
Keyifli okumalar...
13. BÖLÜM
"ANNESİNİN KIZI"
___
_
23 yıl önce, Midyat...
Derler ki; bir annenin feryadı, en derine saplanmış bir bıçak kesiğinden daha çok acı verir.
Bûke o acı çığlığın yüreğinde bıraktığı kor ateşle beraber, bir çöp parçası gibi yere atıldığı avludan gökyüzüne baktı usulca.
Midyat'ın yakıcı sıcağının sarıp sarmaladığı soluk mavilikten, kahveye çalan yeşil gözlerini ayıramadı bir süre. Az evvel babasının attığı tokatın sızısı hâlâ geçmemişti. Kırmızı bir damla anlından çenesine doğru ağır ağır akarak, kahverengi uzun saçlarına bulaştı. Dizlerinin üzerindeki yaralar, taş zemine diz üstü oturduğu için şimdi daha çok acı veriyordu.
Avluda onlarla beraber tam altı aşiret reisi daha vardı. Şüphesiz herkes babası Haydar Ağa'nın ağzından çıkacak hükmü bekliyordu. Boranlı'lar ve Sahran'ların arasında patlak veren bu korkunç savaş tüm Midyat'ı çalkalıyordu ama bu toplantıya Boranlı'lardan tek kişinin bile katılmamış olması Bûke'nin umudunu tamamen kaybetmesine sebep olmuştu.
Biliyordu, gelmeyecekti.
Yüzünde, bunca insanın arasında bu hale düşmüş olmanın utancı yer edinirken, titreyen ellerini yumruk yapıp gözlerini tekrar yere indirdi. Elinde olsa, bir an bile düşünmez babasına bırakmadan şuracıkta kıyardı canına ama önünde öyle bir engel vardı ki en başta kendi vicdanı el vermiyordu bunu yapmaya.
Haydar Ağa kaşlarını çatarak Bûke'ye baktı. Yüzünde öyle bir öfke vardı ki, kızının bu hale düşmesine sadece gözlerindeki kinle karşılık verdi. "Görürsünüz ya ağalar," diye konuştuğunda, kafasını ağır ağır salladı. "Adımızı lekeledikleri yetmezmiş gibi, bizi kâle alıp buraya bile gelmediler."
Ne olduğu pek anlaşılmayan bir takım homurtular duyuldu. Adamların içlerinden en yaşlı olanı Haydar Ağa'ya bakarak acımasızca sıraladı cümlelerini. "Onu bunu bırak Haydar Ağa, burada töreler ne der hepimiz çok iyi biliriz!" Yaşlı adam kafasıyla Bûke'yi gösterdi. "Önce kendi kusurunu temizleyeceksin, o zaman istediğinden alırsın öcünü."
Bûke boğazına yerleşen yumruyla beraber göz yaşlarına daha fazla hakim olamadı. Çıkacak kararı çok iyi biliyordu. Gözlerinde soluk bir acı yer edinirken babasına doğru baktı. Haydar Ağa'nın ise içinde en ufak bir merhamet barındırmayan gözleri tekrar diğer adamlara döndü.
Adamların içlerinden biri, "Boranlılara savaş açmayı öyle herkes göze alamaz," diye lafa girdi. "Benim lafım odur ki, her aile kendi cezasını kendi içinde kessin. Kan davası açılırsa bu işin altından hiçbirimiz kalkamayız."
Haydar Ağa bir an duraksadı. Ne yapacağını kestiremiyor gibiydi. Yaşlı olan diğer adam, diğer adamın söylediklerini kafasıyla onayladı ve küçümsercesine Bûke'ye bakarak tekrar Haydar Ağa'ya döndü. "Sen yine öcünü alırsın," dedi katı bir sesle. "Kızın bir günah işledi ve o günahı karnında taşıyor. Kızın Adil Boranlı'nın bebeğine gebe, sen cezasını keserken sadece kendi kanından birini öldürmeyeceksin."
Buke'nin elleri usulca kalbine gitti. Bu sözler bir bıçak gibi göğsüne saplanırken o her zamanki baş kaldıran ifadesiyle, "İzin vermem," diye fısıldadı.
Haydar Ağa, kızının bu lafını duyar duymaz ayağa kalktı ve Bûke'nin üzerine doğru yürümeye başladı. "Kes sesini, edepsiz!"
Bir kaç adam kalkıp ona engel olurken, Bûke gözlerine yerleşen o korkunç kinle babasına dikti gözlerini. Kalbi adeta duracak kadar hızlı atıyordu. "Sussam da, susmasamda öldürmeyecek misin beni?" dediğinde, elleriyle taş zemine tutunarak oradan güç aldı. "Tek sorumlusu benmişim gibi kafama silah dayarken, gidip bana bunu yapanlardan hesap soramayacak kadar aciz misin?"
Haydar Ağa adeta delirmişçesine baş parmağını havaya kaldırdı ve Bûke'ye doğru tehditle salladı. "Ulan namusumu iki paralık ettin. Ne haltlar yediysen o Adil denen adam seni karısı olarak bile kabul etmeyip kapıdan çevirmiş, Sahran'lara yapılır mı ulan bu?"
Bûke kafasını salladı. "Ben hiçbir şey yapmadım!"
Haydar Ağa eliyle onu tutan adamları itti ve Bûke'nin önünde durarak diğer adamlara taraf döndü. "Hepiniz duyun, bilin!" diye bağırdı sesi avluda yankılanırken. "Kendi namusumu kendi ellerimle temizleyeceğim. Ben bu saatten sonra Haydar Ağa namusunu temizlemedi dedirtmem!"
Yaşlı adam, bastonunu sıkıca kavrayarak ayağa kalktı ve Haydar Ağa'nın karşısına geçti. Önce Bûke'ye, sonrada diğer adamlara baktı ve en son Haydar Ağa'ya dikti gözlerini. "Kızın babası sensin, kararda senindir." diye konuştu şeytani bir soğuklukla. "Şimdi söyle, hükmün nedir?"
Haydar Ağa bunu söylerken, kulak kabartıp onları dinleyen kadınların konuşmaları duyulmaya başladı. Buke'nin gözleri, korku dolu gözlerle onları izleyen annesini bulurken, derin bir ızdırap geçip gitti aralarından. Belki de görüp görebileceği en umutsuz bakıştı bu. Bûke, annesinin gözlerinden bile artık kurtuluşun tamamen bir mucize olacağını anlayabiliyordu.
Haydar Ağa biraz bekledi. Ağzından çıkacak tek söz Bûke'nin ve karnındaki bebeğinin hayatını belirleyecekti. "Hükmüm," diye yüksek bir sesle konuştuğunda etraf bir anda buz kesti. Kimseden çıt çıkmıyordu. "Ölümdür!"
İşte bu söz o an konağın içine sönmeyecek bir ateş düşürdü. Bu kelimenin soğukluğu defalarca kez Bûke'nin içine düştüğünde, annesinin acı çığlığı kulaklarına doldu. Bu çığlık feryada dönüştüğünde, Bûke'nin boğazına sanki bir el sarıldı ve o an nefes almakta bile güçlük çekti.
Biliyordu.
Bunun olacağını adı gibi biliyordu.
Babasının acımasız gözlerine saniyelerce baktı. Bûke'nin içinde şimdi öyle bir ateş yanıyorduki, o an herşeyi yapabilecek kadar karardı gözleri. Elleri içgüdüsel olarak karnına giderken, gözlerine dolan kin ve öfkeyle kafasını kaldırıp babasına baktı. "Benim adım Bûke ise, ne bana ne de bebeğime dokunamana izin vermeyeceğim Haydar Ağa!"
•••
Bir insanın tek dayanağını elinden alırsanız, ayakta durmayı öğrenir ve sizi ezer geçerdi.
Ama ben sırtımı dayayabileceğim bir ablam varken bile ayakta kalmayı tercih etmiştim. Çünkü o zaman bile benden alınan çok şey vardı. Ben bir gün Yaren'in bile beni yarı yolda bırakacağını düşünecek kadar bencil ve korkak biriydim.
Bana iyi gelebilecek herşeyden korkuyordum.
Pimi çekilmiş bir bomba misali, zihnimin orta yerine düşen bu korku, hayatımın her zerresinde bulunacak bir acıyı doğuruyordu. Sonra ben bu korkuyu yanıma alarak, bir kez daha öfkeyle doluyordum. Günlerdir zihnimden bir an olsun çıkmayan o kişiyle savaşırken, vücudumdaki adsız duygunun sinir bozucu sesine kulaklarımı tıkamaktan başka çarem yoktu.
Elimdeki rimeli yavaşça kirpiklerime sürerken, gözlerim aynadaki görüntümdeydi. Belime kadar dökülen siyah saçlarımı dalgalandırmış ve açık bırakmıştım. En son rimelle işim bittiğinde ayağa kalkıp son görüntüme baktım. Üzerimde siyah mini bir etek ve siyah beyaz, ince bir kazak vardı. Bu görüntümün buradaki insanların zihninde nasıl bir izlenim yaratacağını bilsemde bunu zerre kadar umursamadım ve son kez ellerimle saçlarımı düzeltip odadan çıktım.
Saat sekiz buçuğu geçiyordu, muhtemelen benim dışımda herkes aşağıdaydı.
Azer'in ihaleyi kazandığını açıkladığı o akşamın üzerinden tam üç gün geçmişti. Bu üç gün süresince onunla neredeyse hiç konuşmamıştık. İhale için verilecek büyük bir davet planlanıyordu ve bu davet herkes için çok önemli olduğundan Azer'in neredeyse tüm günü yoğun geçiyordu.
Bu benim için belki de iyi bir şeydi. O gün hastane bahçesinde bana söyledikleri aklımdan bir an olsun çıkmazken, uzak olmamız belkide işime yarıyordu ama üzerimden atamadığım o huzursuzluğun sebebinide hâlâ bulabilmiş değildim.
Merdivenlerden ağır adımlarla inip avluya taraf baktım. Tam da tahmin ettiğim gibi herkes aşağıdaydı. Adım seslerim avlunun taş zeminden kulağıma dolarken, sofranın baş köşesine kurulmuş Lebriz Hanım'ın ciddi bakışları benim üzerime dönmüştü. Bu bakışlara karşılık dudaklarımın kenarı keyifle kıvrılırken, "Günaydın, Lebriz Hanım'cığım," diye konuşup sandalyemi hafifçe geriye çektim.
Lebriz Hanım, beni baştan aşağı süzdükten sonra gözlerini tekrar masaya çevirdi. "Günaydın küçük hanım," Sesindeki tını her zamanki gibi ciddi ve otoriterdi. "Sonunda teşrif edebildin."
Yerime oturup bacak bacak üstüne attım ve arkama yaslandım. "Kusura bakmayın," diye mırıldandım samimiyetten uzak bir sesle. "Böyle erkenden uyanmaya pek alışık değilim."
"Alışık değilsin ve doktor oldun öyle mi?" Orkun'un sinir bozucu sesini duyduğumda kafamı çevirip ona baktım ve alayla gülümsedim.
"Sana da günaydın Orkun."
Orkun gözlerini devirdiğinde ondan bakışlarımı ayırdım ve o an Azer'le göz göze geldim. O gün hastanede bana o cümleyi söylediğinde gözlerinde nasıl bir ifade varsa şimdi de bana aynen öyle bakıyordu. Üzerinde yapılı vücudunu kusursuz bir şekilde saran beyaz gömleği ve sert yüz hatlarıyla herzamanki gibi nefes kesici görünüyordu. Bana bir kaç saniye boyunca, sanki burada bizden başka kimse yokmuşcasına bakmaya devam ettiğinde onun siyahlarının tutsaklığında kalan gözlerimi ondan bir süre ayıramadım.
Bana böyle bakmaması gerekiyordu.
"Ee Azer? İhale daveti için gün belirlediniz mi?" Adil Bey'in bu cümlesi aramızdaki bu garip etkileşimi bir bıçak gibi böldüğünde, Azer'in bakışları ağırca Adil Bey'in üzerine döndü. Adil Bey, oldukça ciddi bakan bu ifadesinin altında ki hoşnutsuzluğunu gizleyemezken, sakince tamamlandı cümlesini. "Malum, alınan kararlardan en son benim haberim oluyor."
Azer'in yüzünde en ufak bir mimik dahi değişmedi ama şuan gözlerindeki ifadeyle bana baktığı anın arasında dağlar kadar fark olduğuna yemin edebilirdim. Sadece bakışları bile herşeyi anlatmaya yetiyordu. Azer, gözlerine yerleşen umursamazlıkla, "Bu davete karşı olduğunu düşünüyordum Adil Bey?" diye sordu, sesi buz gibiydi.
Adil Bey bir an duraksadı, sonra bilgiç bir ifadeyle kafasını ağır ağır sallayarak dirseklerini masaya yasladı. "Hâlâ fikrim aynı," dedi düz bir sesle. "Yanlış bir karar olduğunu anlayacaksınız ama bu saatten sonra bana sadece izleyip, görmek kalıyor."
Azer, rahat bir tavırla arkasına yaslandı ama yüzünde meydan okuyan bir ifade vardı. "O zaman söylediğin gibi sadece izle Adil Bey," dedi kendinden emin bir sesle. "Karışma."
Adil Bey'in yüzündeki ifade ciddileşirken, Lebriz Hanım önce Adil Bey'e sonrada Azer'e baktı. "Aile içinde anlaşmazlık olur elbet ama bunu insanlara göstermek uygun düşmez," diye konuştu oldukça ciddi bir sesle. "Hepimiz eksiksiz olarak o davette olacağız. Hiçkimse yan çizmeyecek," Lebriz Hanım'ın gözleri benim üzerime döndü. "Özellikle sen küçük hanım."
Üzerime dönen bakışlarla beraber hafifçe kaşlarımı çattım. "Bende mi geliyorum?" diye sordum ve olumsuz anlamda kafamı salladım. "Hiç almayayım."
Lebriz Hanım gözlerini üzerime dikti. "Bu senin keyfi olarak belirleyebileceğin bir şey değil kızım," Lebriz Hanım itiraz istemeyen bir sesle bunu söyledi ve baş parmağıyla masaya dokundu. "Ailemizin her ferdi gibi orada olmak zorundasın. Millet zaten ileri geri konuşuyor, ağızları ancak böyle kapanır. Oraya gelip bir Boranlı olduğunu herkese göstereceksin."
Lebriz Hanım'ın bu ısrarının sebebini şimdi daha iyi anlıyordum. Ailelerine tamamen girdiğimi insanlara göstermek, tabiri caizse gözlerine sokmak istiyordu. Kollarımı önümde bağlayıp yüzüme hoşnutsuz bir ifade yerleştirdim. "Şimdi anlaşıldı," diye mırıldandığımda sesim hafiften alaycıydı. "Amaç göz boyamak yani..."
Bunu söylememle beraber Elvan'ın anlam veremediğim bir kinayeyle bakışları bana döndü ve hafifçe gülümsedi. "Bence Dilba'nın hakkında konuşulanlar göz boyamayla bile unutulacak şeyler değil," dedi sakince. "Yani yanlış anlama beni ama insanlar bunları kolay kolay unutmaz."
Dudaklarım alayla belli belirsiz kıvrılırken sorarcasına Elvan'a baktım. "İnsanların unutup unutmaması umurumda bile değil," diye konuştum, sinirimi belli etmemeye çalışarak. "Onlar konuşunca benim hayatımda bir şey değişmiyor."
Elvan hafifçe kafasını salladı. "Göz önünde olmayı sevdiğini hepimiz biliyoruz zaten," dediğinde damarıma basmaya çalıştığının farkındaydım. Elvan ise bozuntuya vermeden devam etti. "Baksana, bizim düğünümüzde bile başrol sendin."
Gözlerime duyduğum bu cümleyle beraber buz gibi bir ifade inerken, sofrada kısa bir sessizlik oldu. Dilimin ucundaki kelimeler, zehrini zihnime damlatırken gözlerimi Elvan'dan ayırmadan, "Bak sen böyle söyleyince aklıma geldi," diye mırıldandım, sesim zehirli bir yılan misali zehirledi etrafı. "Sen düğününde yalnızdın değil mi?"
Elvan'ın yüzüne garip bir ifade inerken, Mercan eliyle ağzını kapatarak alayla güldü ve Elvan'a baktı. O gün aralarında çıkan tartışma yüzünden Mercan resmen Elvan'a düşman kesildiğinden, Mercan bir süre etrafa aldırış etmeden gülmeye devam etti.
Ama benim ifadem şuan alaydan çok uzaktı.
Sofrada bir anda etkisini göstermeye başlayan bu düşmancıl hava, bakışlarımdaki öfkenin dozunu giderek arttırırken sandalyemi sertçe geriye çekip ayağa kalktım ve Lebriz Hanım'a taraf baktım. "Müsaadenizle, odama çıkmak istiyorum."
Lebriz Hanım bu söylediğime kafasını sallayarak cevap verdi. Normal şartlarda Elvan'ın yaptığı saçma imaya sinirlenecek değildim ama bu kez, istenilen tarafa çekilecek kadar hassas bir noktadan konuşunca sinirlerim bozulmuştu. Berşan Hanım beni buraya getirmek için eğer o düğün gününü seçmeseydi, Elvan'ın kıskançlıklarına maruz kalmayacaktım ama herzamanki gibi bela yalnız başına bulmuyordu insanı.
Odama çıktığımda vücuduma yüklenen öfkeyle kapıyı öyle bir çarptım ki, muhtemelen sesi tüm konakta yankılanmıştı. Odanın içinde ağır ağır yürümeye başladım. Sofrada Elvan'ın kurduğu o cümleyle ne söylemek istediğini belkide masadaki herkes anlamıştı. Sertçe nefesimi verip, "Ruh hastası," diye mırıldandım.
Ortalıkta dönüp dolaşan o metres dedikodusu zaten yeterince sinirlerimi bozarken, bu tür imalarda sakinliğimi korumakta güçlük çekiyordum. Benim buraya gelme amacım belliydi ama kader önüme hiç ummadığım engeller koyuyordu.
Ama izin vermeyecektim.
Bir kaç saniye geçmemişti ki, odamın kapısının açıldığını işittim ve dönüp göz ucuyla gelen kişiye baktım. Mercan, oldukça keyifli bir ifadeyle içeriye doğru adımladı ve kapıyı arkasından kapattı.
Mercan'ı baştan aşağı süzdüm ve sorarcasına yüzüne baktım. "Hayırdır, niye geldin sen?" diye sorduğumda hafifçe gülümseyerek bana baktı.
"Az evvel sen Elvan'a ne dedin kız öyle," diye konuşup ağır ağır yatağımın köşesine oturdu ve bacak bacak üstüne attı. "İnsan düşmanına söylemez valla..."
Hafifçe kaşlarımı kaldırdım ve alayla Mercan'a baktım. "Ha Elvan'ın söyledikleri çok normal yani," dediğimde sesim hafiften sinirli çıkmıştı.
Mercan'ın suratındaki keyif biraz daha artarken, gülümsemeye devam ederek bana baktı. "Anam onun söylediklerini herkes söylüyor," dedi elini hafifçe sallayarak. "Ama sen direk bam teline bastın. Ama bravo, o Elvan'a az bile..."
Gözlerimi devirip makyaj masasının önündeki sandalyeyi kendime çektim. "Ne bitmez mevzuymuş ya," diye mırıldanıp sandalyeye oturdum. "Sırf o düğün yüzünden konu nerelere geldi."
Mercan ağır ağır kafasını salladı. "Oho, insanlar daha neler konuşuyor neler..." Gözleri imayla benim üzerimde gezindi. "Valla ne yalan söyleyeyim benim kulağıma da geldi bir takım söylentiler ama hiçbirinin aslı astarı olmadığını hepimiz biliyoruz."
Bir kaç saniye duraksadım. Helin'in o gün anlattıkları birer birer zihnime düşerken bu dedikoduların en mühim olanını hatırlamam gerginliği bir elbise misali vücuduma giydirmişti. "Mercan," diye konuştum en sonunda sesime inen bariz bir soğuklukla. "Sen bu dedikoduyu kimin çıkardığını biliyor musun?"
Mercan yapmacık bir ifadeyle gülümsedi. "Ay o kadar çok varki, ben bile yetişemiyorum artık..."
"Lafı dolandırma bence," diye kestim cümlesini. "Sen hangisinden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun."
Mercan biraz bekledi. Azer ve benim hakkımda olan o saçma söylentiyi kastettiğimi gayet iyi biliyordu. Öyle ki, anladığını belirtircesine kafasını salladı. "Biliyorum bilmesine de... Bu işte kimin parmağı var hiç bilmiyorum."
Alayla gülüp arkama yaslandım. "Bu bana pek inandırıcı gelmedi ama neyse," dedim imayla, ardından bakışlarım buz kesti adeta. "Ben kendim bulurum."
Mercan bir süre beni inceledi ve gözlerine muzip bir ifade indi. "Bak bu konuda yardımcı olurum sana," dedi ve duruşunu dikleştirdi. "Davette bir etrafı yoklayalım, kim neler konuşuyor öğreniriz... Ha, bak davet demişken, Büyük Hanım sabah Dilba'yla alışverişe çıkın dedi. Sen böyle açık seçik giyinice cinleri tepesine çıkıyormuş."
Alayla gülüp arkama yaslandım. "Karışmadıkları bir o kalmıştı," diye söylendim.
Mercan sorarcasına bana baktı. "Ee? Gideriz değil mi?" diye sordu. "Valla benim almam gereken bir sürü şey var."
Umursamaz bir ifadeyle kafamı salladım. "İyi tamam," dedim ve sonra aklıma gelen şeyle tekrar Mercan'a döndüm. "Ama merkeze gidelim."
Bu bahaneyle bir fırsatını bulup Volkan'la buluşabilirdim. Onu tamamen boşlamıştım ve sürekli beni darlayıp duruyordu. Mercan gülümseyerek ayağa kalktı ve bana. "Olur olur, ben hazırlanıyorum o zaman," diye konuştu ve kapıya doğru yöneldi. "Ruken'e söyleyeyim belki oda gelir, bir saate çıkarız."
Mercan odadan çıktığında, gözlerimi devirip burnumdan sert bir nefes verdim. Tabi ki de Lebriz Hanım'ın istediği şekle girmeyecektim. İnsanların giyinişime bile karışıyor olması sinirlerimi bozarken, birde başıma Mercan'ı dikmeleri gerçekten komikti...
***
"Kız Ruken, bak bu tam sana göre..." Mercan elinde tuttuğu açık renkli elbiseyi Ruken'in üzerine tutarken, Ruken sıkıntıyla geriye çekildi.
"Bak sen kendine," diye konuştu ve geçip köşedeki deri koltuklardan birine oturdu. "Elbise deneyecek halim mi var benim?"
Mercan bozulmuş gibi yaparak, "Aman, deneme." diye kestirip attı.
Yaklaşık iki saattir konaktan çıkmış çarşıda ki büyük alışveriş merkezinde mağazaları geziyorduk. Mercan, Ruken'i çağırdığında Elvan'ın da bizimle gelmek isteyeceğini zannetmiyordum ama herkesten önce o hazırlanmış ve çoktan arabaya geçmişti. Şuan, mağazada ben, Mercan, Ruken ve Elvan vardık.
Elvan kıyafetini çoktan almıştı ve Ruken'in yanında Mercan'ın gösterdiği elbiselere bakıyordu. Ruken'in ise geldiğimizden beri suratından düşen bin parçaydı. Muhtemelen en başından beri bizimle gelmek istememişti. Mercan'ın ısrarlarıyla buraya zorla sürüklenmiş gibi bir hali vardı ve zorunda olmadıkça tek kelime dahi etmiyordu.
Mercan, Ruken için çıkardığı elbiseyi yerine koyup tekrardan bakınmaya başladı. "Kız Elvan, sizinkiler gelecek mi davete?" diye sorduğunda, göz ucuyla Elvan'a bakıp alayla güldü. "Gerçi sen oradayken gelmek istemezler, malum..."
"Gelecekler tabi, niye gelmesinler?" Elvan bunu söyleyip Mercan'ın lafını kestiğinde, göz ucuyla bana bakıp sonra tekrar Mercan'a döndü. "Ama sen benimle fazla alâkadar oldun sanki bu aralar. Aile içi şeyleri böyle ulu orta konuştuğunu Lebriz Hanım duymasın."
Mercan, lafının yarıda kesilmesi üzerine meydan okurcasına Elvan'a taraf döndü ve kollarını önünde bağladı. "Anam sizinkilerde ne ara unuttular onca olanı? Hem sen geçen gün demiyor muydun el öpmeye gideceğiz diye, ne oldu Azer Ağa kabul etmedi mi yoksa?"
Elvan, sinirle Mercan'ın yüzüne baktı. "Şu davet bitsin gideceğiz elbet," diye konuştu düz bir sesle. "Hem sana ne Mercan? İster gideriz, ister gitmeyiz."
Mercan kendini tutamayarak sesli bir kahkaha patlattığında, Elvan suratını asarak Mercan'ı baştan aşağı süzdü. "Azer Ağa'nın böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini Fırat Can bile bilir," dedi ve gülerek ellerini birbirine çarptı. "Kız valla alemsin ha..."
Elvan, "Yeter bu kadar Mercan," diye çıkıştı ve önüne dönerek sinirle nefesini verdi. "Bu konu seni hiç ilgilendirmez."
Mercan nisbet yaparcasına geriye doğru saçlarını savurdu ve Elvan'dan bakışlarını ayırarak bana taraf döndü. "Neyse," dedi düz bir sesle. "Dilba, sen bulabildin mi bir şeyler?"
Elime aldığım bir kaç elbiseye hoşnutsuzca göz gezdirdim ve göz ucuyla Mercan'a baktım. "Yalnız bunlar hiç benim tarzım değil," diye mırıldandım sakince.
"Burada öyle kendi tarzına göre şeyler bulman çok zor," diye araya girdi Elvan. Arkamı dönüp ona taraf baktığımda o beni baştan aşağı süzdü. "Sen biraz daha açık seçik giyindiğin için, buradakiler fazla üstruplu kaçıyor."
Elimdeki kıyafetleri askıya asıp, Elvan'a bakmadan alayla güldüm. "Bugün de herkes benim giyinişime taktı nedense," diye mırıldandım samimiyetten uzak buz gibi bir sesle.
Mercan, benim olduğum tarafa doğru yürüyerek gelip yanımda durdu. "Kız Dilba, Büyük Hanım beni sıkı sıkıya tembihledi haberin olsun," diye konuştu sadece benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle. "Sakın öyle mini mini şeyler giyip sinirlendirme Büyük Hanım'ı, valla sonra yine bana kızacak."
Gözlerime oldukça alaycı bir ifade yerleşti. "Sen hiç merak etme," diye mırıldandım ciddiyetsiz bir ses tonuyla. "Ben ne giyeceğimi gayet iyi biliyorum."
Ben bunu der demez, üç çalışan kadın ellerinde bir sürü kıyafetle beraber olduğumuz tarafa doğru yürüyüp ellerindeki kıyafetleri düzgünce koltukların üzerine bıraktılar. İçlerinden biri bize taraf dönerek hafifçe gülümsedi. "Lebriz Hanım sabah arayınca, bizde özel olarak sizler için ayırdık bunları. Mağazanın en gözde parçaları, umarım beğenirsiniz."
Mercan hafifçe kaşlarını kaldırarak kıyafetlere şöyle bir göz gezdirdi. "Ay çok iyi oldu bu," diye konuştu keyifle. "Bende bulamam diye üzülüyordum, bunların hepsi çok güzel."
Elbiselerin hepsi oldukça kaliteli ve şık giysilerdi. Muhtemelen Lebriz Hanım'ın talimatıyla seçilmişti her biri. Bizi istediği gibi yönlendirmeye çalıştığı açıktı ama bu sefer istediklerini vermeyecektim.
Mercan tek tek kıyafetleri incelerken, ben koltuğun üzerinde ki ufak çantamı elime alıp telefonumu çıkardım. Telefon ekranıma yine bir sürü mesaj bildirimi düşerken, Volkan'ın gönderdiği mesajlara tıkladım.
Volkan: Hadi kızım ağaç oldum burada.
Dilba: Neredesin?
Sorduğum bu soruya cevap gecikmedi.
Volkan: Alt katta, otoparkın önündeyim.
Telefonu tekrar çantama koydum ve Mercan'a taraf baktım. "Siz bakın, benim ufak bir işim var," dedim herhangi bir şey belli etmemeye çalışarak.
Elvan oturduğu yerden hafifçe doğruldu ve bana doğru baktı. "Hayırdır inşallah?" diye konuştu sesine yerleşen merak eşliğinde, ardından beni baştan aşağı süzdü. "Nereye gideceksen beraber giderdik, tek başına olur mu öyle?"
Elimdeki çantamı omzuma astım ve Elvan'a taraf döndüm. İfademe oldukça samimiyetsiz ve mesafeli bir tavır yerleşirken, "Emin ol hiç gerek yok," diye mırıldandım. "Kendi işimi kendim halledecek yaştayım."
Elvan bozuntuya vermeden bana bakmaya devam ederken, diğer taraftan Mercan hafifçe bana yaklaştı. "Ne işiymiş bu, bari onu söyle?"
Sıkıntıyla nefesimi verip, Mercan'a göz ucuyla baktım. "Aşağıdan almam gereken bir kaç şey var, oldu mu?" dedim düz bir sesle. "Gidiyorum ben, on dakikaya gelirim."
Bir şey demesine fırsat bırakmadan mağazadan çıktığımda, buralara yabancı olduğum için bir müddet etrafa göz gezdirdim. Büyük alışveriş merkezinin içi gayet kalabalık ve işlekti. Ara sıra üzerime dikilen bakışları umursamamaya çalışarak merdivenlere taraf yöneldiğimde hâlâ Volkan meselesini nasıl halledeceğime dair kesin bir fikrim yoktu ama bu saatten sonra Ankara'ya asla geri dönmezdi, bunu da çok iyi biliyordum.
En alt kata inip çıkışa doğru ilerledim. Zihnim hayatımın etrafında bir karabasan gibi dönüp duran bir sürü sorunla cebelleşirken, göğüs kafesimin içi adeta bir savaş meydanı gibiydi. Ne kadar suturup, görmezden gelmeye çalışsamsa bir şeylerin planladığım gibi gitmediğinin farkındaydım.
Tam kapıdan çıkacakken omzuma çarpan sert bir bedenle hafifçe geriye doğru sendeledim ve kafamı kaldırıp bana çarpan kişiye baktım. Uzun boylu, kırklı yaşlarında yeşil gözlü, kumral bir adamdı. Yanında ise muhtemelen annesi olan, yaşlı bir kadın vardı. Kadının saçlarının yarısını kapatan siyah şalından, ayakkabılarına kadar herşeyi simsiyahtı. Yorgun ama güçlü bir duruşu vardı lakin giyinişi sanki yastaymış gibi bir izlenim veriyordu.
Kaşlarımı çatıp bana çarpan adama baktığımda, adam saniyeler boyunca bana hiçbir şey söylemeden bakmaya devam etti. Hiçbir şey anlamamıştım. Adam yeşil gözlerini bir süre benden ayırmazken, sorarcasına diğer kadına baktım ama kadının dolan gözleri ve adeta donmuş şekilde bana bakmasıyla şaşkınlığım daha çok arttı.
"Siz iyi misiniz?" diye sorduğumda adam sanki rüyadan uyanmışcasına irkilir gibi oldu ve bakışlarını benden kaçırarak yanındaki kadına baktı. Kadın ise hâlâ bana bakmaya devam ediyordu.
Adam, kadının kolundan tuttuğunda, kadın sıkıca adamın koluna tutundu ve kafasını ağır ağır iki tarafa salladı. "Şerwan," diye konuştu, muhtemelen yanındaki adama hitaben ama bakışları hâlâ benden ayrılmamıştı. "Bu kız..."
Adının Şerwan olduğunu öğrendiğim adam, zorlukla yutkunup bir süre bekledi. Gözleri yerdeydi ve asla bana bakmıyordu. "Hadi gidelim," diye konuştu en sonunda, bu cümle ağzından zar zor çıkmıştı.
Kadın kadının gözlerinde ki yaşlar, yavaş yavaş yanaklarından süzülmeye başlarken, "Ax ez bimirim, ev keça Bûke ye..." diye konuştu, kürtçe konuştuğu için söylediklerini tam anlamıyla anlayamamıştım.
Adam etrafına bakındı ve sonra kadına yaklaşıp sakinleştirmek istercesine elini tuttu. "Devê xwe bigire dayê, kes wê bibihîze." Adam bunu söylediğinde kadın eliyle ağzını kapatarak ağlamasını bastırmaya çalıştı.
Adamın söylediği cümlede sadece dayé kelimesini anlayabilmiştim. Anne demekti. Tahmin ettiğim gibi, bu kadın karşımdaki adamın annesiydi.
Anlam veremeyen bir ifadeyle adama taraf baktım. "Ne oluyor ya?" diye sordum sesime yerleşen bariz bir merakla. "Kimsiniz siz?"
Adam yine bana bakmadı ve dudaklarını birbirine bastırarak derin bir nefes aldı. "Hadi ana!"
Kadın eliyle adamı durdurdu ve bana bir adım yaklaşarak tam gözlerimin içine baktı. "Gözleri," dedi ağıt yakar gibi. "Aynı..."
"Ana!" diye lafını kesti Şerwan denen adam. "De hayde, sırası değildir şimdi."
"Git buradan, kurtar kendini." Kadın titreyen bir sesle bunu söylediğinde Şerwan, kadını hafifçe kolundan itekleyerek yürümeye zorladı.
"Ana sus artık, babamın kulağına gidecek!" Şerwan denen adam, hâlâ şoktan çıkamamış bir halde bunu söylediğinde kadın yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Kadın istemeye istemeye, yanımdan uzaklaşırken diğer adam arkasına bile bakmamıştı. Bir süre anlam veremeyen bir ifadeyle arkalarından bakakaldım. Neydi bu?
Aklıma gelen ihtimalle, kalbim sıkışır gibi olurken bir kaç saniye boyunca öylece bekledim. Bu insanlar kimdi? Bedenime yüklenen yoğun gerilim, zihnimin içinde derin bir çığlığa neden olurken, çarpmanın etkisiyle hafiften dağılan saçlarımı ellerimle düzelttim ve ağır adımlarla kapıya doğru yürüyüp kendimi dışarı attım.
Bir an, boynumda bir ip varmışçasına nefes almakta güçlük çektiğimde, burnumdan sert bir nefes verip hırsla sağ taraftaki otoparka doğru ilerlemeye başladım. Bizi buraya getiren şoför ortalıklarda görünmüyordu, bu yüzden rahattım ama yine de dikkatli davranmakta fayda vardı.
Otoparkın girişini geçip, biraz daha ilerlediğimde kolumu tutan bir el beni hafifçe çekti. Kolumu çekip, Volkan'ın yüzüne baktığımda, o telaşla etrafına bakındı ve kimsenin izlemediğine emin olduktan sonra tekrar bana döndü. "Sonunda gelebildin, kaç gündür seni bekliyorum geleceksin diye..."
Konuşurken kaşının kenarındaki ufak bandajı farkettiğimde hafifçe kaşlarımı çattım ve gözlerimi onun üzerinde gezdirdim. "Kaşına ne oldu senin?" diye sordum sakince. "Yoksa yine onlar mı yaptı?"
Volkan elini cebine koyup kafasını olumsuz anlamda salladı. "Dün kaldığım pansiyonda herifin biri bir kadının kapısına dayanıp olay çıkardı, bende dayanamadım giriştim," dedi düz bir sesle. "Dün gece nezaretteydim, bu sabah saldılar."
"Ne?" diye sordum şaşkınca.
"Sorma," dedi sıkıntılı bir sesle. "Sen onu boşver de, benim kalacak yere ihtiyacım var. O yavşak, şerefsiz yüzünden bu sabah kaldığım pansiyondan da çıkmak zorunda kaldım."
Kollarımı önümde bağlayıp, arkamdaki duvara yaslandım. "Başka bir otel buluruz," diye konuştum. "Yani bir kaç gün idare etsen, sonra ev falan bakarız olmadı."
Volkan, "Ne evi kızım ya?" diye sordu aksi bir tavırla. "Zaten başım belada, sen birde git otelde kal diyorsun."
Gözlerimi devirip Volkan'ı baştan aşağı süzdüm. "Başka önerin varsa sen söyle Volki," dediğimde huzursuz bir nefes verdim. "Hayır ne diye peşimden geldin onu da bilmiyorum..."
Volkan, bir süre gözlerini üzerimde gezdirdi ve ifademi ölçmeye çalıştı. "Acaba diyorum," diye mırıldandığında, sesi temkinliydi. "Sen beni şu konakta işe falan mı soksan?"
Yüzümü buruşturup, "Dalga mı geçiyorsun?" dediğimde, o hayır anlamında kafasını salladı. Sabır dilercesine gökyüzüne baktım ve sonra tekrar Volkan'ı buldu bakışlarım. "Sen kafayı falan yedin herhalde, böyle bir şey mümkün mü sence?"
Volkan bir kez daha etrafına bakındı ve sonra gevşekçe sırıttı. "Valla sen istersen gayette mümkün," dedi sinir bozucu bir tavırla. "Neleri başardın, bunuda başarırsın."
Sinirle Volkan'ın yüzüne baktım. "Ya senin konakta ne işin var be?" diye sordum. "Azer seni o konağa sokar mı sanıyorsun?"
Volkan kaşlarını çattı, "Azer, şu seninle görüşmeye geldim diye beni döven adamdı değil mi?" dediğinde bir süre düşündü. "Tamam haklısın, adam o gün beni fena benzetmişti ama serbest bıraktığına göre tehlike arzetmediğimi anladı, sende konuşursan bu işi hallederiz bence."
"Olmaz," dedim kesin bir sesle. "Daha fazla saçmalama istersen, benim başımı daha çok belaya sokacaksın."
Volkan, sinsi bir gülümsemeyi dudaklarına misafir etti ve bana bir adım yaklaşarak beni baştan aşağı süzdü. "Kızım ben senin nasıl bir yılan olduğunu bilmiyor muyum ben?" diye sordu. "Şu gözlere bak, ikna edemeyeceğin kimse yok senin bu hayatta. Yeme beni şimdi."
Gözlerimi kıstım ve tehditkar bir ifadeyi gözlerimin hapsine alarak Volkan'a baktım. "Bana bak," diye konuştum dişlerimin arasından. "Senin bu isteklerin biraz fazla olmaya başladı sanki. Sınırları fazla zorluyorsun haberin olsun."
Volkan kafasını yana eğdi, "Ya otel köşelerinde sürünmek istemiyorum kızım, ne olur halletsen şu işi?" dedi sesi ciddileşirken. "Hem yardım ederim sana, birlikte hareket ederiz daha iyi olmaz mı?"
Biraz duraksadım. Azer'e böyle bir şeyi kabul ettirmek neredeyse imkansıza yakındı ama Volkan'ın gözümün önünde olması baya işime yarayabilirdi. Çok zordu ama imkansız değildi. Volkan'ın sürekli etrafımda dolaşıp beni darlamasındansa, konakta çalışan olarak kalması hem onun açısından hemde benim açımdan daha avantajlıydı.
Bir kaç saniye bekledikten sonra, "İyi tamam," diye mırıldandım. "Deneyeceğim ama sende uslu duracaksın, anladın mı beni?"
Volkan genişçe gülümseyerek yanağımdan makas aldı. "Kızım sen varya harikasın," dedi gevşek bir ifadeyle. "Hadi bakalım, güveniyorum sana."
Gözlerimi etrafta gezdirip etrafta tanıdık biri var mı diye bakındım ama görünürde fazla kimse yoktu. "Ben gidiyorum," dedim ve göz ucuyla Volkan'a baktım tekrar. "Ben haber vereceğim sana, o zamana kadar başının çaresine bak."
Volkan, "Tamamdır," deyip beni onayladığında onun yanından ayrılıp tekrar alışveriş merkezine doğru ilerlemeye başladım.
Azer'i böyle bir şeye nasıl ikna edeceğimi hiç bilmiyordum.
Gergin adımlarla AVM'ye girdiğimde aklıma az önce karşılaştığım insanlar gelmişti tekrar. Aklımda binlerce soru işareti tekrar yer edinmeye başlarken, yukarı çıkana kadar bu konu zihnimden bir an olsun çıkmamıştı.
O kadın bana kaç kurtar kendini demişti.
Bu insanların annemle bir alakası olabilir miydi?
Bu düşünce bile büyük bir gerilim dalgasını vücuduma misafir ederken bir yandan da gözlerim vitrinlerde geziniyordu. Oldukça büyük olan bir mağazanın önünde durduğumda dikkattimi çeken ilk şey vitrindeki elbise olmuştu.
Lebriz Hanım'ın, Mercan'ı kıyafet konusunda tembihlediği aklıma gelince, alayla gülümseyip direk içeri girdim. İçimden bir ses, bu elbisenin herkesin sinirini bozacağı yönündeydi ve inatçı tarafım beni vitrindeki elbiseyi denemeye itiyordu.
Çalışan kadınlardan birine vitrindeki elbiseyi denemek istediğimi söylediğimde derhal elbiseyi getirip kabine astılar. Kabine girip bir kaç dakika içerisinde elbiseyi üzerime giydiğimde, sanki üzerime özel olarak dikilmiş gibi tam oturmuştu.
Geriye doğru adımlayıp görüntüme baktım. Elbise diz üstünde biten mini siyah askılı bir elbiseydi. Göğüs ve bel kıvrımına kadar uzanan sırt dekoltesi ve oldukça kaliteli duran saten kumaşıyla tam bana göre bir elbiseydi. Daha doğrusu, Lebriz Hanım'ın bana dayatmaya çalıştığı o üstruplu görüntünün çok dışındaydı.
Yüzüme meydan okuyan bir ifade yerleşti ve kendi etrafımda bir tur dönerek hafifçe gülümsedim.
Bakalım Lebriz Hanım bunu görünce ne tepki verecekti...
Elbiseyi üzerimden çıkarıp kıyafetlerimi giydim ve kabinden çıkıp kasaya doğru yöneldim. Ödemeyi yapıp mağazadan çıktığımda, en son Mercan'ların olduğu mağazaya doğru yürümeye başladım. Muhtemelen Mercan hâlâ kıyafet denemeye devam ediyordu.
Bir kaç dakika sonra, onları en son bıraktığım yere geri girdiğimde herkes hâlâ aynı yerlerindeydi. Geldiğimi ilk farkeden Elvan olmuştu. Bakışlarındaki ifade ona buz gibi bir tavırla bakmama neden olurken, Mercan ve Ruken'in de bakışları bana taraf dönmüştü.
"Ha, Dilba gel," Mercan üzerine denediği ten rengi bir elbiseyle aynaya bakarken, eliyle beni çağırıyordu. "Bunların anladığı yok, sen bak bakalım nasıl olmuş bu?"
Mercan'ın üzerindeki elbiseye şöyle bir göz gezdirdim ve ağır ağır ilerleyip, "Güzel olmuş ama rengi senlik değil," diye konuştuğumda Mercan beni kafasıyla onayladı.
"Değil mi ya bende pek beğenmedim." Mercan bunu dedikten sonra elimdeki pakete baktı merakla. "O elinde ki ne, aldın mı yoksa elbiseni?"
Kafamı hafifçe salladım. "Evet, aldım."
Mercan hevesle, "E göstersene çok merak ettim." dediğinde paketi koltukların üzerine bıraktım.
"Giyince görürsün" dediğimde sesim hafiften alaycı çıkmıştı. "Süpriz."
•••
Kader, ruhumu bir rüzgâr misali oradan oraya sürüklerken, hayatımın orta yerine düşen o ölümcül zehir damla damla akıyordu kalbime. Paslı zincirlerle elim kolum bağlanmış gibiydi ama ben o kadar çok çırpınıyordum ki daha diğerleri kapanmadan her gün inatla yeni bir yara açılıyordu.
Araba Midyat'ın taş evlerinin arasından ilerlerken benim gözlerim akıp giden yolu seyrediyordu bir süredir. Alışveriş merkezinden çıktığımızda hava neredeyse kararmak üzereydi ve biz Midyat'a girene kadar tamamen akşam olmuştu. Konağa az kalmıştı ve yaklaşık yirmi dakikadır hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Ruken'in tüm gün üzerinde taşıdığı bu depresif ruh hali herkesi etkilemişe benziyordu ama Elvan'ın üzerimde dolaşan bakışları en çok sinirimi bozan şeydi.
Bu konu yeterince canımı sıkmaya başlamıştı.
"Valla epey yoruldum," Mercan arabanın içindeki sessizliğe son verdiğinde, hafifçe ona taraf döndü bakışlarım. "Giy çıkar, giy çıkar fenalık geldi..."
Elvan'ın siyah sürme çektiği gözleri benim üzerime döndü tekrar. "Gerçi hâlâ Dilba'nın elbisesini göremedik ama..."
Suratıma buz gibi bir ifade düştüğünde, Elvan'ın yüzüne baktım oldukça ters bir ifadeyle. "Sana ne Elvan?" diye sordum, sesim samimiyetten oldukça uzaktı. "Hayır yani, bugün benim kıyafetimden başka derdi yok mu ya kimsenin?"
Elvan arkasına yaslandı ve beni baştan aşağı süzdü bir kaç saniye boyunca. "Ben kötü bir şey demiyorum," dedi ama sesi bunun tam tersini söylüyordu. "Niye bu kadar tepki verdin anlamadım."
Araba konağın önünde durduğunda, arabadan inmedim ve Elvan'a bakmaya devam ettim. "Bence sen söyle," diye mırıldandım hesap sorarcasına. "Bu günlerde fazla ilgileniyorsun ne yaptığımla, bir sorunun varsa yüzüme söyle bence."
Elvan'ın kaşları imayla havalandı ve dudaklarında sinir bozucu bir tebessüm belirdi. Arabanın içindeki gerginlik seviyesi bir anda arşa çıkarken, Elvan'ın gözleri oldukça yapmacık bir masumlukla benim üzerime dikildi. "Ben senin iyiliğin için söylüyorum," dedi ve tekrar gülümsedi. "Allah korusun, sonun annen gibi olursa..."
Bu duyduğum son cümleyle beraber başıma korkunç bir ağrı saplandı ve o an karşımdaki bu kadına saldırmamak için kendimi çok zor tuttum. Beynime nüfuz eden o şiddetli öfke bakışlarıma saplanıp, ifademe sızdığında, "Sen ne dedin?" diye sordum oldukça sert bir sesle.
Yanımda oturan Ruken'in elini kolumda hissettim. "Sakin Dilba," diye konuştu ve sonra Elvan'a baktı. "Sende kapa o çeneni."
Şuan öfkemi dizginlemekte o kadar zorluk çekiyordum ki, buna engel olmak adına sinirle arabadan indim ve kapıyı sertçe kapatarak avluya doğru ilerledim. Sert adımlarım avlunun taş zemininde yankılanırken, mutfak kapısını sertçe açarak içeri girdim.
İçeride Yasemin'den başka kimse yoktu. Bakışlarına inen merakla bana bakakalırken, onu umursamadan buzdolabına yöneldim ve cam sürahideki soğuk suyu tezgahın üzerine koydum. Dolaptan aldığım bardağa suyu doldururken, sinirden adeta saç diplerim bile uyuşuyordu. Bu gibi suyu tek seferde içip bardağı elimde öyle bir sıktımki biraz daha öyle kalsam muhtemelen bardak paramparça olacaktı.
Bu korkunç öfkeyle baş etmemin tek yolu buzlu suydu.
Yasemin diğer taraftan bana bakarken, "Bir şey mi oldu, Dilba Hanım," diye sordu sessizce.
Herhangi bir cevap vermeden gözlerimi yumup derin bir nefes aldığımda mutfak kapısının tekrar açıldığını işittim. Adım sesleri zihnimde saniye saniye yankılanırken, sinirden avuç içlerim bile kaşınmaya başlamıştı.
"Hayırdır Dilba," Arzu'nun sesini duyduğumda tırnaklarımı avuç içlerime batırarak gözlerimi açtım ve yavaşça Arzu'ya taraf döndüm. O ise cümlesini tamamladı. "Bir hışımla girdin mutfağa, ne bu halin?"
Bir an daha fazla dayanamayıp elimdeki bardağı sertçe tezgaha vurdum ve bardak elimin içinde paramparça oldu. "Sana ne Arzu!" diye sertçe bağırdım. Arzu ve Yasemin irkilerek bir adım geriye çekildiklerinde, cam parçaları avuçlarımda keskin bir sızı bıraktı ama ben şuan acıyı dahi hissetmiyordum.
Geriye doğru bir adım attım ve Arzu'nun yanından geçip çıktım mutfaktan.
Elvan'ı buna pişman edecektim.
Merdivenlerden çıkıp odama girdiğimde gözlerim ellerime kaydı. Saniyelerce avuçlarımdan akan kana baktım öylece.
Damarıma basıyordu.
Öfkeyle dudaklarımı ısırıp diğer elimle boynumu tuttum. Başıma saplanan ağrı o kadar şiddetliydi ki, olduğum yere yavaşça oturup dakikalarca öylece bekledim.
Ben annem değilim.
Ben annem değilim.
Ben annem değilim.
Bu cümle aklımda defalarca kez yankılandı. Ruhumun derinliklerindeki şeytanın o korkunç fısıltısı içimde ki tüm iyi duyguları bir kez daha katletti. Saç elim üzerimdeki kazağın yakasını çekiştirirken, nefes anlamadığım her saniye kalbime bir hançer saplandı sanki.
Orada öyle ne kadar kaldım bilmiyorum ama en son üzerimdeki ağırlık dayanılamaz bir hal almaya başladığında oturduğum yerden kalktım ve banyoya girdim. Dakikalarca buz gibi suyun altında kalıp bedenimi saran öfkenin biraz olsun akıp gitmesini sağladıktan sonra, saçlarımı kurutma gereği duymadan üzerime saten geceliğimi geçirdim ve elimi sargı beziyle özensizce sardım.
Canım yanıyordu.
Üzerime karabasan gibi çöken yorgunluk, duşa girmeden önce içtiğim uyku ilacının etkisini göstermeye başladığına işaret ederken, beni rahat bırakmayan ve sanki boğazımda bir el varmışçasına nefesimi kesen histen kurtulamıyordum.
Ablam gittiğinden beri o kadar çok uyku ilacı kullanmıştım ki artık o ilaçlar beni uyutmak yerine sadece hafif bir yorgunluk veriyordu. Biliyordum, bu gece uyku ilaçlarıyla bile uyuyamayacaktım.
Odanın içi beni boğuyor gibi olduğunda oturduğum yerden yavaşça kalkıp kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı açarak kendimi dışarı attım. Sanki suyun altından çıkmışcasına derin bir nefes alma ihtiyacı hissettiğimde, üst kata doğru ağır adımlarla çıktım ve terasın taş parmaklıklarına yasladım avuçlarımı. Sargılı elime keskin bir acı saplandığında, aldığım ilacın etkisiyle vücudum oldukça ağırlaşmıştı.
Her gün ablamı benden alan insanlarla aynı çatı altında kalmak benim için yeterince kötü bir sınavken, annemin geçmişinin o kanlı sayfaları birer birer yüzüme vuruluyordu. Annen gibisin sende, diye bağırıp çağırıyordu sanki herkes suratıma bakarak.
Ellerimi soğuk taş parmaklıklardan çekip ses çıkarmamaya özen göstererek yavaşça ilerlediğimde, göz bebeklerime inen karanlık adımlarımı biraz daha yavaşlattı. Üzerimde ki saten geceliğin yakasını hafifçe aralayıp nefes almaya çalıştım ama başım feci derecede dönüyordu. Sinir adeta iğnelerini vücuduma saplamış ve algılarımı kapatmıştı.
Nefes al.
Gözlerimde ki yanma hissi ve kafamın içindeki bu korkunç gerilim şiddetini hızla arttırırken ağlamamak için kendimi o kadar çok kasıyordum ki, bir an nefesimin tamamen kesileceğini bile düşündüm.
Dudaklarımı ısırdım ve boynumu hafifçe yana eğerek gözlerimi kapattım.
Sakın Dilba.
Bacaklarım beni taşıyamayacak kadar güçsüzleştiğinde, zorlukla taş parmaklıklara tutundum ama o an bileklerimde hissettiğim başka bir el bunu engelledi ve sırtım başka birinin göğsüne yaslandı. "Dilba?"
Kafamın içi o kadar bulanıktı ki, dönüp kim olduğuna bile bakamadım ama beni tutan bu kişinin kim olduğunu hissedebiliyordum. Gözlerimi açık tutabilmek için büyük bir çaba sarfederken, o beni yavaşça kendine doğru çevirdi ve saçlarımı geriye doğru atarak yüzümü avuçlarının arasına aldı. "İyi misin, sen?"
Işıklardan dolayı etraf fazla karanlık olmasada onun yüzünü zar zor seçebiliyordum ama buna rağmen o sert çehresinde beliren endişeyi görebilmiştim. Bir kaç saniye bekledikten sonra, "İyiyim," diyebildim sadece ama bu tamamen yalandan ibaretti.
Azer, bir süre yüzümü inceledi. Gözleri yüzümün her zerresinde saniye saniye gezinirken, vücuduma savaş açan o öfke nöbetininin yavaş yavaş geri çekildiğini hissedebiliyordum. Azer'in gece karası gözleri, gözlerimi bulduğunda, "Değilsin," diye reddetti söylediğim şeyi. "Nasıl bu hale geldin sen?"
Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Uyku ilacı aldım sadece," dediğimde sesim yorgun çıksada, az öncekine nazaran biraz daha iyi sayılabilirdim. "Tam ayılamadım, geçer birazdan."
Azer'in kaşları çatıldı ve gözlerime karanlık bir ifadeyle baktı. "Niye gerek duydun böyle bir şeye?"
"Uyuyamıyorum," Kesik kesik bunu söyledikten sonra başıma saplanan korkunç acı eşliğinde, istemsizce gözlerimi kapattım ve ellerim onun kollarına tutundu. "Bence yeterli bir sebep."
Bana destek olup, kollarını belime doladığında, yüzü yüzüme biraz daha yaklaştı. "Tamam," diye mırıldandı erkeksi sesi saçlarımı okşarken. "Hastaneye gidiyoruz."
"Hayır."
"Dilba..."
"Gerek yok," deyip onu reddettiğimde, onun bir eli tekrar yüzüme değdi.
Yüzümü hafifçe kaldırıp kendi yüzünün hizasına getirdiğinde, "Dilba," diye fısıldadı ve kafasını biraz daha eğdi. "Bak bana," gözlerimi kaldırıp ona baktığımda nazik bir şekilde saçlarımı yüzümden çekti. İyi olduğuma emin olmak istiyor gibiydi. "Anlat şimdi, ne oldu?"
Bir süre ona baktım. Zihnimde canlanan tehlikeli düşünceler, ruhumun derinliklerinde kısık bir nefes gibi yankılanırken onun gözleri bir an olsun benden ayrılmamıştı. Dilimin ucunda esaretine son vermek istediğim cümleler barınırken, o soyut maskem bir kez daha yerleşti yüzüme. "Bence benimle bu kadar alâkadar olma Azer," diye mırıldandığımda sesimde buz kırıkları vardı. "İki gün sonra yine nefret edeceğin biri için bu ilgi fazla."
Azer'in kaşları belli belirsiz çatıldı ve hafifçe gözlerini kısarak sorarcasına beni inceledi bir süre. Saçlarım rüzgar yüzünden, onun parmaklarının arasından tek tek savrulurken bu dokunuşun yasak olduğunu bilmek bir ok misali algılarıma saplanıyordu. Azer'in gözleri yüzümde gezindi ve en son gözlerimde durdu. "Senden nefret etmem için bir sebep mi var?"
Dudaklarıma histerik bir tebessüm yerleşti ve onun gözleri saniyesinde dudaklarıma indi. "Sebebe gerek yok," dediğimde, kafamı biraz daha kaldırıp cesurca gözlerinin içine baktım. "Unuttun mu, Yılanın Yavrusu'yum ben. Her zaman nefret edilecek bir şey yaparım."
Dudakları belirsiz bir tebessümle kıvrıldı. Elleri saçlarımdan aşağıya doğru ağırca kayarken, "Fazla kesin konuşuyorsun, Dilba." dedi ateş kadar yakıcı bir ses tonuyla. "Bunu söylemen için ilk önce kendinden nefret ediyor olman lazım."
"Eğer kendimden nefret edecek olsaydım," diye mırıldandım kısık ama güçlü bir tınıyla. "Daha yedi yaşımda kıyardım canıma," Dilimi bir kez damağıma vurdum. "Ama yok," dedim, sesim tehditvariydi. "Ben kendime olan nefretimi bile başkalarının omuzuna yüklemeyi tercih ediyorum."
Azer'in bakışları önce dudaklarıma sonrada onun kollarına tutunan ellerime değdiğinde orada bir kaç saniye boyunca kaldı bakışları. Elleri saçlarımdan ayrılıp elimi kavradığında, bakışları elimdeki sargı bezinden ayrılmamıştı. "Bir dakika," diye mırıldandığında çenesi öfkeyle kasıldı ve sertçe yutkundu. Gece karası gözleri, gözlerimi buldu tekrar. "Ne zaman oldu bu?"
Gece karanlığında hapsolmuş göz bebeklerim istemsizce firar etti gözlerinden. Tenime imzasını bırakan o yoğun duygu bedenimi bir yorgan misali sarıp sarmalarken, "Ufak bir kaza," diye geçiştirdim kolay yolu seçerek.
Azer saklayamadığı bir öfkeyle yüzüme baktı ama bu öfkesinin bana olmadığını çok iyi biliyordum. "Uyku ilacı, ellerin sargılı..." diye konuştu kısık ama sert bir sesle. "Ve hâlâ kaza diyorsun, kim sebep oldu buna?"
Bir adım geriye sendeledim ve elimi çekerek onunla olan temasımı sonlandırdım. "Bu konaktaki kimse benim canımı sıkamaz," diye konuştum kendimden emin bir sesle. "Hatta karının yaptığı o saçma ima bile umurumda değil, akkılarınca annemin geçmişiyle beni vurmaya çalışıyorlar." Hafifçe kafamı salladım ve kafamı kaldırıp Azer'in yüzüne baktım. "Ama ben annem gibi kaçmam Azer. Eğer bana annemin yaşadıklarının çeyreğini yaşatırsanız, bu şehri hepinizin başına yıkarım."
Bir saniye bile beklemeden, önünden çekilip merdivenlere taraf ilerledim ve bedenime yüklenen sinirini taş zeminden çıkardı adımlarım. Konağın taş duvarlarında yankılanan rüzgârın sesi, zihnimdeki çığlığa bir senfoni gibi eşlik ederken odama girip kapıyı kapatım ve sırtımı kapıya yaslayarak derin bir nefes aldım. Tırnaklarımı avuç içlerime batırırken, hâlâ anın etkisinden çıkamayıp gereğinden fazla heyecan gösteren kalbimi tırnaklarımla söküp atmak istiyordum.
Bûke'ye mezar olup, Feraye'yi yeniden doğuran bu topraklardı.
Ve bu topraklarda, kızlar her zaman annelerinin kaderini yaşarlardı.
İzin vermeyecektim.
Bana annemin kaderini yaşatmalarına, izin vermeyecektim.
•••
BÖLÜM SONU
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.74k Okunma |
3.12k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |