
Oy vermeyi unutmadan.
Yorumsuz geçmeden.
Keyifli okumalar.
✿
İnce iplikten ördüğüm kalbim, şimdi halat zincir olmaya başlıyordu. Buradayım, bu şehirde. Bilmiyorum, devamı nerede. Dünyanın derdi ben değil, dünyanın derdi benim aslında. En ufak bir yara sanki benimmiş, ağlayan bir çocuğun gözyaşı aslında yüreğimden akmış ruhumu çatlatmış. Dudaklarım kan revan olsa
başkası korkmasın diye her kanı yutar boğazımdan geçirirdim.
Herkesin dünyaya bir geliş nedeni var. Önceden belirlenmiş bir hayat, o hayatın gidişatını çizen kader eklenmiş. İmtihanın bol olduğu çukurlarda herkes dönüp bakıyor ki benim nasibim ne?
İmtihan nasibi, zira ne yemeye, ne içmeye, zevk edip günü gün etmek için geldik kara yüzü olan yeryüzüne.
Kalbimiz bir yerde, en sevdiğimiz için ağır gelir. Uykuları haram eden, yaşamı tam o an durduran.
Dudakları kenarında bir gülüş yok, bakmıyor, gözleri açılmıyor. Tam o sıra dünyanın kahredici yüzüyle tanışıyor insan. Cengiz Çelebi adıyla başkalarının acısına koşmanın kendi acımla eşit olduğuna sanırdım hep. Değilmiş meğer, herkesin göğsünü zorlayan dert en çok kendisine ağır, en çok kendisine zararmış.
Ayakta dikilen bedenim başının üstüne ellerimi bırakmıştı. Saçları özensiz şekilde iki omzuna dağılmış, sanki canımı daha çok yakmak ister gibiydi. Boynu biraz sola yatmış yanında olduğumdan bihaber öylece duruyordu.
Sahra, bayıldığı saatten bu yana hâlâ kendine gelmemişti. İlk müdahale yapılmış, tahlilleri alınmış sonucu bekliyorduk. Yeni takılmış serum damla damla akıp vücuduna dağılmaya başlamışken odanın içerisinde bulunan ve bizim tarafımıza bakma gereği duymayan Bircan Talu telefonuyla daha ilgiliydi. Birilerini arıyor, mesajlar yazıyor ama asla kızı için telaşa kapılmıyordu. Yine de annesi olduğunu söyleyip odaya gelmiş, öylece oturmayı herkesten önce başarmıştı.
Şiddetli bir baş ağrısı kendini inceden peyda etmeye başladığında servis odasının kapısı açılmıştı. Doktor Sezen Haliç elinde sonuçlarla içeri girmiş, o dakika tüm ağrı başka tarafa çekilmişti. Güle yüzü hiç bozulmadan bakışları sergilerken nedensiz içimdeki telaş diniyordu. "Cengiz," dedi beni bulan gözleri. "Sahra henüz kendine gelmedi sanırım?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "Pekâlâ, öncelikle telaş edecek bir durum yok. İçiniz rahat olsun." dediğinde arkamda bir gürültü çıktı. Bircan Talu oturduğu yerden hışımla kalkmış, benim önüme geçmiş- yetmemiş sanki hakkı varmış gibi doktorun yanına yaklaşmıştı.
"Kızımın neyi var Sezen?" dedi, hiddet içeren tavrı epey bir yapmacık gelmişti. Aralarında yılların getirdiği bir yakınlık derecesi olduğundan doktora adıyla hitap etmesi şaşırılacak bir konu olmadığından Sezen gözlerini ondan çekti.
Elindeki kağıtlara baktı. "Sahra tüm hastaneyi korkuttu Cengiz," dedi içi rahatlamış vaziyette. "Biliyorsun gözümüzün bebeği kendisi..." dediğinde yüzü güldü. Yalnızca sizin mi göz bebeğiniz, yalnızca sizin için mi? "Hipertansiyon hastası olduğunu zaten bilirsin, strese bağlı bir tansiyon hemen ardından burun kanamasını getirmiş." Nefes aldığımı hissettim. "Ara ara bu kanamaların olması normal, yılda kaç kez olur, daha önceki yıllarda aynı şekilde." Bilmiyordum çünkü daha önce yanımda böyle şey yaşamamıştı. Hastalığını elbette biliyordum ama kanaması, bayılması onu kısa süredir tanıdığımın açıkça kanıtı olmuştu. Kendimden gerçek manada nefret etmeye başlıyordum.
"Burun kanaması yalnızca tansiyon hastalığından, öyle mi?" Onaylar derece başını salladı. "Baygınlık geçirmesi?"
Sezen biraz duraksadı. Dudağının kenarına bilmediğim bir gülüş eklendiğinde hâlâ bile titreyen ellerim durmuş değildi. Fazla mı umursamaz davranıyordu, yoksa yalnızca ben mi abartıyordum?
Sahra'nın dudaklarından inlemeye benzer mırıltı döküldüğünde hızla onun tarafına ilerlemiştim. "Sahra," dedim sesim titredi. Göz kapakları ağır ağır kalktı. "Şükür, çok şükür." Yüzüne dağılmış kaç tutam saçı çektim. "Çok korktum Sahra, çok." Açık kalan anlına dudaklarımı bastırdım ve bir daha geriye çekmek istemedim.
Gülümseyerek baktı. Telaşlı halim galiba hoşuna gitmişti. "Ne oluyor Cengiz Çelebi?" Baştan aşağı kendine baktı. "Hâlâ yaşadığımı söyle yoksa..." Dudaklarımı tekrar alnına bastırdım.
"Sahra," dedim sitemle, yaşattığı korkunun öfkesiyle. "Konuşma, yorulma, canımı daha fazla yakma."
Duraksadı biraz ve aklına gelen şeyle dondu. "Lila," dedi hemen ve hiç şaşırtmadan. "Nerede?"
Yaşadıklarını kısa süreliğine düşündü.
"Burada, hemen üst katta." dedim ama yatırıldığını söylemedim. Çok üzülmüştü Lila, Sahra'yı ablası bildiği Sahra'yı gözünün önünde baygın görmesi onunda hastalığını tekrardan ortaya çıkarmıştı.
Doğru olanı söylemeye niyetim yoktu. En azından şimdilik hiçbir şey bilmeden durması onun için en iyi olandı. Lila güçlü bir kızdı, iyi olmak onun için çocuk oyuncağı bile değildi. Ona güvendiğim için Sahra'ya tek kelime dahi etmedim.
Şükür dedi dudakları. En sonunda kendi haline baktı.
Bir anlığına kapalı gözleri açıldı. "Neler oldu?" Çok yorgun ve bitkindi sesi. Kendisine ne olduğunu merak etmişti. Elbette Lila'dan sonra.
Saçlarını okşayan parmaklarım durmazken Sezen görüş alanına girdi. "Güzelim," dedi hızla. "Tansiyonun yükselmiş ve burun kanaması yaşamışsın," diye kısa bir özet geçti. "Bizi çok korkuttun Deli Düvel, hepimiz telaşlandık ama sonuçların temiz." Sayfalara göz gezdiriyormuş gibi yaptı. "İlaçlarını aksatmadan kullan lütfen, bir daha olmasın." Kınadı sonra. "Ve son olarak..." diyecek iken Bircan Talu kendini Sahra'ya gösterdi.
"Kendine dikkat etmiyorsun Sahra!" dedi Bircan Hanım, kini yüzüne dağılmış sesinde çatlamıştı. "Ne zamandan beri kendini böylesine kaybediyorsun?" diye sorduğunda yedi cihana düşmanlık saçan gözleri beni buldu. Doğu'da suçlu bulmak isteyen her göz daim beni bulurdu. Şaşırmamıştım. "Eve gider gitmez babanı arayacağım, başına gelen her şeyi eksiksiz anlatacağım. Seni bulunduğun yerden alması içinde elimden geleni yapacağım-"
"Hâkim Hanım," dedi Sahra, bitap düşmüştü nefesi. "İzin verin hocam konuşmasını tamamlasın." Gülümsedim. Bircan Hanım'ın konuşmaları o an hiçliğe büründü.
Bircan Talu kendini geriye çekti. Nasıl ki bir denize taş atılır, nasıl ki o taş denizde sessizce kaybolur, öyle.
"Sezen hocam," dedi merakla hocasının gözlerine baktı. "Son olarak dediniz ama konuşmanız bölündü. Son olarak ne?"
Sezen doktor önce Sahra'ya sonra bana baktı. Dudaklarına anlamsız şekilde eklenen tebessüme anlam veremedim. Hem çok rahat, hem de sakin görünüyordu. Sanki baygın hâlde hastaneye getirilmiş kişi Sahra değilmiş gibi telaşı yok olup gitmişti. Oysa Sahra yüzü gözü kan içinde baygın iken tüm hastane saniyeler içinde ayağa kalkmıştı. Şimdi telaş gitmiş yerine başka bir his gelmişti.
"Ve son olarak tebrikler diyecektim," dedi Sezen gözleri dolu şekilde Sahra'ya baktı. "Yedi ay sonra aramıza minik bir Deli Düvel gelecek."
Dünyanın varlığını o an sorguladım.
Hastane odasında birkaç kelimenin bir araya gelmesi beni tanıdığım adamdan uzaklaştırdı. Bilinçli varlığım sanki elektrik akımına kapıldı... Bir yandı, bir söndü.
Denileni idrak etmeye çalışan savaş dolu zihnim Sezen'in, "Sahra hamile." demesiyle savaşı durdurdu.
Durdum,
Duruldum.
Sanki bir yanlışın ortasına düştüm, orada çabaladım. Gerçek miydi diye kelimeler birbirini kovaladı. Şaşkınlığı gizlemeden, "Nasıl?" dedim, zira asla tahmin etmiyordum.
"Ne, nasıl Cengiz Çelebi?" diye sordu Sezen gülerek. "Bayağı hamileymiş Sahra çiçeğim, bizde şaşırdık ama..." derken Sahra'nın kaskatı kesilmiş yüzüne baktı. "Anne oluyor."
Sahra tepki vermedi. Konuşmadı bile. Koluna takılı seruma çevirdi gözlerini. Şaşkın değildi, bekliyor muydu emin değildim. Kendini anlatmadı. Ben ise yüzümde büyük bir tebessüm, kalbime dağılan amansız bir heyecanla kendimi onun yanına attım. Yatağın yanına diz çöktüm ve ellerinden tuttum.
"Sahra," dedim bir imkansızı konuşuyor gibi, "Sende duydun mu?" Duyduğunu biliyordum, artık bildiğini ama neden kendini suçlu hissediyordu? Öyle değilse bile neden öyle hissediyordum.
"Duydum," dedi yalnızca. "Eve gidebilir miyiz?" diye sorması, hevesimi heyecanımı öylece parmaklarımın arasından düşürmüştü.
Üçümüz Sahra'nın boş vermiş hâline karşılık şok olmuş vaziyette bakarken dudaklarımdan ona karşı yanlış şeyler dökülmedi. Dökülmezdi de asla, sadece hissettiklerini bilmediğimden üstünde durma zahmetine girmedim.
"İyi olduğundan emin olalım, gideriz." dedim aynı onun gibi.
Göğsü şişti. "Karnında bir fetüs ve Cengiz'den, öyle mi?" Bircan Talu öfkeyle kurdu cümlesini. "Aptallığın kaçıncı evresi Sahra!"
"Bircan Hanım," dedi Sezen. "İyi misiniz?" İyiydi doktor, çok iyiydi yalnızca nerede ne demesi gerektiğini bilmeyen, kinin gözünü kör ettiği bir insandı.
"Sahra!" dedi birdenbire. Sesi bulunduğumuz bölümün koridorlarında yankılandı. "Açıklama bekliyorum."
Sanırım müstakbel kayınvalidem dengesini yitirmişti. Evet çünkü bu tepkinin başka bir açıklaması olamazdı. Doğu'nun hâkimi- hakimiyeti onun dilinden geçerken daha kendi zihnine kök salmış nefretine hâkim olamıyordu. Had denen şey ortadan kalkmış, herkes bulunması gereken yeri unutmuştu.
"Kendine ya mukayyet olursun, ya olursun Bircan Talu," dedim. "Mezhebi geniş bir adam değilim, olmam. Gözünü bir aç, etrafına bak, sana hangi had verilmiş ona göre hesap sor." dediğimde üstünü örtmeye çalıştığım kişiliğim yüz üstüne çıktı.
Sahra rahatsız bir şekilde adımı andı. "Cengiz, lütfen." dedi ama lütfen yerleri çoktan geçmiştik.
"Özgür bir coğrafya yaratmaya çalıştığımız yerde bize yapılan muameleye bak!" dedim sertçe. "Sana sabrım ve saygım şu saniye bitti Bircan Talu," zira henüz varlığını yeni öğrendiğim bir bebeğime karşı tutumu tüm tabuları yıkmıştı.
Beni insandan bile saymayan tüm günlere karşı sırf saygı denen şeyi bildiğimden kendimi tutmuş konuşmayı varlığıma hakaret bilmiştim. Madem kini böylesine fazla, nefreti benden de öteydi, bundan sonra onun isteğiyle işler devam edebilirdi.
"Açıkça tehdit öyle mi?" diye sordu, dalga geçen yanı hâlâ baskındı. "Senin gibiler çok geçti bu dünyadan Cengiz Çelebi, yanımdan aynı şekilde. Kimseye boyun eğmedim, eğmem. Sahra benim kızım, ilk göz ağrım. Kendini bilmez bir herifin yanına eş, ömrüne yoldaş etmem. Cesedimi çiğne yine izin vermem!" dedi. Tuttuğu tüm kin aktı aniden. "Hamileymiş, bana ne. Senin çocuğun, doğsa ne doğmasa ne-"
"Anne!" dedi Sahra, yattığı yerden doğruldu. "Sus artık," canı yanıyordu. Canı asla yanmaz dediğim kadının canı şimdi gözümün önünde yanıyordu. "Bari daha ruhu kötülük tanımayan bir bebeğe dilin uzanmasın Allah aşkına, sus."
Annesi gibi baktı. Annesine hiç çekinmeden.
"Kızım-"
"Hocam ne zaman çıkabiliriz?" diye sordu Sezen'e, Sahra tüm gücünü yitirmiş gibiydi. "Daha fazla bu konuşmaları dinleyemem."
Bircan Talu'nun gözlerine yaş toplandı. Öfkenin talan ettiği zihni koltuğun üstüne bıraktığı çantasını sertçe almasına sebep oldu. "Pekâlâ," demesiyle Sahra'nın yüzüne hiç bakmadan kapıya yöneldi. "Umarım ziyan olmazsın güzel kızım, zira bu topraklar kadınları çabuk yutar." Neyi ima ettiğini bilmediğim sözleriyle odadan çıktı arkasına dahi dönmedi.
Tepeme yumruklar ardı ardına geçmeye başladığında kendimi Sahra'nın yanı başında buldum. Karnında minik bir ruhu taşıdığına dahi sevinemeyen, hatta umursamaya gücü yetmeyen ona destek olmak istedim. Annesiyle yaklaşık bir haftadır arası açık haldeydi. Öncesinde iyi kötü geçinirlerdi ama ne zaman ki Sahra'yla evlenmek istedim, hayatımı bir etmeye çalıştım o gün tüm ipleri koptu... Açıkça benim yüzümden de diyebilirdim ama elimden geldiğince yapıcı olmaya çalıştım. Başarısız oldum.
Şimdi araları yabancı kadar berbat duruma gelmişti. Hele ki iki kardeşin salıverilmesi haberini aldığı günden bu yana annesine karşı bir duvar örmüş pişmanlık bile duymamıştı.
Hastaneler,
Kavgalı anne-kız.
Sevilmeyen bir damat, iki aylık bir fetüs.
Her şey öyle karışık bir hâl almıştı ki içinden çıkmak neredeyse imkansızdı. Başka günün başka saatinde olsam oturur düşünürdüm yalnız bugün değil. Elimi Sahra'nın göbeği üstüne bırakırız bırakmaz dudaklarım yanaklarına değdi.
Evet, minik bir ruh benim için Bircan Talu'nun kibrinden daha önemliydi. Ve evet onları düşünmek şimdilik en büyük önceliğim oluvermişti.
Sahra benim gözbebeğim iken acaba onun parçasını taşıyan biri ne olurdu? En merak ettiğim duygu buydu doğrusu. Hep merak ettiğim ama ulaşılamaz olduğunu düşündüğüm his tam ellerimin altında duruyordu.
Heyecanla çarpan kalbim en uzaktan duyulmaya bile açıktı. Bir ölüm, bir doğum derlerdi. Ölümlerin doğumları yaratacağına inanmazdım. İnanmak istemediğim gerçeği en çaresiz günde öğrendim. Kime, nerede ne halde teşekkür etmem gerekiyordu bilmiyordum.
Dışarıya adım atarsam baş sağlığı dilemem gereken bir aile olacaktı. Ondan da öte bir ailenin acısını paylaşıp, buradayım demem gerekti. Bunları yaparken artık unutmam gerekeni şey ise benim de bir ailem var diyecek gerçeğin olmasıydı.
Sahra'nın düşen göz kapakları altında rengini kaybeden gözleri tükenmiş edayla bakarken soruları ardı ardına sıralamamak için ağzımı kapalı tutmayı başardım.
"Hastaneden çıkalım," dedi son bir çabayla. Bu sefer isteğini Sezen hocaya değil, bizzat bana iletmişti.
"Tamam Sahra, çıkarız ama Sezen'de onay versin öyle." Elimde bir çare olmadığını anladığında gözlerini Sezen'e çevirdi.
"Tansiyonunu kontrol edelim önce," biraz tedirgin olmuştu. "Normalse elbette."
Tansiyon cihazını Sahra'nın baş ucunda aldı ve daha önce üst üste ölçülen tansiyonu yeniden ölçmeye başladı. Odaya herhangi bir hemşireyi çağırmadan kendi halletti. Evet Sahra yalnızca benim gözümün bebeği değildi, hastane içinde öyleydi.
Ayakta kaldığım her dakika telaş içimde büyüyordu. Odada kimsenin olmayışından faydalanıp içimi kemiren konuya değinmek istedim.
Yanlış olmazdı,
Yanlış bugünün tarihinde benim için yazılmazdı.
"Sezen," dedim bana dönsün diye. "Sahra'nın hamileliğini gizli tutman mümkün mü?"
Anlamayan bakışlar beni buldu.
"İnsanlar öfkeli, Babil halkı öfkeli, can yakmak isterler çünkü canları yandı. Sorumlusu da benim, ben seçilirim." dediğimde denk gelen zamana isyan edesim vardı. "Kötü şeyler yaşayalım istemiyorum," demek istediğim açıktı. İkisi de anlamıştı.
"Anlıyorum Cengiz, elimden geleni yapacağım." Minnet duydum. "Tahlil sonuçları zaten ilk anda elime ulaştı, bir şekilde halledeceğim telaşlanma." Kalbimdeki telaş biraz olsun duruldu. "Sahra da bebeği de, bizim göz bebeğimiz olduğu için iyi olmak zorundalar." Gülümsedi, bir yandan ölçülen tansiyonu not aldı.
"Kısa bir süreliğine."
"Ne dersen o, Cengiz Çelebi."
Bu konuyla alakalı herhangi bir konuşma daha da geçmedi. Zaten Sahra oralı bile olmadı. Düşünceliydi ama düşüncesi bizimle ilgili değildi.
"İlaçlarını aksatmadan kullan canımın içi, stresten uzak durmaya çalış, yediğine içtiğine dikkat et." diye sıraladı Sezen, "İyi olacaksın, şimdi de gayet iyisin." diye eklemeyi ihmal etmedi. "Senin için adli tıptaki uzman hocayla konuşacağım. Vücudunun dinlenmeye ihtiyacı var."
Sahra neredeyse söylenen ile hiç alakalı olmamıştı.
"Teşekkür ederim Sezen," dedim çabucak. Sahra'nın bu vurdum duymaz halleri gitgide canımı sıkmaya başlıyordu.
"Geçmiş olsun."
Başka bir konuşmaya gerek duymadı ve odadan ayrıldı Sezen. Boş boş duvarı izleyen Sahra'da onun gidişiyle doğruldu. Buradan çabucak çıkıp gitmek istiyordu biliyordum. Hastaneleri, hastaları, hasta yakınlarının çaresizliğini, hekimlerin dudaklarında çıkacak kelimelerle hayata tutunan insanları... Hiçbirini sevmiyordu Sahra, buna rağmen sevmediği şeyin içine atılmış ve kendine en büyük zalimliği yapmıştı.
Yalnız, duruşu ve tavrı tüm bu olanlardan alakasızdı.
"Sahra-" diyemeden.
"Eve gidiyoruz, değil mi?" diye böldü.
Ev, ev, ev... Ev senin için ne Sahra?
Bizim bile değilken o ev, neden?
Gözlerimi yumdum. Lila'nın durumu belirsizdi. Oysa Lila onun için dünyadan da önemli derdim, değilmiş. Kimse kimsenin en dediği noktasında yer almıyormuş. Sahra'nın baygın bedenini yerde görmüş, hastalığı aniden ortaya çıkmış, tekrar yatışı yapılmıştı. Hastaneye gelene kadar ise gözyaşı durmak ne bilmemişti, ağlamış kendini suçlamıştı. Tâbi Sahra bunları bilmiyordu, bilse ne olurdu tahmin bile edemiyordum. Sorar sanmıştım ama sormamıştı. Tekrar görmek ister düşünmüştüm, onu da yapmamıştı. Meğer değer dediğim şey yalnızca benim içimde abarttığım bir konu olmuş, köşede durmuştu.
Lila'yı hatırladığında kötü hissedecekti.
Lila'nın tekrardan başlayan hastalığına sebep olduğunu bilse, daha kötüsü olacaktı.
Yalnız şimdi durulmuştu. Söylemedim.
Eve gitmek istiyorsa giderdik.
Yalnızca eve, hiç kimseye ev olamamış eve.
✷
Bazen dünyanın var oluşu nereye dek sürecek hep merak etmişimdir. Güneş doğar, yeniden batar. İyi insanlar kötü insanlarla çatışır, gerçek yalanın koynunda umursamaz hâlde derin bir uykuya dalar. Sonra başka bir gün daha olur, kayıplar verilir, ardından doğumlar yeryüzüne ruh gibi iner. Bitmez, biteceği yer neresi bilinmez. Nefesimiz kesildiğinde yeni bir hayatın varlığına inanırız ama sanki tek yer burasıymış gibi davranır gamsız şekilde yaşamaya devam ederiz. Ölüm var, peki ya ölümden ötesi neresi?
Ve dünya ne için böyle bir kargaşada, kin neden sevgiden fazla, yaşama umudu neden ölüm arzusundan az?
Bazı sorular mahşere kadar yanıtsız. Bazı hevesler yaşadıkça tatsız.
Dudaklarımı bastırdığım ve geri çekilmek ne bilmediğim insan tek gerçek. Gerçek gibi değilde, sadece gerçek. Bir kalbim olduğunu hatırlatan, sevginin sağ olduğunu bildiren, merhametin yalnızca atın ayağı altında olmadığını bağıran... Evet, onun saçlarını öpmek dünyaya anlam katıyordu. Hissiz, kimsesiz bakan gözleri olmasa şayet benim canıma can katacak varlığı karşımda duruyordu.
Sonrası muamma günlerin düşüncesi onu düşündürdükçe benim saniyeler sonrasını bile bilmeyen yanım içinden sessiz isyanları misafir etmişti.
Ev diyordu Sahra, yalnızca ev.
Günler öncesine kadar otel gibi kullandığı eve şimdi koşa koşa gitmek istiyordu. Annesiyle kavgaya tutuşması, aralarının açılması, kendini birçok şeyden mahrum bırakıp yalnızca işine odaklanması bir hafta içinde olmuştu. Tâbi benim altüst olan dengem de buna dahildi. Sahra'nın bir evi vardı, yedi katlı bir aile apartmanın üçüncü katında annesiyle, yedinci katı ise amcasının hediye niyetine de olsa ileri zamanda yeri olsun diye verdiği evdi.
Hepsini elinin tersiyle itmiş, dinen nikâhın kıyılmasını uygun bulmuştu. Resmi nikâh için hâlâ zaman vardı çünkü istediği kişiler bir araya toplanmamıştı. Babası ve ikiz erkek kardeşi Ermenistan'da göç hayatı yaşarken, arkadaşları- amcası Doğu'dan uzak illerde yaşamayı tercih etmişken bir araya gelme sebepleri belirlenmiş bir tarihten başka olamazdı. O kesin tarih içinde Ruşen Talu'nun memleketine dönmesi şarttı.
Babası Sahra için her şeydi. Sahra da babası için.
Annesinin varlığı da belirli bir zamana kadar önemli olmuştu. Sonrasında o önem kendini yitirmiş, saf bir nefretin kapısını açmıştı. Bircan Talu hayatının en büyük hatasını yapmış, ödeyeceği bedelleri göz önünde bile bulundurmamıştı.
Sahra benim evimde, salonda kollarını birbirine dolamış yanında annesi olmadan bir başına otururken varlığımı görmediğine emindim.
Dudaklarımı saçlarından çekerken, "Evden çıkmam gerekiyor," diye hatırlattım önce, hem ona hem kendime. "Taziye ziyaretine gitmeliyim." dediğimde bir tepki vermedi.
Yalnızca, "Git." dedi.
"Gideceğim ama," konuşmak zorlaştı. "Öncesinde sana sormak istediğim bir şey var."
Karşısına geçtim oturdum. Kaşları çatılı bakmayı sürdürdü ve ben bunu yeni gördüm. "Ne sormak istiyorsun?"
"Karnında bir ruh taşımak, kötü bir şey mi?" dedim, kendime sınırlar çizmedim.
Göğsüne baskı uygulayan havayı serbest bıraktı. "Bu nereden çıktı Cengiz?" Başını ovmaya başladı.
"İfadesiz bakışlarından."
"Kötü değil," dedi, minderin arkasına doğru sırtını yasladı. "Sadece seninle çocuğumuz olsun diye evlenmedim. Yanında mutlu ve huzurlu hissettiğim için evlendim. İşlerin bu noktaya geleceğini tahmin etmemiştim-"
Durdu.
Kelimeleri durdu.
Yanlış bir cümle kurduğunu çabuk anladı.
"Cengiz."
"Ne bekliyordun Sahra?" dedim, sinirden gülmeye başladım. "Ne olmasını istiyordun?" Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. "Çünkü ben ne istediğini bilmiyorum, bana hiçbir şey söylemedin."
"İstemiyorum. Açıkça söylüyorum istemiyorum." dedi, kesinkes.
Kahvenin yeşilleri bırakmaya başladığı gözleri bana bakmaya çekindi. "Bebeği mi?" diye sordum. "İçine düşmüş minik ruhu mu?" Bana baksın istedim, göz bebeği oynamadan dümdüz çekinmeden. "Günaha değmemiş tini istemiyorsun, öyle mi Sahra?" Konuşmadı. Dudaklarını sıkı sıkıya kapattı. "Cevap bekliyorum Sahra, evet ya da hayır."
"Cengiz-"
"Düşüncelerini bir sebebin sonucuna bağlıyorum Sahra, şayet böyle saçmalık olamaz."
"Saçmalık mı?" dedi, kendini olabildiğince geriye çekti. "Varlığı dünyada bulunmayan fetüsü istemiyorum diye mi saçma oluyor? İyi misin sen?" Gözleri yerinden fışkırmak üzere açıldı.
"İyiyim," Sükunet yolundan şaşmadım. "Madem istemiyordun neden en başından söylemedin?" diye sordum, fındık kabuğunu doldurmayacak sebepler işime yaramazdı.
Biraz düşündü ve, "Sanki söylesem saygı duyacaktın," diye bir kelime çıktı ağzından. Sanırım beni tam anlamıyla bitiren kelimeleri kullandığını farkında değildi.
"Beni tanımıyor musun Sahra?" dedim, sanki yedi yabancının evladıymışım. "Kim olduğumu bilmiyor musun, sen desen ki Cengiz ben bir ruh taşımak istemiyorum, zorla mı yapacaktım, istemediğin hâlde devam mı edecektim. Böyle bir adam olmadığımı bildiğin hâlde söylediklerin..." Sabır dileyen bir yanım duraksadı.
Sahra böyle olmadığını bile bile böyle olduğunu ima ediyor, sanki karşısında kendini ardına kadar açtığı kişi değil de bir başkası duruyordu. Ya hamilelik hormonları kanda kendine hüküm sürmüştü, ya da tamamen benimle kafa buluyordu.
Tanıdığım Sahra bu olamazdı, evvelâ beni tanıyan Sahra hiç olamazdı.
"Cengiz," dedi. "Yanlış anlıyorsun bak, sadece bilmiyorum- ben bu kadar çabuk beklemiyordum."
"Hazır değil misin?"
"Öyle değil."
"Derdin ne Sahra?" diye sordum, annesinin konuşması bir yana dursun, kendi de aynı yoldan ilerliyordu. "Sen ki Sahra Talu, lafını esirgemeyen- utanç ne bilmeyen- düşüncelerini gizleme gereği duymayan kişisin. Kimseye eyvallahın olmadı, olmaz. Ben istediğim için değil, ikimiz istediğimiz için karnında bir ruh var." Nefes alamadım.
"Ben istemedim Cengiz, hiç istemedim." dedi soğukkanlılıkla. Telaş yanı duraksadı. Yerine cesur pozu kesen bir kadın geldi.
"Madem öyle," dedim, söyledikleri onun eseri olmasın diye yalvardım. "Uzak dur deseydin, dokunma, siktir git Cengiz-"
Deliye döndüm. Bir anlık öfke beni deliye çevirdi.
"Kendini zorlama, bu çocuk doğmayacak." dedi, net ve kesin şekilde.
"Ya ne olacak?"
"Olması gereken."
Suratıma sert bir yumruk yemiş gibi ağrıyla çekildim geriye doğru. Cehennem yanı başımda, cayır cayır parçalara dağıtmış, ölümün yüzünü göstermişti. Ansızın bir zamanın içinde mucize gibi haber aldım sanmıştım. Evvel günlerin kan sızmış toprakların yası duyduğum mucizeyle hayat vermişti bana. İki gözüm, kurban olup kendimi unutacağım kadın ise o hayatı elimden çekip götürmek istiyordu.
Hangi tarafa düşersem kırılmaz kolum kanadım?
Hangi sofradan ekmek bölmezsem, doyar gözüm.
Yirmi üç yaşından beri yetim bir adamın elinden hayallerini almak hangi akla, hangi vicdana sığar? En acısı, hangi kalp daha dünya yüzü görmemiş ruhun nefesini kesmek ister?
Kimsin sen Sahra,
Kimdin.
Ne yaptılar, nasıl yaraladılar,
Hangi yalanla yıkadılar masum ruhunu?
"Üzgünüm Cengiz Çelebi, senden bir parçayı bu topraklarda doğuramam," sanki yer sallandı, sanki kalbime ucu sivri bir demir parçası saplandı.
Anlamadım. Dediği hiçbir şeyi anlamadım. Kendimi aptal sandım. Aklı başından gitmiş, kendini hiç sanan öylesi varı yoğu bitmiş adam sandım.
Beni tanımadı. Beni hiç tanımadı. "Neden, bu topraklarda doğmayacak?" diye sordum, sormaktan çok kendimi yaktım. "Ne olmuş bu dilsiz topraklara?"
Sustu. Bana bakmadı ve sustu. Dudakları kapalı tüm diyecekleri dilinde asılı bıraktı. Sekeratı mevt oldu demek istedikleri.
"Susmayı tercih ediyorsan bugüne özel kalmasın," dedim son kez. Aklımı yitirecek konuşmalar döndükçe ben uğruna yaşadığım şeyi unuturdum.
Onunla zorla evlenmemiştim.
Ona zorla dokunmamış,
Zorla hamile kalmamıştı. Ne olduysa, ne olmuşsa iki kişinin rızası varken olmuştu. Sonradan değişen fikirler önemini yitirmiş, Sahra'nın farkına varması geç olurdu.
Bu konuların konuşması bile baştan aşağı saçmalık gibi geliyordu gözüme. Bircan Talu yattığım yeri yakmaya bile teşebbüs edecek kadar evliliğe karşı çıkmış, benimle yan yana kaldığı günler olursa onu şehirden etmekle tehdit etmiş Sahra tüm bunları kıymak kadar göz önüne getirmemişti. Şimdi, bir bebeğin varlığı söz konusuyken ve bu bilinçli bir şekilde alınmış bir karar iken diline aldığı cümleler nedense kulak asacağım derecede değildi.
Sahra kendini tamamen yan yana dizilmiş minderlere doğru uzattı. Dışarı çıkma gibi bir niyeti yoktu anladığım. Evde kalacaktı ama tek kalsın istemediğimden kapının çalmasını bekliyordum. Ben hastaneden çıkmadan evvel mesaj atıp geleceğini söyleyen adamı bekleyen gözlerim beklemeye devam ediyordu.
Söyleyeceği saatte geleceğini bilirdim. Onun dilinde yalan olmadığı gibi yanlış zaman bile yoktu. Tanıdığım, gözüm kapalı güvendiğim, canımı emanet etmekten bir adım geri durmayacağım tek şahıs oydu zira Sahra'nın düşünceleri benimle aynıydı.
Eve gelsin, yanında dursun istiyordum. Sırtımdan bir yükü daha bugün alsın istiyordum.
Sandığım gibi kapı çalmadı. Kapıdan ses geldi ama gelen şey kilit sesiydi.
Salonu giriş kapısıyla birleştiren noktada durdum ve yalnızca baktım. Kapının kilidi düştü, beklediğim kişi zile veyahut tokmakla gelmemiş kilidi açıp gelmişti. Buralara geldiğinde bir evi olduğunu bilsin diye anahtarları vermekten çekinmemiştim belki ömrüm boyunca çekinmezdim ama anahtarı şu an bir hacet var mıydı?
Beni gördüğünde ifadesini hiç değiştirmedi. "Hayrola yiğidim!" dedim, onu gören gözlerin sevinciyle. "Gizli göreve mi gönderildin?" Dudaklarını sıkıca kapattı.
Yüzünde gülümseme olmadı, hoş hiç olmazdı. "Estağfurullah Cengiz Ağa," dedi, "Kendi sesinizden başka sesleri duymaz olmuşsunuz, kapıda kaldım."
Sıfıra vurdurduğu saçları, ince bir su terazisine koyulmuş da çizilmiş kaşları, burnunun üstünde benden ona yadigâr küçük yarası ile gözlerini kısmış tüm suçu sadece saniye arayla bana kitlemişti.
Boynunu kaplayan aslı astarı olmayan yalnızca kendi için özel dövmelerinden birkaçı silinmişti. Bunu neden ilk bakışta fark ettiğimi bilmiyordum ama elindeki dut dolu poşeti bile sonradan görmüştüm.
"Kapıyı çaldın mı?" diye sordum.
"Evet, duymadın."
Başımı anladığımı belli edercesine salladım. "Hoş geldin," dedim. "Gözüm yollarda kalınca kulaklarım duymaz olmuş."
Yorgun argın bakan yeşil gözleri parladı. "Hoş buldum," demeyi ihmal etmedi. "Hayırlı habere de kulak misafiri oldum. Tebrik ederim." dediğinde dağ kadar geniş omuzları geriye çekildiğinde büyüklüğünü gösterdi.
Konuşmanın neresini hatta nereye kadarını duymuştu bilmiyordum. Hiç gizlemeden duyduğunu söylemesi onun için doğru olandı. Bizim için her şey yanlış iken hatta.
Sahra'yla onu en son üç ay önce görmüştük. Vedalardan nefret etmemizin en büyük nedeni kendisiydi. Şimdi ise hiç veda etmemiş gibi geri dönüp karşımıza dikilmesi can acıtıyordu.
Elindeki dut poşetini sağa sola sallamaya çalışması bir yana, gözünü salonun içerisine döndürmeye çalışması bir yanaydı. "Benim iki gözüm nerede? Aşermiştir belki." dedi, o an Sahra'nın sesi tahmin ettiğimden fazla gelmişti.
"Mahsun!" dedi evin kerpiçlerini yıkacak kuvvetle. Salondan koştu, sanki sabahın ortasında bayılıp hastanelik olan değilmiş gibi. "İstihkâmlı askerim!" diye bağırdı, heyecanla hevesle.
Mahsun...
Üç aydır görmediğimiz Mahsun.
Şehit Eşref Semercioğlu'nun geride kalan tek oğlu,
Mahsun Semercioğlu.
Güvenimiz,
Evimizin çatısı,
Gençliğimizin en özel parçası.
İstihkâmlı, bordo bereli askerimiz.
Buradaydı. Askeriyeden çıkışı çok önceden gerçekleştirmiş memlekete izni aldığı gibi gelmişti. Yanımıza geç gelmesi de annesinin yanına gittiğinden olsa gerek, şimdi gerçekleşmişti.
Mahsun yanımızdaydı. Benim, Sahra'nın hatta diğerlerinin yanındaydı. Böyle bir zamanda gelmesi sırtımı kuşkusuz yaslayacağım dostu getirmişti.
Denizin üstünde durmuş da kollarımı açmış kadar hafiflemiş his, Sahra'nın ona sıkı sıkıya sarsılmasından gelmişti. Sevinçten titreyen elleri, gözlerine toplanan yaşları onu ne denli sevdiğini bir kez daha açıkça göstermişti. Aralarındaki kardeşten öte bağ ben daha Sahra'yı tanımadan evvel vardı. Sahra'nın iki kardeşi vardı ama Mahsun'a duyduğu sevgi ikisini geride bırakacak raddedeydi. Vesselam Mahsun saf sevgiyi hak eden tek insanoğluydu.
Sahra'nın yüzü güldü. Acısını unuttu. Mahsun bunları yapmadı elbette ama onunda içi artık rahattı. En az benim kadar rahattı.
Doğu'nun topraklarında iki kişi ölmüştü. Yeryüzü mahşer alanı için gün bekliyor, ölüm nefsi her kalbin köşesine girmeyi yer bilmişti. Yalnızım sanmıştım, bir bebeğin varlığını bilmeden, dost dediğimi görmeden yalnızım demiştim.
Allah yüz parça yarattığı rahmetten doksan dokuzunu yanında bulundurmuştu fakat yerin yüzüne inen tek rahmet parçası imdadıma yetişmişti.
Evin içinde, yarının hatta belki birazdanın ne getireceğini bilmediğim noktasında refaha ulaşmıştım.
Salonun kapı ortasında duran bedenlere baktığımda bir taş göğsümden kalktı.
"Özlemişim sizi, yanınızda olmayı. Şükür," diyordu Mahsun, Sahra'nın aynı kendisine benzer gözlerine bakarken. "Bugünleri getiren Rab'a bin şükür, karnındaki yeni cana bin şükür."
Yeni can,
Bizden bir parça taşıyan yeni can.
Mahsun varlığının nasıl bir mucize olduğunu bilmeden evimize gelmişken artık telaşım fazla değildi.
Doğu'nun derdi binden fazlaydı ancak, Rab'a bin şükür diyen dil o derdi yarıya indirmeyi başarmıştı.
Ölümler olmasa, doğumlar olmazdı.
Dertler olmasa, inanç olmazdı.
Başkasının acısını bilmeseydim, acımı bilen olmazdı.
Bana acı verenin dermanı olmasa, ben olmazdım.
Heba ettiğim yanım duruldu ve ikilinin özlem dolu gözlerini izlemeyi sürdürdüm.
En azından birkaç saniyeliğine derya denizinde boğulmadan durmayı başardım.
Sahra, karnında taşıdığı can, bana can veren onlar.
Dünyanın zalim yüzüne, aramızda dolaşan katillerine tam duvar.
Sessizce, bekledim.
Fırtına öncesi sessizlik demeden, bekledim.
✿
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |