
Bu bölüm Cengiz Çelebi'den. Diğer bölümlerde muhtemelen ondan olacak. İlahi bakış açısıyla bölüm gelirse bilgilendirme yapacağım.
Karakterlerin günleri birbirine yetişti. Bundan sonra ikisinin de zamanı aynı.
Kısaca kitap şimdi başladı diyebiliriz.
Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen.
Keyifli okumalar.
🧭
İçine düştüğüm düşüncelerin acımasız tarafı beni yatağın içinde bile rahat bırakmaz iken gözlerim açılmaya zorlanıyordu.
Odanın içine dalan gün ışığı bir yana dursun, hemen yatağın yanında gelen titreşim sesi de bir yana, sabahın vaktinde zulmü yaşatıyordu.
Ses Sahra'nın çantası içinden geliyordu. Göz kapaklarını kaldırdığım gibi çantaya uzandım ve rahatı kaçıran telefonu içinden çıkardım.
Hâlâ bile bulanık gören gözlerimi sıvazladım ve arayan kişinin ismini okudum. Bircan yazıyordu küçük harflerle. Annesi Bircan, Bircan Talu.
Saat sabahın yedisi olmuştu. Gördüğüm ilk isim de Sahra'nın anne adı oluyordu. Annesini anne diye değil de Bircan diye kaydetmesi hâlâ bile aralarının ne denli limoni olduğunu kanıtlıyordu.
Sahra tam olarak böyle bir insandı. Canını sıkan annesi bile olsa istisna tanımaz rehbere koşar değerden düşerdi. Bazen şaşırmıyor değildim tabi telefon daha ısrarla çalmaya çalışmasaydı şaşırmaya devam edebilirdim. Öyle bir şansım yoktu. Birkaç saniye açmayı düşündüm ama sonra benimle konuşmak istese beni arardı diye hatırladım.
Telefon durmak bilmediğin de Sahra'nın omuzlarına dokundum ve yanağını öptüm. "Telefonun Sahra," dedim artık uyanması gerekiyordu. Beni yine duymadığında en huylandığı yere doğru elimi uzattım.
Dizinin alt kısmına elim değdiği gibi, "Ne oluyor!?" dedi, gözleri kapalı hâlde doğruldu.
"Telefonun çalıyor," dedim ama o an arama durdu. Sonrasında telefonun ana ekranına on beş cevapsız arama bildirimi düştü. "Sürekli." dediğimde gözlerini öfkeyle açtı.
"Bunun içinde huylandığım yere dokunmayı mı doğru buldun?" dedi, gözlerinden adeta ateş çıkıyordu.
"Ne yapayım, başka türlü uykudan kopamıyorsun?" dedim, beni bu durumda hatalı görmesi çok saçmaydı.
Saçlarını karıştırdı ve sakinleşmek için derin derin nefes aldı. Telefon yeniden çaldı. "Kim arıyor?"
"Annen." Telefonu ona uzattım.
Hayal kırıklığı üzerine telefonu elimden çekti aldı. Aramayı yanıtlayacak sandım ama o deli tarafını hiç bozmadan telefonu sertçe duvara fırlattı. "Annemmiş," dedi sinirle.
"Önemli bir şey olabilir Sahra, açsaydın." dedim, dayanamadım. On beş defa araması normal değildi. Bunu neden anlamıyordu?
Sabahın ilk saatleri içerisinde onu böyle öfkeyle uyandırdığım için kendimden nefret ettim. O ise sesi kesilen telefonu hiç bakmadan, dediklerimi duymadan göğsüme uzandı. Onunla birlikte sırtım geriye doğru yattı.
Bu anının başka günlerde olsa nasıl bir huzur vereceğini iyi biliyordum ama şimdi... Huzur tümüyle silinmişti. Saçları arasına bıraktığım öpücükle doğruldum. "Kalkmamız lazım," diye hatırlattım. O günler öncesinde olanları unutmayı tercih etse de gerçekler hayatımızda yer alıyordu. "Kahvaltı edip çıkacağım," dediğimde memnun olmadığını belli edercesine göğsümden kendini çekti.
"Pekâlâ," dedi yataktan çıktığı gibi üstünü çıkarmaya başladı. "Sen kahvaltıyı hazırlayacak mısın, ben duş alana kadar?" diye sordu, ölüm kokusu üstünden gidecekse evet kahvaltıyı hazırlarlardım.
"Hallederim," diyerek kalktım.
"Aslında..." diye mırıldandı, "Birlikte duş alsak fena olmazdı?" diye bir fikir yöneltti. Cidden mi Sahra, cidden sen misin hayatımda ilk sırada olan?
Dudaklarımın kenarına yerleşen hayal kırıklığını görmesin diye yüzümü çevirdim. "Sıradan bir günün, sıradan sabahına uyanmış olsaydık o cümleyi senin kurmana izin vermezdim," dedim. Giysi dolabından bugün için giyilecek kıyafetleri çıkarmaya koyuldum.
"İstediğini yap," dedi sesi sert çıktı. "Hatta utanma o, orospu çocukların yasını tut." dediğinde dolaptan bir havlu çıkarıp öfkesini yanına almasıyla banyonun kapısını kavradı.
"Sahra," dedim, onun tarafına dönsem bile fayda etmedi. Kapıyı sertçe kapattı. Boğazıma dizilen yine kelimeler oldu.
Onu anlamaya çalışıyordum.
Bazen ise hiç anlamıyordum.
Tavrı, hareketi ve varsa bana sanki bir yanlışın peşinden koştuğumu iddia ediyordu.
Her şeye rağmen onunla olmak istemiştim, her şeye rağmen beni anlasın istemiştim... İstediğim suratıma kapıları kapatıp kötü bir ses çıkarması değildi.
Birkaç dakika içinde öfkesinin dağılacağını biliyordum, kahvaltı masasında daha mantıklı konuşmalarımız olacaktı, inanıyordum.
En azından sevgisinin ne düzeyde olduğunu bildiğimden kalbim kırılmamıştı.
Hiç beklemeden, doğrusu düşünmeden eşofman takımından kurtulduğum gibi beyaz temiz bir gömleği üstüme geçirdim. Siyah kumaş pantolonu da aynı şekilde giydim. Ağrı'nın soğuğu hâlâ kendini belli ederken önlem olsun diye gri süveteri de beyaz gömleğin üstüne bıraktım.
Rutin işimi bitirdiğim gibi mutfağın yolunu tuttum. Çayı önceden hazırlamak için ocağa bıraktım, diğer yandan ise Çırak Nuri'nin cep numarasını çevirdim.
Çalan telefon adeti bozmadan tek seferde açıldı. "Buyur usta," dedi hiç beklemeden.
"Neredesin?"
"Mezbahadayım," dedi sanırım tek düze cevaplarla ilerlemeye devam edecektik. "Bir sıkıntı mı oldu?"
"Çocukları da al, kahvaltıya gel." dedim uzatma gereği duymadım. Sonuçta cinayetle ilgili ne olmuşsa bugün muhakkak açığa çıkacaktı.
"Hayrola ağabey?" diye sordu, dün konuşulanları unuttun mu Nuri? "Senin evinde ne yapacağız? Yeni evlendin sayılır, rahatınız bozulmasın şimdi?"
Derin bir of çektim... Evli sayılırdım evet, hâlâ kağıt üzerine geçmemiş de olsa evliydim ama bu kadar ince düşünüp hayatını strese koyman, yazık sana Nuri ince düşünen yanına yazık.
Her şeyi bir kenara bıraktım ve elimdeki kaymak tabağına bakıp, "Aç değil misin Nuri?" diye sordum.
"Açım ağabey," dedi hiç düşünmeden.
"Bal kaymak sevmez misin Nuri?" dedim daha sonra.
"Severim ağabey, bal kaymak sevilmez mi?" dediğinde doğru yolda olduğumu düşündüm.
"E tamam işte, gel. Kahvaltı hazır, çayı da şimdi demledim sayılır... Kaymağı sofraya koydum, bal peynir..." dememle dudaklarıma bir gülüş ekledi. "Geliyor musunuz?"
"Geliyoruz ağabey," dedi arkasından birkaç tıkırtı sesi geldi. "Şimdi."
Sofra tamamlanmıştı.
Her gün oturduğum sandalyeye geçip sofranın dolmasını bekledim. Bu bekleyiş ne kadar sürerdi bilmiyordum ama çayın soğumadan ortalıkta gürültü çoğalırdı emindim. Telefonumu masaya bıraktığım gibi tütün kutusunu aldım ve beklemenin içinde üç sigara sardım.
Güneşin ışığı geniş mutfağın duvarlarında kendine bir yol çizdi. Evin zemininde yükselen tok ayakkabı en sonunda benim sağımda durdu. Ölümden arınmış koku dışarıdaki havayı üzerine geçirmiş hâlde benimle oldu. Sahra saçlarını iki yana savurduğu gibi soluğu benim boynumun altında almıştı.
Köprücük kemiğime dokunan dudakları yarınları tam şimdi bitirmişti. "Hazırlanış uzun sürdü..." dedi alayla, hâlâ öpmeye devam ederken bileğini avuçlarıma aldım. Elini ters çevirdim ve elinin tersine onun tutku dolu öpücüklerine nazaran sakin bir öpüş ekledim.
"Sorun değil, geç otur." dedim aslında şu an istediğim hem karşımda oturması, diğer yandan ise kokusunu içime doya doya çekmek arasında iki farklı şeydi.
Sahra kollarını boynuma dolamış hâlde beklemeyi sürdürürken nihayetinde kahvaltı masasına gözleri değdi. "Hayrola?" diye sordu, hiç şaşırtmadı. "Birileri mi geliyor?"
İki kişilik sanılan masayı altı kişiye göre hazırlamıştım. Bilmiyordum, birileri gelir miydi?
"Allah'ın evi, Allah'ın toprağı, Allah'ın sofrası Sahra, kapı daim açık olmalı." diye hatırlattım. "Birileri geliyor mu değil de, birileri gelecek mi diye hazırlanmalı." dediğimde görmesem bile gözlerini devirdiğine adım kadar emindim.
"Bir şey demedim canım," dedi kolları benden çekildi. Karşıma geçen adımları bana yakın bir sandalyeye geçti, oturdu.
1970 yılları arasından çıkıp gelmiş tarzı bugün yeniden üstüne geçmişti. Sanırım hastaneye gitmiyordu. Dizlerinin üstünü geçen kahverengi uzun bağcıklı çizmeleri içine geniş çizgili bir pantolon giymişti. Dümdüz bir gömleğin üzerine ise pantolonun rengine yakın bir renk tercih etmişti. Dışarının havası bugün iyi sayılırdı, buna rağmen kalın giysileri giymeyi uygun bulmuştu. Kahverenginin en ağır tonuna yaklaşan saçları iki yandan ayrılmış omuzlarına dağılmıştı. Düzgün bir yapısı olmayan ve sürekli kapatma gereksinimde bulunduğu kulaklarını da bugün yine saçlarıyla kapatmıştı. Kemerli ve hafif kalkık burnu var olan asaletine asalet katarken yaptığı az makyaj ile olağan dışına çıkmıştı.
Güzel görünüyordu.
Bilmiyordum.
O biliyor muydu?
Nefes kesiyordu.
Nefesimi kesiyor asıl yaşadığım anı unutturuyordu. Sanırım bu da haram sayılırdı... Ümit ediyorum ki haram sayılmazdı. Âlim Seyrani Efendi geldiğinde sanırım soracağım ilk şey belliydi.
"Neden beni ilk defa görüyormuş gibi bakıyorsun?" diye sordu, kahveden yeşile uzanan gözleri genişçe açılmış, iki elini masanın üstünde birleştirmişti.
Dalmıştım.
O an biraz öksürdüm, "Sana bakmak iyi oluyor..." diye mırıldandım dürüstçe.
"Sebep?"
"Dünyanın hâlâ güzellikler içinde olduğunu hatırlatıyorsun," dedim hiç çekinmeden. Dudaklarının kenarına sahici bir tebessüm eklendi, sanırım böyle diyeceğimi beklemiyordu. Ben de beklemiyordum.
Ne diyeceğini bilmez hâlde başını iki yana salladı ama ona bakan gözlerimi bölen kapının çalan sesi olduğunda güzel anların uzun sürmeyeceğini o an anladım.
Sahra kapı için ayağa kalkmaya yeltendiğinde ondan önce davrandım ve onu durdurdum. Çenesinin köşelerine dudaklarım değdi, yüzünü kapatan saçları kulağının arkasına bıraktığım gibi yanaklarını okşadım. "Ben bakarım," dedim dünden kalan yorgunluğu hâlâ gözle görülüyordu. Yeniden yorulsun istemedim.
Kapının mutfağa uzaklığı birkaç adımdı yalnızca. Ve ben daha kapıyı açmadan kimin geldiğini tahmin ediyordum. Sanırım bu bile tecrübe sayılırdı.
Âlim Seyrani Efendi kapının tam önünde elleri arkasında birleşmiş beklerken yüzümü görmesiyle genişçe gülümsedi. "Selamünaleyküm oğlum," dedi.
"Ve aleykümselam baba," dedim. Eline uzanmak istedim ama her zaman olduğu gibi bugünde ellerini benden geriye çekti.
"Yaşlının eli öpülür," dedi beni kınayan dili döndü. "Ben yaşlı mıyım?"
"Estağfurullah baba," dedim, niyetinin ne olduğu bilsem bile içim rahat etmiyordu. "Hoş geldin, buyur geç içeri." Omzuma dokundu ve beklemeden bana şefkatle sarıldı.
Benden epeyce kısa olan boyu dert edilmeyecek noktada kendini belli ediyordu. Beyaz temiz sarığı düşmesin diye çaba verdiğimde o pek sorun etmedi. Uzun sakalları, beyaz kaşları altında beliren mavi gözleri dünyanın hâlâ böylesi insanlar barındırması şükrü dilime düşürmüştü bile.
Kapıda daha fazla kalmasın diye tekrardan içeriye buyur ettim. Aslında burası onun evi sayılırdı. Her taşına, her toprağına eli değmiş küçük bir evi ben ve öncesinde var olan ailem için yapmıştı. Şimdi ise asıl ailemden geriye bir şeyler kalmamıştı. Bir kardeşim kalmıştı... Bundan ötesi benim kuracağım aileye bağlıydı. Bunu bildiğimden ne zaman onu eve davet etsem kendimi suçlu hissediyordum. Kimin evine, kimi davet ediyorum?
Birlikte içeriye geçtiğimizde son defa kapıdan dışarı baktım. Âlim Seyrani ile birlikte gelen yoktu. En azından diğerleri de çabucak gelir sanmıştım ama öyle bir durum benim baktığım kadarıyla olmamıştı.
Âlim Seyrani, Sahra'yı görür görmez sanki öz evladı oymuş gibi sarılıp kucakladığında biraz kıskandığım gerçekti.
"Baba," diyordu Sahra, gözleri bir anlığına doldu. Dudakları acı bir tebessüm ekledi. Bu durumu şaşırdım, haddinden fazla şaşırdım ama onların sarılması benim soracak sözlerimi öylece havada bırakmıştı. "Hoş geldin," diyordu çenesini omuzlarına yaslamış özlemden öte sesle konuşuyordu.
"Nasılsın güzel kızım?" diye sordu Seyrani Efendi, telaş dolu gözlerindeki merhamet gözle görülüyordu.
Sahra yanıt vermek yerine yalnızca omuzlarına daha çok yaslandı.
Dolan gözlerini gizleme zahmetine bile girmedi. Bilmediğim ne olmuştu?
"Sahra?" dedim, dayanamadım. "Lila iyi, değil mi?" Onu hayatta üzme ihtimali olan tek ismi o an kullandım.
Yüzüne düşen yaşları hızla temizledi. Seyrani Efendi tarafından çekildi ve söylediğim ismin şaşkınlığıyla bana baktı. "Lila'ya ne oldu?" diye sordu birden dehşetle.
"Ben de sana soruyorum Sahra, iyi değil mi?"
Düşündü. "İyiydi."
"Pekâlâ seni böylesine üzen şey ne?" dediğimde, ne dediğim tam o sıra anladı.
Çünkü Sahra, seni bu hayatta hiçbir şey üzmez. Çünkü Sahra, senin gözünün yaşı en büyük servetin.
