
İyi Okumalar :)
Aradan kısa bir süre geçmişti ki aşağı inen adım seslerini duydum. Gitgide uzayan bir gölge belirip yukarıdan gelen ışığı büyük oranda kesti. Gıcırdayan demir kapıyı açan cadı içeri girdi. Karanlığa alışan gözlerim birkaç saniye içerisinde karşımdaki Alecto Carrow’u tüm hatlarıyla rahatça görebilmemi sağladı.
“Ne istiyorsun?”
Sırtımı olabildiğince dikleştirip yanıtladım onu. “Bir teklifim var.” Kıkırdayan genç kadın eğlenen bir sesle sordu. “Cidden bu durumda bize teklif sunabileceğini falan mı sanıyorsun sen?” Küçük bir çocuğa üzülürmüşçesine dudağını büzdü ve de ekledi. “Tatlım bu saatten sonra senin elinde olan tek şey acısız bir ölümü seçebilmek o kadar.”
Aldığım hırıltılı nefesten sonra girdim lafa. “Çok zor olmalı her zaman geri planda kalan kişi olmak. İnsanların senin başarılarını asla görmemesi, takdir etmemesi…”
Kaşları çatılan Alecto “Neyden bahsediyorsun sen?” diye sordu.
Bunun üstüne bu durumda bürünebileceğim en neşeli halimle yanıtladım onu. “Gerçekten de fark etmediğimi mi sandın? O kadar belli ki… Bellatrix her zaman bir numara, ne yapsa övülüyor, tüm önemli şeyler ona anlatılıyor. Ama sen ise yaptığın her şeye rağmen onun yanında görünmez kalıyorsun. Kimse sana gerçekleri anlatacak kadar güvenmiyor bil-“
Dediğim sırada bir hışım böldü beni genç cadı. “Bunu da nereden çıkarıyorsun?!”
“Mesela en basitinden beni yakalamayı başaran sendin fakat tek başına sorgulayamadın bile. Yanında Bellatrix’i de gönderdiler.”
Alecto birkaç saniyeliğine durakladı. Bu iyiye işaretti, planım işe yarıyordu. Yaşadığı tereddütten yararlanarak devam ettim. “Herhalde sana tam güvenemediler ya da bu işi becerebileceğini düşünmediler. Sonuçta daha sana hortkuluktan bile bahsetmemişler…”
“Bahsetmediler çünkü onun konumuzla hiçbir alakası yok. O sadece bizi oyalamak için ortaya attığın bir şeydi o kadar.” diyen genç ölüm yiyenin sesi az önce olduğu kadar kendinden emin çıkmıyordu.
Kuruyan boğazımla küçük çaplı bir öksürük krizine tutuldum. Ağzıma gelen kanı bir kenarıya tükürdükten sonra “Aradığınız o madalyon aslında bir hortkuluk. Fakat diğerleri senin bunu bilmeni istemiyor. En başta da Bellatrix. Bu konuyu açtığımda beni susturmak için nasıl da eli ayağına dolanmıştı, hatırlıyorsun değil mi?” dedim.
Umursamaz görünmeye çalışan Alecto birkaç adım daha atıp yanaştı bana. “Sana neden inanayım ki?” diye sordu. Bunun üstüne “Bana inanmak zorunda değilsin lakin bence teklifimi duymak isteyebilirsin. İkimiz de kârlı çıkabiliriz.”
Genç kadının sessizliği içten içe teklifimi merak ettiği ve de duymak istediğine dair bir işaretti. Kafasını karıştırmayı başarmıştım. Her ne kadar bana inanmadığını iddia etse de o şüphe tohumu bir kere filizlenmişti.
Titrek ve derin bir nefes alıp açıkladım. “Bildiğim her şeyi anlatacağım. Madalyonun yerini, yoldaşlığın sırlarını ve de bakanlığın açıklarını söyleyeceğim. Artık dayanacak gücüm kalmadı çünkü. Sonuçta öyle ya da böyle buradan asla çıkamayacağım. Madem öyle bari daha fazla acı çekmeyeyim. Sonuçta ölüp gittikten sonra hainsin ya da değilsin ne önemi var ki?” Akmaya hazır göz yaşlarımdan biri süzülüverdi yüzümden aşağı. İç de çektim daha da acıklı görünmek adına. İnleyerek oturduğum yerde doğruldum konuşmaya tekrardan başlamadan önce. Böylelikle dediğim kadar tükenmiş göründüğümü umut ettim.
“Teklifimde şu, ben bildiğim her şeyi yalnızca sana anlatayım. Böylelikle belki Lordunun gözüne girersin sen de, Bellatrix’i geçmiş olursun. Sen de karşılığında son darbeden önce on dakika ver. Nişan yüzüğümü geri alıp zihnimde her şeye veda edeceğim on dakika…”
Karşımdaki cadının zihninde dönen çarkların sesini duyabiliyordum resmen. Tek kaşı havalanırken sordu ilk sorusunu. “Peki bu teklifi neden bana yapıyorsun ki? başka birini de seçebilirdin.”
Başımı sallayarak onayladım onu. “Doğru başkasını da seçebilirdim fakat şu âna kadar iletişim kurduğum ölüm yiyenler sen ve Bellatrix ile sınırlıydı. Ben de böyle bir anlaşmanın kıymetini anlayabilecek kadar zeki birine teklifte bulunmak istedim. Gerçekten akıllı birine… Ayrıca sanırım vicdan azabı da çekiyorum, sana yaptığım kaynar su büyüsünden dolayı.”
Dudağının kenarı yana kıvrılan genç ölüm yiyen inanmaz bakışlarla “Sana yaptığım onca işkenceden sonra cidden de vicdan azabı mı çekiyorsun?” dedi. Bunun üstüne omuz silktim. “Ne diyebilirim ki? Bir muggle doğumluyum işte. O nedenle de aklım siz safkanlarınki gibi çalışmıyor. Ne olursa olsun yaptıklarımın sorumluluğunu hissediyorum.”
Başımın içindeki zonklamanın görüşümü bulanıklaştırdığını fark edince sıkıca yumup açtım gözlerimi. Henüz kontrolü kaybedemezdim, şu an olmazdı. Eğer buradan kurtulabilirsem kısa bir tatil verirdim belki de. Mesela üç gün boyunca aralıksız uyuyabilirdim.
Ardından aklına takılan bir diğer noktayı sordu Alecto. “Peki altı üstü bir yüzük için mi kullanacaksın bu teklifi gerçekten de?”
İç çekip yanıtladım onu. “Ne yaparsam yapayım buradan sağ kurtulamayacağımı biliyorum. Yani yapacağım hiçbir anlaşma bana bunu sağlayamaz. Bu nedenle de kaderimi kabullendim ve en azından vedalaşmak için bir fırsatım olsun dedim. İstediğim şey tekrardan yüzüğümü almak ve de sanki Regulus yanımdaymış gibi hissetmek. Onunla vedalaşmak, işte o zaman sona hazır olacağım.”
Kısa bir sessizlik oldu. Önümde duran ölüm yiyenin dediklerimi zihninde tarttığı, yolumun belli olacağı bir sessizlik…
Alecto tekrardan söze girdiğinde bu sefer oldukça kısık bir ses tonu ile konuşuyordu. Sanki başka birinin dediklerini duymasından sakınıyor gibi bir hâli vardı. “Tamam, teklifini kabul ediyorum. Sen bana her şeyi anlatırsan yüzüğü sana getireceğim.”
Bunun üstüne başımı şiddetle iki yana salladım. “Hayır, önce yüzüğümü ve yalnız kalabileceğim on dakikayı istiyorum. Daha sonra geldiğinde her şeyi anlatacağım.”
“Sana neden güveneyim ki?”
“Asıl ben sana nasıl güvenebilirim? Bilgileri aldıktan sonra hemen öldürmeyeceğini nereden bileyim? Bak zaten kaçabilecek değilim ya, on dakika geç olması sana ne fark ettirir ki? Buna ihtiyacım var. Büyük ihtimalle kimse bana ne olduğunu asla öğrenemeyecek. Adım ne tarih kitaplarında geçecek ne de bir efsaneye konu olacak. Yalnızca unutulup gideceğim. Madem kimse bana veda etmeyecek bari ben veda edebileyim. Buna ihtiyacım var…” Birinci adım kendimi acındırmak, ikna etmek için ilk yolum buydu. Onu çaresiz olduğuma inandırmak.
Şimdi ise sıra ikinci adımdaydı, huyuna suyuna gitmek. Yani ona kendinin özel olduğuna inandırmalıydım. “Bu teklifi Bellatrix’e değil de sana yapmamın asıl nedeni de buydu işte. O, istediğimi asla yapmazdı ve de böylelikle lordun gözüne girme fırsatını kaybederdi. Fakat sen öyle değilsin. Onun gibi fevri değilsin, zekisin. Bu fırsatı akıllıca değerlendirecek kadar zeki…”
Sıkıntılı bir nefes verdi genç kadın. Olayın benim istediğim şekilde ilerlemesini istemiyordu. Lakin bunun ne denli büyük bir fırsat olduğunun da farkındaydı. Eğer biraz sabrederse sonunda diğer ölüm yiyenlerin arasında sivrilecek, göze çarpacaktı. Sonuçta yoldaşlık, bakanlık ve dahası ile ilgili yeni bilgiler getirecekti lorduna.
Sıkılı dişlerinin arasından “Tamam.” dedi Alecto. Sonrasında da ekledi. “Sana yüzüğü vereceğim. Sadece on dakikan olacak. Sonrasında ise bana her şeyi anlatacaksın.”
***
Beklediğimden uzun süre geçmişti. Bu da aklıma bir korku tohumu serpilmesine neden oldu. Ya yüzüğü onlar almadıysa ya Knockturn yolunda düştüyse… Belki de Alecto teklifimi hiçbir zaman kabul etmemişti, yalnızca beni kandırmıştı. İyi de bu ona ne kazandırırdı ki?
Ben endişeyle dudaklarımı ısırırken adım sesleri bir kez daha geldi. Aşağı inen tek bir kişi vardı, eh bu iyiye işaretti değil mi?
Kapının gıcırtısını bastıran bir sesle konuştu genç kadın “Bulmam biraz uzun sürdü ama başardım. Al bakalım pek kıymetli yüzüğünü.”
Elime tutuşturdu yüzüğü. Tam çıkışa yöneliyordu ki ona seslendim. “Bekle, zincirleri açabilir misin?”
Göz devirip ‘ciddi misin?’ dercesine bir bakış atınca iç çekip isteğimi değiştirdim. “O zaman zincirleri biraz gevşet bari. Ellerimi kıpırdatamıyorum bile. En azından yüzüğü rahtça tutabileyim.”
Bezgince bir nefes bırakıp şakaklarını ovuşturdu Alecto. Ardından asasını eline alırken söylenmeyi ihmal etmedi. “Bir yanlışını göreyim seni buna öyle bir pişman ederim ki, aklın hayalin durur!”
Mırıldandığı büyü ile zincirler uzadı. Böylelikle ellerim hâlâ bağlı olsa da en azından aşağı çekebiliyor, yaklaşık bir metrelik bir alan boyunca hareket ettirebiliyordum.
“Yalnızca on dakika!” diyen kadın çarparak kapadı zindanların paslı demir kapısını. Attığı sert adımları kapıdan gelen ve yankılanmaya devam eden metal zangırtısının ardında boğuldu.
Birkaç saniye nefesimi tutup bekledim. Başka hiçbir ses gelmediğinden emin olunca da harekete geçtim. Zincirin uzaması sayesinde yan dönebildim. Galiba bu hareket bacağımdaki kesiklerden birinin tekrardan kanamasına neden oldu. Bunları daha sonra dert edebilirdim.
Parmağımı yere yayılan kana bulayıp zincirlerin bağlı olduğu duvarın dibindeki zemine aklımdaki şekli çizmeye başladım. En azından kan bağlama tılsımınınki gibi karmaşık ve büyük bir şey değildi. Sonuçta bu rünün zor kısmı çizmesi değil aktif edebilmesiydi.
Bir daire yaptım. Ardından içini dört parçaya ayırdım çizdiğim artı işaretiyle. Sonrasında da dört bölgeye de birer çarpı ekledim. Hızlıca şekli kontrol ettim. Her şey doğru gibi görünüyordu. Duvara yakın olması alevlerin ilk iş olarak zincirleri eritmesini sağlayacaktı. Böylelikle uzaklaşabilecektim.
Yüzüğü koymadan önce avcumda sımsıkı tuttum birkaç saniye ve fısıldadım “Bana şans dile Regulus…”
Sonrasında şeklin tam orta yerine bıraktım yüzüğü. Planım Alecto geldiği sırada büyüyü aktive etmekti. Böylelikle hemen bir kenarı geçer, alevleri gören cadının şaşkınlığından yararlanıp asasını alabilirdim. Asam olmadığı sürece oldukça dezavantajlı konumda kalırdım yoksa.
Yukarıda kaç kişi vardı ya da çıkış bana ne kadar uzaktaydı bilmiyordum. O nedenle asamın olması şansımı arttırırdı. Bu yüzden bekledim…
Zaman daha önce hiç bu kadar yavaş geçmemişti. Sanki dakikalar saatler kadar uzamıştı. Arada bir ses mi geliyor diye nefesimi tutup dinliyordum fakat kendi paranoyamdan başka bir şey çıkmıyordu.
İçimden mührü aktive edecek sözcükleri binlerce kez geçirdim. Sanki bir anda gerekli olan bu iki kelime aklımdan siliniverecek gibi geliyordu, sıkı sıkı tutmalıydım onları. Tek umudum bu tılsımdı.
Bu sefer duyduğum sesler hayal etmiş olamayacağım kadar barizdi. Alecto’nun yukarıdaki nöbetçi olduğunu düşündüğüm adamla olan konuşma sesleriydi bunlar. Arada birkaç kelimeyi anlasam da tüm hepsini net bir şekilde duyamıyordum.
Nöbetçi olduğunu düşündüğüm adam hırıltılı yaşlıca sesiyle bir şeyler açıklarken hızla çizdiğim sembole döndüm. Bir elimi yüzüğün üstüne koyup sözleri mırıldandım. Bu sefer sesli bir şekilde. “Clade Stamp!”
Fakat hiçbir şey olmadı. Bunun üstüne gözlerimi kapadım ve odaklanmaya çalışıp bir daha denedim. “Clade Stamp!” Yine hiçbir şey olmamıştı. Azgın alevleri geçtim tek bir kıvılcım bile yoktu. Tamam, panik yapmamalıydım. Derin bir nefes aldım ve tekrar denedim ama yok olmuyordu işte. Bir türlü başaramıyordum.
Odaklanıyordum işte. Zihnimi başaltıp çizimime konsantre oluyordum, daha ne yapabilirdim ki? Belki de çok fazla zayıf düşmüştüm. Tılsımı aktive edecek sihir kalmamıştı içimde. Gerçekten de böyle bir şey olabilir miydi?
Hadi ama olumsuz düşünmemeliydim. Bununla harcayacak vaktim yoktu. Belki de kitapta bu rünün anlatıldığı sayfada birkaç ipucu, aktive etmek için püf noktalar vardı fakat ben şu anda hiçbirini hatırlamıyordum.
Belki de ihtiyacım olan sihirsel güçten ziyade manevi güçtü. Aynı patronus büyüsünde olduğu gibi. Güzel bir ânı düşünmeliydim, içimde umudun ve mutluluğun gücünü hissetmeliydim.
Aklıma gelen ilk şey abimle yıllar önce gittiğimiz eğlenceli bir tiyatro gösterisi oldu.
“Clade Stamp!”
İşe yaramadı. Belki de Alex ile aramız bozuk olduğu için onunla olan anılarım eskisi kadar mutlu hissettiremiyordu, bir burukluk karışmıştı içlerine. Peki ne olabilirdi başka? Belki de Hogsmade gezisinde oda arkadaşlarımla kardan adam yaptığımız ândı. Hayır, bu da olmazdı ki. O kızlarla pek yakın olduğum söylenemzdi. O gün birlikte zaman geçirmek hoş olsa da daha sonrasında yeterince sosyal bir insan olamadığım için kendimi suçlayıp durmuştum.
Ağır ağır aşağı inen adım seslerini duymamla bir oldukça az zamın kaldığını anladım. Belki de yanlışım şuydu, bu ânıyı bulmak için düşünmemeliydim. Yalnızca hissetmeye çalışmalıydım, o mutluluğu ve huzuru tekrardan hissetmeliydim.
Kalbim güm güm atarken gözlerimi kapadım. Burada değilmişim gibi hissetmeye çalıştım. Huzura ve neşeye odaklandım. Onları hissetmeye çalıştım...
Sessizce mırıldandı karşımdaki oğlan. “Tüm bu yaşadıklarım benden çok şey götürdü. Fakat bana çok güzel bir şey de getirdi Zoe, bana seni getirdi… Hayatımda ilk defa beni yargılamak yerine beni anlamaya çalışan biri oldu. Bana iyi bir şeyler de yapabileceğimi gösteren biri, zamanımın tamamını kendimden nefret etmeden de geçirebilmemi sağlayan biri…”
Ya yıldızların yaydığı ışığın bir oyunuydu ya da gerçekten Regulus Black’in gözleri dolmuştu.
“Bana iyi bir adam olabileceğimi hissettirdiğin için teşekkür ederim Zoe Wilson.”
“Bana bu muğlak yolculukta eşlik eden bir dost olduğun için teşekkür ederim Regulus Black.”
İlk hamle kimden gelmişti bilmiyorum fakat ışıl ışıl gökyüzünün altında birbirimize sarıldığımız an fark ettim ne hissettiğimi. Çalan şarkı, gökteki yıldızlar, bana sarılan oğlan… Bunlar bana asla sahip olamayacağımı düşündüğüm bir duyguyu, huzuru hissettiriyordu.
İçimin ısındığını hissettim. Yüzümde oluşan tebessümü, içimde kabaran gücü hissettim.
“Clade Stamp!”
Bu sefer hissettiğim sıcaklık içimden değil dışarıdan geliyordu. Hızla gözlerimi araladım. Mühür yanmaya başlamıştı. Başarmıştım, gerçekten de olmuştu…
Hemen çizimin ortasındaki yüzüğü alıp parmağıma taktım. Bu alevlerin tamamen kontrolsüz olmasını engelleyecek tek şeydi, kontrol kumandamdı.
Alevler göz açıp kapayıncaya kadar yayıldı ve zincirleri eritti. Hızlıca oturduğum yerden kalkıp zindanın diğer ucuna koştum. Yalpalasam da, başım dönse de bir şekilde başarabildim ulaşmayı. Merdivenlerin alt basamaklarına gelen Alecto ateşi görmesiyle bir küfür savurup adımlarını hızlandırdı.
Kapıyı açıp içeri girerken bağırıyordu bir yandan da. “NE HALT OLUYOR BURADA?” Alevlerin kaynağına, az önce oturduğum yere ilerledi. Asası elindeydi.
Bunun üstüne yaşadığı şoktan yararlanmak adına zaman kaybetmeden hızla üzerine atıldım arkadan. Bir elimle asasını sımsıkı kavradım. Belki hazırlıksız yakaladığım için belki de böyle anlarda insan gelen deli kuvvetinden dolayı genç ölüm yiyeni yere düşürüp elindeki asayı kapmayı başardım.
Arkama bir kerecik dahi olsa bakmadan hızla merdivenlere yöneldim. Her yerim sızlıyordu, acı zihnimi uyuşturuyordu. Birkaç kere düşme tehlikesi geçirsem de hiç duraksamadan devam ettim yoluma.
Yukarı çıktığımda yaşlı nöbetçi ile karşılaştım. Adam daha ne olduğunu anlayamadan “Expelliarmus!” dedim ona yönelttiğim asayla. Adam geriye doğru fırlarken tek yol olan sağ tarafa döndüm. Kısa bir koridoru aştıktan sonra karşıma tekrardan merdivenler çıktı. Bu seferkinler daha uzundu, döne döne yukarı uzanıyordu.
Şu âna kadar duvara belirli aralıklarla yerleştirilmiş meşaleler yolumu aydınlatmıştı. Şimdi ise camlardan gelen güneş ışığı vardı. Zemin kata çıkmış olmalıydım. Çıkışı bulmalıydım. Cisimlenme bariyerini aşıp buradan gitmeliydim. Bir ölüm yiyen olmadığım için malikâne sınırları içerisinde cisimlenemzdim. Eğer sınırı geçersem özgürdüm.
Duyduğum alarm sesleri malikanede bir yangın bildirme sistemi olduğunu anlamamı sağladı. Sistem tüm yapıyı alarma geçiriyor ve de alevlerin olduğu bölgeye su ve söndürme büyüleri uyguluyor olmalıydı. Tabii bu tılsımın oluşturduğu alevleri o şekillerde söndürmek mümkün değildi.
Bir yol ayrımına geldiğimde kararsızlıkla iki yöne de baktım sırayla. Sol taraftan gelen panikle koşuşturma seslerinden dolayı sağa dönme kararı aldım. Uzun koridor boyunca koştum.
Malikanenin ahşap oymalı çıkış kapısını gördüğüm sırada başka bir koridordan gelen üç ölüm yiyen ile burun buruna geldik. Daha onlar olayı anlamaya çalışırken en yakınımdakine bir büyü yollayıp etkisiz hâle getirdim. Bunun üstüne kısa saçlı olan da saldırıya geçti. Gelen laneti kalkanla engelleyip başka büyüler yolladım. Kaçıp kurtulsalar da ikilden biri bu sırada dengesini kaybetmişti. Bundan yaralanıp hızla onu da etkisiz hale getirmek üzere bir büyü yolladım. Yeterince atik davranamayan adam kaçamadı.
Sonuncu ölüm yiyenin gönderdiği lanet sağ koluma geldi. Elimdeki asa düşünce hızla eğilip sol elimle yakaladım. Karşımdaki hazırlıksız yakalanacağımı sanmış olsa da öyle olmadı ve yeni gönderdiği laneti bir kalkanla ona geri yansıttım.
Yolumun açılmasıyla son hız koştum. Kapıdan geçip açık havaya çıkınca güneş ışığı gözlerimi kamaştırdı. Önümü tam göremediğim o birkaç saniyede bile yavaşlamadım. Ayaklarım birbirine dolanıp düşünce hemen gerisini geri kalkıp devam ettim.
Dışarıda iki nöbetçi vardı. Sırtları bana dönüktü ve bahçe kapısının önünde duruyorlardı. Bekledikleri şey dışarıdan gelecek bir tehditti. O nedenle beni duydularsa bile dönüp bakmaya tenezzül etmediler.
Aramızda üç metre varken gönderdiğim sarmaşık büyüsü ile iki adamı sırt sırta bağladım. Etraflarını saran sarmaşıklar kurtulmak için her debelendiklerinde daha da sıktı ikiliyi.
Bahçe kapısından da geçtikten sonra ilk kez dönüp arkama baktım. Malikane cayır cayır yanıyordu. Ateş neredeyse her yeri sarmıştı. Alevler dış taraftaki pervaz ve balkon parçalarını koparıp yere düşürüyordu. Böylelikle çimenlerle buluşan alevler bahçedeki öbek öbek yangınları doğuruyordu. Dehşet verici bir manzaraydı, her ne kadar burası ölüm yiyenlerin ini olsa da.
Ben yüzükle birlikte buradan gidince tılsımın gücü de kaybolacaktı, böylelikle ateş kendi kendine ortaya çıktığı gibi yok olacak ve alevler de sönecekti.
Arkamdaki çıtırtılar ve bağırışlar gitgide artarken birkaç adım daha ilerledim. Anlaşılan o ki bu tılsıma boşu boşuna Felaket Damgası ismini vermemişlerdi. Gerçekten de bir felaket ortaya çıkarıyordu. Oluşan azgın alevler girdabı her şeyi yutuyordu, ta ki geriye külleri dahi kalmayana dek.
Bulanık diyerek küçümsedikleri ben Ölüm Yiyenlerin felaketi olmuştum.
Burnuma dolan yanık kokusu ile buradan cisimlendim.

Umarım beğenmişsinizdir :)
Bir sonraki bölümde bu süreçte Regulus'un neler yaptığını da okuyacağız.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 741 Okunma |
115 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |