
Kriminoloji: Suç bilimi.
📜
Bir şehrin toprağında cinayet sesi geldiğinde artık üstüne basılan yerin yüzünde bir ürperti oluşurdu. Toprak o acıyı içine bastırdığı gibi başka kalplerin yakınına gelmesine izin verirdi. Şimdilerde ölümler çoğalıyor, her sokağın başında bir ceset kaldırılıyor ancak kimse hissetmiyor, asıl ölüm ne?
Cengiz doğduğu yaştan, gördüğü anlara kadar ilk defa böylesi bir sızıyı iliğinde hissetti. Çaresiz değildi evvela yalnızca çıkılmaz bir yola girmişti diye düşünüyordu.
Kandan beslenen bir millet olursa önüne geçemezdi. Burası da aynı diğer şehirlere benzer, düşündü. Damarlara işlenmiş öldürme arzusu en başta bir kişiyi yakalamıştı. Başka birini daha yakalarsa üçüncüsü, dördüncüsü beklemeden gelecekti.
Belki de Ziynet Babil haklıdır diye geçirdi içinden. Uzaklara dalan gözleri bir kurtuluşun planını yapıyordu.
Bu düşünceden kurtuluş yoktu. Ölenlerin annesi ilk yolu önüne sürmüş, ikinci bir seçeneği düşünmeye fırsat vermemişti.
Savcısından, Jandarma Komutanına, Ağalardan, Şeyh Dervişlere kadar bu yemini iletmek durumundaydı. Kafasından dönen, onu meşgul eden yalnızca bu mesele vardı. Ona biçilen yoldan herkesi haberdar edecek yeni bir yanlışa mahal vermeyecekti.
Kendi memleketinin yolu onu taşıyamaz hâle geldiğinde yedi ecdat sahibi adamların karşısına çıktığını gördü.
Cengiz Alkas derin bir nefes çekti içine. "Selamünaleyküm," dedi en önlerinde duran bir adam.
"Ve aleykümselam," dedi Cengiz, uzatılmış elleri teker teker sıktı. "Hastaneye mi?" diye sordu, çünkü toplanan cemaatin başka gideceği yer olamazdı biliyordu.
"Öyle," dedi içlerinden biri. "Babil'ler bunu hak etmez ama senin biçtiğin yolda görevimiz sayılır." diye eklemeyi ihmal etmedi.
"Boynun borcu," diye düzeltti Cengiz. "Merhametiniz izin veriyorsa yapın bir şeyler... Mecbur olduğunuz için değil yoksa kendimi suçlu hissederim." dedi, insanlar kötü zamanda-düşman dahi olsa kesinleşmiş kararla yanlarında olması Çelebice kaleminden çıkmıştı.
Kimse yalnız kalmaya mahkûm edilmezdi bu coğrafyada. Cezası boyunu aşmış insanlar bile.
"Kusura bakma elbette boynun borcu, insanlık görevimiz." dedi aynı adam.
"Sizin yolunuzdan alıkoymak istemem madem." dedi, önce hastaneyi gösterdi sonra yollarında çekildi. "Allah hepinizden razı olsun." dediği gibi hepsinin gitmesi gereken yola uğurladı.
Cengiz tekrar tek başına kalmak yerine hastanenin çok uzağına gitmeden ana yola çıktı. Buradan ayrılması iyi olmazdı, bildiğinden uzağa gidemiyordu. Kendi içinde parçaları dağılıyor ama bir başkasının parçaları dağılmasın diye adeta nöbet tutuyordu.
İşe gitmemişti Cengiz, dükkanı dahi açmamıştı bugün. Saat akşama doğru gidiyordu ama o yerinden ayrılmıyordu.
Ana yolu çevreleyen ve Cengiz'in yolundan giden gençler gözüne rast geldiği gibi Cengiz etrafını iyice izledi.
Kimsenin olmadığını gördüğü gibi genç kısım yakınına varmadan eliyle işaret verdi.
İki parmağını bir araya getirdi önce, sonra yavaşça içe doğru büktü ve batı yönünü gösterdi. Baş parmağını kaldırıldığı gibi kuzey- güneyi işaret etti. Giriş çıkışlar kapatılsın demekti. Cengiz eliyle B harfini yaptı, onlar hariç diye yalnızca eliyle gösterdi. Babiller hariç. Ona bakanlar ne demek istediğini anladığı gibi başlarını salladı.
Trafik polisi olan ve yaşı yirmi beşi aşan başka adam Cengiz'i radarına aldı. O sıra Cengiz yakınına gelsin istedi.
Trafiğin yoğun olduğu yolu aşan polis soluğu onu çağıranın yanında aldı.
"Çocukları haberdar et." dedi, etrafın gözü kulağı olan adam henüz adımını durdurmamıştı. "Sağdıç tarafındaki olayda, o gece ne görmüş duymuşlar ise Seyrani ve ben dışında kimsenin kulağına tek cümle fısıldamasınlar." diye söyledi çabucak. "Önemli bir mesele, çeneler tutulsun." diye uyardı.
Ziynet Babil'in dedikleri kulağında durmadan çınlıyor, önüne serilen yanlışın içinde durmadan çırpınıyordu. Böyle bir adam değildi Cengiz Çelebi, doğru varken yanlışın altına girmezdi ancak gözü yaşlı bir annenin isteği doğrultusunda hareket etmesi şimdilik doğru sayılan bir adımdı.
"Albay'a da mı konuşmasınlar ?" diye sordu trafik polisi. "Celep ağabeye?"
"Hiçbirine." dedi, aslında böyle durumlarda gizlilik olmazdı. Trafik polisi bundan ötürü gözlerini dikmiş şaşkın şaşkın Cengiz'e bakıyordu. "Şimdilik." diye eklendiğinde başını sallayıp geriye çekildi.
Cengiz saatler içerisinde değiştirdiği karardan ötürü vicdan azabı çekiyordu. Kalbinin üstüne eli gitti ve dudaklarından inandığı Mevlam için tövbe eden kelimeler döküldü. Korkusu yalnızca O'na idi ve ondan ötesi korkunun zerresine yetişmezdi.
Hem kan döken için, hem kendi için af diledi Cengiz.
Gecenin kara örtüsü çekildi, ana yoldan binlerce araç geçti, polisler alana akın etti, kalabalık akşamın tam vaktinde kendini belli etti. Yalnızca Cengiz gözleri kapalı hâlde yalnızca af diliyordu. Gaflet uykusuna dalmış kişi için, sonra kendi için.
Hastanenin ışıkları insanları daha net gösterdiğinde Cengiz yola inmeden yalnızca orada olup biteni izlemeye koyuldu. Bugünlük hiçbir şey yapmayacaktı, bugün yalnızca öfkenin önüne geçmek için ayakta dikiliyordu. Babil halkı kibir dolu duygularının altına çoktan ateşi koymuştu. En azından diyordu Cengiz, bugün yapılacakların önüne geçelim. Çünkü yarına öfke azalır, düşünce çoğalır.
Pür dikkat insanların ne yapacağına bakan Cengiz yerinden kıpırdamadı. O bir yere gitmedi ama etrafı doldu taştı.
"Seyirci misin Cengiz?" diye sordu etrafına dolaşan insandan biri. Bu biri Yavuz'du.
"Mahzuru mu var?" dedi beklemeden, kaşlarını çattı.
Yavuz dudağının kenarına bir tebessüm koyup elini cebine yerleştirdi. "Elbette yok ama ortalık karışacak gibi. Önlem alabilirsin." diye fikir yöneltti. Cengiz herhangi bir tepki vermedi, zira başkasından akıl alacak kadar aklını yitirmemişti.
Burada durmam bile yeterli önlem diyordu, Yavuz bunu bilmezden geldi. Cengiz de açıklama derdine çok girmedi.
İnsanlar her iki alanda çoğalmaya devam ederken Cengiz tekrar kalbini hızlandıran kişiyi gördü... Bugün ikinci kez olmuştu, onu uzaktan seyrettiği yakınına gitmediği ikinci kez.
Otopsi incelemesini bitirmiş olacağını düşündü hızla. Yolda düzgün atamadığı adımlardan da ne kadar yorulmuş olduğunu anladı. Gözleri sabah gibi kalabalığı görmezden geldi. Başını önüne eğmiş etrafına bakmadan yalnızca yoluna bakıyordu ama yeterli gelmiyordu.
Cengiz'in kalbi sızladı. Onu bu hâlde görmeye alışık değildi.
"Yavuz." dedi hızla.
Yavuz karanlığı inleten sese karşılık, "Ne oldu?" dedi.
"Ona yetiş." dedi, gözlerini üstünden bir saniye ayırmadı. "İyi görünmüyor."
Yavuz emir mi veriyor, rica mı ediyor pek bilmese de işaret ettiği tarafa kafası karışık hâlde baktı.
"Ne yapacağım?"
"Eve bırakabilirsin," dedi ilk seferde anlamamıştı.
"Kafamı kırar biliyorsun?" dedi, kuzenini çok iyi tanıyordu ama Cengiz'in unuttuğunu düşündü.
"Rica edersen kırmaz. Etrafı leş kargaları sarmış, üstüne çullanmasınlar." Endişe dört koldan kalbine, aklına hücum etmişti.
Kuzenine bakmayı sürdüren Yavuz alayla güldü. "Koruma altına mı alayım? Şu dediklerini duysa var ya-" dedi, dişlerini dudaklarına geçirdi.
"Onu değil, diğerlerini koruma altına al diyorum." diye düzeltti. "Bu saatte birine denk gelirse Jandarma Komutanlığında sürüyle adam gelse elinden alamaz." Uzaktan izlediği kadını öyle iyi tanıyordu ki... Birileri ona tehlike olmazdı, yalnızca o tehlike olurdu. Beynindeki şalterleri çoktan yanmış kül olmuştu, cümlesinin oturmadığı herkes için açıkça tehditti. Kuzeni bunu unutmuştu.
"Şimdi anladım." dedi, başka zaman olsa konuyu uzatmaya devam ederdi ama kadın gözden kaybolmadan gitmesi en iyi iş olacağından durmadı ve kuzeninin yolundan gitmek için aracına yöneldi.
"Şalteri yanık herkes mi bize denk gelir..." diye fısıldadı dudakları içinde. Dedikleri üstünden tam yarım saat geçti.
Sesler durulmaz dediği noktada kardeşi Celep, Albay Melih Koç yanına geldi. İkisinin suratında ki başarısızlık kendisine dek uzandı. Olay yerinde inceleme bitmişti anlaşılan, kimseden çıt çıkmıyor. Yeterli kanıtlara ulaşılmış mı henüz soracak gücü kendinde bulamamıştı. Merak ediyordu ama aklı yalnızca bir kişide olduğundan elinde avucunda ne varsa yitirmeye başlıyordu.
Ceketinin iç cebinden çıkardığı telefonu hiç beklemeden çıkardı. Geçmiş zamanın üstünde çok durmadı.
Aklı mantığı önüne çoktan geçmişti. Şaşırmadı.
Çelebi.
"Eve sakın uğrama Sahra, tehlike altında kalabilirsin. Yapma." (21:49)
Attığı mesajı ne kadar ciddiye alırdı bilmiyordu ama elleri buz kesmeye başlamıştı bile.
Düşen mesajın bildirim sesi içini ferahlatır ümidiyle açtı.
S.
"Asıl tehlikenin seni sevmek olduğunu unutmuşsun." (21:49)
Dudaklarını birbirine bastırdı Çelebi. Klasik işleri, klasik cümleleri...
S.
"Öpüyorum canım, sevgiler saygılar." (21:50)
"Senin o sevgi saygı yanını Sahra..." diye mırıldandı, Celep ve Albay ona dönmek zorunda kalmıştı. Tahmin ettiği üzere geçtiği ev belliydi.
"Ne oldu?" diye sordu Albay, böylesi parlaması tuhafına kaçmıştı.
"Adli tıp raporu..." dedi, gözlerinin içi adeta alev aldı. "Nerede kaldı diyorum, bu adamlar nasıl öldü, silah nereden geldi, hangi silah ateşledi, silah kimden temin edildi, tetiğe basan kişi cesareti nereden aldı diyorum Albay!" dedi, kafasını kurcalayan her sözcük Ziynet Babil'in bahçede oğullarının cenazesini bekleyen çaresiz yüzünü görmesiyle diline döküldü. "Öldürme fikrini katilin aklına kim soktu? Bak katil kim demiyorum, azmettiricisinden, silahı eline verene kişiye kadar, o gecenin karanlığında dışarı çıkan cesaretine kadar, kimler diyorum. Hâlâ elimizde bir şey yok!?" dediği gibi artık duracak gibi değildi.
"Cengiz haklısın ama bunlar birden olacak şeyler değil-"
"Olacak Albay, olmak zorunda. Cenaze teslim edilmeden katilin aklından neler geçmiş bilmek zorundayız." dediğinde kardeşi Celep sakin bir ifadeyle onu izliyordu.
"Ağabey yavaş ol," dedi sakinleşmesini istedi. "Sende aklını kaçırırsan işimiz var."
"Arabayı çalıştır Celep, yavaş yavaş olacak iş değil." demesiyle arabasını park ettiği tarafa yürüdü. Arkasından gelen kardeşine cebinden anahtarı çıkarıp verecekken onda da bir yedek bulunduğunu hatırladı. Anahtar yerine bu sefer telefonunu çıkardı.
Çırak Nuri diye kayıtlı kişiyi beklemeden aradı, aranan kişi de beklemeden aramayı açtı.
"Buyur ağabey?" dedi, daim hazır olduğunu belli eden tonda.
"Dükkanı kapattın mı Nuri?" diye sordu, saate bakma gereği duymadan.
"Kapattım ağabey."
"Neredesin şimdi?" dedi, cümlesi alelaceleydi.
"Yoldayım ağabey, eve geçeceğim."
Çelebi gözlerini yumdu. "Dükkana dön Nuri, çabuk."
"Hayırdır ağabey, ne yapacağız bu saatte?" dedi meraklı çırağı... Çünkü dükkan bu saatlerde açık olmazdı.
Kasap dükkanı. Mezbaha.
Cengiz sabır ister gibi telefonu kulağından ileriye tuttu. "Tekke keseceğim Nuri, yarına Büryan yapıyormuş bizim Suat Usta yetiştir dedi, acil dedi, evi yolu bırak hayvan kes dedi!" diye kükredi. "Büryan sever misin Nuri?" diye sordu sonra sakin kalmaya çalışarak.
"Severim ağabey de sırası mıydı şimdi?" dediğinde Cengiz telefonu alnına dayadı.
"Dalga mı geçiyorsun Nuri," üç defa üst üste alnına vurdu. "Önemli işimiz var dön çabuk, sahadaki çocukları da topla kendinle getir. Bugün hiçbirimize uyku yok."
"Mevzu var galiba?"
"Mevzunun daniskası var Nuri," dedi, telefonu yaklaştırdı. "Benden önce dükkanda olun." diye yeniden hatırlatması kardeşi Celep'in kınayan bakışlarını da üstüne almasına sebep oldu.
"Tamamdır ağabey."
"Selametle," dedi Cengiz. Son anda kendini frenlemeyi başardı. Telefonu kapattığı gibi iç cebine attı.
O sırada arabaya binmesini bekleyen kardeşini daha fazla bekletmeden ön koltuğa geçti.
Celep'in ifadesiz bakışları arasında kendini toplayıp aracın çalışmasını beklerken kardeşi ofladı. "Cahil kesim sürekli mi seni bulur..." diye mırıldandı, bahsini geçirdiği kişi çırağı Nuri'ydi. Belki de çok daha fazlası. Cengiz'in canı sözlerle hiç sıkılmadığı kadar sıkılmıştı.
"Âlim Seyrani efendi eve geldiğinde hatırlat da sorayım," dedi Cengiz, eksik bir cümleyi kardeşine iletti.
Kalın kaşları tek hizada birleşti. "Neyi?'
"Asıl cahilliğin ne olduğunu," dediğinde parmakları bacağının üstünde ritim tutturmuştu. "Sen belli ki bilmiyorsun, rica ederiz tekrar anlatır."
Çırağı Nuri için cahil demesi, üstüne cahil kesim diye belirtmesi dilini çok ayrı yere uzattığını açıkça ispat etmişti ağabey Cengiz'e.
Cengiz Alkas böylesine geniş bir adam olmadığı gibi sevdiklerine uzanan en ufak cümlenin varlığı huzursuzluğu arşa çıkarıyordu. Öz kardeşi bunu yapıyordu, yapsın istemiyordu.
"Aklı başında insanları yanında tut ağabey." dedi oldukça mesafeli bir sesle. "Doğu Anadolu senin dudaklarından çıkacak laflar ile kendine yol çiziyor. Hataya lüksün yok biliyorsun, kendin için değil seni önüne bırakan insanlık için-"
"Ne alaka Celep?" diye sordu, karşısında duran adamın tavrı, tavır değildi. "Kan döküldü diye mi bu tavır?" dediğinde ona ilk cephe alanın kardeşi olması canını yakmıştı. "Hata benim tamam farkındayım ama-"
"Estağfurullah ağabey."
"Estağfurullahı yok Celep, anladım." dedi arasındaki iplerin bu denli gevşek olacağını beklemiyordu. "Dükkana çabucak var, sonra estağfurullah diyen yanını da alırsın istediğin yere gidersin." demesiyle kardeşinin bakışları buz kesti.
Kimsenin nazını çekecek durumda değildi. Böyle bir vakitte destek değil, köstek olan kardeşine zaman harcayacak değildi elbette, açıkça gösterdi.
"Yanlış anladın ağabey," diye kendini açıklamak istese de lafın gittiği yer çoktan belliydi. "Özür dilerim -"
Cengiz ne onun tarafına baktı, ne sözlerine kulak verdi.
Araba dükkana gidene kadar dudaklarını açıp içine bir ses eklemedi. İstediği yere vardığında bu böyle devam etti. Kardeşini tümüyle görmezden geldi.
Ceketinin yakası attığı güçlü ve hızlı adımlarla iki yana dağılıyor, kendini toparlama zahmetine girmiyordu. Cengiz Çelebi adıyla dükkanın bulunduğu sokağa dalıyor hiçbir evde ses duymuyor... Biliyor ki bu memlekette ölüm haberi düşünce sessizlik her şehre çöker, uğultular dışında çıt çıkmaz. Kendini bilmez adamların sesinden başka ses göğe yükselmez, ölüme saygı ile aileye olan saygı en önde yaşardı. Televizyonlar kapanır, müziklerin sesi aşağı çekilir, ışıklar erkenden sönerdi... Üç gün, üç boyunca gerçek bir acı her evde dolaşırdı.
Yalnızca ölümün yükseldiği sokaklarda kendisi adım atarken bunun sonu gelsin diye yalvarıyordu. Ne zaman bir ölüm olsa kalbinde acı artıyordu. Oysa yaşam gibi ölümün de hak olduğu iyi bilirdi. Pekâlâ emin olamadığı yalnızca ameldi, ölenlerin ameli ahiret hayatının nasıl olacağına kesin karar verebilirdi. Cengiz gecenin uykusundan korktuğu kadar, ölümün korkusundan da bu yüzden korkuyordu. Yalnızca o değil... Tüm Doğu Anadolu fertleri de aynı düşünce içindeydi.
Ecel ile ölenler, kul elinden ölenler diye iki sınıf vardı. Evrende olup biten ne varsa Rab kaleminden çıkıyor ama unutmadıkları Rab bir sebep seçmiş ise o sebebin ne olduğuydu. Rab biri katil olsun istemişti, o kişinin nasıl bir gaflete düştüğünü insanlık bu yüzden merak ediyordu, en çok Cengiz.
Kim ruhunu ateşlerde yansın diye en öne koymaktan çekinmemişti.
Kim ölümün ağır adını unutmuştu? Her kimse sevdiği ölmemiş dedi Cengiz, arkasına dahi bakmadığı yerde düşünceleri toprağa bıraktı dükkanının önüne vardı.
Çırağı Nuri, Anadolu'nun sesi Turgut, on dört ilin kulağı Ahmet, görülen görülmeyen tüm varlıkların gözü Fevzi... Hepsi mezbahane önünde bekliyor, Cengiz'in geldiği tarafa bakıyordu.
Cengiz eliyle işaret verip, "Kepenkleri aç Nuri, bekleme!" dedi, daha yakına varmadan kepenkler açıldı beklemeden içeriye geçti. Durumun ciddiyeti ortada olduğu için kimse konuşmadan gelen adamı takip etti.
Buram buram çiğ et kokusu yayılmış mezbahane, soğuk havayı dışarıdan beter hâlde ayak bileğinden yolluyor, iliğinde hissettiriyordu.
Hepsi bu duruma öyle alışmış ki artık eskisi gibi dişleri birbirine çarpmıyor. Yalnızca et kokusu, hayvanların iç organından çıkan o ağır koku... Alışılacak gibi değil, hepsi biliyor.
Cengiz masasına geçti. Diğerleri durumun nasıl bir ciddiyet içinde olduğunu bildikleri için ayakta durmaya devam etti. Hepsi göz ucuyla birbirlerine bakıyor, buraya ne için geldiklerini adları kadar iyi biliyorlardı. Tedirgin duruşları içerisinde başları eğikti.
"Kısa bir gün özeti geçeyim, ister misiniz?" diye sordu Cengiz, deli bir öfkenin sesine düşüşünü engelleyemedi. "Yirmi birinci yüzüncü yılın, yirmi üçüncü yılın, beşinci ayının, yirmi beşinci gününde!" dedi hiddetle. "Doğu Anadolu Bölgesi'nin Ağrı ilinin, Doğubayazıt ilçesinde yüz yıllardır yaşayan Babil halkından iki kardeş öldürüldü. Gecenin bir yarısı, boş bir tarla arazisinde cansız bedenleri bulundu. Kurşun sesi çocuklar, kurşun sesi şehrin üstüne yükseldi." Aslında zaten bildikleri şeyi anlatıyordu, bilmediklerini onlardan duyacaktı. "Jandarma bile belindeki silahı çıkarmıyor, kurşunları ateş edip, ses çıkarmıyor? Jandarmanın yapmadığını başkasının yapmasına nasıl izin verdik?" dediğinde mezbahane de sessizlik gezindi.
Suçluluk hisseden gözler, göz perdesini kaldıramıyordu.
"Bilmediğim ne varsa şimdi söyleyin, yoksa değil sizi Çelebice Yönetimi içinde bulundurmayı, bu şehrin sokağında bile barındırmam."
Ahmet derin bir nefes almasıyla, cesareti de yüreğine ekledi. "Babil kardeşler salıverildiği günden bu yana tüm şehirlerin konuşmalarını dinliyorum, öldürme isteği çoktu fakat girişime yönelik yankılar yoktu." diye açıkladı.
Turgut iki elini önde birleştirdiği gibi bir adım öne çıktı. "Küçüğünden büyüğüne, bir ölüm nelere mal olur anlattım... Camilerden çıkmadım, okullardan, iş yerlerinden, evlerden daim ve sürekli yürekleri cesaret almasın diye konuştum." dedi, kimseyi atladığını düşünmüyordu. "Kalkan oldum."
"Sen konuş Fevzi," dedi Cengiz, diğerlerinin dediği ne varsa göz önüne getirmedi. "Ya da Ahmet yeniden konuşsun, sonra sen?" dediğinde dümdüz Ahmet'e baktı. "Otopsi incelemesinde neler oldu anlat."
Ahmet dehşete düşmüş adamın önünde cesaretini yitirmedi. "Saat gece yarısını on dakika geçe öldürülmüşler," diye başladı kulağına çalınan bilgilerle. "Kalaşnikof silahı ile yakın mesafe atışıyla. Kurşun ikisinin de boğazını parçalamış, kurtulma şansları neredeyse hiç yokmuş, yani sonradan yaranın içine kezzap dökülmüş ama bunu yapmak istemleri cesetlerin çürümesi için galiba." dediğinde aldığı tüm bilgiyi Cengiz'e aktarıyordu. "Cesetlerde herhangi bir ize rastlanmamış, öncesinde ise Sağdıç bölgesine birlikte gitmişler- bir buluşma olduğunu düşünüyoruz." dedi, hafızasını zorlar vaziyette durdu. "Arabayla değil yürüyerek gitmişler zaten. Ölümlerinden on beş dakika önce de ikisinin telefonuna aynı konum gönderilmiş." dediğinde Cengiz'in kaşları havalandı. "Yeniharman'dan dönmüşler, Sağdıç'a. Senin bulunduğun yerden yani dönmüşler."
"Dalga mı geçiyorsun?" dedi, konum gönderen açıksa diye düşünürken Ahmet araya girdi.
"Konum gönderen cihaz belirsiz. Kaçak ve IMEI numarası olmadığını düşünüyoruz."
Cengiz o an yalnızca Fevzi'ye gözlerini dikti. Yerinden sertçe kalktı. Ceketini çıkardığı gibi adımları güç kazandı.
"Dediklerini duyuyor musun Fevzi?" diye sordu, ağır ağır yakınına sokuldu. "Kalaşnikof diyor, kaçak telefon diyor, nitrik asit diyor Fevzi!" dedi daha da öfkeyle. Yüksek sesleri duyan Celep dışarıda çok durmadı içeriye fırladı. "Sınırda duranlar uyuyor mu Fevzi! Kalaşnikof anasını satayım, buraya Kalaşnikof nasıl sokuluyor!?" dedi, cinnetin yakınına düştü.
"Ağabey-" dedi Celep, ileri gittiğini görüyordu. Durdurmak için koluna dokundu ama fayda etmedi.
"Kundaktaki bebeklerin sesini işiten adamlarsınız siz," dedi gözlerini açtı. Fevzi, Ahmet ve Turgut'a nefretle baktı. "Silah şehre sokuluyor, kurşun alınıyor, birileri öldürme planı yapıyor... Ve sizin kulaklarınız duymuyor, öyle mi?"
"Kasım cinayet gecesi Sağdıç bölgesinde değilmiş, Serkan'da öyle. Onlara gelen konumdan sonra ikisinin yönü birleşiyor." diye açıkladı Ahmet. "Olayın ucu bariz açık, güçlü kişilerin parmağı olabilir." dediğinde Cengiz adeta nefes almıyordu. "Mesele bir yerden sonra bizim duyulan sesleri aşıyor..." dediğinde ateşe körükle gittiğini geç fark etti.
"Öyle mi?" dedi, "Mesele bizi aşıyor, mesele bizi aşıyorsa neden meselenin tam göbeğinde yer alıyoruz Ahmet!" dedi.
Karşısında duran adamlar öylesine sıradan adamlar değildi. Bir kişi, yalnızca bir kişi bir yerde eksiklik bırakmıştı ki sonuç ölüm oluyordu. Cengiz bugüne kadar ördüğü ne duvar varsa yıkıldığını bizzat gördü. On dört ilde can olan ne varsa emanet ettikleri şimdi hiç olmayacak açıklamalarla yanlışın içine doğru düşmeye başlamıştı. Bu hepsinin canını aynı anda sıkmaya yetmişti.
"Bize ne yapacağımızı söyle," dedi Turgut, gözleri ateş açan adamdan bir adım geriye çekilmedi. "Yapılması gerekeni yapalım."
"Celep," dedi, Turgut'un gözlerinden gözlerini hiç ayırmadan. "Asmin Babil'i ara," dediğinde kafa kafaya gelenler cümlenin içindeki anlamı yalnızca o an anladı.
"Saçmalıyorsun Cengiz Çelebi," diyen Fevzi bu duruma ihtimal vermedi.
"Saçmalıyorum Fevzi, aynen." Sabır dileyen içi Celep'i hedef aldı. "Ara Asmin'i yarın aranıza katılsın. İçinizden biri hata yapmış anlaşılan, halletsin." demesiyle ceketini attığı yerden aldı.
Sağ kolundan geçirdiği ceketi, sol ile tamamladı. Nuri Ustasını ilk defa böyle görmenin şaşkınlığıyla yerinde kala kaldı. Fevzi geriye çekildi, Turgut dağ görünümünden ödün vermeden yapısını bozmadı. Ahmet ise hâlâ hayretler içerisinde olup biteni izliyordu. Celep ağabeyin dediğini ikiletmeden telefonunu çıkarıp Teğmen Asmin'i aramaya koyulurken Cengiz son defa Doğu Anadolu'nun efendilerine baktı.
"Eve gidiyorum," diye açıkladı. "Sizde sabaha kadar o silah Doğu'ya nasıl girmiş, kimden temin edilmiş öğrenin." dedi. "Nuri ve Turgut siz ikiniz," dedi en önce. "Burada kalıyorsunuz, yarın için kesilecek hayvanlar gelecek." dediğinde nerede çalıştıklarını unutturmadı.
Cengiz Çelebi mezbahaneye gelen hayvanların kesimiyle uğraşırdı. Nuri ve Turgut'ta aynı şekilde. Büyük ve küçük baş olarak günde otuzdan fazla hayvanın kesim işlemi olur, etlerin yarısı dükkanda günlük satılır yarısı ise diğer illere anlaşmalı olarak gönderilirdi.
Doğu'nun meselelerini unutmadığını gibi, işini de unutmazdı. Bunun için eve gitmesi, dinlemesini iki lokma ekmeği boğazından geçirmesi gerekecekti. Diğerleri de bunu bilecek ki başka bir kelamın dökülmesine izin vermedi.
Kimse kimseyle konuşmadı. Yalnızca Cengiz kapıda telefonla konuşan kardeşine, "Araba sende kalsın, anahtar üstünde." dedi.
Başka konuşma geçmedi.
Gecenin ortasına ilerleyen karanlık, Cengiz'in de evin yolunu tutmasına sebep oldu.
Yalnız başına.
Sokakların ortasından evin ana yoluna kadar yürüdü. Yürüdükçe parçaları dağıldı.
Yolları aydınlatan ışıkları geçip giderken silahı tutan elleri düşünüyordu. Gözlerini açınca silah, kapatınca katili. Gözünün önünde bir görüntü durmadan beliriyor adımların zulümle katlanmasına sebep oluyordu. Kurşunların sesi susmuyordu, kulağında silahın keskin izi ayaklarına kilit vuruyordu.
Doğubayazıt yolları doğduğu ve büyüdüğü günden beri ağır gelmişti ama en ağırı bugün diye düşündü.
Düşünceleri onu boğma sınırına geldi. Kendini o düşüncelerin ipinden kendi evini görmesiyle kurtuldu. Kerpiçten yapılmış, çatısını dört ayrı beşe-on tahtayla tutturulmuş, iki odalı bir salonlu, penceresi siyah, çatısı kahverengi ev Cengiz Çelebi'nin eviydi. İyi hissettiği tek yer, büyük büyük babasından da kalma ev ailenin en özel yadigarı sayılırdı.
Evin anahtarlarını cebinden çıkardı ama kapıya gitmeden kurak bahçenin içinde durdu. Çamurları kaldırılmış, yüzlerce ayak izini gösteren yere sakince eğildi. Islak toprağın üstünde yanık kokusu gibi bir şey burun direklerine dayandı. Bir dizini bükmüş, toprağa değdirmeden beklemeye devam ederken kurmuş vişne ağacının hemen ilerisinde bağlı köpeklere baktı. Evin önünde bulunan sokak lambası direkt köpeklerin üstüne düşerken Cengiz köpeklerin huzursuz olduklarını geç fark etti.
Durmadan havlayan ve birazdan iplerini koparacak gibi davranan on iki köpeğin Cengiz'in yakına varan adımları sayesinde sakinlik kazandı. Sırtlarından yükselen buhar ışıklar sayesinde netlik kazandı.
Evin önüne birileri toplanmış...
Birden fazlası.
Ortalığın bir hengameden çıktığı alenen açıklık kazanması Cengiz'in evin kapısına erkenden dönmesini sağladı. Hızlı adımları endişeyle içeriye doğru ilerledi. Kapıyı nasıl açtığını, içeri nasıl girdiğini, odasını nasıl bulduğunu hatırlamadı. Gerçek bir korku bedenini tümüyle etkisi altına almıştı, fark etmiyordu.
Ne zaman ki odasına geldi, ne zaman ki yatağında yatan kadını gördü, o an korku bedenini serbest bıraktı.
Sakın eve gelme demişti Cengiz, uyuyan gözlerin sahibi delinin tekiydi, hatırladı. Hatırladığı gibi dediklerinin anlamı düştü. "Beni ne zaman dinledin ki bugünde dinleyeceğini sandım." dedi, başını iki yana salladı. Belli etmedi ama kalbi biraz ferahlamıştı. Hem yanındaydı, hem iyi durumdaydı.
Sakin adımlarla yatağın baş ucuna geçti. Üstünden çıkarmadığı monta uzandı, kollarından çıkardı. Uykusu ağırdı biliyordu, uyanmazdı. Yanılmadı. Sahra yerinden bile kıpırdamadı. Saçlarını boynundan çekti omuzlarına bıraktı. Yorgunluk akan gözleri dayanacak gücü bulamadı ama biraz daha dayanması gerekiyordu. Dudaklarını Sahra'nın açıkta kalmış boynuna değdirdi. Belki birazcık yorgunluğum geçer diye düşündü.
"Sende olmasan Sahra," dedi elleri omuzlarında dolaştı. "Hakikaten nerede iyi olurdum?" diye sordu, yanına daha çok sokuldu. "Varlığını bilmesem, ne yapardım?" Boynundan saçlarının içine dek uzun uzun öptü. Dinledi, daha çok dinlenmek istedi.
Onu duymayan uykulu bedenden biraz geriye çekildiği gibi üstüne ağırlık yapan giysileri çıkarmaya başladı. Gömleğinin düğmelerini açıyordu ama gözleri pencereden dışarıyı izliyordu.
Pencereden net gözüken elektrik direğine asılı yazı dikkatini çekti. Her koşulda kıvranan bedeni bir yazının tesadüf üzerine, böyle bir günde gözüne takılması gücünü azalttı.
Dikkat ölüm tehlikesi!
Sarı kartın üzerinde yazan yazı elektrik direğine çıkmaya çalışmak isteyen avaller için yazılmış öylesine bir yazıydı.
Beş yıl önce elektrik direkleri değişmişti. Beş yıldan bugüne yazılanı fark etmeyen gözler iki ölümden sonra okunur halini almıştı.
Dünya tam olarak böyle bir yerdi. Bazı duygular yaşanmadan, bazı gözler karşısında duranı görmezdi.
Gözlerin açılması için acı şeyler yaşanması hak olandı.
O hak bugün Cengiz Çelebi'yi bulmuştu.
Üstünü çıkardı. Terden, et kokusundan kurtulmak adına banyonun yolunu tuttu. Kendisini yıkması, kokudan arınması uzun sürmedi zira yatağında- belki de yataklarında yatan kişinin yakınına uzanmak için can atıyordu.
Cengiz duşunu aldı. Ne saçlarını, ne de bedenini kurutma gereği duymadı. Öylesine beline sardığı havluyla odasına döndü. Ruhunu kaybetmiş bir adam gibi elleri gidip geliyordu. Hissettirmeden, bekletmeden. Eşofmanları üzerine geçirdi. Sular hâlâ sırtından, saçlarından aşağı dökülse de dert etmedi. Kıyafetleriyle yatağın üzerinde uyuya kalan Sahra'yı kucakladığı gibi geriye çektiği nevresim örtüsünün altına geri bıraktı. Uyanır gibi oldu, biraz mırıldandı çok sürmeden geri uyudu.
Odanın içini aydınlatan sokak ışıkları bitsin diye sakince yatağına sokuldu Cengiz. Hemen yanında uyuyan kişiyi de unutmadı. Sol tarafı üstüne uzandığı gibi Sahra'nın da belini sıkıcı sardı. Saçları üzerine çenesini koydu.
Kendi saçlarından düşen su damlalarını umursamadı. "Duş almadan mı uyudun?" diye sordu, onu duymayan kadına karşı. "Ölüm kokusuyla yatağa girilir mi?" diye devam etti. Öptüğü yerden derin bir nefes çekti. "Ölüm gibi kokuyorsun be Sahra, aynı ölüm." Mecazi bir anlam taşımıyordu sözleri, gerçeğin en açık haliydi dedikleri. Otopsi yardımcılığı yapan kişinin üstüne de ölümün kokusu sinerdi... Cengiz bu kokunun ağırlığıyla gözleri yumdu. "Seninle ne yapacağım ben?" dediğinde dayanılmaz bir acıya sürüklendi. "Alışacağım." dedi. "Alışacağım."
•••
Biraz kafanızın karıştığını biliyorum. Kısaca bilgilendirme yapacak olursam iki bölüm yirmi beş mayısı anlatıyordu, yani öncesinde ikisinin günleri aynı değildi. Bu bölümden sonra günler ve saatleri birleşti.
Yani biz neyi, nasıl okuduk demeyin lütfen. İlk bölüm Sahra'dan başladı, sonra aynı bölüme benzer Cengiz'in yaşadıklarıyla sürdü. Bu bölümde tamamlandı.
Sevgiyle kalın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |