
İlahi anlatımdan devam ediyoruz arkadaşlar.
Keyifle okuyunuz.
✷
İnsan en yetersiz hissettiği yerde, ona en iyi geleni ağırladığında çektiği zorluğun anlam önemi kalmıyor. Tıpkı şimdi Sahra'nın Mahsun'un dizlerine uzanması, şifa araması gibi.
Zihninde onu yaralayan hengame şimdi sessiz bekliyordu. Fırtına öncesi sessizlik bile değildi, fırtına sonrası oluşan sessizlik oluvermişti. Dizlerine sarılı durduğu adam saçlarına sakince dokunuyor, ürkütmeden duruyor. Hastaneden geldiğini yeni öğreniyor, hamile olduğunu dakikalar öncesinde biliyor. Mutlu o adam, bir cehennemin içinden gelse de sevdiklerinin mutluluğu gülümsetiyor hemen yüzünü.
İlk tanıdığında on üç yaşı bile olmayan Sahra, ilk arkadaşı, ilk sırdaşı... Evden kaçıp kaçıp yanına oyunlar oyunmaya gelen tek dostu. Şimdi evliydi. Hamileydi. Mahsun tüm duyguları aynı anda yaşıyordu.. hissettiği duygulara hüzün de karışmıştı ama başkasının hüznü olmasın diye gizlemeyi uygun buldu.
Sahra'nın yüzünü tam üç aydır göremiyordu. Üç aydır sesini duyamıyordu. Mahsun telefon kullanmadığı için yakınları ondan haber alamıyordu. Yalnızca Mahsun gelmek isterse görüyorlar, Mahsun isterse sesini duyuyorlardı.
Bu döngü neredeyse dört yıldır böyle devam ediyordu. Kimsenin şikayeti olmadığı gibi, kimsenin karışmasına izin vermiyordu.
Dizlerinden kalkmayı hiç istemedi Sahra Talu, zamanın nasıl geçtiğini merak etmedi, umursamadı. Huzurlu hissettiği yerde kendine çıkış buldu ve bunu değerlendirdi. Elbette konuşmak istediği, sormak istediği belki de anlatmak istediği çok şey vardı... Sayısız dert birikmiş, sayısız sıkıntıları artmıştı. Ancak hiçbirini anlatmadı. Bilhassa konuşursa çenesi susmak ne bilmez olurdu.
"Cengiz nerede?" diye sordu Sahra, zihnini talan eden binlerce sözcüğü bir kenara koydu.
Mahsun gözlerini etrafta gezindirdi. "En son mutfağa geçti."
Sahra başını kaldırma gereği duymadı. Mahsun bir tartışmanın ortasında gelmişti. Eğer gelmeseydi belki de kavgaları şiddetini artıracak kimse kimsenin ne dediğine kulak bile vermeyecekti. Tesadüfen bir geliş onları kurtarmıştı.
"Güzelim Sahra," dedi Mahsun, hâlâ duyduğu konuşmanın ağırlığını yaşıyordu. "Senin derdin ne?"
"Anlamadım?"
"Yapma Sahra," emir verir gibi. "Kapıda duydum konuşulanları, Cengiz'i soktuğun durumu... Bu sen değilsin, bunlar senin düşüncen değil. Ve Cengiz bile biliyor öyle olmadığını." dediğinde Sahra dizine yaslı adamın etini sıktı hırsla. Farkında bile olmadan.
"Ne anlatıyorsun sen?"
"Asıl senin anlattıkların neydi?" dedi taviz vermeden. Sahra hırsla doğruldu. "Cengiz lan, Cengiz Çelebi. Bahsi geçen adam. Neler söyledin, ne ithamlardan bulundun. Adamın düşmanı yok, olsa senin gibi konuşmazdı." dedi zerre acımadan.
"Doğruları konuştum," diye atıldı hemen.
Küçümseyen gülüşü gamzeli yanaklarına dağıldı. "Hadi ya? Doğrular mı? Kimi kandırıyorsun Sahra sen, kim var karşında?" Yeşili zar zor gösteren gözlerini onun gözlerine dikti. "Tanımıyor muyum seni... Gözlerine baksam yeter ve Cengiz gözlerine baksa yeter." dedi bastıra bastıra.
Parmaklarını kıracak raddede sıktı. Avuçları kan topladı. "İstemiyorum! Bebek de çocuk da istemiyorum!" dedi dişleri arasında ama bağırmadı.
"Sen anca kendini kandırırsın Sahra, anca kendini..."
"Mahsun," dedi acıyla. En sonunda pes etti. Bağırmak istediği yerde özlemin dibini yaşadığı askere sarıldı. Mahsun bu çaresizliği biliyordu. Ona karşılık verdi. Arkadaşının aklını başına toplaması gerekiyordu, düşünmesi, doğruyu kendine söylemeye izin vermesi... "Kaçmak, kandırılmak bazen en güzeli." diye itiraf etti uzatmadan.
Sahra Talu'nun dili istemiyorum diye haykırıyor ama yüreği Cengiz'den olma çocuğu deli gibi istiyordu. Aldırmak aklının ucuna bile gelmemişti oysa, dünya yerine kendinden bir parça bırakması belki de en çok istediği şeydi. Mahsun'nun da bildiği, gözüyle gördüğüydü.
Cengiz'e, eşine, hayatına aniden giren adama belki sarılıp mutluluktan ağlaması gerekirdi. Yapamadı.
"Yapma," dedi Mahsun, haksızlığa gelemedi. "Cengiz'e bunu yapma. Onun kalbini kırma. Aklının ucundan geçeni biliyor ama buna rağmen kalbi kırılıyor. Sakın ola bir daha yapma." Sarıldı, sarıldı... İçi ferahlasın diye daha çok sarıldı. "Korkma, ben yanındayım. Tanıdığım en zeki ve güzel anne sen olacaksın."
Sahra iç çekti. "Annenden önce mi?"
Mahsun bir anlığına afalladı. "Annemden sonra." diye düzeltti.
"Ana kuzusu," diye alay etti. "Hâlâ ana kuzusu..."
Mahsun hiç alınmadan Sahra'nın saçlarını çocukluktan bu yana alışık olduğu hâlde yine düzeltme telaşına girdi. Irak'tan dönmeden evvel aldığı çıtçıtlı tokaları cebinden çıkardı ve o görmeden düzelttiği saçlara taktı. Sahra'yı bildi bileli birkaç buklesi sürekli gözünün önüne düşer, güzel gözlerini gizlerdi. Mahsun ise bunu hiç sevmez, kahveden yeşile uzanan gözleri daim gözüksün isterdi. Gurbetten üç ay değil, bir yıl sonra da dönse muhakkak cebine çıtçıtlı tokalar yerleştirirdi.
"O bebeğe zarar verme..." diye fısıldadı Mahsun, arkadaşının düşüncelerini adeta okuyordu. "Yaparsan seni affetmem," dedi. Yılları yan yana geçmiş arkadaşına ilk kez böyle söyledi. Can acısını göz ardı etti.
"Mahsun," dedi acıyla ama dişlerini sıktı. Gerçek duyguları bastırdı. Göstermedi.
Sahra saçları arasına giren tokaları hissettiği gibi gülümsedi. İçi kan ağlasa da tokaların varlığı onu sevindirdi. Gerçek duygularını gösterirse toparlayanı olmazdı biliyordu.
Arkadaşı tarafından sevilmenin ve hiç unutulmanın mutluluğu onun için paha biçilmez duyguları taşıyordu. Erkenden tanışması, hâlâ tanışmaya devam etmeleri ve aralarına zaman bile girse değişmeyen bağ onu ayakta tutuyordu.
Irak Sınırında Bulunan İkiyaka Dağ'ı Düztepe Üs Bölgesi'nde görevli komando Mahsun Semercioğlu doğma büyüme İzmir'liydi. Babasının görevi çıktığı gibi Doğu Anadolu'ya gelmeleri, burada yeni bir yaşam yaratmaları onları bir daha geri göndermemişti.
Sahra'yla tanışmıştı Mahsun, Cengiz'le. Kendine ilk yolu, arkadaşlığı burada çizmişti. Tâbi Sahra onun için Cengiz'den önce gelirdi zira ilk tanıdığı kişi oydu. On üçündeydi gözleri yeşil lekeleri barındıran kızla tanıştığında. Yabancı olduğu memlekette ilk arkadaşlığını edinmiş, Kürtçe kelimeleri ilk onunla öğrenmiş, dağ bayırları güçlü adımlarla çıkmaya sayesinde başarmıştı. Sahra onun için idol ve yol çizen kişiydi. Saçlarına tokalar takması da tatile İzmir'e döndüğü her vakitte cebine onu unutmamak için sıkıştırıp heyecanla dönmesinden kaynaklanıyordu.
Babası şehit düşmeden önce Mahsun herkesle iç içe yaşar, yüzündeki tebessümü bir an olsun eksiltmezdi. Babası şehit düştü. Eşref Semercioğlu, Çelebi Alkas'ın şehit düştüğü yılda şehit edildi. Oğlu Mahsun üzüntüyü, kederi içine attı. Kendini yaktı. Ona vadedilen yollardan geçmeden bedelleri canıyla ödedi. Cengiz Çelebi daha güçlü durdu ona nazaran. Babasız kaldı. Annesiz kaldı ama kendinden, yaşadığı topraklardan vazgeçmedi.
Mahsun kaçtı.
Kaçtığı için askerlik görevine başladı.
Cengiz kaçmadı.
Kaçanların gülüşü katledildi. Yarınları elinden alındı. Tüm duyguları paramparça edildi. Kalanlar şanslıydı çünkü savaşmayı ve başarmayı öğrendi.
Sahra hâlâ bile Mahsun'a bakarken vicdanı avuçlarında eziliyordu. Gözlerindeki ruhsuzluk, kanına eklenmiş hırs, düşmanı olanları yeryüzünden silme arzusu onu canavardan başkasına dönüştürmemişti. Sahra bunu Mahsun ilk görevine başlayıp geri döndüğünde anlamıştı. O gün arkadaşını ruhen temelli kaybetmişti. Bedeni sağ kalsa da düşünceleri sağ değildi.
"Sana dut almıştım, dut." dedi Mahsun, aklına birden gelmiş gibi. "Hamile olduğunu bilmiyordum ha... Canın mı çekmişti?"
Sahra ona dümdüz bakmayı sürdürdü. "Hayır," dedi pek kibar olmayan hâlde.
"Olsun, yersin ama değil mi?"
Bakışını bozmadı. "Yerim."
"Şu dürüstlüğüne hayranım," dedi kaşlarını kaldırarak. Sahra'nın burnuna hafif bir fiske attığı gibi minderlerin üstünden ayağa kalktı. "Otur otur yoruldum," diye sitem etmeyi ihmal etmedi.
Mahsun oturmak ne bilmezdi çünkü,
Mahsun çalışmayı, durmadan yorulmadan çalışmayı bilirdi.
Uyku uyumaz, sırtı kolay duvar bulmazdı.
"İki dakika oturdun altına karınca sürüsü koydular," diye sinirle çıkışta Sahra, istediği arkadaşını daha çok görmek, daha çok konuşmaktı.
"Aynen öyle oldu hatta karıncalardan biri bacağımı ısırdı."
Sahra gözlerini devirdi. Özlediği kişinin durmak bilmeyen bir adam olduğunu bilmesi sinirlerini bozmaktan öteye geçmiyordu. Hemen salonun giriş kısmına bıraktığı dut dolu poşetini yerden alıp Sahra'ya gösterdi. "Hazırlayıp getiriyorum," dediğinde Cengiz de mutfaktan çıktı.
Cengiz kendisine bir kahve yapmış, yanına da tütün sarmıştı.
Gözleri sürekli aşık olduğu kadındaydı. Baba olacağı için sevinmesi gereken yerde kendisine sarf edilen laflardan mutluluğu yaşamıyordu. Zaten iki kardeşin ölüm sesi doğduğu topraklarda yankı uyandırmışken kendisinden olma bebeğe ne kadar sevinebilirdi?
Mahsun yıkadığı dutları bir kaseye yerleştirmiş salona geri döndüğünde kendini Sahra'nın yanına bıraktı. "Cengiz efendi bize bir kahve yapmamış ama..." dedi hafif kinayeyle. "Kalktık kendi dutumuz kendimiz getirdik." dediğinde karaduttan bir tane ağzına attı.
"Sen kahve sevmezsin," dedi Cengiz, sesine düşen yorgunluk gizlenir gibi değildi. "Ondan yapmadım."
Mahsun hakkında söylenen doğru şeyi doğrular şekilde baktı Cengiz'e. "Kahve sevmem, doğru." diye katıldı. "Ama Bitlis tütünü olan sigarayı içerim," demeyi ihmal etmedi. Cengiz'in sigarasına göz koymuştu.
"Kahvemi içip çıkacağım, sen burada kalıyorsun." dedi, sarılmış sigara ev için değil, yol içindi anladı.
"Sen nereye gidiyorsun?" diye sordu, Sahra'ya karaduttan uzatmayı unutmadı. "Ben neden burada kalıyorum?"
Sahra sesini çıkarmadan ikisine bakıyordu.
Mahsun'un sürekli ona uzattığı dutları geri bile çeviremiyordu. Dut severdi, hele o dutu Mahsun almışsa seve seve yerdi.
"Taziye evine gideceğim. Sahra rahatsızlanınca hastaneye geçmek zorunda kaldım, Kerim Babil'i de yalnız bıraktım. Yanlarında durmam en iyisi." Hâlâ kafası karışık, hâlâ gözleri Sahra'daydı.
"Sahra'ya ne oldu ki?"
"Hamilelik," diye açıkladı Sahra, önemsiz bir konudan bahseder gibi. "Bir de gencecik yaşta tansiyon hastasıyım biliyorsun, ondan."
Mahsun ruhsuzluğu karşısında kala kaldı. Tanıdığı kadına ne olmuştu, anlamadı.
"Dikkat et kendine Deli Düvel, hasta olma- hata yapma lüksün yok." diye açıkça belirtti.
"Oldu paşam, nefeste almayayım."
"Nefes alma diyen yok," diye araya girdi Cengiz. "Bugüne kadar kendini nasıl önemsiyorsan bundan sonra da öyle devam et."
Bakışları buzdan bile soğuktu. Oysa sevdiği kadına bu şekilde gelen biri hiç olmamıştı.
"Kuğu'nun bana zarar vermesinden mi korkuyorsun?" dedi, gözlerini acımasız şekilde acıttı. "Sevgili dostun bana ne yapar?"
Cengiz elindeki kahveyi sıkıca tuttu. Tek dizinin üstüne eğildi. Gözlerini aynı hizada bıraktı. "Kimse sana bir şey yapamaz," dedi kesinkes. "İzin vermem ve eminim sende izin vermezsin." Aşk yoktu bakışlarda açıkça bir korku vardı.
"Peki neden korkuyorsun?"
"İhtimalllerden." dedi çekinmeden. "Göz bebeğim senden başkası değil Sahra, ortada bir katil yok ve ikinci seçenek ben oluyorum. Yani suçlu da benim, günahkar da."
"Saçmalama Cengiz!" deyi verdi Mahsun. "Böyle saçmalık mı olur!?"
"Olur aslanım, öyle bir olur ki..." Nefeslendi. "Senin en sevdiğin öldürülse şimdi, katili bulunmasa yüzünü kime dönersin?" diye sordu kardeşi bildiğine.
Mahsun düşündü. O düşünceler boynunu da eğdi.
"Bana dönersin değil mi?" dedi. "Benim canımı yakmak istersin en çok, benim sevdiğim zarar görsün acılar eşitlensin dersin." diye ekledi. "Ben kanı durdurmuştum kardeşim, zihniyetlerine dokunmadım."
Dizinin üstünden kalkmadan, kahvesinden içmeden öylece Sahra'ya baktı.
"Korkarsan eğer, seni daha çok benden vururlar." dedi Sahra, bu sefer konuşmayı arkadaşına bırakmadı. "İkinizde hiçbir şey bilmiyorsunuz susun." Bakışları nefret doluydu.
"Söz dinle Sahra, söz."
Cengiz'in nefesi kendisini boğma noktasına getirdi. Mahsun tam o sıra omuzlarına dokundu. "Boşuna konuşma kardeşim, Sahra ne isterse onu duyar, onu uygular." Asıl gerçekliği hatırladı. "Sen olmadıkça yanında duracağım, merak etme." deyip güven verdi. "Vakit kaybetme de taziye evine git."
Cengiz diline alacağı kelimeleri birer birer yutmak zorunda kaldı. Sevdiği kadın değildi ona bakan, düşmanıydı sanki. Kendini suçlu hisseden yanı boşuna bir suçlamaydı ve bununla baş edecek durumda değildi.
"Doğu'nun ileri gelenleri taziye evinde olacak," diye başladı sözüne Cengiz, kardeşi dediği adama bakıyordu. "Akşamüstü burada toplanacağız, akıl almam gereken insanlar var." diyerek açıkladı kendini.
"Hatırı sayılır yüzler." dedi Mahsun, yüzüne küçük düşürücü bir ifade dağıldı. "Birkaç hariç geri kalanı-"
"Tamamlama sözünü," diye çıkıştı hemen. "Başkalarını küçük görmek ne senin ne de benim haddime. Dağ başından sağ salim dönmüşsün kırmayayım kafanı." diye çocukluktan bu yana kalma tehdidini öne sürdü.
Küçük düşüren bakışları bu sefer kardeşini hedef aldı. "Valla seni tanıdım tanıyalı kafamı kıracaksın ama," başını iz yok demek için eğdi. "Görüyorsun sapasağlam." Kafasını kaldırdığı gibi ağzına üçer beşer dut sıkıştırdı.
"Aklı selim olmayan adamların şerrinden Rabbim'e sığınırım." dedi Cengiz, yüzünde tebessüm yoktu, ruhunda yalnızca inancı vardı.
"Onun doğrusu kovulmuş şeytan değil miydi?"
"En azından bunu biliyorsun." demesiyle Sahra'nın yanına yaklaştı.
"İlimi de senden öğrenmeyelim kardeşim, hacı hocayla büyümüş insanım ben," dese de Cengiz ona hiç kulak asmadı.
Eşi dediği, ruhunu tamamlayan kadının gözlerine kitlenmiş kendine gelemiyordu.
Sahra kaygısız, şüphesiz, dertsiz şekilde dut yemeyi sürdürürken Cengiz'in yüzünü avuçlarına almasına şaştı kaldı.
Özlemle, birazda öfkeyle dudaklarına bir öpücük bıraktığında Sahra tepki bile veremedi. "Evden ayrılırsan bile kimseye bulaşma," diye tembihledi eşini.
Onu evde tutmak imkansızdı. Cengiz Çelebi gibi bir adam bile ona karşı duramıyordu. Deli Düvel adını bugün alnına kazımamıştı eşi. Cengiz ne derse tersini yapmaya ant içmiş gibi hali vardı. Emir almaya gelmezdi, durdurulmaya, önünü kesmeye cinneti başlatırdı biliyordu.
"Sorun çıkarmayacağım," dedi Sahra, dudakları hâlâ yakınında bekliyordu. "İçin rahat olsun."
Cengiz ondan bu sözleri duymayı beklemiyordu.
"Ama bir kişi bile damarıma basarsa-" diyemeden Cengiz onu yeniden öptü.
"O damarın kan akışını kesersin," diye ekledi. Dudakları tekrar geriye çekilmişti. "Biliyorum."
Sahra omuzlarını serbest bıraktı.
"Biliyorsan sorun yok." Gözleri özlemle bakıyordu Cengiz'e.
"Taziye bitsin aramıza katılacak yeni üye için de bir konuşalım." Sahra dudaklarını konuşmak için açacak gibi oldu. "Anlamsız sözlerin hâlâ kafamda yankılanıyor, unutmadım." Cengiz bir elinden destek alıp ayağa kalktı.
"Ben görev yerine geri döneyim isterseniz?" diye sordu Mahsun, onu bir anda unutmaları canını sıkmıştı.
"Hâlâ kıskançsın oğlum," diye sitem etti Cengiz, "Büyü lan, gözünden sakındığınla evlendim ben. Kabullen." dedi ama Mahsun'un kabullenmeye niyeti yoktu.
"Hatırlatma, şu delinin aklını nasıl çeldin evlendin hâlâ aşabilmiş değilim." Başı bir yandan diğer tarafa durmadan sallandı. Sahra'ya baktı. "Hani sonsuza kadar evlenmiyordun sen, ne oldu?"
"Oldu olacak ağıt yak, yakışır sana..." diye takılmaya ihmal etmedi Cengiz. Sahra'yla gözleri kesişince, "hem doğrusu o benim aklımı çeldi ben bir şey yapmadım." diye masum ayağına yatınca uzun süre sonra eşinin gülüşünü gördü.
Sanki göğsünde bir dert geriye çekilmiş gibi, küçücük bir çocuk topun peşinden koşmuş da o topa yetişmiş gibi hissetti Cengiz. Sevdiklerinin mutluluğu onun mutluluğuydu. Bu beş yaşından beri böyleydi.
Evden ayrılmadan önce cebinden tütün tablasını çıkarıp Mahsun'a uzatınca gitme zamanı gelmişti.
"Kendine bir sigara sar, çıkayım bende." dedi.
Mahsun dünden razı bir hevesle tütün tablasını Cengiz'in elinden aldı.
"Bizim Celep nerede, göremedim hâlâ?" diye sordu Mahsun, tütünü tütün kağıdının içine yerleştirirken.
"Babillerin yanında." diye kısa bir cevap verdi Cengiz. Salonun kapı eşiğinde kardeşi dediği adamı beklerken ön kapının şiddetle çaldığını duydu. "Hayrolsun inşallah." Mahsun tütününü sarmaya devam etti ama Cengiz rahat davranmadı. Eşi ayağa kalkmaya yeltenince o çoktan kapıyı açmaya gitmişti. "Bu nasıl bir hiddettir..." der demez kapıyı açtı.
Gördüğü yüz karşı köyün çobanı Gülçin'in yüzüydü. Nefes nefese kalmış, ter alnından akmıştı. Elindeki sopasını bırakmadan, "Cengiz Ağa," dedi, ona kapıyı açacağına beklemediğinden olsa şaşırdı.
"Soluklan hele, ne oluyor Gülçin?" Bir kötü haber daha duymamak için dua ediyordu içi, ama hisleri öyle baskın olurdu ki o daha konuşmadan geleceği hissederdi. İyiyi de kötüyü de.
"Sahra evde mi?"
"Gülçin," dedi hiddetle. "Anlat."
Gülçin bir elini duvara yaslayıp nefes almaya çalışırken Sahra ve Mahsun aynı anda Cengiz'in arkasında belirdi.
Derin derin nefes almaya çalıştı. Sahra'yı görünce gözyaşlarına engel olamadı. "Delal..." dedi önce, onu duvarda tutan elleri düştü. "İkiziyle birlikte Karasu ırmağından geçerken yeri karıştırmışlar. Bilmiyorum, öyle dediler." Gözyaşı döküldükçe hıçkırıkları arttı. "Akıntının çok olduğu taraf ikisini sürüklemiş."
Sahra duyacakları karşısında önce sarsıldı. Korku kalbinin arkadaşım dediği yerine ulaşınca Mahsun'a tutundu.
"Cansız bedenleri bulunmuş." diyen Gülçin, sanki kalan son takatini harcamış gibi iki dizinin üstüne çöktü. "Boğulmuşlar."
Delal ve Defne
Sahra'nın göz bebekleri, Sahra saçları teline zarar gelse dünyayı uğruna ateşe vereceği ikiz kardeşler Delal ve Defne.
Gülçin getirdiği kötü haberin ağırlığı altında gözyaşlarını dökerken Sahra kalbinin üstüne elini koydu. Duyduklarını idrak edemedi önce, yalan diye düşündü. Yanlış dedi. Ölüm böylesine yakın değil sandı. İnkar edecek noktada Gülçin'in yanına vardı.
Kolundan tuttuğu gibi onu sarstı. "Ne boğulması!" dedi öfkeyle. "Ağzından çıkanı duyuyor musun..." derken boğazına düşen yumru onu susturdu.
Gülçin çaresizce Cengiz'e bakarken anlamasını ümit ediyordu. Ne yapacağını bilememişti, kime gideceğini. Herkes dört tarafa dağılıp ağıt yakarken asılolan arkadaşlarına kimse haber vermeyi aklına bile getirmemişti. Binlerce insanın içinde yalnızdı Gülçin, koyunları dağ başından bırakıp haber getirmesi de bundandı.
Vücudu baştan aşağı titriyordu. Cengiz düşmesin diye kafasının altına elini koydu. Hiçbiri yeterli gelmedi. İki ölüm haberi onu da yaralamaya yetmişti.
"Neredeler..." dedi Sahra, dudaklarındaki son dermandı. "Neredeler?"
"Ambulans götürdü." Gülçin gözyaşlarını silemedi.
Mahsun, Sahra'ya elini atmaya çalıştı ama izin vermedi. Cengiz onu durdurmak için yeltendi yetişemedi. Çıplak ayaklarla Doğubayazıt toprağında koşmaya başladı. Gözyaşları sel oldu aktı yüzüne. Çakır diken toz demeden koştu. Saçları gözlerini örttü ama göğsüne sinmiş sızı kadar yer etmedi.
Çığlığı toprağın bağrında yankılanırken tüm yolları karıştırmak üzereydi. Hastane neredeydi, her günü ezbere bildiği yol hangi taraftaydı? Deli gibi döndü etrafında, adını duymaya dayanamadığı arkadaşlarının ölüm haberi gerçek olmasın diye dualar etti. Çaresizce fısıldayan dudakları tüm gamı toplamaya yemin etmişti sanki... Rüya olsun diyordu, bir ses çağırsın da uyanayım uykudan diye feryadı arşı aştı. Vücudu titriyor, alnında terler beklemeden düşüyordu. Hiçbir üzüntüyü böylesine derinden hissetmemişti Sahra Talu. Üzüldüğü şeyler öyle nadir, öyle umulmadık şeylerdi ki kendini parçalamak istiyordu.
Kimsenin derdinden anlayamadım, dedi. Kimseye üzülmedim. Torba torba ceset çıkarıldı yanımdan gözümden yaş akmadı. Yas böyle miydi, ölüm bu muydu? Diye diye heba etti kendini. Ana yola çıkan ormanlık alanda arkasına bakma zahmetine dahi girmedi. Durduğu her anın ömründen alındığını biliyordu. Peşinden ne Cengiz, ne Mahsun gelmişti. Yalnızdı.
Ayakları durmak istedikçe kalbi hastaneye varmak için telaşlandı. Tek umuda tutunmaya çalıştı; yalan olsun, yanlış olsun dedi. Gülçin'in lafı öylesine gelsin bir rüzgar gibi üstünden geçsin istedi.
Hastanenin yakınlarında büyüyen kalabalığı gördüğünde kalbi şiddetle çarptı. Göz kapakları gün ışığını söndürmek için baskı uygularken Sahra direndi. Sahra kendini bırakmadı. Bayılma raddesine geldi yine de kendine yenilmedi.
Hastanede görevli arkadaşlarıydı onu karşılayan. Kolunun altına giren ise Yavuz'du. Geleceğini bildiğinden haberi alır almaz ondan önce gelmişti yerini almıştı.
"Bırakma kendini..." diye fısıldadı Yavuz, çığlığı dudaklarında asılı kalmış Sahra'ya. "Sakın, sakın." dedi defalarca, gözyaşlarını kalabalığın içinde zor tuttu.
Zelal ve Defne'nin tüm yakınları toplanmıştı hastanenin önüne. Diğer yandan Lila'nın da akrabaları buradaydı. Ziynet Babil gelmişti.
Sahra'nın çaresiz çırpınışlarını seyrederken ikizlerin annesinden kopan çığlık, ağıdı arkasından getirdi.
"Yaşıyorlar de... Yavuz, onlar iyi de." dedi Sahra, kahvenin ağır bastığı gözleri yeşilliğini gizledi. "Öldüler deme, yalvarırım deme."
Yavuz'un kolları arasından kurtulması, "Başın sağolsun," demesiyle oldu.
Ondan sonrasını tutamadı Yavuz. Sahra yeri göğü titreten bir çığlık attı. Sesi yankılandı Ağrı'da. Koşa koşa yetişti kardeşlerin ölü bedenine, gözyaşı döküldükçe yakınları susturan bir güç bulunmadı. Sanki Sahra'nın acısı onları dile getirdi, içlerine attıkları ne varsa Sahra'yla dile geldi. Sora sora buldu cansız bedenleri. Morg bölümüne alınmış, henüz bir kefenleri bile yokken...
İkiz kardeşleri morgdan aynı anda çıkardı. Yüzlerini açtı. Feryat edecekken eliyle dudaklarını kapattı.
Bembeyaz çehrelere hayran olunurdu oysa, ölüm kokusunu hazmedemedi Sahra. Elleri buz kesti de dost dediklerinin yüzüne kapanamadı. Savruldu. Sevdiklerini kaybetmediğinde olsa bu yükün altında çırpındı.
Önce Zelal'in koluna dokundu. Seyrek ama bir o kadar kıvrak kirpiklerini seyretti. Dağınık kaşları göz kapakları ardına kadar gelmişti. Doğaldı Zelal, adı gibiydi Zelal. Yüzüne kendi elinden başkasının eli değsin istemezdi hiç, saçlarına annesinden başkası dokunsun izin vermezdi. Omuzlarına dökülen saçlar Sahra'nın parmaklarından sıyrıldı. Elmacık kemiklerine dağılan iri taneli benleri işaret parmağının ucunda can buldu.
"Açar mısın gözlerini," dedi akan gözyaşlarına şaşırıverdi. "Zelal'im," göbeğinin üstüne yaslandı. "Delal'im," karnına giren ağır sancıyla sızlandı. Bir bebek taşıdığını unutmuştu, kendini hatırlattı.
Zelal usulca kapatmış gözlerini, çoktan fanilerle vedalaşmıştı. Arkadaşı kabullenmek istemese bile o yas artık sırtına bindirilmişti. Defne'ye bakmaktan öyle korkuyor, öyle titriyordu ki sanki ölüm onları almamış da katil kendi elleriymiş gibi davranıyordu. Gülçin suya kapıldıklarını söylemişti. Su azizdi dedi Sahra, su temizlerdi. Öldürmezdi. Öldürdü oysa, yaz daha gelmemişken bahar böylesine cıvıl cıvıl renkleri bağrında büyütmeye yemin etmişken ve babası iki evladına daha doymamışken su azizliğini acizilik edemezdi. Defne'yi Zelal'den ayıran tek nokta ona nazaran benleri olmamısıydı. Pürüzsüzdü teni, tek darbe kara rengi bulunmazdı, benler bulunmadığından hangisi Zelal hangisi Defne insanlar çabucak anlar karıştırmazdı.
Sahra benleri olmasa bile onları tanırdı. Gençliğinin ölümüne gelmişti sanki, kalbi daha fazla dayanamadı. Üzüntünün verdiği dertle kıvrandı. Karnındaki bebeğe zarar gelmesinden ilk kez böylesine korktu. Eskiden korku nedir yüreği bilmezdi. Sırtında hissettiği parmaklarla kendini iyice bıraktı. O ellerin sahibi kimdi bilemedi, gözleri şimdilik dünyayı görecek durumda değildi...
•••
Cengiz Çelebi güneşin ışığına aldanmadan omuzlarına aldığı kalın kabanı onu karşılayan genç çocuğa verdi. Kerim Babil'in evinde düzenlenen taziyeye zamanında gelmemişti. Doğu'nun ileri gelen kadını, erkeği kurulu çardakta henüz konuşmaya başlamadan birbirlerinin yüzüne bakarken hepsinin derdi aynıydı.
Katilden çok, katilin cesaretiydi onları aynı çatı altında toplayan.
Kerim Babil'in müstakil evinin arka bahçesinde kurulu çardakta çaylar dağıtılmış, ağıt yakan kadınların sesi eşliğinde vicdanlarını dinleme fırsatı bulmuşlardı. Cengiz Çelebi önüne serili yükle içeri girdi. Yasları hâlâ taze ailenin evi matem kokusuyla sarılı hâlde ciğerine dolunca ayakları onu taşıyacak gücü bulamadı. Yine de direndi Cengiz, hem iki kardeş için, hem geride kalan Babiller için. Doğu'nun kaderine yön veren kişileri daha da bekletmemek adına yüz yüze geldi.
Karısını yalnız bırakmanın üzüntüsü, suya kapılan tap taze canların vefatı onu git gide derin bir hüznün içine çekerken masanın baş köşesinde oturan Berivan'ın yüzünü görmek nedense kederi bir anlığına silmişti.
Berivan herkesten ayrı bakıyordu Cengiz'e. Hasretle belki de, özlemle, kırgınlıkla ama en ağır basan özlemdi kendi de biliyordu. Ucu bucağı olmayan bir denizi andıran gözleri hızla Cengiz'in üstünden çekildi. Dizlerini aşan çizmelerini geriye doğru çektiğinde Cengiz önünden geçip önceden gelenleri selamladı.
Başsağlığı diledi Kerim Babil'e. Kaçıncıydı saymadı elbette, yalnız bir babanın başsağlığına ihtiyacı vardı farkındaydı. Doğu'nun kaderini iki dudağı arasında bekleten adamın evine gelmesi, canice öldürülmüş çocukları için hâlâ burada olması Kerim'e yetmiş artmıştı.
Her şehirden gelenlere ayrı ayrı özen gösterdi. Kimseyi geride tutmadı. Selam verirken, hal hatır sorarken de eşit davrandı. Cengiz, iltimas geçilmesini sevmezdi. Sevmediği şeyi de yapmazdı. Dik duruşu, dürüst samimiyetini gören Berivan hayranlıkla baktı Cengiz'e. Gözleri doldu ama güçlü tarafına zeval gelmesin diye gözyaşlarını düşürmeden durdurdu. Ne zaman ki onu gördü, ne zaman ki ellerine uzandı dudaklarını birbirine bastırmadan edemedi.
Ellili yaşlarının üstündeydi Berivan, ak düşen saçları omuzlarına narince dağılmış, uçlarında elem taşımakla meşguldü. İncecik ellerini tuttu Cengiz, dudaklarını götürdü, öptü... Derin bir özlemle öptü. İçi soğuyunca yanaklarına yaslamayı ihmal etmedi. Boynunu eğen özleme isyan edecekken tuttu kendini Berivan. Allah'tan başkasına eğilmemiş boynu şimdi bir özlem uğruna eğik görünce gaflet boğazına sarıldı.
Ah diyordu.
Büyüdün.
Göremedim,
Doya doya,
Yetemedim.
Ağladın,
Doğu'nun derdi yüktü sırtına, yardım edemedim.
"Annem," dedi Cengiz, annem deyişine ağıt sığdırırdı Berivan, yapmadı. "Nasılsın?" diye bildi.
Göğsünde gram kin birikmemişti. Annesi onu ve küçük kardeşini geride bırakıp giderken bile kin ne bilmemişti. Nefret nedir tanışmamıştı.
Berivan annesiydi. Öz annesi. Doğu'da Cengiz kadar olmasa da sözü geçenlerdendi. Ailesine sıkı sıkıya bağlanmamıştı, belki en ihtiyaçları olduğunda oğullarının yanında yer etmemişti, o eksikliği ölse kapatamazdı. Telafi etmeye çalışsa ömrü yetmezdi. Yalnızca sarılmıştı oğluna, Cengiz'ine. Ona ufacık bir öfke bile taşımayan oğlunu bağrına basarken nefesi kesilecek gibi oldu.
Taziye evi olduğundan ağlayamadı. Sadece kokusunu içine çekti. Geçen tüm günlere karşılık. Yapmaya çalıştı ama yetmedi. Kokusu yetmedi.
Nasılsın diye sormuştu oysa, cevabını veremedi. Celep, Cengiz'in sağ tarafında, epey uzağında onları izlerken yumruğunu sıkmış, nefretle annesine bakarken annesi onu gördü. Hızla Cengiz'den ayırdı kendini. Buna hakkı olmadığını hatırladı. Büyük oğlu kin ne bilmezken küçüğü kalbinde bir nehri kaplayacak radedde kin besliyordu.
Berivan Alkas,
Doğu'nun zulüm gösteren toprağında kendini yalnız büyüten kadını. Dokuz yıl önce iki oğlunu kendi elleriyle toprağa veren, iki oğlunu da kendi isteğiyle geride bırakan kadın.
Gözlerinden bir yaş aksa önüne geçilemezdi. Başını önüne eğip daha çok geriye çekildi. Düzeni kuran oğlu, kardeşlerinden sonra iki kardeşin ölümüyle yargılanacaktı belki de. Yolun zorluğunu bildiğinden bugün burada olmayı kendine hak görmüştü. Tüm işlerini kenara koymuş, yalnızca tek bir katil için herkesle taraf tutmayı tercih etmişti.
Berivan adı sanı duyulmuş kimseyle iş tutmazdı. Yolu hedefi herkesten ayrıydı. Yalnızca Doğu topraklarında değil, Türkiye'nin her yerinde kimsesiz erkek çocuklarının bakımını ve eğitimi üstlenen kişiydi. Kundaktaki erkek çocuklarına hakikati öğretirdi. Ne imam, ne âlimdi. Kendi başına bir devletin adıydı.
Başını önüne eğdiren yoktu. Oğlu Celep dışında. Adını verdiği ama gidişinden sonra o adı bile ağzına almayan oğlunu gördükçe başı önündeydi.
Celep'in nefretini her gördüğünde uğruna yürüdüğü yolu yakmak istiyordu. Yine dokuz yıldır seçilmiş yol yakılacak kadar basit değildi. İki oğlu da bunu biliyordu.
Celep sağlam adımlarla annesinin yanından geçerken, annesini hiçe saydı ve abisine, "Hoş geldin," dedi. "Nerede kaldın?"
Berivan'ın kırılan kalbi oğluyla aynı değildi. Dokuz yıldır annesi tarafından yaralı bırakılmış yanı bugün af bulamazdı. Hiç, Berivan küçük oğlu için buydu; hiç.
"Kapım çalındı," tebessüm etti Cengiz. "Bordo bereli asker tarafından-" diye cümlesi tamamlanmadan Celep kala kaldı.
Yüzüne inen şaşkınlık aniden sevince dönüştü ama cenaze evinde belli etmedi. "Gözümüz aydın," dedi yalnızca. "Sen buradaysan ben artık çıkayım." diye de konuyu alelacele değiştirdi.
Celep annesinin yanında durmaya dayanamazdı. Zaten kaç dakikadır annesini uzaktan izlemesi bile ona işkence gibi gelmişti. Dokuz yıldır dudaklarından annesine karşı kelimeler çıkmamıştı Cengiz'de biliyordu. Bu nefret belki daha sürerdi, belki de bitmezdi. Kardeşine karşı suçlu hissetti kendine. Onu beklediği için annesini de çok görmüştü. Bu Celep için zulümden başka bir şey değildi.
"Çık sen," dedi Cengiz, annesine bakarken canı yandı. "Turgut ve Fevzi'yi bana bırak, Ahmet'i de yanına al." diye önerince Celep kafasını salladı.
Taziye evinden müsaade istedikten sonra artık arkasına bile bakmadı. Kabanına sıkıca sarıldı. Başını önüne eğerken kimseyle göz teması kurmadı. Dakikalardır içine düştüğü ateşten en nihayetinde kurtulmuştu. Berivan dokuz yıldır bir kez olsun kokusunu içine çekme ümidiyle oğlunu beklerken hayal kırıklığı üzüntüyle tekrar boynuna dolandı. O özlem daha derinleşti. Daha çok göğsünde sızı etti. Elden çare gelmeyince derin bir nefesle bedenini duvarın dibine yasladı.
"Elbet seni anlayacak, içindeki kin bugün değil, yarın elbet bitecek. Sabret." dedi annesine, yanında kim var kim yoksa görmezden geldi.
Şeffaftı Cengiz, neyse oydu. Ailesi, sevdikleri bile söz konusu ise yalana baş vurmayı kendine yakıştırmazdı.
Berivan onun aksine doğru bulmadı konuşmasını. Etrafını saran onlarca adamın arasında yalnız başınaydı. Kimin dost, kimin düşman olacağını bilemezdi. Bugün dost görünen yarın bıçağı bileyen olurdu. Oğluna karşı kaşlarını çatınca, boğazını temizledi.
Hiçbir şey olmamış gibi köşesine geçti. Âlim Seyrani Efendi tam karşısındaydı.
"Benim vaktim pek yok Seyrani Efendi, bize yapılması gerekeni söyle, yapalım." dedi Berivan, olanı kenarı itti asıl konunun başını açtı.
Onun bu kendinden emin, cesur duruşu içinde herkes yerine geçti.
Cengiz ise babası gibi gördüğü Âlim Seyrani'nin yamacına yerleşti. Doğu'da her ne kadar da sözler Cengiz'in ağzından çıksa, kararın aklını veren Seyrani olurdu. Buraya toplanan herkes bunun bilincindeydi.
Zamanı olmayan Berivan geçmişin yaralarını tekrar sakladı.
Cengiz şaşırmadı.
Seyrani alışmıştı.
Gün artık Babil'lerin günü, Babil'lerin yası oluvermişti. Onların çatısı altında toplanmaları yalnızca diğer Babil soyunun yanlışa düşmemesi içindi. Küçüğünden büyüğüne ölüm ağırlığı düşmesin, yolları şaşmasın, üzüntü var diye cesaret doğmasın.
Berivan Alkas buradaydı, oğulları için değil, ölen kardeşler için.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |