14. Bölüm

12. Bölüm: Umut Işığı

Jessica Pereria
jessica_pereria

Gözlerimi yavaşça araladım. Karşılaştığım karanlık gözlerimin açık olup olmadığını sorgulattı bana. Birkaç kez kırpıştırdım alışabilmek adına. Sol taraftaki merdivenlerden tepesinden sızan hafif ışık dışında karanlıktaydım.

Gözlerimi ovuşturmak için elimi çektim fakat bileğimi saran şey ile yalnızca birkaç santim kıpırdatabildim kolumu. Bu girişimim sonucu bileklerimi saran ve de bir ucu duvara bağlı olan ağır zincirlerin şangırtısı yayıldı etrafa.

Refleks olarak çekiştirip kurtulmaya çalıştım zinciri. Bir yandan da bir bir aklıma doldu yaşananlar. Alecto Carrow beni de karargâhlarına cisimlemişti, Ölüm yiyenlerin karargahına…

Başıma aldığım darbeden dolayı bilincim kapanmadan önce olanları kesik kesik hatırlıyordum. Gördüğüm en iç karartıcı salon, Bellatrix ve Alecto’nun bir konuda tartışması, gıcırdayan ahşap merdivenlerden aşağı indirilişim, paslı demir bir kapının açılışı, içeri fırlatılmam, bileklerime zincirler dolanırken söyledikleri alaycı sözler, Bellatrix’in sırıtışı…

Ben ölüm yiyenler tarafından kaçırılıp esir alınmıştım. Bu şekilde düşününce beynimde panik çanları çalmaya başladı. Kalbimin her bir atışı kulaklarımda uğuldadı. Bu zamana kadar pek çok olası senaryo hayal etmiştim fakat hiçbiri ölüm yiyenlerin zindanında olmamı içermiyordu. Yaptığım iş her ne kadar Voldemort’u durdurmaya yönelik olsa da geri planda savaşıyordum ben. Seherbazlar ya da yoldaşlık üyeleri gibi ön saflarda değildim. Bu nedenden dolayı da göze batmak gibi bir ihtimal, şu anda içinde bulunduğum tarzda bir olasılık hiç aklıma gelmemişti.

Regulus Black’in hayatıma girmesi ise tüm bu ihtimalleri tepetaklak etmişti. Ben ise risklere odaklanmamıştım, dikkatimin dağılmasına izin vermiştim. Uzun zaman sonra beni anlayan, bu denli iyi anlaşabildiğim biri ile zaman geçirmek hoşuma gitmişti.

Aklıma Regulus’un gelmesiyle umarım o iyidir diye düşündüm. Acaba hortkuluğu yok etmiş miydi? Buna vakti olmuş muydu, aradan ne kadar zaman geçmişti ki?

Diğerlerine neden Knockturn yolunda olduğumuza dair nasıl bir açıklama yaptığını merak ederken buldum kendimi.

Peki burayı bulabilirler miydi? Beni bulabilirler miydi? Gerçi asıl soru şuydu: geç olmadan gelebilirler miydi? Bir muggle-doğumlu olduğum düşünülecek olursa beni çok uzun süre hayatta bırakmaya yanaşmayacakları belliydi. Öncelikle işlerine yarar bir bilgi koparmaya çalışacaklardı. Sonrasında işlerine yaramadığıma kanaat getirince de ortadan kaldıracaklardı.

Bu zamana kadar ne bakanlık ne de yoldaşlık Ölüm Yiyenler’in inini bulabilmişti. Bu da demek oluyordu ki sahip olduğum kısıtlı zamanda beni kurtarmaya gelebilmeleri oldukça düşük bir ihtimaldi, daha doğrusu imkânsızdı. Yani tek başımaydım, buradan kurtulup kurtulamamak yalnızca bana bağlıydı.

Gözlerimi etrafta gezdirip işe yarar bir şey var mı diye baktım. Yaklaşık otuz metrekarelik bir yerdi burası. Küf bağlamış sıvalı duvarlarda ara ara sarkan zincirler vardı. Kimisi kısayken, kimisi yerde kıvrılmış halde duran bir yılanı anımsatacak derecede uzundu. Yerler uzun süredir temizlenmemekten kara bir tabaka ile kaplanmıştı. Ayrıca bazı kısımlarında da lekeler vardı, kimisi ufak bir gölü oluşturabilecek kadar büyükken kimisi ise peş peşe sıralı küçük damlalardan oluşuyordu. Etraf oldukça karanlık ve de rutubetli olsa da lekelerden yayılan kurumuş kan kokusu yine de kendini ele veriyordu.

Gelen adım sesleri ile bakışlarımı paslanmış demir kapıya ve de ötesindeki merdivenlere çevirdim. Aşağı inen iki kişiydi, iki kadın. Alecto’nun yaraları büyük ölçüde iyileşmiş olsa da izleri hâlâ görünüyordu. Anlaşılan o ki büyülü şifacıların bile bir sınırı vardı.

İçeri ilk giren kişi Bellatrix Lestrange oldu. Yüzündeki ifade durumdan oldukça keyif aldığını kanıtlar nitelikteydi. “Bir kez elimden kaçmıştın fakat bu sefer kurtulamadın ha!” diyen kıvırcık saçlı kadının hemen arkasından gelen öbürü lafa atıldı. “Aslında onu yakalayan sen değilsin Bella, benim.”

“Lord’un yanındayken de bana böyle üstünlük taslamaya çalışsana, gör bak neler oluyor.”

İkilinin arasında geçen bakışma aralarındaki ilişkinin arkadaşlıktan ziyade rekabete dayalı olduğunu hissettirdi. Belki de bu durumu kendi lehime kullanabilirdim.

Aralarındaki gerilimi bir kenara bırakan kıvırcık saçlı cadı dikkatini tekrardan bana yöneltti birkaç saniye sonra. Ardından da sordu. “Söyle bakalım küçük pis bulanık, çaldığınız madalyon nerede?”

Kaşlarım havalanırken cevapladım onu. “Hangi madalyon?”

Yüzündeki keyifli ifadeyle yanıma eğildi Bellatrix. “Demek bilmiyorsun öyle mi? Sanırım hafızanı tazelememiz lazım. Şanslısın ki ben o konuda çok iyiyimdir.” Dedikten sonra bir hançer aldı eline. Gümüşi renkli kabzası mücevherlerle bezeli bir hançer.

Sivri ucunu sağ şakağımdan başlayıp çeneme kadar çok hafif değdirerek sürttü. Bastırmamış olsa da metal o denli keskindi ki tenimde bir yanma oluştu. Yüzümden aşağıya hafif hafif akan kanı hissedebiliyordum.

Kalbim deli gibi çarpsa da belli etmemek adına nefeslerimi düzenli tutmaya çalıştım. Oldukça büyük bir irade savaşıydı.

Dudağının kenarı yukarı kayan Bellatrix konuştu. “Şimdi hatırladın mı bakalım madalyonu? Hani şu kanıbozuk kuzenim ile birlikte çaldığınız…”

Bilgi vermezdim. Tüm büyücülük dünyasının kaderi hortkuluklara bağlıyken hiçbir şey diyemezdim. Kendime bir kaçış yolu bulana kadar zaman kazanmalıydım. Bu yüzden lafı dolandırıp bariz ortada olan şeylerle oyalanabilirdim.

Derin bir nefes alıp lafa girdim. “Mücevherlere karşı özel bir ilgim var aslında. Regulus da sağ olsun bana pek çok hediye aldı. Acaba bahsettiğin madalyonun özelliklerine değinebilir misin?”

“Demek salağa yatmaya devam edeceksin, sen bilirsin! Aslında güzel bir yüzün vardı, yazık olacak.”

Daha sonrasında yüzüme yaklaştırdığı hançer ile kafamı geri çektim fakat ellerim bağlıyken oldukça sınırlı hareket edebiliyordum. Bir eliyle yüzümü kavrayan ölüm yiyenin tutuşu tahmin ettiğimden daha sertti. Çenemden sımsıkı tutup başımı kıpırdatmamı engellerken “Yeşil renkli bir madalyon, üstünde bir yılan vardı. Kıvrılıp ‘S’ harfi oluşturmuş bir yılan. Şekli daha iyi anlamanı da sağlayabilirim.” dedi.

Sonrasında elmacık kemiğimden başlayıp yanağımda gezinen hançer daha derine battı geçen sefere göre. Bellatrix, madalyonun üzerindeki sembolü yanağıma kazırken nefesimi tuttum. Yaşaran gözlerimin akmaması adına savaş verdim kendimle. Bunu yapmayacaktım, onlara bu keyfi yaşatmayacaktım.

Genç cadı işini bitirip ayağa kalktığı sırada ısırdığım dilimden ağzımın içine metalik bir tat yayıldı. Kabzasından tuttuğu hançerin ucunu çıkardığı ipek bir mendille temizleyen Bellatrix sordu. “Sence yeterince iyi çizebilmiş miyim?” Ses tonu sembolü hançerle birinin tenine kazımış gibi değil de bir tuvale fırça darbeleri ile çizmiş gibi çıkıyordu. Bu rahatlığı bile insanın içini ürpertiyordu başlı başına.

“Hımmm…” diyen Alecto gözlerini kısıp baktı birkaç saniye. Ardından da yanıtladı yanındaki genç kadını. “Sanki tam simetrik olmamış gibi.”

Cık cıklayan Bellatrix kollarını göğsünde kavuşturdu ve “Anlaşılan o ki bir ara şu hançeri bilemeliyim, körelince doğru düzgün dönmüyor.”

Ardından da sevecenlikten çok uzak bir gülümsemeyle bana dönüp sordu. “Senin için yeterince açıklayıcı oldu mu? Yoksa daha simetriğini mi çizmeliyim?”

Tamam, sakin olmalıyım. Bilmezlikten gelmek pek de işe yaracak gibi görünmüyordu. Belki de onları konuşturarak zaman kazanabilirdim. “Bu madalyonu niye bu denli çok istiyorsun?”

Yanıt beklediğimin aksine Alecto’dan geldi. “Çünkü o Karanlık Lord’a ait ve de kimse ona ait olan bir şeyi izinsiz alamaz. Alanlar ise sonuçlarına katlanır…”

“Hadi ama altı üstü basit bir mücevher. Eminim lordunuzda pek çok kıymetli takı vardır. Bu madalyon niye bu kadar önemli ki?” dediğimde sıradaki yanıt Bellatrix’ten geldi. Yüzüne gelen gür saç tutamlarından birini geri atan ölüm yiyen “O madalyonun özel olduğunu sen de biliyorsun öyle değil mi? Neden o denli güvenlik önemleriyle korunuyor olduğunu hiç sorgulamamış olamazsın. Bir de Ravenclaw olacaksın… O küçük kuş beynini çalıştır da tek şansının bildiğin her şeyi anlatmak olduğunu anla!”

Başımı yana eğerken sordum. “Bana ihanet etmem karşılığında yaşayabileceğimi mi söylüyorsun yani?”

Dudaklarını arasından küçük bir kıkırdama kaçana Alecto “İhanet etmen karşılığında acısız bir ölüme kavuşabileceğini söylüyor.” dedi.

Dudağını üzülmüşçesine büzen Bellatrix “Ah tatlım, senin buradan çıkabileceğine dair bir ümidin de mi vardı?” diye sordu ve ekledi. “Bir daha güneş ışığını göremeyeceksin Zoe Wilson.”

Açıkçası sadece oyalamak amaçlı sormuştum. Yoksa yanıtı gözümü burada açtığım ilk andan beri ben de biliyordum. Gerçi karşımdaki cadının ağzından çıkan sözcükler yine de kalbimi sıkıştırmadı desem yalan olurdu.

Yüzümdeki acıyı görmezden gelmeye çalışarak derin bir nefes aldım. Bir şey fark etmiştim. Belki yalnızca saçma bir şüpheydi ama dikkatimi çekmişti işte. Bellatrix madalyonun ne olduğunu biliyordu. Daha önce Regulus ile bunun kanısına varmıştık fakat genç cadı şu anda açık seçik bir şekilde madalyonun bir hortkuluk olduğu gerçeğini dile getirmiyordu. Bu da iki ihtimale çıkıyordu ya benim bunu bildiğimden emin değildi ve öğrenmemi istemiyordu ya da Alecto gerçeği bilmiyordu ve de ondan saklıyordu.

Düşününce ilk ihtimal mantıksızdı. Sonuçta beni canlı bırakma gibi bir düşünceleri yoktu. Yani madalyonla ilgili yeni bir şeyler öğrenme ihtimalim sıkıntı oluşturmamalıydı. Bu da demek oluyordu ki onun bir hortkuluk olduğunu tüm ölüm yiyenler bilmiyordu.

Yine de Bellatrix’in gerçekten bunu söylemekten kaçınıp kaçınmadığını anlamalıydım, emin olmalıydım. Ona dönüp girdim lafa. “Hortkuluklarla ilgili ne bildiğimi anlatacağım…” Eğer yanlış düşünüyorsam ve bu konu Bellatrix’i rahatsız etmezse gerçekten bir açıklama yapmam gerekecekti. Bu da benim için pek iyi sayılmazdı. Yaptığım resmen oldukça riskli bir kumardı. Lakin durumumu düşününce tek şansım risk almaktı zaten. Ya bata çıka kurtulacaktım buradan ya da tamamen dibi boylayacaktım.

“Sana sorduğum bu değildi? Bana madalyona nasıl ulaşabileceğimi söylemelisin!”

“İyi de en baştan başlamam daha iyi olmaz mı? Hortkulukları ilk kez-“

Boğazıma yapışan parmaklar cümlemin kalanını getirmemi engelledi. Sıkılı dişlerinin arasından konuştu genç cadı. “Kes sesini!”

Sinirlenen Bellatrix belki de Alecto’nun sorusu olmasaydı aradan geçen süreyi fark edemeyecekti bile. Arkasındaki kadının sorusunu duymasıyla boğazımı bırakıp ona döndü. Öksürüklerimin arasında nefes almaya çalışırken kulağım onlardaydı. “Hortkuluk da ne?” diye sormuştu Alecto.

Ona dönen Bellatrix “Önemli bir şey değil, yalnızca bizi oyalamaya çalışıyor.” diye yanıtladı onu.

Bingo! İstediğim cevabı almıştım. Alecto hortkulukları bilmiyordu Bellatrix’in aksine. İkilinin arasındaki gerginliği düşünecek olursak bu durumu kendi yararıma kullanabilirdim. Tek ihtiyacım olan biraz dayanmaktı.

***

Öksürdüğüm sırada boğazımdaki yanma iyice şiddetlendi. Başım öne doğru düşmüşken saçlarım yüzümü örtüyordu. Alecto ve Bellatrix gideli aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum. Tek bildiğim vücudumdaki acılarda hiçbir hafifleme olmadığıydı.

İşe yarar bir bilgi vermeyince ne kadar ciddi olduklarını kanıtlamak amacıyla lanetlerini esirgememişlerdi. Bu bir ön gösterimdi. Bir dahaki sefere ya bildiklerimi söyler ve acı çekmezdim ya da nefesim kesilene kadar devam ederleri işkencelerine.

Bacaklarımda çeşitli kesikler vardı, yüzümde çürükler… Kaç kere Crucio yaptıklarından emin değildim, üçüncüden sonra sayamamıştım. Hâlâ daha nasıl hayattaydım bilmiyordum çünkü kemiklerim ufalanıyor gibi hissetmiştim defalarca. Kanım damarlarımı yırtmaya çalışıyor, içim parçalanıyor gibiydi. Her yerim kanla kaplıydı.

Bilincim bulanıklaşırken koluma batırılan kızgın bir demir hissetmiştim adeta. Kaşlarım çatıldı -ki bu bile beynimin içine çakılan başka bir ağrıya sebep oldu- başka bir şeydi o, kızgın demir değildi. Kesik kesik gördüklerimi düşünmeye çalıştım. Bellatrix’in kabarık buklelerinin ardında parlayan elmasların ışıltısını görebiliyordum. Evet, genç kadının elindeki hançeriydi. Bunu hatırladığım için sevinesim geldi bir an. Ellerim bağlı olmasa küçük bir çocuk gibi ellerimi çırparak sevinebilirdim belki de. Sevinmek ha, hem de bu durumda… Belki de tertemiz deliriyordum.

Peki ne olduydu da bilincim kapanmıştı benim? Kafamı hafifçe çevirip sol koluma baktım. Üstü kanla kaplı olsa da Bellatrix’in koluma kazıdığı yazı okunabiliyordu.

BULANIK

Tabii ya, bu kadar acımasına şaşmamalıydı. Bahsettiğimiz bir kesik değildi, harfleri oluşturan pek çok darbeydi bahsettiğimiz.

Yüzümü buruşturdum ya da en azından acının el verdiğince yapmaya çalıştım. Çığlık atmıştım hem de defalarca. Hiçbir bilgi vermemiştim ya da yalvarmamıştım ama taş duvarlarda yankılanan bir sürü çığlık atmıştım.

Acaba abim bunu bilse ne derdi? Kendimi küçük düşürdüğümü mü söylerdi, yoksa acınası derecede güçsüz olduğumu mu? Belki de utanırdı benden.

Hayat ne tuhaftı değil mi? Bir yerlerde gençler hayatını yaşarken ben burada, küf kokulu bir zindanda, paslı zincirlerle bağlı ve kan içindeydim. Sanki bugüne kadar sıradan bir genç gibi yaşayabilmiştim de! Her zaman boyumdan büyük sorumluluklarım, sırtımı çökerten görevlerim vardı.

Gerçi güzel zamanlar da geçirmiştim. Beşinci sınıfın yaz tatili, on birinci yaş günüm, kitap kulübünün düzenlediği parti, yazın deniz kenarında piknik yaptığım gün, Regulus ile yediğimiz yemek… Aslında yalnızca o akşam değil de Regulus ile yarı didişe yarı ortaklaşa çalıştığımız ilk zamanlar bile güzeldi.

Gerçi onu kaybettiğim birkaç dakika hiç de hoş değildi. Gringotts’a girmek için kanlarımız birleştirdiğimiz sabahtı, o tuhaf kitaptaki tılsım yüzünden kalbi durmuştu…

Ne tuhaf kitaptı o, ne ismi vardı ne de kimin yazdığı belliydi.

Gözlerim kapalı, kafam sarkık bir şekilde dururken başımın hafif hafif döndüğünü hissettim. Belki de tekrardan bilincim kapanacaktı, kim bilir?..

Düşüncelerimin birbirine girdiğini hissettim. Sanki zihnim yönünü şaşmıştı. Bir anda aklıma altıncı sınıftaki iksir dersinde yaşanan kaza geldi, bir an sonra tribünlerde bir Quidditch maçını izlediğim an, daha sonra ise Karagöl’ün önünde bahçede oturmuş kitap okuyordum…

Ne bir kronolojik sıra ne de bağlantı vardı aralarında. İnsanların “hayatım gözlerimin önünden geçti” dediği durum bu muydu ki?

Yoldaşlığın karargahına getirildiğimiz ilk andı sıradaki, sonra da kırmızı çizgiler geldi gözümün önüne, simsiyah bir kapağın üzerindeki birbirine geçmiş çizgiler, latince yazılar, değişik tılsımlar, tuhaf talimat-

Hızla başımı yukarı kaldırdım. Bunun sonucunda oluşan acıyı hissetmemiştim bile. İşte çözümü bulmuştum. Buradan kurtulabilirdim, umut vardı.

Regulus ile kanlarımızı birleştirme tılsımı için kullandığımız kitaptaki diğer rünlere de bir göz atmıştım. Ayrıca yanlış hatırlamıyorsam içlerinden birini yapmak için asa gerekmiyordu.

Felaket Damgası

Kitaba baktığım sırada dikkatimi çeken şey ismi mi yoksa sembolün çiziminin basitliği mi olmuştu bilmiyorum. Hatırladığım kadarıyla bilinen en eski ve en karanlık tılsımlardan biriydi. Asasız bir şekilde basit bir sembol çizilerek yapılabiliyor olsa da gücü dışa yansıtıp şekil ve enerji akışını sağlayacak bir şeye ihtiyacı vardı. Büyüyü yönlendirecek maddesel bir kaynağa.

Bir de asıl sıkıntı tılsımın kendisindeydi. Yazana göre bu tılsım sonu gelmez alevleri ortaya çıkarıyordu. Merkezden başlayarak yanan mühür sönmeyen bir ateşi doğuruyordu. Ve de bu ateş büyüyordu git gide. Yoluna çıkan canlı cansız her şeyi küle çeviriyordu. Bu nedenle de akıl almaz derecede tehlikeliydi. Bu denli büyük bir güç için ise fizksel şeyler ve talimatlar dışında büyük bir içsel güç gerekiyordu. Mührü oluşturan herkes onu aktive etmeyi başaramayabiliyordu.

Fakat tüm bu tehlikelere ve olumsuz ihtimallere rağmen sahip olduğum tek umut ışığıydı bu.

Sembolü kanımla çizebilirdim. Enerjiyi yönlendirecek madde için de bir fikrim vardı. Altın çağlar boyu büyücülük dünyasında önemli bir yere sahipti, içerdiği büyüsel ve manevi güçten dolayı. Altın işimi görürdü.

Buraya getirildikten sonraki ilk birkaç dakikada parmağımdaki boşluğu fark etmiştim. Kısa bir süre olmasına rağmen anlaşılan o ki nişan yüzüğünün varlığına alışmıştım. Bu durumda yüzüğü geri alabilirsem mührü aktive etmede kullanabilirdim.

Sonra da malikane ile birlikte küle dönmeden önce buradan kaçmalıydım. Yaralı ve silahsız olsam da yaşanacak şaşkınlıktan yeterince iyi bir şekilde faydalanabilirsem bir şansım olurdu. Dediğim gibi durumum riskli bir kumardan başka bir şey değildi.

Nişan yüzüğümü nasıl geri alacağımı biliyordum. Alecto ve Bellatrix’in ziyareti sırasında yaptığım gözlem işe yarayacaktı anlaşılan o ki.

Bu iki ölüm yiyen zindanların kapısını açması için birine emir verdiğini duymuştum. Bu da yakınlarda bir nöbetçi olduğu anlamına gelirdi. Sesimi duyacağından şüphem yoktu.

Hissettiğim umut şimdilik acıyı göz ardı edebilmemi sağladı, en azından daha az farkına varmamı. Susuzluktan kurumuş dudaklarımı aralayıp boğazımın el verdiğince bağırdım.

“Alecto Carrow’u görmek istiyorum. Onu çağırın ve deyin ki ‘Eğer yalnız gelirse ona her şeyi anlatacağım. Yoldaşlık ve bakanlık ile ilgili bildiğim her şeyi, bir de madalyonun neden önemli olduğunu…’”

 

İstediğim kadar çabuk atamasam da en azından en son attığım bölüme göre daha kısa sürede atabildim bu seferkini. İnşallah aradaki bu süre gitgide kısalacak.

Açıkçası Zoe için mantıklı bir plan oluşturmam da zamanımı aldı çünkü bu bölümdeki gelişmeler sonraki bölümü de etkileyeceğinden en son adımına kadar olayları oturtmam gerekiyordu bu bölümün sonunu yazabilmek için.

Umarım beğenmişsinizdir, görüşmek üzere :)

Bölüm : 28.04.2025 02:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...