dikkat çekmeden önce hızlıca işimizi bitirip geri dönmemiz gerekiyordu. Ki böyle bir durum olmasa bile burası insanın pek fazla zaman geçirmek isteyeceği bir yer değildi zaten.
Buraya adım attığım ilk andan beri içimde bir huzursuzluk vardı. Sanki zihnimde yankılanan bir ses bağırıp duruyordu. “Aklı başında olan kimse buraya gelmez. Bu doğru değil, hemen çık oradan!”
Bunca zaman boyunca izlediğim neredeyse tüm korku ve gerilim filmlerindeki karakterleri yargılamıştım. Neden göz göre göre böyle riskler aldıklarını sorgulamıştım. Kimi zaman da başlarına gelenin kendi sorumsuzluklarından dolayı olduğunu düşünmüştüm. Eh ne diyeyim, anlaşılan o ki büyük konuşmamak gerekiyormuş. Şu anda kendi isteğimle Knocktun yolunda olduğumu düşünecek olursak bir daha film karakteri bile olsalar kimseyi yargılamamaya özen göstermeliydim.
“Tek başıma gelmeliydim…” dedi Regulus. Bakışları farkında olmadan stresle kaşıdığım ellerimdeydi. Fark etmemle birlikte kaşıyarak derisini çizmeye başladığım ellerimi serbest bıraktım. Başımı onaylamaz anlamda iki yana sallarken girdim lafa. “Böyle tekinsiz bir yerde yalnız başına kalmana göz yumamazdım. Hem de buradaki insanların çoğu seni yakalayıp teslim etmek için can atarken asla olmazdı.” Kaygımı bir kenara bırakıp duruşumu dikleştirdim ve ekledim. “Hem biz bir ekibiz. Ne yapıyorsak birlikte yapacağız, anca beraber kanca beraber.”
Çok hoşnut görünmese de başını sallayarak onayladı beni Regulus. Dün akşam olanlar sanki bir rüya gibiydi. Uzun bir aradan sonra sıradan bir genç gibi hissetmiştik. Eğlenmiştik, sohbet etmiştik ve de dans etmiştik. Bir daha da hakkında hiç konuşmamıştık. Hatta sabahleyin buz dolabında pizzanın kalanını görmeseydim gerçekten de rüya olduğundan şüphelenmeye başlayacaktım yaşadıklarımızın.
Adımlarımız sokak boyunca devam etti ta ki Regulus sol tarafımızda kalan bir dükkânı işaret edene kadar. “Eğer ejderha alevi bulabileceğimiz bir yer varsa orası da bu dükkandır.”
İçeri girmek üzere hareketleniyordu ki kolundan tutup durdurdum onu. “Buraya daha önce de geldiğini söylemiştin, dükkân sahibi seni tanıyabilir. Ya da içerideki başka müşteriler tarafından tanınabilirsin. Bu yüzden bence içeri sadece ben gireyim. Tanınma ihtimalini hafife alamayız.”
Kaşları çatılan oğlan “Az önce anca beraber kanca beraber diyen sen değil miydin? Şimdi de beni dışlıyor musun?” diye sordu. Gözlerimi devirip yanıtladım onu. “Seni dışladığım falan yok Regulus, ne dediğimi de biliyorum fakat… İçeriye girip de birileriyle iletişime girmen çok tehlikeli.”
Geri adım atmayacak gibi görünen oğlan atladı lafa. “Ona bakarsan sen de bir muggle-doğumlusun Zoe.” Regulus Black hayatında ilk kez bulanık yerine Mugggle-doğumlu ifadesini kullanmıştı.
“İyi de sonuçta anlımda bu yazmıyor değil mi? İnsanlar bana bakarak bunu anlayamaz ama seni tanıyabilirler.”
Sokağın ortasında dikilmeye devam edersek dikkat çekecektik. Bazen şu erkeklere laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan daha zor oluyordu gerçekten de. Regulus’un gözlerindeki inatçı bakışı görünce derin bir nefes alıp söze girdim. “Tamam, birlikte içeri girelim fakat konuşma işini bana bırakacaksın ve de kimseyle göz teması kurmayacaksın.” Ardından da elimi uzattım ve de yüzünü gizleyen pelerinin kapüşonunu biraz daha çekip düzelttim.
Başını sallayarak beni onaylayan Regulus “Kendin gibi davranmaman lazım. Tehditkâr ve umursamaz bir havan olmalı. Ayrıca da istediğini elde etmek için ne gerekiyorsa yapabileceğini hissettirmelisin.” dedi.
“Geçen sefer ki Gringotts gezim sağ olsun nasıl davranmam gerektiğine dair tecrübem var merak etme.”
Gözlerindeki endişe ile “Yine de o bundan çok daha farklıydı Zoe. Orası Diagon yolundaydı, bakanlık tarafından işletilen bir yerdi. Ayrıca insanlar oradayken kolay kolay risk almazlar fakat burası öyle değil. Burada aklına gelemeyecek derecede karanlık şeyler oluyor her gün. İnsanlar ise istediğini yapmaktan çekinmezler burada. Bir tür kör nokta gibi burası bakanlık için. Burada olanları önleyemedikleri için görmezden gelmeyi seçiyorlar. Yani kimsenin korkacak bir şeyi yok, hareket etmeden önce iki kere düşünmesini gerektirecek bir sebep yok.” diye açıkladı Regulus.
Bir yandan haklıydı dediklerinde. Buradaki insanların çekineceği bir yasa yoktu. Endişe ya da kaygı gütmezlerdi davranışlarıyla ilgili. Aslında bir an buraya da Narcissa Black kılığında gelmeyi düşünmüştüm lakin sonradan vazgeçmiştim. Burada genç cadıyı yakından tanıyan pek çok kişi ile karşılaşabilirdim. Yanıma gelmeleri halinde de yalnızca birkaç saniyede anlarlardı benim o olmadığımı, sonuçta çok özlü iksir değil eski usul kılık değiştirme kullanabiliyorduk yalnızca. “Tamam, haklısın… Madem öyle ben de daha iyi rol yaparım bu sefer.” dedikten sonra içini rahatlatmak için gülümsedim. Ya da en azından gülümsemeye çalıştım diyelim çünkü içimde neredeyse fiziksel bir varlıkmışçasına hissettiğim stres buna engel olmuştu.
Bir an önce işimizi halledip bu yeri terk etsek iyi olacaktı. Birlikte harekete geçip sokaktaki en büyük dükkâna giriş yaptık. İçeride baskın bir küf kokusu vardı. Sanki hava bile burada dönen işler gibiydi, yeterince temiz değil…
Daha sıradan şeyler -Böyle bir yerde satılabilecek en sıradan şeylerin bile ne ölçüde sıradan olduğu tartışılırdı gerçi- girişteki raflara dizilmişti. Küçük cam şişelerin içindeydi çoğu ürün. Dikenli otlar, bazı hayvanların dişleri ve de kırmız sıvılar vardı mesela ilk rafta. Şişelerdeki farklı tonlara sahip kırmızı sıvıların renginin yalnızca bir tesadüf olduğunu düşünmek istedim. Umarım tahmin ettiğim şey değillerdi.
Dükkânın orta yerindeki tezgâhın arkasında ise daha özel ve eşsiz şeyler duruyordu. Buradaki ürünlerin bazıları açık seçik görünüyor olsa da bir kısmı ise kadife perdelerin ardında, gözden uzakta tutuluyordu.
Sırtım dik, yüzüm ifadesiz ve de adımlarım sert tutarak ilerledim içeride. Önüne geldiğim tezgâhın ardındaki yaşlı adamın bakışları direkt olarak beni buldu. Büyük ihtimalle gelen her müşteriyi tanıyordu ya da en azından bir aşinalığı oluyordu. Bu nedenle de bakışlarıyla kısa bir an süzdü. Aklında kim olabileceğimi tartıyor gibiydi.
Tüm kibar sözcükleri ve hitapları bir kenara bırakıp girdim lafa. “Ejderha aleviniz olup olmadığını bilmek istiyorum.”
Dikdörtgen çerçeveli gözlüklerini geriye iten adam konuştu. “İstediğiniz ürüne basit bir şey değil açıkçası. Elimizde kalıp kalmadığından da emin değilim.”
Bunun üstüne cebimdeki keselerden birini tezgâha bıraktım. Çıkan tok sesin ardından ekledim. “Belki bu hafızanızı tazelemeye yardımcı olur. Ürünü aldığımda bir bu kadar daha alacaksınız.”
Kendimi tam anlamıyla muggle dizilerindeki zengin ve şımarık karakterler gibi hissetmiştim ya da mafyalar gibi. Hayatta bunu da deneyimlemedim diyemezdim artık.
Bıraktığım kesenin ağzını aralayıp içine bir göz attı yaşlı adam. “Burada bekleyin.” dedikten sonra da gerideki perdenin ardında kayboldu. İçimden gelen zafer sırıtışını zar zor bastırıp ifadesizliğimi korumayı başardım.
Aradan yaklaşık beş dakika geçmişti ki gerilmeye başlamıştım. Bu kadar uzun sürmesi normal miydi ki? Arkamdaki Regulus’a dönüp kısa bir bakış attım. Yüzü pelerininin altında gizli kalan oğlan eliyle sorun yok dercesine bir işaret yaptı. Derin bir nefes alıp tekrardan önüme döndüm. Ya ben aşırı paranoyaklaşmaya başlamıştım ya da bir şeyler ters gidiyordu.
Yaşlı adam elinde tuttuğu su damlasını andıran cam şişe ile yanımıza geldiğinde ilk durum olduğuna kanaat getirdim. Yalnızca fazla kaygılı biri olup çıkmıştım o kadar.
Şekilli şişenin içindeki şey bir tür sıvı değildi, bambaşka bir şeydi. Adeta canlıydı. Kırmızı, turuncu ve sarı ışıltılardan oluşan kıvılcımlar parlak bir ateşi oluşturuyordu, hapsedildiği şişenin içinde dans eden bir alevi. Asıl inanılmaz olan şey ise hareket eden kıvılcımların bir araya gelip oluşturduğu şekildi. Bir ejderha şeklini oluşturuyordu…
Daha önce bu kadar büyüleyici bir şey görmüş müydüm emin değildim. İnsan baktıkça adeta hipnotize oluyordu bu güzellik karşısında. Bir alevi bu şekilde dizginlemenin mümkün olduğu aklıma gelmezdi daha öncesinde.
Yaşlı adamın şişeyi tezgâha bırakmasıyla bir rüyadan uyanırcasına kendime geldim. Pelerinimin iç cebindeki diğer para kesini de bırakıp cam şişeyi elime aldım.
“İyi günler efendim, tekrar bekleriz.” diyen kır saçlı adamın yüzünde bir gülümseme vardı. Hınzır bir gülümseme. Büyük ihtimalle her gün tek seferde bu kadar para kazanamıyordu.
“Kaliteli ürünleriniz olduğu sürece neden olmasın.” diye karşılık verdim ben de arkamı dönmeden hemen önce. Daha sonra da Regulus ile rutubet kokulu bu yerden çıktık. Her ne kadar tertemiz olmasa da dükkânın içinden daha iyiydi dışarının havası. Ne demişler, beterin de beteri vardı sonuçta.
Birkaç adıma atıp oradan uzaklaşmıştık ki “Bakabilir miyim?” diye sordu Black oğlanı, elimdeki cam şişeyi kastederek. “Tabii.” diye yanıtladım ve uzattım ona. Avcunun içine aldığı şişeyi dışarıdan içi görünmeyecek şekilde tutan oğlan fısıldadı. “Kitapta resmini görmüştüm fakat canlısını görmek bambaşka bir şey, adeta büyüleyici…” O da benimle benzer düşüncelere sahipti. Aslında bunu görüp de büyülenmeyen olabilir miydi, o şüpheli bir durumdu.
Beklediğimden kolay geçmişti Knockturn görevi. Şahsen ben oldukça çetin bir iş olacak diye düşünmüştüm. Neyse, sorunsuz atlattık diye şikâyet edecek değildim ya. Bir görevimizde kolay geçsin hayati bir tehlike yaşamayalım, değil mi?
Lakin hesaba katmadığım şey henüz Knockturn yolunu terk etmemiş olduğumuzdu. Yani resmî olarak görevi bitirmiş sayılmazdık. Bu da sevinmek için henüz çok erken olduğu anlamına gelirdi.
“Vay vay vay burada kimleri görüyorum!” dedi önümüzde beliren siyah kapüşonlu figür. Yüzünü açtığında renkli gözleri ve de beyaza yakın sarı saçları ortaya çıktı. Oldukça rahat bir şekilde kollarını kavuşturdu genç adam. Bizden birkaç yaş büyük gibi duruyordu.
“Acelemiz var Malfoy, sana iyi günler.” diyen Regulus bir eliyle onu takip etmemi işaret edip olay çıkartmadan yanından geçmek istedi, aslında bunun pek mümkün olmayacağını kendisi de biliyordu ama yine de denemişti şansını çünkü eski dostlarını iyi tanıyordu, mesela genellikle yalnız dolaşmayacaklarını biliyordu. Lucius Malfoy kolundan tutup tekrarda temin durduğu yere ittirdi genç Black oğlanını. “Aaaa bu kadar çabuk nereye gidiyorsun, daha hasret giderecektik seninle.”
Bunun üstüne içimde bir his oluştu, bu karşılaşmanın tesadüf olmadığına dair bir his. Malfoy pek de şaşırmışa benzemiyordu bizi gördüğüne, ayrıca bir anda tam karşımızda bitivermişti. Sanki eliyle koymuş gibi bulmuştu bizi…
Çaktırmadan elindeki şişeyi cebine soktu Regulus. Ardından da uzattığı eliyle benim elimi kavradı ve arkasını döndü. Beni de o tarafa yönlendirirken arkamızda kalan ölüm yiyene hitaben konuştu. “Sanırım aramızdaki özlemi daha sonra da giderebiliriz.”
Ters yönde birkaç adım katetmiştik ki bu sefer iki kişi çıktı yolumuza. Biri simsiyah dalgalı saçlı bir oğlan iken diğeri daha tanıdık bir yüzdü. Daha önce de karşılaştığımız -pek hoş bir karşılaşma olduğu söylenemezdi gerçi- kıvırcık saçlı kadındı bu, Bellatrix Lestrange.
“Bizi yeni arkadaşınla tanıştırmayacak mısın sevgili kuzenim, ne ayıp!” diyen kadının dudaklarına yayılan sırıtış insanın içinde bir kusma isteği uyandırıyordu açıkçası. “Sizi tanıştırmak için daha sonra bir aile yemeği düzenlemeyi düşünüyordum aslında kuzen.” diyen Regulus her ne kadar dışarıdan sakin görünüyor olsa da zihninde dönen çarkların sesini duyabiliyordum.
Göz ucuyla şöyle bir baktığımda etrafımızın sarılmış olduğunu gördüm. Tam beş ölüm yiyen vardı. Okul yıllarından ve de gelecek postasından hatırladığım kadarıyla tanımaya çalıştım diğer üç kişiyi de. Bellatrix’in yanındaki genç adam Rodolphus Lestrange idi. Ara sokaktan çıkıp da yandaki yolu kapatan ise ona sima olarak oldukça benzer biriydi, büyük ihtimalle kardeşi Rabastan Lestrange olmalıydı. Diğer tarafımızı kapatan kadın ise Alecto Carrow’dan başkası değildi.
Sokaktaki diğer insanların alelacele dükkanlara girdiklerini gördüm. Bu ortamda bulunma riskini göze alamasalar da sığındıkları dükkânların camlarına yapışan yüzleri ile meraklarına da engel olamıyor gibiydiler. Birkaç saniye içinde sokak tenhalaşmıştı, sanki sıçanlar bile ortadan kaybolmuştu.
Derin bir nefes alıp düşünmeye çalıştım, bir düelloya tutuşmadan kurtulabilmemizin bir yolu var mıydı ki? Beşe karşı ikiydik sonuçta. Lakin Regulus’un onlara ve Lordlarına ihanet ettiğini üstüne üstlük bir de onun için çok değerli olan bir madalyonu çaldığını düşünecek olursak bir çatışma yaşanmadan kurtulamazdık. Regulus’a bu süreçte yardım etmemdense bir muggle-doğumlu olmam benden asıl nefret etmelerine neden olan şeydi büyük ihtimalle.
Hepsini bilemesem de Bellatrix’in oldukça zorlu bir rakip olduğunu biliyordum geçmiş tecrübelerimden. Ayrıca ne olursa olsun hepsi kara büyülerle içli dışlıydı. Girecekleri bir çatışmada ahlakı ya da diğer şeyleri önemsemezlerdi, sonuna kadar acımasız olacakları bir kesindi.
Buradan en azından birimizin sağ çıkması lazımdı. Kendimiz için ya da gerçekleştiremediğimiz hayallerimiz için değil de büyücülük dünyasının kaderi için. Madalyonun şu anda karargâhta nerede saklı olduğunu yalnızca biz biliyorduk, hortkulukların hangi yöntemle yok edilebileceğini de sadece biz biliyorduk ve Voldemort’u tam olarak nasıl ortadan kaldırabileceğimizi yalnızca ama yalnızca biz biliyorduk. İçine düştüğümüz koşullar yüzünden uzun zamandır bir toplantı gerçekleştirememiş olduğumuzdan dolayı Dumbledore bile en son katettiğimiz gelişmelerden bir haberdi.
Aradan geçen süre bana her ne kadar upuzun gibi hissettirmiş olsa da yalnızca on saniyeydi aslında.
“Black, bizi nişanına davet etmemiş olman gerçekten de çok kalbimizi kırdı, biz aileden değil miyiz?” sorusunu yönelten kişi Rodolphus’tu. Daha nişanlanalı bir hafta bile olmamışken bunu öğrenmiş olmaları gerçekten de yoldaşlıkta bir köstebek olduğunu kanıtlardı, öyle değil mi?
Rabastan yüzündeki pis sırıtış ile lafa giren sıradaki kişi oldu. “Hadi ama abicim, biliyorsun ki bazılarında bu hainlik genetik oluyor. Sirius’a çektiği için Reg’i suçlayamazsın ya.”
Regulus yüzüne geçirdiği maske ile duygularını oldukça iyi saklıyordu. Verdiği yanıt başka bir ortamda olsak bu kadar kaba olduğu için kızabileceğim tarzdandı. “Evet, sen bu genetik işini pek iyi bilirsin Rabastan, öyle değil mi? Sonuçta aşağılık bir zavallı olma yönünü abinden almışsın sen de.”
Dişlerini sıkan genç Lestrange cevap verirken konuşuyor mu hırlıyor mu belli değildi. “Bana mı diyorsun sen bunları?! Ailene ihanet etmiş olan sen, bir bulanık ile nişanlanmış olan sen…”
“Bulanık” kelimesini adeta tükürürcesine söylemişti genç adam. İçimde gerilen öfkeyi kontrol etmeye çalıştım. Ben bir Ravenclaw’dum, duygularıma hâkim olabilirdim. Mantıklı kararlar vermeyi başarabilirdim, başarmak zorundaydım…
Regulus ile anlık olarak bakışlarımız kesişti. Sanki “Bu sefer bizi kurtaracak çılgınca bir fikir bulma sırası sende” diyor gibiydi. Anlaşılan o ki bakışlarımızla anlaşma seviyesine gelmiştik. Bundan dolayı daha sonra sevinmeyi aklımın bir kenarına not ettim, tabii kurtulabilirsek ve de daha sonra diye bir zaman olursa.
Aslında aklımda bir fikir vardı. İkimizi de kurtarır mıydı bilmem ama büyücülük dünyasını kurtarabilmek için tek umudum bu plandı.
Hızlı bir hareketle asamı çıkardım ve sözlerimi mırıldandım “Expecto Patronum!” Okulda yeterince pratik yapmış olduğum için ilk denememde başardım patronusumu oluşturmayı. Gerçi bulunduğumuz andan dolayı mutlu bir anıya odaklanmak pek de kolay olmamıştı.
Asamdan çıkan gümüşi baykuş yalnızca bir kez anca kanatlarını çırpabilmişti ki mesajımı söyledim. “Knockturn yolundayız, ölüm yiyenler etrafımızı sardı.” Ardından ekledim “Sirius Black’e git.” Böylelikle baykuş hızla sözlerimi iletmek üzere uzaklaştı.
Bildiğim kadarıyla hiçbir ölüm yiyen patronus büyüsünü yapamazdı. O nedenle de etrafımız saran beşlinin gümüşi figüre karşı sergiledikleri hayret işime yaramıştı. Durdurmak için fazla geç kalmışlardı. Bunun çatışmayı başlatacak bir hamle olduğunu biliyordum fakat zaten kaçınılmazdı bu durum.
“Sen, küçük pis bulanık ne halt ettiğini sanıyorsun?!” dedikten sonra üstüme bir büyü gönderen kişi Alecto Carrow’du. Cadıdan gelen laneti oluşturduğum kalkan ile yok ettikten sonra önce en güçlü düşmanı halletmek adına Bellatrix’e bir büyü gönderdim.
Böylelikle büyük bir çatışma başladı. Regulus ile sırt sırta vermiş bir şekilde savaşıyorduk etrafımızı çeviren beş kişiyle. En sonunda kazanan biz olamazdık onların bu sayı üstünlüğüne karşın lakin eğer ki onları yeterince oyalayacak kadar dayanabilirsek destek geldiğinde bir şansımız olabilirdi.
Hızla çevirdiğim kalkanla iki laneti atlatsam da bir başkası sol bacağıma isabet etti. Dizimin hemen altında sanki tenime kızgın bir demir bastırılıyormuşçasına bir acı hissettim. Dişlerimi sıkarken gözlerimi dolan yaşları geri gönderdim. Ateş topu büyüsüyle birleştirdiğim sektirme kalkanı sayesinde mavi alevden toplar yüz seksen derecelik bir açıyla yayıldı etrafa. Duyduğum haykırıştan dolayı birini vurduğumu anlasam da kim olduğunu bakacak vaktim yoktu.
Arkamdaki Regulus’un söylediği bazı büyüler bana yabancıydı. Araştırmacı bir kişiliğim olmasına rağmen daha önce hiçbir yerde karşılaşmamıştım onlarla. Büyük ihtimalle ne işe yaradığını bilmek bile istemeyeceğim tarzdan karanlık büyülerdi.
Uzun süreli bir kalkan oluşturup sardım ikimizin de etrafını. Pek fazla dayanamazdı ama bize nefeslenmek için birkaç saniye sağlardı.
Aldığım kesik kesik nefeslerin ardında mırıldandım “Eğer bana bir şey olursa başladığım işi sen bitireceksin Regulus… Son hortkuluğu da bulup yok edene kadar durmayacaksın, söz mü?”
Nefes nefese yanıtladı o da beni. Ayrıca şakır şakır kanayan kırık burnu da kelimelerin boğuk çıkmasına neden oluyordu. “Saçmalama öyle bir şey olmayacak. Buradan kurtulacağız, ikimiz de. Dediğin gibi anca beraber kanca bera-“
Oluşturduğum kalkan üstüne yağan büyülerle sarsılıp çatlarken böldüm Black oğlanının lafını. “BANA SÖZ VER! Görevi bitireceğine dair söz ver sadece!”
Biliyorum itiraz etmeye devam edecekti fakat paramparça olan kalkan ona bunun için fırsat vermedi. Tekrardan harekete geçmeden önce tek bir kelime söyleyebildi yalnızca. “SÖZ!”
Dışarıdan bakan için renkli bir lazer gösterisini ya da havai fişek şovunu andırabilirdi içinde bulunduğumuz durum ancak içinde bulunmak yalnızca bir kâbusu andırıyordu insana, dehşet verici bir kâbusu…
Gönderdiğim büyü ile geriye doğru taklalar atarak yere düştü Rabastan Lestrange. Hemen ardından kendi büyüsünü Lucius Malfoy’a geri sektirdim. Yana kaçan oğlan kıl payı bir farkla kurtulamadı ve kendi lanetinin hedefi oldu.
O sırada göğsüne bir darbe alan Regulus’un nefesi kesildi birkaç saniyeliğine. Buna neden olan Alecto’nun üzerine Aqua Erecto büyüsünü gönderdim hiç düşünmeden. Eğer ki fırsatım olsa yaptığım şeyden dolayı dehşete düşebilirdim. İlk kez birine karşı bu kadar acımasızca saldırmıştım. Kaynar suların sağ koluna gelmesiyle acı bir feryat koparan kadının sesi yaptığım şeyi iyice farkına varmamı sağladı.
Sol kolum acıdan uyuşmuştu, bacağımdaki topallama hareket etmeme pek gerek kalmadığı için çok da sıkıntı oluşturmuyordu. Regulus’un yüzündeki ve de vücudunun geri kalanındaki görünür darbelerin dışında ciğerlerinde de bir sıkıntı olduğunu aldığı hırıltılı nefeslerden anlayabiliyordum. Aradan geçen süre beş dakika mıydı yalnızca, belki de daha az ya da daha fazla… Lakin hiç bitmeyecek bir kâbusun içine sıkışıp kalmış gibi hissetmem için yetmişti bana.
Hamle etmek için çok geç kaldığım bir büyü başkası tarafından savuşturulunca anlık olarak bakışlarımı çevirip bakabildim o tarafa. Gelmişlerdi, çapulcular ve birkaç yoldaşlık üyesi daha gelmişti. Dayanabilmiştik…
Artık sayıca üstün olan taraf bizdik. Bu da karşımızdaki ölüm yiyenlerin git gide gerilemesine ve de birbirine yaklaşmasına sebep oldu. Yine de Regulus ve ben artık dayanamayacak bir noktaya gelmiştik, o kadar uzun süre tek başımıza mücadele etmiştik ki takatimizin son damlalarındaydık artık.
Ölüm yiyenlere aralarından birinin geri çekilme emrini verdiği sıralarda Regulus’a gelen yeşil ışığı gördüm. Farkına bile varmadan sözcük dudaklarımdan çıktı. “Expelliarmus!” Daha yakın olmam sayesinde saniyelik farkla önce benim büyüm Black oğlanına ulaştı. Geriye düşen Regulus kendisine gelen öldüren lanetin hedefinden çıkmış oldu böylelikle. Yaptığım şey tamamen refleks olarak gerçekleşmişti.
Aynı zamanda bana pahalıya da patlamıştı. Sağ kolundaki derisi neredeyse tamamen parçalanmış olan Alecto Carrow’un öç almak istercesine üstüme yolladığı büyüyü fark edemedim bedenime çarpana kadar. Geriye savrulup sırtımın üstüne düştüm. Başımı vurduğum için akan kanın sıcaklığını hissettim saçlarımın arasında. Kulaklarımdaki çınlama Hogwarts Express’inin kalkamadan önce çaldığı uyarı düdüğünü anımsattı bana. Ne olurdu hâlâ daha Hogwarts’ta olsaydım, sınavları geçmek birincil derdim olsaydı?
Görüşümdeki bulanıklık yavaş yavaş geçerken aldığım darbeden ötürü kesilen nefeslerim henüz düzelememişti. Yüzündeki pis sırıtışla üstüme eğilen Alecto’nun yüzünün de ufak da olsa bir kısmının yanmış olduğunu fark ettim. Bir yılanınkini andıran gülümsemesiyle kolumu sımsıkı kavradı genç kadın sol eliyle. “Bu iş burada bitmedi küçük sünepe.” derken niyetini anlamıştım genç kadının ama zar zor nefes alırken engelleyebilecek halim yoktu genç kadını.
Anlık olarak onu düşürdüğüm yerden zar zor kalmaya çalışan Regulus ile göz göze geldik. Dudaklarımı oynatarak iki kelime mırıldandım. “Sözünü unutma…”
Genç Black oğlanı asasına uzansa da engellemek adına geç kalmıştı. Yaptığı büyü henüz bu tarafa ulaşamadan beni sımsıkı tutan Ölüm Yiyen kadın ile cisimlendim. Bulunduğum durumdan dolayı cisimlenme bedenimi iyice sarmıştı. Gözlerim kararmadan önce gördüğüm son şey koyu tonlarla döşenmiş bir malikanenin salonuydu.

İyi ki iki haftada bir bölüm atacaktım, değil mi? Ah ah ne olacak benim bu plansız programsızlığım, hiç bir şeyi yetiştirememem. Geç olsa da içime sinen bir bölüm oldu açıkçası. Aslında en başta hiç ilham gelmiyordu fakat sonradan bir anda akıp gitti. Umarım sizler de beğenmişsinizdir. Bir dahakine daha kısa sürede yeni bölüm atabilmem umuduyla, görüşürüz :)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 741 Okunma |
115 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |