6. Bölüm

BEŞİNCİ BÖLÜM

Ayşegül
jmgul__

Düşünceler,
Zihni talan eden acımasız düşünceler.
Bir kapı eşiğinde intiharı sevdirecek hain istekler.

Benimle. Bugün benimle.
Günahın yolunda harcanan tüm bedenler aklım ucunda dönüp dolaşıyor. Yaralar ve izler, izleri yaratıp sarmayı bilmeyen zihniyetler.

Kan.
Her yer kanla dolup taşıyor. Kırmızı renk oluk oluk ortalığa saçılmış duruyor. Senin kaderin bu Cengiz Çelebi, senin kaderin kanın ortası diye bağırıyor her şey.

Hiçbir şey düşmanım değildi. Zihnimi köşeye sıkıştıran çıkmaz düşünceler hariç. Sonuçta kişinin başlıca düşmanı ya zihni, ya en yakını olurdu. Benimki zihnimdi.

Kolumdan ellerime dek uzanan kanla yeni bir sigara sarmaya çalışıyordum. Sırtım sanki ortadan ayrılıyormuş gibi hissettiğim yerde biraz ara verdim. Yalnızca iki saat geçmeden kesilen hayvan sayısı; otuz ikiyi bulmuştu.

Benim işim buydu. Doğu Anadolu yeni bir olayla kavrulmaya başlamıştı elbette ama işimi ikinci plana şimdilik atamazdım. Mezbahada değil de başka bir işte çalışmış olsam kepenkleri asla açmazdım ama hayvan kesimiyle uğraşmak- belirli illerin et ihtiyacını karşılamak elimi kolumu bağlıyordu.

"Nuri!" diye bağırdım verdiğim arada.

"Buyur ağabey!" diye karşılık verdi. Hayvanların derisini yüzmeye ara verdi.

"Danayı kesip çıkacağım, kalan küçük başları siz halledersiniz değil mi?" Nuri sorduğum soruyla birlikte biraz duraksadı. Elindeki bıçağı şakağına dayadı yine dalgınlığı tutmuştu. "Oğlum ne yapıyorsun?" diye bağırdım ta öteden. "Yüzünü çizeceksin!"

Kızgınlığımım sebebini bıçağı şakağında çektiğinde anladı ama bağırışım geç olmuştu. Nuri kaçan aklıyla yüzüne bir çizik bırakmıştı bile.

"Turgut!" dedim bu seferde. Nuri'nin üstüne gözlerimi diktim. "Ara ver sen, biz Turgut'la hallederiz."

Ensesini kaşıdı. Kırılmış gibi değildi ama biraz şaşırdığı açıktı. Sigaramı bitirmeden çöpe attığım gibi yerimden kalkıp elindeki keskin bıçağı aldım. Nuri doğma büyüme İstanbul'uydu. Doğu Anadolu'ya da askerliğini tamamlamasıyla dönmüş yeni bir dünyanın içine atılmak için gelmişti. Burada yönetim nasıl ilerler biliyordu, en azından kulağına gitmişti. Nuri özel bir adamdı, hatta annesi özel bir çocuk olduğunu da belirtmişti. Büyük şehirlerin hiçbirinde iş bulamadığından çareyi bu memlekete dönmekle bulmuştu. Beş yıl önceydi yanıma varması- iş istediğinde gözlerinde çalışma hırsı, belki de hayata tutunma adına bir neden istemesi. Hepsi hâlâ bile aklımda taze duruyordu. Geri çevirmemiştim onu, bir hastalığı var mı, insanlar onu nasıl görüyor... Hiçbirini düşünmeden yanıma almıştım çünkü çalışma isteği vardı. Başarmak isteyen ruhu gözlerinde kendine açıkça belli etmişti.

Nuri.

Nuri Çeltik.

Hem çırağım, hem iki gözüm.

Aklı bazen giderdi. Kendine bir zarar verecek diye ödüm kopuyordu ama her seferinde de başaracağına inancım tamdı. Beni hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu sanıyordum en başından ama asıl niyeti kendini hayal kırıklığına uğratmamaktı. Beş yıldır bu yüzden yanımdaydı. Annesine, babasına velhasıl kardeşlerine- eksik değilim yapabiliyorum demek için hata göstermeden deli gibi çalışıyordu.

Helal kazanç diye bir gerçek vardı ve o gerçeği son demine kadar başaran yalnızca Nuri Çeltik'ti. Benim gözümde kusursuz bir adamdı. Hiçbir kusuru olmayan, hayatın önümüze sürdüğü yoldan düşmeden dimdik yürümeye çalışan insanın oğluydu.

Hayatıma girdiği günden bu güne soğuk renkli dünyama, sıcak renklerini katmayı ihmal etmemişti.

Bahsettiğim elbette kanayan şakağı değildi. Yüzünün santimine damla damla kan düşerken karşımda durdu. "Ağabey devam ederim vallahi," dedi.

"Kanı..." dedim, onun dediklerini duymadım. "Yüzünden sil önce, sonra yaranı kapat. Dışarıda biraz nefes al, gel zaten burası size emanet olacak." Kalbini kırmaya lüzum yoktu, en önemlisi yanlış düşünmesini istemiyordum.

"Öyle mi diyorsun ağabey?"

Omuzlarına dokundum. "Öyle diyorum aslanım, hadi." İkiletmedi. Satırı, kasap önlüğünü hepsini tek seferde çıkardı temiz bir alana bıraktı.

Turgut, Nuri'nin mezbahada çıktığını görür görmez onun görevini üstlendi ve bu seferde kasap önlüğünü giyen kendisi oldu.

"Bizimkinin kotası doldu galiba," dedi, aslında çok bile dayanmıştı. "Otuz iki kesim, iyi dayanmış."

Ne derece konuşursa konuşsun çalışkan yanı Nuri'ye asla yetişmeyen adamın takındığı tavır beni rahatsız etmişti. "Allah'ın izniyle otuz üçüncü kesimi de bitirelim, bakarız kotalar dolu mu boş mu?"

Söylediği cümlenin ağırlığını kendi tarafına geldiği zaman anladı. "Danayı indiriyorum," dedi hiç uzatmadan. Hoş uzatacak bir yanı kalmamıştı.

Bıçağımı bıraktığım yerden aldım ve kesim işlemi için mezbahanenin yüksek tarafına yürüdüm.

Ellerim kesimin ortasına geldiğimiz gibi adeti bozmadan titremeye başladı. Bunun nedeni koluma haddinden fazla yükleniyor olmamdı. Hayvanların kesimi, derilerin çıkarılması, sakatatların ayrımı... Hepsini üstlenip Allah'ın verdiği cana haddinden fazla yük bindirmiş olmam böyle bir sorunu ortaya çıkarıyordu. Titreme devam ederdi, hatta akşama kadar sürerdi. Hem kesim, hem dağıtım bedeni yoruyordu. Bugün diğer günlere göre yoğun işler yapmayacaktım ama yorgunluğu çoktan üstüme çekmiştim.

Dikkatimi bozmadım. Bıçağı sıkıca kavradım. Turgut danayı her zaman olduğu gibi ip sistemine bağlı şekilde kesim yerine bıraktı.

෴⁠

Şehirler ve insanlar.
Bir yere varmayan yollar, bir kapı açmayan ellerin ortasında yaşayan ruhlar.

Mezarlar, toprağın açılan derin bağrı mezarlar. Ölü ruhu sıkıca sarıp içine alan, onları çürütüp Rabb'e teslim eden dilsiz çukurlar.

Kabristan tarafına ilerleyen adımlarım şimdi de beni çürütüyordu... Anladım illa ki ölmek gerekmez, bazı ölümlerin adını duymak bile çürütürmüş insanı anladım. Otuz üçüncü yaşımda anladım.

Omuzlarıma bırakılan tabutta asıl ağırlığın içimde dirildiği öyle açıktı ki, bacaklarım daha ileriye gidemez sanmıştım.

Dokuzuncu yılın içine girmiştik ve tek bir insanoğlu- kardeşi insan tarafından ölmemişti. Ölümler olur derdi Seyrani Efendi, mutlak ölüm daim kapıda bekler, bir nefis bir sebep yeter demişti hatta. Haklı çıkmıştı. Onu haklı çıkaran dünyanın üzerinde defin için doğdukları köyün mezarlığına ilerledik.

Fevzi, Kerim Babil, Raşit Babil ve ben merhum Kasım Babil'in tabutuna omuz verirken kulaklarıma yankı yapan çığlıklar bir ok gibi göğsümün ortasını deşmişti.

Zalimsen eğer, zulümle yanarsın.
Zulüm içinde nefes kesmeye çalışırsan nefesin kesik hâlde kendini bulursun.

Cansız bedeni taşıyan kollarım sanki yeryüzünün tüm günahlarını sırtlayan bir adamın kalbini taşıyor hissini yaşattı. Seyrani Efendi haklı mıydı, rahmet eksik miydi? Düşündükçe ayaklarımın dermanı tükendi.

Ziynet Babil bağırıyordu. Gözüm henüz onu görmemişti ama simadan önce ses azabın en ağır olanını yaşatmaya başlamıştı. Kardeşlerden Serkan'ın cenazesi ilk yere bırakılan oldu. Sonra Kasım. İnsanlık vazifesini yapan bizler yükten kurtulmuş gibi geriye çekildik.

Başım önümde durdu. Bilmiyordum, suçlu hissediyordum... Sanki birazdan biri yakama yapışıp tüm bu olanların suçlusu sensin diyecek gibi. Bekliyordum, suçlu muydum onu da bilmiyordum. Allah biliyor her ölümün önüne geçmeye çalıştım. Kuldan ölüm gelmesin diye canımı bile feda edecekken şimdi katil benim dercesine etrafa bakmadan eğik başımla duruyordum.

İmam duayı okudu. Kerim ve Ziynet'in sesi bir an olsun durmadı. Merhum bedenler toprağa bırakıldı. Kabirlerin ağzı kapandı. Başınız sağolsun diyenler çoğaldı. Birazı dağıldı ama kin kusmak isteyenler mezarlığın uzağına gitmeden bekledi. Ölümleri sıradan sayanlar çoktan evinin çatısına varmıştı elbette ama bir kesim, Allah korkusu olan kesim eve gitmek ne bilmedi.

Hakkını helal edenler, Allah rahmet eylesin diyenler hepsi görevini tamamladı. Gözler artık bizden bu kadar derken ben hâlâ bile yerimden ayrılmış değildim.

Âlim Seyrani Efendi herkesin önünde durmuş bugünlük yükümü sırtlamak için gelmişti. Bilinen ve saygın yüzler arasında yer alan Abdal Aziz Efendi ise eksik kalmadan mezarlığın içinde duruyordu. Tanıdık çok yüz vardı, bilinen, hürmet edilen- sevilen sayılan. Hepsinin farkındaydım ama kendi içimde kurduğum mahkemeden sıyrılıp kimsenin arasına giremiyordum. Yalnızca Kerim Babil'in yanında bekliyor, acısını izliyordum.

"Öldüler," dedi Kerim gözündeki yaşlar yüzüne düştü de dokunmadı. "Dünya hevesi onları öldürdü. Hep fazlasını istediler, gözleri doymadı. Kalplerine işleyen kibir, peşlerine takılan ahlar onları öldürdü."

Çok ağladı Kerim Babil.
Nefes ala ala, nefesi yitip gidecek derece ağladı.

"Yapamadım Cengiz Çelebi, hakkıyla bir baba olamadım," dediğinde ne kadar yanıldığını ona söylemek isterdim. Aslında senin suçun yok Kerim Babil, azmış kendini kaybetmiş ruhların önüne ne babalığın ne nasihatin önüne geçebilir demeyi çok istedim. Yapamadım, bir acıda benden gelmesin diye susmayı tercih ettim.

"Nasıl yaşayacağım bilmiyorum, Rab onlara merhamet etsin." dedi, titriyordu bedeni. Günahların farkındaydı, ruhu kabul etmiyordu. "Bu yük bana ağır, bu acı katlanılmaz." dediğinde titreyen dudaklarını birbirine bastırdı.

Ne zaman bir başkasının acısını görsem sanırdım ki tek acı ona verilmiş. Ne zaman ki yangına düşmüş yürek görsem, dünyanın tüm ateşleri söner sanırdım. Evim barkım şimdi küle dönse Kerim Babil kadar acıyı ağırlamam. Neden başkasının derdi beni böylesine yaralıyor, derman bırakmıyordu?

Kerim Babil koluma dokundu. Kendini toplamaya çalışıyordu ama mezarlığa toplanan insanlığın dağılmasıyla feryadı artan Ziynet'in sesi onu daha dağıttı.

"Metanetli ol Kerim Ağa, bugün metanet senden yana olsun." dedim düşmeye yakın bedenine engel oldum.

Evrenin bir nokta kadar yer kaplamayan memleketini kurtarmak istedim. Kahraman değildim, halden anlayan ve daha başka haller perişan olmasın diye coğrafyanın bağrına dokunmaya çalışan zavallı bir insanıydım.

Onu da yapamadım.
Dökülen gözyaşlarını gördükçe kendimden nefret ettim.

Islak toprağın üzerinde gezinen rüzgar başka yüzleri görmemi sağladı.

Albay Melih, Polis Memuru Yavuz başsağlığı için mi, başka bir şey için mi bilmediğim durumdan ötürü mezarlığın yakınına gelmişti. Hemen onların yanında duran ve bir konuşma içerisinde olduğu Asmin Babil'i de uzaktan seçmiştim. Kuğu Babil'de aynı şekilde.

Kuğu.

Kuğu Babil. Kerim'in en küçük çocuğu, ölenlerin kız kardeşi Kuğu Babil.

Albay'ın yüzünden çekilen yüzü beni buldu. Beni bulduğu yerde memnuniyet yoktu. Açıkça bir nefret, gizlenmesi mümkün olmayan öfke öylece gözlerinden fışkırıyor bana uzanıyordu. Suçlu sensin dercesine, sebep sensin demek yerine bakıyordu. Bakışı kısa sürdü. Yanından duran kim varsa görmezden geldi. Bana doğru hoyrat adımları toprağın yüzüne bile azap çektirecek derece ağır atılırken yanıma yaklaşması, göğsümün üstüne kuvvetli bir yumruk geçirmesi hepsi saniyeler içinde olmuştu.

"Adalet!" diye bağırdı, göğsüme sayısız yumruk indirdi elleri. "Senin adındı Cengiz Çelebi, adalet de kanun da sendin!" Elleri acıtmıyordu ama sözleri, titreyen sesi, acıdan kısılmış gözleri varlığımı tam ateşin ortasına bırakıyordu. Yanıyordum, beni suçlu bulan kişinin karşısında cayır cayır yanıyordum. Ve o kişi çocukluktan bugüne arkadaşım olan kişiydi. Kuğu'ydu.
"Ölümlerden kaçan sen, ölümleri sevmeye mi başladın?"

Son sözünden sonra araya Melih Albay girmeye çalıştı ama ellerimle durdurdum. Kuğu doğru yerdeydi, nefret kusması hesap sorması gereken kişi bendim. Ve doğru yerden içi rahat etmeden ayrılmasını istemiyordum.

"Konuşsana lan!" diye bağırdı dayanamadı. "Gözümün içine bakıp sessiz kalma! Konuş, bir neden var elime, seni suçlu bulan bana bir neden göster." Gözyaşları ateş açan gözlerinden döküldü, döküldü boynuna uzandı. Masmavi denizi andıran gözleri şimdi bir yangını yaşıyordu. Çare bulamıyordum, konuşamıyordum.

Kolumdan itekledi en son. Böylesi bir nefreti ağırlayan bedeni bir katili değil, beni bulurdu.

"Allah'ın belası! Konuş!"

"Kuğu yeter!" dedi Kerim Babil, gözyaşları içinde engel olmaya çalıştı ama kolundan tutup izin vermedim.

"Karışma Kerim Ağa, içindekileri döksün karışma." dediğimde duraksadı.

"Piç!"

"Kuğu," diyebildim. Piç diyen sesine karşılık. Bu lafa kadar geldiyse gerçekten benden bir şeyler duymak istiyordu.

"Kimseye bir zararı dokunmayan kardeşlerim neden öldü Cengiz?" diye sordu, nefesi daha yakınıma sokuldu. Kimseye bir zararı dokunmayan, öyle mi? Hiçbir zarar... "Adaletin serbest bıraktığı adamlar öldü, kardeşlerim Cengiz öldüler. Mülkün temeli bile özgür bırakırken toprağı neden hak gördüler?" diyen sesi gitgide alçaldı.

Parmakları uzandı kolumu sıktı. Ziynet ve Kerim araya girmeye çalıştı ama Kuğu'nun gözü şimdilik hiçbir şey görmüyordu.

"Kardeşlerin..." dedim, ellerim yanıyordu, sesim acıtıyordu. "Doğu Anadolu'ya silahı getiren onlar. Piç diyorsun öyle mi Kuğu, şehit babamın arkasından piç demeye dilin varıyor madem kulağını aç dinle." Parmakları bileğime indi. "Yirmi kurşun aldı kardeşlerin, Kalaşnikof silahı ile birlikte!" Yeri zamanı değildi ama kimsenin haksız laflarını yemeye de sabrım kalmamıştı.

"Yalan söylüyorsun!" dedi hiddetle.

"Gözümün içine bak Kuğu, suçlu mu arıyorsun tamam buradayım, için mi yanıyor yine buradayım ama şehit ruha kadar dil uzanmasın." Bir kelam, bin kaleye yıkar geçerdi. Tıpkı Kuğu'nun acıdan duymadığı sesi gibi. "Sonsuza kadar birini hırpalamak istiyorsan, yine buradayım. Sakın unutma, kaçmadım kaçmam." Sonra derin bir nefes aldım. "Yalnız sende unutma ki kardeşlerin kendi ölümüne sebep oldu."

Gevşeyen parmakları yeniden sertleşti. Hemen yanımda duran Ziynet- Kerim çifti duydukları yeni gerçeklere dumur olmuş vaziyette bana baka kaldılar. Bu canımı yakmıştı ama gerçekleri ölene kadar saklayamazdım.

"Ağzından çıkanı-"

"Kulağım duyuyor evet," diye tamamladım Kuğu'nun sözünü. "Kardeşlerin birini öldürmek istedi- belki de birilerini- yirmi kurşun yalnızca bir bedene saplanacak değil ya?" dediğimde gerçeklerin ağırlığı kendini gösterdi. "Allah rahmet eylesin, mekanları cennet olsun ama öldürmek isterken öldüler. Bu gerçeği sakın aklından çıkarma Kuğu."

"Hâlâ bir suçlu arıyorsan, buradayım." demeyi ihmal etmedim.

Masmavi gözleri bana baka kaldı. Artık yaş düşmüyor, nefret saçmıyordu.

Kerim Ağa yanımda, "Cengiz." dese bile duymazdan geldim.

En başta ölüm haberi beni tam bir yasa boğmuştu. Sonra ölümün asıl çıkış sebebi ortaya dökülmüş, kurşun saplanan bedenlerin sandığım kadar günahsız olmadığını- hatta dökülen kanında öylesine dökülmediğini anlamıştım. Ben anlamıştım, pekâlâ beni suçlu bulan gözler neden anlamaktan geri dursun? Madem kartlar açıktı, madem bir suçlu bulmaya meyilli herkes asıl suçun nereden başladığını bilmeleri gerekmez miydi, ederdi.

Bencillik değildi.
Bu bencillik olamazdı.

Silahı Babil kardeşlerden alanı merak ediyordum, ölümlerin önüne geçip bir düzeni alaşağı etmeyi düşünmeden davranan kişiyi deli gibi merak ediyordum.

Onlar etmiyor muydu?

Kuğu güç bela ayakta kalmayı başardı. Etrafımız çok geçmeden insanlarla dolup taşmaya başladığında bunun bir sirk gösterisi olmadığını dile dökmek istedim ama gördüğüm yeni yüzlerle kelimeler boğazımdan çıkmadan geri tıkandı.

Melih Albay, Yavuz, Asmin, Abdal Aziz Efendi ve Bircan Talu. En az kalabalığın meraklı gözleri kadar merakla ben ve Kuğu'ya dönmüş izliyorlardı. Gözleri yediğim laflardan başımı kaldırdığım anda görmüştüm.

"Burası!" dedim gür bir sesle kalabalığa doğru. "Ölülerin yeri, meraklı gözlerinizi geriye çekin ve dağılın!"

Fısıldayanlar arttı.

"Sesinizi de aynı şekilde!" diye yeni bir uyardı bulundum. Seyircisi bol bir dizi çekimi olmuyordu. Doğu Anadolu toprağında, toprağın dahi bağrını kabartan bir ölüm ölmüş ise herkes nerede durması gerektiğini bilmeliydi. "Bunu hatırlatmam ne acı..." Hemşehrim dediğim insanların şimdi yalnızca iki lafa kulp bulmak için dikilen gözleri inandığım coğrafyanın kaderini önüme çıkarmıştı.

İstersen kendini bin parçaya böl Cengiz Çelebi, bazılarının ruhunda insanca yaşama arzusu yoksa, cehalet başını kaldırır.

Emeklerin Cengiz, hayatından ödün veren isteklerin, şimdi hangi birine değdi?

"En sevdiğinden başlayacağım..." diye fısıldadı Kuğu, hiç beklemediğim anda. "Ondan başlayacağım ve acımız eşitlenecek." Öne sürdüğü tehdit ile başıyla hemen arkamı işaret etti.

Asmin, Kuğu'nun dediklerini duydu ve engel olmak adına, hatta geriye çekme isteğiyle onu kolundan tuttuğu gibi geriye çekti.

"Saçmalıyor Cengiz," dedi Asmin hayal kırıklığı sesine, onun adına utanç gözlerine düştü. "Uzaklaş Kuğu, kardeşlerinin mezarı sana fazla." diye sitem ederken ben kastettiği kişiye çevirdim gözlerimi.

Ondan başlayacağım.

En sevdiğinden.

Gördüğüm yüzle canımın acısı ikiye katlandı.

Sahra.

Tam orada duruyordu. Kuğu'nun işaret ettiği yerde öfkeden deliye döndüğünü ta uzağında hissettiğim ama durmak için kendini sıktığını görüyordum. Belki de onu durduran hisleri değil düşündüm hemen sonra, çünkü önünde Lila Babil duruyordu. Lila renkli maskesini takmış, başını küçük bir fular ile kapatmış yaşına rağmen cesaretiyle bana bakıyordu. Sahra'nın elleri onun omuzlarında durmuş, tam göğsüne denk gelen başı bir felaketin önüne geçmişti

Bilmiyordu.

Kuğu daha gözden kaybolmadan fısır fısır konuşan ve Doğu'nun saygın adamları olarak bilinenleri adeta dolduruşa getirmeye çalışan Bircan Talu da radarıma takılmıştı.

Kuğu birkaç adım daha attı. Hâkim Hanım onun uzağa gitmeyen yanından kendine bir pay çıkarma hırsıyla öne atıldı. "Doğu'nun hükümdarı..." dedi dudağına alaycı bir ifade ekledi. "Senin izinde yaşananlar, görüyor musun?" diye sordu, başka zaman olsa beni insandan saymayacak kendisi şimdi her lafı üstümden atıyordu.
"Ey ahali!" dedi hiddetle. "Yönetimiyle yaşadığınız adama dönün bir kez daha bakın!"

Tek amacı kalabalığı üstüme çekmek olan Bircan Talu, oğullarını kaybeden ailenin acısını hiçe saydı. İnsanlığın bu denli bencil olması bir kez daha beni yaraladı.

Köy kabristanında konuşulacak şey miydi? Dile alınacak söz müydü, yaptığı doğru muydu?

Düşünmüyor muydu Bircan, aklı eriyordu muhakkak ama nefretin gözünü bu denli kör etmesine nasıl izin vermişti. En önemlisi insan bunu kendine neden yapardı?

Utandım. Başkaları adına utandım.

"Hâkim Hanım!" diyen Kerim Ağa öfke kustu. "Ne yeri, ne sırasıdır!" diye yüklendi. "Haddini bil, yerini unutma. Cengiz Çelebi'yi yargılayacak kişi sen değilsin, senin yerin adalet makamıdır. Burası değil," demesi Bircan Talu'nun suratına tokat gibi geçmişti. Afalladığı her hâlinden belli olan yüzü geri çekilmedi, onun yerine Ziynet- Kerim çifti uzaklaştı. "Taziye evine gel Cengiz evladım." diye son kez konuştu Kerim, en sonunda tamamen gitti.

O an bize doğru çevrilmiş binlerce göze karşı metanetli olmaya çalıştım. Kızmadan, bağırmadan... Sabır ede ede derin nefesler içime çektim. Onun kızı biraz uzağımda beklerken aklım durmaya yakındı. Kuğu'nun acılı tehdidi değildi beni korkutan, söyleyeceklerini yapabilecek kadar korkusuz olmasıydı. Çünkü Kuğu'yu çocukluğumdan beri tanıyor, neler yapabileceğini en iyi ben biliyordum.

"Bircan Hanım," dedim sessizce. "Sizin derdiniz benim, başkalarının acısını kendi çıkarlarınıza meze yapmaktan vazgeçin." Gözleri kısıldı. "Öfke sizi ele geçirmesin zira, işiniz vicdanla başlar yeminle bitiyor biliyorsunuz." dediğimde cümlelerime zerre kulak asmadı.

"Değil sen bana dert, kıymık olsan parmağımda hissedilmezsin." dedi aynı benim ses tonumla. "Hesap vereceksin, dürüst adam kişiliğin arkasına sığınıp masum rolü kesmene izin vermeyeceğim." İşaret parmağını bana doğru salladı. "Seni de yönetimini de bu coğrafyanın sınırına iteceğim."

Bana karşı nefretini gizleme telaşına girmedi. Açıkça o nefreti ölülerin bulunduğu yerde belli etti.

"Yaparsınız Bircan Hanım, önce bir yargı önüne çıkın her şeyi yaparsınız," dedim ve demek istediğimi ikinci bir anlatıma gerek duymadan anladı. "Ama izin verin Babil'lerin yası dinsin, ailenin yarası kabuk bağlasın her şeyi yaparız/sınız."

"Sen kimsin lan, kimsin de benden hesap soracaksın?" Dişlerini sıktı.

"Cengiz Çelebi Alkas," dedim ismimi sorduğunu varsaydım. "Ekstra olarak müstakbel damadınızım."

Aşağılayıcı bakışları o an dondu kaldı.

"Ne konuşuyorsun?"

"Tutuklanmaları kesin olan iki kardeşi salıverdin. Onları kinle dolup taşan milletin önüne hiç düşünmeden, bile isteye attın." dediğimde aynı Sahra'ya benzer gözleri açıldı. "Adaletinden bugüne kadar şüphemiz yoktu amenna ama planlı işlerin döndüğü bariz. Sende en az Doğu halkı kadar iyi biliyordun ki öfkeli insanlar zarar vermeden durmazdı." Atladığı konular şimdi yüzüne tek tek çarpıyordu.

Sinirden dişlerini sıkıp bir kelam edecekken izin vermedim. "Kasım ve Serkan'ın yeri dışarı değil, demir parmaklıklar arkasıydı. Adaletin şaşırttı Bircan Talu." daha keskin baktı. "Şimdi kim hesap veriyor, bir düşün."

İnsanların uğultu eşliğinde çıkan sesleri aslında bir gerçeği açıkça ortaya sermişti. Bircan Talu adaletine inanırdım, diğer ihtimalleri düşünmemiş olsaydım evet inanmaya devam ederdim. Yalnız artık değil, gözümün önündeki perdeyi çekip bu işin inine kadar inmeden rahat nefes almayacaktım.

Eşimin annesi bile olsa adaletten şaşanın cezası verilecekti.

Daha konuşacaktı bildiğimden dinleme gereği duymadan önce kalabalığı sıyırdım. Sonra insanların dağılmasına sebebiyet verdim.

Yalnız Sahra'ya giden adımlarımı durduran yine Bircan Talu'nun kelimeleri oldu. "Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz Cengiz Alkas," dedi gram korku hissetmeden. Ve sanırım dediği her şeyi açıklıyordu. Alın yazısı ne ise, o olur diyordu kısaca. Aşırı kusurlu görünmesi bu sözleriyle kesinleşmişti.

Yüzümü ona döndüm ve kendini açıkça ele veren konuşmasına karşı sadece alaycı bir tebessümle baktım. Sanırım anlamam sanıyordu ama artık biliyordu ki anlamıştım. Sonraya Hâkim Hanım, sonraya.

Önceliğim Sahra'nın yanına gitmek oldu. Buraya niye geldiğini, üstüne Lila'yı neden getirdiğini merak ediyordum. Mantıklı bir açıklaması olacaktı elbette. Açıklamasından hemen ise buradan gitmesi, güvenliğini sağlamak başlıca yapacağım şeydi. Kuğu'ya güvenim olmadığı gibi Babil halkına da güvenim yoktu. Sebep olarak beni göstermeleri bir hata yapabilecek cesareti verebilirdi. Sahra'yı ne kadar az göz önünde bulundurursam içim o kadar rahat ederdi. Tabi nasıl tepki verir- orasını yalnızca Allah bilirdi.

"Cengiz ağabey!" diye sevinçle konuşan ilk Lila oldu. "Seni görmeyi beklemiyordum..." dedi sessizce gözlerinde saf bir mutluluk mevcuttu. "Nasılsın, neden hastaneye hiç gelmiyorsun?" diye sorduğunda yapabildiğim yalnızca ona sıkıca sarılmak olmuştu.

"Soruların boyunu geçmiş bakıyorum?" dedim alayla. "Bırak bir nefes alayım."

Çekinir gibi oldu. "Özür dilerim," dedi mahçup hâlde.

Sahra baka bırakmadan, "Ağabeyin şaka yapıyor Lila," dedi. "Fazla mı nazlı oldun sen, hayırdır?" demesiyle Lila'nin yüzüne sahte bir kızgınlıkla bakıyordu. "Ne konuştuk seninle?"

Lila omuzlarını indirdi. "Alınganlık yok, üzülmek yok, kırılmak yok." dediğinde Sahra ona gülümsedi.

"Aferin."

"İkiniz," dedim parmağımla gösterdim. "Burada ne yapıyorsunuz?"

Öldürücü bakışları gözlerine ekleyen Sahra birden rahatsız oldu. "Niye ne yapıyoruz, gelmemiz yasak mı?" dedi aniden. Çabuk öfkelenmişti. Bekliyordum ama bu kadar hızlı değil.

"Yasak değil elbette, sadece tehlikeli." Hiç saklama gereği duymadım.

"Neye göre kime göre?"

"Sahra," dedim hiçbir şey olmamış gibi davranması kanıma dokunuyordu. "Birkaç günlüğüne yalnızca, Babil'lere görün istemiyorum. İnsanların acısı fazla ve bilirsin acılar kolay hata yaptırır."

"Hâlâ hâlâ, ne yapacaklarmış?" dedi zerre ciddiyeti yoktu. "Kuğu denen kadın mı tehditler savurdu, annem ya da?"

"Kimse hiçbir şey diyemez Sahra, dese de dediklerini yapamaz. Önlem şart diyorum sadece!" dediğimde farkında olmadan sesim yüksek çıkmıştı. Lila kendini biraz geriye çekti.

"Pekâlâ," dedi ama tınısı pek âlâ gelmemişti. "Hastanede kimse kalmamıştı. Babil'lerde yani kimse yoktu ve Lila dışarı çıkmak istedi. Aslında Ziynet Hanım'ın yanına gelmek isteyince hayır diyemedim, birlikte buraya geldik." Yalan söylemeyeceğine biliyordum.

Lila lösemi kan kanseri hastasıydı. Maskesini takması, başını kapatması, sürekli neşe ile konuşup hiçbir şey umursamıyor oluşu tamamen hastalığından ötürüydü. Kerim Babil, Lila'nın öz amcası olurdu. Ailesi hayatta olmadığı için bir nevi artık onların çocuğu sayılıyor, tüm bakımı ihtiyacı üstleniyorlardı. Tabi Sahra hepsinden çok daha düşkündü Lila'ya, zaten şimdi gülüyor olması hiçbir düşünceyi kafasına takmayıp iyileşmeye çalışması da tamamen Sahra'dan kaynaklı bir durumdu.

Lila'nın dediklerini ikiletmezdi asla. Ne isterse, o an elinden geliyorsa yapar gözü kimseyi görmezdi.

Şimdi buraya gelmiş olması da bundandı. Beni, başkasını hatta Babil'leri hiç sayması yine Lila içindi.

"Sahra ablayı ben getirdim," dedi Lila, kara gözlerini üstüme dikti. "Hastane çok sıkıcı, çok!"

Sadece kendi için yaşayan Sahra'ya baktım. "Kabristan iyi bir seçim yani, öyle mi?"

Derin bir of çekti Sahra, "Off Cengiz, of!" dedi alçak sesle.

"Cengiz'in kurban," dedim uhuvvetle. "Yorma beni, cenaze evine gideceğim sizde güvenli bir yere geçin aklım kalmasın." Lila'nın yanaklarını sıktım. "Tamam mı Junior Deli Düvel." Başını salladı.

Mezarlıkta bulunan herkes neredeyse dağılmaya başlamıştı. Tabi arkamda bıraktığım Hâkim Hanım hâlâ duruyor, bizi izliyordu. Sahra'nın yanına gelmek istediği açıktı ama benim burada durduğumu görmesi onu da geride tutmuştu. Bilhassa Sahra onunla görüşmez, konuşmazdı.

Gidiyordum. Rahatça gelebilir, kızıyla konuşup benim gibi bir adamla ne demeye imam nikahı kıydığını rutini bozmadan anlatmaya başlardı. Nikah tarihi belliydi ama Sahra'nın babası yurtdışından dönmediği için o da askıya alınmıştı. Ve elbette dökülen kanın sorumlusu olarak gördüğü ben için iftiraları dizmeye başlardı.

Sahra'nın ellerini tutup geri bıraktığımda yüzü aniden kirece döndü. Ayakta durmakta güçlük çektiği açıkça belli olurken ona baka kalmıştım. Rengi tıpkı bu sabah kahvaltıda olduğu gibi olmuştu. Korkmaya başladım.

"Sahra?" dedim ani telaşla. Göz kapakları düşmeye başladı. "Ne oluyor?" Yanıt vermedi.

Yanıt vermeden sersemledi.

Gözleri açılmakta zorlandı.

Burnundan kanlar sadece iki saniye içerisinde hızla akmaya başladığında bacakları artık onu tutmadı ve tam toprağın üstüne düşecekken girdiğim muhataranın içerisinde onu tutmayı başardım.

Ama.

Kan durmuyordu.

Gözleri tamamen kapanmış, kolundaki ruh adeta çekilmişti.

Sahra, birdenbire kollarımın arasına düşmüş, kendini kaybetmişti.

Endişeyle, "Sahra." dedim birlikte toprağın üstüne düştük. Tüm gücüm, ruhuyla birlikte bir ağrıya battı. "Biri yardım etsin!" diye bağırdım. "Çabuk!" dedim ama kimse duyuyor mu bilmiyordum.

Sahra Talu kollarım arasında baygın hâlde gözlerini kapalı tuttu. Burnundan akan kan saniyeler içerisinde toprağa düştü. Bir anda, sadece bir anda ne olmuştu?
Bilmediğim bir zarar çabucak gelmiş miydi yoksa, düşüncelerin kurbanı mıydım?

•••

Her paragraf beni kardiyoloji bölümüne gönderiyor...

Yeni yazılmış bir kitap beni böylesine yaralamaz,
Sandım.

Her şeyin bir sebebi, açık nedenleri olacak. Lütfen okuyan varsa yarım bırakmayı aklının ucundan bile geçirmesin.

Çelebice bambaşka bir dünya.
Mahrum kalmayın.

Sevgiyle, sağlıkla kalın.

Bölüm : 19.08.2024 10:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...