"İyiyim ben," dedi çabucak, "Biraz huzursuz hissediyordum, Seyrani Efendi gelince de dayanamadım-"
"Anladım Sahra," dedim, daha iyi hissetmesi için. "Masaya oturun lütfen, kahvaltı edip çıkacağız." diyerek çabucak toparlamaya koyuldum.
Konunun üstüne çok düşmediğim için minnet dolu bakışları arasında masaya oturdu Sahra. Kafamda yeterince olayları art arda dönüyordu, bir yenisine ihtiyacım yoktu. En azından şimdilik. Soracağım evvela sorular çoktu yalnız şimdi değil, boğazından lokma geçmeden iştah kaçırmaya niyetli değildim.
Aynı şekilde onların tarafına geçmek istedim ancak kapıdan gelen ses, ardından içeriye birkaç adımı da beraberinde getirmişti.
Nuri, Fevzi ve Celep ben daha masaya oturmadan gelmişti. Hepsini bir arada gördüğüm için elbette şaşırmamıştım çünkü Nuri'yi çağırmış olmam kısaca diğerlerine de bir davet olmuştu. Yüzlerindeki yeni bir başarısızlık örneği beni bulduğu gibi sanırım kendime az önce dediğim ne varsa yutmak durumundayım. Boğazlarından rahat bir lokma geçmesin, bugün için geçmesin.
Verdikleri selamı aldım ama ötesi olmadı. Belirli bu konuşma geçmedi. Masanın etrafına oturan her beden için bıraktığım çay bardaklarını doldurdum en sonunda bende oturdum ve işe yarar bir haber beklediğim adamların yüzüne baktım.
Dünden bu saate kadar bir lokma yemek yemediklerini iyi biliyordum. Zaten beni şaşırtmayan bir hâlde sofradaki nimetleri bir güzel yemeye koyuldular. Yalnızca Sahra ve Seyrani Efendi hariç.
"Baba?" diye sordum, soğumaya başlayan çayına baktım. "Kahvaltı edip mi geldin?" dediğimde bu dediğimin boş bir soru olduğunun farkındaydım zira Seyrani Efendi kahvaltıları evimizde- bizimle birlikte yapmayı severdi. Bunun içinde özelikle sabahları hiçbir yerde yemeden doğruca bize gelirdi. Doğrusu bu duruma bizler de alışmıştık ama bugün kahvaltıya doğru bakışı beni telaşlandırmıştı.
"Yapmadım oğlum, neden?" dedi.
"Yaradan'dan gelen nimetlere elin uzanmadı, çayını da içmedin?" dedim, atladığı ne varsa açıkça söyledim.
Sahra, Seyrani Efendi'nin koluna dokunup güldü. "Kahvaltıyı ben hazırlamadım diye yemiyor kesin." dedi tamamen şakayla.
İkisine karşı kaşlarım çatıldı ve ikisi bunu gördü. "Olur mu öyle şey?" diyen babam hemen bir savunmaya geçti. Yalnız şakanın ters giden bir tarafı vardı; Seyrani Efendi keyif almıyordu. "Ölümler daim iştahımı kaçırıyor," dedi gizleme telaşına girmedi. "Bilirsin ne zaman bir ölüm olsa kalbim acır."
Dediklerini hatırladım.
Böyle biriydi.
Doğruydu.
Yalnız, ölen iki kardeş için üzüleceği aklımın ucuna bile gelmezdi. Kasım da Serkan da ölürse arkasından bir rahmet götürmez derdi Âlim Seyrani Efendi, elbette ne zaman öleceklerini bilmiyordu, her gece Sahra'nın içi rahatlasın, kalbi nefes alsın diye böyle konuşurdu. Genç yaşında ölümü kimse tahmin etmezdi sadece şimdi söylenen ne varsa önlerine düşüyordu. Zordu.
Sofranın etrafında çatal kaşık sesleri durdu. Hepsinin kulağı açıldı Seyrani Efendi'ye döndü.
"Rahmet götüremezler diyen sen değil miydin baba?" diye sordu Celep, sessizlikten şans tanıdı kendine. "Şimdi ne demeye ağzının tadını kaçırıyorsun, anlamadım?"
Babam konuşmadı.
Bir ağırlık çöktü üstüne gördüm. Celep'in yersiz sorusu olmadık bir vicdanı yaratmıştı. Kendisi farkında değildi.
Sahra elindeki çay bardağını sertçe masaya bıraktığında hepimiz bir anda irkilmiştik. "Boşboğazı ateşe atmışlar, odunum yaş demiş!" diye kükredi aniden. Ne olduğunu anlamayan tüm gözler ona dönmüştü. Cidden rutine dönmek istemiyorum, cidden bugün değil Sahra.
"Lafın kime?" dedi kardeşim.
"Lafın kime diyene," dedi Sahra, hiç çekinmeden.
"Seninle mi konuşuyorum, hayırdır?" diye köpürdü altta kalmadan. "İlla bir konuşma isteğin, anlamıyorum ne oluyor?"
Sahra onu zerre kaile almadan yüzünü buruşturup gözlerini çevirdi. İkisi birbirinden haz etmezdi, hatta bulundukları her alanda zaman mekan fark etmeden kedi-köpek gibi birbirlerinin üstüne saldırır etrafa verecek zararı düşünmezlerdi. Şimdi de yaptıkları aynı günde yaptıkları şeyle aynıydı... Bu durumdan nefret ediyordum ama orta yol yoktu. İki yetişkin insan vardı karşımda ve bu iki yetişkin insan kendini bilmiyordu. Biri öz kardeşim, diğeri ise hayatımın sonuna kadar yanımda olacak kişiydi.
"Seni umursayan kim?" dedi Sahra, bundan epey rahatsız olduğunu atlamadı. "İştah kaçırdın, bari iştahın kaçmasın." dediğinde ona bakmadan kahvaltıyı işaret etti.
Nuri ve Fevzi daha öncesinde bu duruma alışık oldukları için bozuntuya vermeden kahvaltılarını yapmaya devam etti ama Celep için aynı şey geçerli değildi. Bir düşmana bakarcasına Sahra'ya bakıyordu. Aralarındaki nefret sanki bir günde daha çok artmıştı.
"Senin olduğun yerde iştah ne arar..." diye mırıldandı Celep, elindeki çatalı bıraktı.
"Söyleyene bak sen?" diyen Sahra onu duymuştu.
Dudaklarımı açıp konuşmaya yeltendim ama Seyrani Efendi benden önce davrandı. "Birbirinize saygınız yok, bari sofrada oturanlara olsun," dedi gerçek bir öfke kendini yüzünde belli etti. Gözleri açıldı babamın, ne kalbi ne zihni almıyordu. Hakkıydı.
Bektaşi geni taşıyan beyaz yüzü kırmızıya büründü. Acıdan mıydı, pişmanlıktan mı yoksa başka bir şeyden mi aklım ermedi. Yetemediğini anladığım gibi bu seferde araya ben girdim. "Yorulduk," dedim ikisinin arasında geçen ve bitmek bilmeyen bu sürtüşme yormuştu. "Tadınız kaçmasın diye kahvaltıyı bölmedim ama bakıyorum tat bırakmayan bizzat sizsiniz?" dediğimde sineye çekecek tarafları kalmadı. "Babil'lerden bahsedelim, nasıl?"
Sahra'ya baktım.
"Bakma bana," dedi direkt.
"Senden başlayalım istiyorum, sonuçta otopsi incelemesini sen yaptın- ya da yardımcı oldun her neyse işte." dedim, açıkça kaçması hoşuma gitmiyordu. Aslında kahvaltı sofrasında bahsedeceğim son şey bile değildi otopsi ama durmayan dilleri beni bu yola itmişti.
"Bana hiçbir şey sorma," dedi Sahra, ışığın az uzandığı gözleri yalnızca kahve rengini belli etti. "Aklıma geldikçe midem bulanıyor," gözlerini sıkıca yumdu ve bir bulantı belirtisi boğazından çıktı. "Allah'ın cezaları gider ayak elimin altından geçtiler." Dudaklarını sımsıkı kapatmaya çalıştı.
"İyi misin?" diye soran Nuri oldu, zira gerçekten iyi görünmemeye başladı. Ayağa kalkmaya çalıştı ama öğürme tuttu.
"Sahra," dedim sertçe yerimden kalktım koluna uzandım.
Midesindeki bulantı arttı. Dudaklarını kapattığı gibi koşar adım lavabonun yolunu tuttu. Ne yapacağını bilmez hâlde birbirimize bakmaya başladık. Cidden ne olmuştu öyle? Onlardan nefret ettiğini biliyorduk, ama midesini altüst edecek kadar da kendini kaybetmiş değildi, değil mi?
Sofrada herkesi yalnız bırakıp aynı şekilde lavaboya gitmek istedim ama kapı çoktan kilitlenmişti. Kapıyı tıkladım. "Sahra," diye seslendim. "Ses ver, iyi misin?"
Su sesinden başka bir ses gelmiyordu. Ve telaşım artıyordu. Kapının önünde beklemeye devam ettim. Mutfakta sözde iki lokma yiyecek diye gelenler ise ayağa kalkmış, sofrayı öylesine boş bırakmıştı. Hepsi aynı benim gibi telaşla bekliyor, Sahra'ya birden ne olduğunu merak ediyorlardı. Otopsi incelemesinde ne gördüğünü bilmiyordum, onu böyle yapan ölüm değildi, kardeşlerin bedeni de değildi yalnızca nefret olabilirdi ve sebebi buysa bir yanılgı beni tekrardan bulurdu.
Sağ oldukları vakitlerde Babil'lerle arası iyi değildi Sahra'nın hatta öyle ki onlardan, halkından başlıca nefret ediyordu. Elinden gelse Doğu Anadolu topraklarında yaşamlarına bile izin vermezdi. Şimdi o Babil'ler halkının içinde olduğu ve zalim olarak adları anılmış kardeşlerin ölümünü görmüştü.
Yaşamın en ağır noktasında kalmış aklım şimdi daha çok mücadele veriyordu. Fevzi'yi dinlemem gereken konular vardı hâlâ, Asmin'in gelip gelmediğini de bilmiyordum, mezbaha uğramam zaten başlıca zor olandı, defin işlemleri başlamış mı, başlamamış mı haberim yoktu. Binlerce soru işareti içinde benim yaptığım lavabonun kapı önünde açılmasını beklemekti.
Kapıyı yeniden tıklattım.
"Endişeleniyorum Sahra," dedim kapıyı zorlamak istemiyordum. "Sahra," adını anmaktan gocunmazdım ama böyle bir durumda nedense gocunmak istiyordum.
Elim yeniden havaya kalktı ama bu sefer kapı tıklamaya gerek duymadan açıldı. Sahra rengi atmış hâlde havluyla yüzünü kurumaya çalışırken adım atmakta zorlanıyordu. Kolunu tuttuğum gibi sendelemesine izin vermeden gözlerini kapatan saçları ittim.
"Bana bak," dedim çenesini kaldırdım. "Ne oluyor Sahra?" Göğsümün üstüne eli düştü.
"Sakin ol," diyebildi güç bela. "Ne olduğunu bilmiyorum, başım dönüyor, midemin bulantısı durmuyor," dediğinde uzun bir süre soluklanmaya çalıştı. En sonunda kendini benden çekti ve salonun şark köşesi kısmına geçip bağdaş kurup oturdu.
Hiçbirimize bakmadı. Başını önüne eğdiği gibi bekledi.
"Hastaneye Sahra," dedim ciddi bir şey olabilirdi.
"İyiyim," dedi sesi biraz daha düzelir gibi oldu. "Kaldığın yerden devam et," diye ekledi oysa henüz hiçbir yerden başlamamıştım. "Üşüttüm galiba ondan böyle oldu, anlat duymak istediklerini," diye sürdürdü. "Yardımcı olalım sana."
"Sahra-"
"Başlayacak mısın?"
Alnımı ovmaya başladım. Salonun içinde bulunan herkese teker teker gözlerim değdi ama kimseden tek ses çıkmadı. Ta ki yeniden Sahra konuşmaya başlayana kadar.
"Ateşli silah ile öldürülmüş kardeşler," diye başladı sözüne bundan ne denli rahatsız olduğunu gizlemedi. "Yani Kalaşnikof'la buraları muhakkak biliyorsunuz." dediğinde düşünmeye başladı. "İkisi de aynı nedenden, dakika arayla ölümleri gerçekleşmiş."
"İç organlar zarar görmemiş, kemiklerde zedelenme yok, zorlama yok, öncesinde bir darp tespiti yok... Kısaca bir boğuşma- tartışma veya anlaşmazlık olması oldukça imkansız," dediğinde bir yandan kendine gelmeye çalışıyordu, bir yandan da düşünmeyi sürdürüyordu. "Size sadece şunu söyleyebilirim ki öldürülmüşler evet ama ötesi olmamış, ne öncesinde ne sonrasında. Sanki hazırlıksız bir kurşun ortaya çıkmış da ikisinin boğazına girmek için beklemiş gibi."
Sahra aklında kalan detayları bizimle paylaşırken Fevzi konuşmak için boğazını temizledi. "İlk aldığımız habere yok Kalaşnikof silahı Kars sınırında Kaçakçı Sait tarafından sınırdan içeriye sokulmuş," dediğinde kulağımı açtım. "Sait ile jandarma ilgileniyor, silahı kendisinden alanın Serkan Babil olduğunu açıklamış. Aynı şekilde kurşunları satan ise Hogır Ağa'nın oğlu Zeydan'mış." Bu bilgileri dün almış olmalıydı. "Tamı tamına yirmi keleş kurşunu satmış."
Duyduklarım karşısında anlık bozguna uğradım. "Kurşunlar kime satılmış?" diye sordum, silahı alan Serkan'dı ama...
"Onu da Kasım Babil satın almış," dediğinde var olan karışıklığı kendisi de fark etti.
"Asmin bugün geldi. Gelir gelmez de jandarmaya katıldı. Zeydan ve Sait çoktan tutuklanıp sorguya alınmış ama anlamadığım bir şey var iki kardeş neden silah ve kurşun almış?" diyen Celep aynı benim düşündüğümü düşünüyordu.
Silahı alan kardeşler,
Ölen kardeşler.
Kurşunu satın alan eller Babil kardeşler,
Ölenler yine onlar?
Elbette kendilerini öldürmek için o kurşun ve silahları elde etmediler. Kendilerini yakmak uğruna, onlarla birlikte yanma uğruna bir işe girmişlerdi. Bu memlekette silah satanın, alanın affı yoktu. Ya ömür boyu dört parmaklık arasında olurlardı ya da Doğu Anadolu'nun sınırında dolaşmalarına bile izin verilmezdi. Bu kanundan haberleri vardı evet, pekâlâ bile bile kanunları neden çiğnemişlerdi?
"Bahsedilen kurşun sayısı yirmi, bunların ölümüne harcanan kurşun sayısı iki." diye konuştu Fevzi. "On sekiz kurşun hâlâ kayıp, silahta öyle."
"Babil kardeşler Ziynet Hanım'ın dediğine göre o gün Sağdıç bölgesine değil başka bir yere gitmeleri gerekiyordu. Başka yer dediğim ise amcaları Raşit'in yanına. Onunla buluşmaya gitmişler, gecenin bir yarısı... Tuhaf değil mi?" diye hem konuşup hem düşünen Celep olmuştu.
"Bunu zaten bilmiyor muydu/k?" dedim, sanırım unutmuştu.
"Kısaca söylemek gerekirse..." dedi Âlim Seyrani Efendi, "Babil'lerin iki veliahttı silahı aldı kurşunu da tahsil etti sonrasında yollarından dönmemiş olsalardı aldıkları şeyleri kullanacaklardı." dediğinde hepimizin aynı şeyi düşündüğünü biliyordu. "Velhasıl kelam birini öldürmeye gittiler."
"Birilerini." diye ekledim. "Yirmi kurşun yalnızca bir kişinin bedenine sıkılacak değil ya?"
"Orasını bilemem ama öldürmeye gittikleri açık," dedi kesinkes oysa babam asla kesin konuşmayı sevmezdi. Muhakkak bir bildiği vardı.
"Kanları dökülmemiş olsaydı, kan dökeceklerdi öyle mi?" diye sordum, şu an gözümün içine bakan tüm gözlere aynı soruyu ilettim. Sahra'ya, Nuri'ye, Fevzi'ye, kardeşime ve babama.
Hiç kimsenin konuşmadığı noktada önce ceketimi askıdan aldım. "Katil aslında her kimse ölümün- ölümlerin önüne geçmek istemiş, yanlışsa düzeltin."
"Ben bilmiyorum," dedi Sahra. "Ölmeden önce onları en son hastanede gördüm, keyifleri yerindeydi, yüzleri gülüyordu, ne ölüme ne öldürmeye gidecek gibi de değillerdi."
Şaşırdım. "Sondan kastın ne? Yani saat kaç gibiydi?"
"Rahmet eksik olsun, rahmetlilerin ölüm saati; on ikiye on geçe, benim onları gördüğüm saatte on falandı. Lila biraz ağırlaştı, bırakıp gelemedim zaten sende evde değildin erkenden gelip ne yapacaktım. Lila'yla kalınca onlarda onu görmeye gelmişti, öyle denk geldim."
Bu detaylardan haberim yoktu çünkü yalnızca ölüm anını araştırma gereği duymuştuk, öncesinde neler olmuş bilmiyorduk. Ve Sahra bizim atladığımız yeri şimdi söyleme gereği duymuştu, zaten ölümden önce- sonra çok konuşma fırsatımız olmamıştı.
"Pekâlâ," dedim kahvaltı masasına gidip tütün tabağını ve çakmağı aldım. "Bir şeyler konuştunuz mu? Kasım ya da Serkan ile?"
Güldü. Kendine daha çok geldiği gibi daha geniş güldü. "Şimdi ölünün arkasından bela okunmaz-"
"Tövbe estağfurullah, Sahra!" dedi hiddetle babam.
"Okunmaz dedim," diye hızla açıkladı kendini. "Kötü bir şey demeyecektim Seyrani Efendi, sakin."
"Seni dinliyorum Sahra," dedim.
"Ziynet Hanım yanımdaydı, kardeşler çok durmadı zaten Lila da ben de onlardan pek haz etmiyoruz biliyorsun," dediğinde önemsiz bir şeyler nasıl anlatılır öyle anlatıyordu. "Acele ediyorlardı ama dediğim gibi bir ölüm yaratacak hallerini görmedim."
"Ağabey," diyen Fevzi bulunduğu taraftan ayrıldı daha yakına geldi. "Dün bir katil arıyorduk ama bugün görüyoruz katil değil, Babil'lerin bir amacı varmış, anlıyoruz."
Haklıydı.
Yalnız emin olamazdık.
Ve ikisi şu an yaşamıyordu bile, soracak hakikati öğrenecek kimse kalmamıştı.
"Kardeşlerin defin işlemleri bugün mü?" diye sordum, denilen ne varsa bir kenara bıraktım.
"Bugün," dedi Fevzi.
"Tamam," dedim taziyede Ziynet veya Kerim'le konuşmak durumunda kalacaktım. İki oğlunun bu Anadolu'ya neden silahları bıraktıklarını
Sahra'nın solgun teni açıldı, Seyrani Efendi kendini biraz uzak tutmayı tercih etti, Nuri zaten dünya yansa gözünü açıp da ne oluyor diye soramazdı. Fevzi ise herkesten fazla düşünmeye başlamış bir sonuca varmaya çalışıyordu. Celep ise hepsinin aksine sessiz sedasız köşesine çekilmiş yalnızca dinliyordu, oysa bir mevzu varsa en başında durur tek bir kelime öğrenmek için en öne atılırdı. Şimdi ise bunları yapmıyordu, duruyor konuşmuyordu.
"Ben çıkacağım, sen ne yapacaksın?" diye sordum Sahra'ya son kez, evde kaldıkça zaman yanlışları doğurmaya başlardı.
"Hastaneye gideceğim," dedi, diğerleri benim gelecekti ama onu yalnız bırakmaya gücüm yetmiyordu.
"Niye?" dedim, bugün işi yoktu.
"Lila'yı görmeye," dedi.
Fevzi'ye elimle işaret verdim ama işaret vermeden önce Seyrani Efendi, "Dışarıda sizi bekliyorum," dedi Sahra'yla konuşmak istediğimi çabucak anlamıştı.
"Cengiz ağabeyi bekliyoruz," diye ekledi Fevzi, "Dışarıda yani."
"Geliyorum," dediğimde başını salladı Fevzi, sonra hemen Seyrani Efendi ile birlikte kapıya gitti. Celep'de eksik kalmadan onlara katıldı.
Nuri sırtını duvara yaslamış iki kolunu göğsünde birleştirmiş hâlde evi inceliyordu. Dünya cidden umurunda değildi. "Hayırdır Nuri?" dedim dalmış haline. "Evin dizaynı için aklında fikir mi var?"
"Ne dedin ağabey?" Kendine geldi.
"Ben bir şey demiyorum aslanım, sen evi inceliyorsun. Aklında ne var?"
"Evin güzel ağabey, karışmak bana düşmez." dediğinde etrafına baktı. "Kemik kadro nereye gitmiş?" dedi bir canlanma geldi.
"Bilmiyorum," iki kolumu açtım. "Dışarda olabilir mi?
"Cengiz ağabey..."
"Çık Nuri, çık kırılmasın kalbin."
Elini önünde birleştirdi. "Tabi ağabey."
En son Nuri'de evden çıktı. Sahra tüm olup biteni izlerken baş başa kaldığımız da gözlerini açtı. "Ne oluyor canım?"
Konuşmadım. Yanına diz çöktüm.
Çenesinin üstünden parmaklarım gezindi. Şimdi nefesi bana daha yakındı. Daha iyi hissediyordum, telaş duruyor sakinlik kendini gün yüzüne çıkarıyordu. Ondan çok, bu duyguları seviyordum.
Hastaneye gideceğini söylemişti. Ortalık bir yangın yeri olmaya hazırken, Babil'ler cenazesini almaya gelecekken hastanede olması, orada durması tehlikeden başka bir şey değildi.
Yalnız kalmasından korktuğum kadar başka hiçbir şeyden korkmuyordum ama kal da diyemezdim. Çocuk değildi. "Dün evin önüne birileri gelmiş," diye bir hatırlatma yaptım kısaca, gözleri cümlem ile genişlemeye başladığında sanırım bilmeyeceğimi sanmıştı. "Buraya kim gelmişti bilmiyorum, nasıl geri çevirdin onu da bilmiyorum," işaret parmağımı salladım. "Sadece unutma ki sen benim eşimsin." diye söyleme gereği duydum. "Eksik olan yalnızca kağıdın üzerine geçmemiş olması."
Bir aydınlanma yaşadı.
"Ne demeye getiriyorsun?"
"Aklım sende kalmasın," çenesini okşamayı sürdürdüm.
"Aklın ben de kalmayacak da kimde kalacak, anlamadım?" diye sordu, evet illa uğraştıracaktı.
Dudaklarının üstüne yetiştim ve onu öptüm. "Sağda solda Babil'ler hakkında tek kelime konuşma kulağıma gelmesin," dedim hiç uzatmadan. "Midenin bulunmasına benzemez bu anlıyor musun?" Tekrar öptüm ama o karşılık vermedi. Yalnızca kala kaldı.
İki kolunu teslim olmuş gibi - hayır tam olarak alay edercesine havaya kaldırdı. "Güven bana, bir sorun çıkarmayacağım..."
"Sana güveniyorum, Deli Düvel yanına güvenmiyorum." dedim, doğruları ondan gizleyecek değildim.
Hâlâ havada asılı elleri indi yanağımda durdu. "İnsanların acısı var," dedi yüzünü düşürdü. "Tutarım kendimi merak etme, senin için."
Minnetle gözlerimi yumdum. "Teşekkür ederim."
Yüzü ifadesiz kaldı. Yanağımda ki elleri boynuma doladı. "Bana biraz sarılır mısın?" diye sordu, sesi muhtaç doluydu. Bunu neden istediğini bilemedim elbette yine de ses etmeden onu geri çevirmeden sıkı sıkıya sarıldım.
Boynuna gömüldü başım. Dudaklarım mis kokan saçları arasında durdu. Sanki bugüne kadar hiç sarılmamış gibi, sanki bir daha sarılmayacakmış gibi. Sahra'nın yük olmayan varlığı bir anlığına omuzlarımda ağırlık yaptı. Onun teninden bana değen sıcaklığı hâlâ ayağa kalkmak için nedenleri önüme bıraktı.
Teşekkür ederim Sahra,
Her şeye rağmen yanımda kaldığın için, yüzünü benden esirgemediğin için.
Sahra'nın saçlarına son kez öpücükler bıraktığımda hemen salonun baş köşesinden bulunan rafın üçüncü katında duran fotoğraf gözüme takıldı.
Babam.
Şehit Binbaşı Çelebi Alkas.
Askeri üniforması üstünde, bıraktığı vasiyeti hatırlatmak ister gibi fotoğrafı gözüme takılmıştı. Onu unutmamıştım, hep aklımdaydı, hep yanımdaydı... Bir evlat bıraktı ama o evlat vasiyeti sekteye uğrattı.
Doğu Anadolu senin hükmünde, tüm topraklar sana emanet. İnsanı, insan gibi yaşasın. Hakikaten şaşmadan, can almadan sana inanıp refah içinde yaşasın.
Olmadı baba, çok sürmedi.
Yalnızca dokuz yıl baba, insanlığın içindeki şeytanı yalnızca dokuz yıl durdurabildim. Yapamadım.
Kendimi tamamen yere bıraktım. Cesaretin adıyla yaşayan Şehit Binbaşı baba bakarken yüreğimde amansız bir yargı mücadelesi döndü.
Sahra çaresiz yanıma bakıyordu. Eminim babam ne düşünüyorsa o da aynı şeyleri düşünüyordu. Yapamadın Cengiz, insanlığın vahşi yanı vahşeti yaşattı; Sen durduramadın.
Babamın fotoğrafına bakmaya dalmış gözlerim dudaklarıma birkaç cümleyi düşürdü. "Babil'lerden iki kardeş öldü..." diye fısıldadım. "Onları kim öldürdü?" Ağır bir yumru boğazımda durdu. "Ve eğer ölmemiş olsalardı, niyetleri kimi öldürmekti?"
Yalnızca bir ölüm müydü?
Yoksa ölümler miydi?
**
Bölüm sonu.
Bir katil arıyorum evet, ama her şeyden önce bir sebep istiyorum. Sizce ölen kardeşlerin asıl niyeti neydi, kimi öldürmek istediler de bir başkası tarafından öldüler? Teori bekliyorum, zaten çabucak öğreneceğiz. İlerleyen bölümlerde her şey açığa kavuşacak.
Sabırla okumaya devam edelim.
Kendinize iyi bakın, sağlıkla kalın.
Instagram adresimden bana ulaşabilirsiniz: jm.gull
Yazmaktan çekinmeyen, benimle konuşmaktan da çekinmeyin. Çünkü sizlerle kitap sohbeti yapmak bana iyi geliyor emin olun.
❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |