
16. BÖLÜM
"KARA AĞAÇ"
Rezalet ve kaygı.
Ruhun, iblisin izinde sapkın,
O yüzden,
Bir fezanın gölgesinde sarsılmıştı şanın.
Kibir, ruhunun karanlık payı.
Kader mi bu? Akıbet mi? Bir sanrı...
Beddua ve ahı,
Biter mi sandın?
Ödet, sabrın mı kaldı?
Yitirdik, cefada kaldık.
Defalarca ensemizde sandık,
ölümün pençesini.
Biter mi? Bitmez mi?
Karar ver artık.
•••
Gündüzlerine kabus çöken çocuklar, karanlıktan hiçbir zaman korkmazlar.
Kendi çöplüğünün sahibi olan bir karga kadar kaygısız ama bir o kadar kindardır, insanlara. Sessiz sessiz büyür o çöplükte ve seni bir gün o çöplüğe gömmek için and içer.
Hiçbir zaman, tam anlamıyla masum bir kız olamamıştım. Annem ne zaman karşıma geçip bana baksa, gözlerinde oluşan o gizlenemez duyguydu, bana bunu ispatlayan. Benim annem, hiçbir zaman benimle gurur duymazdı. Benim annem sadece kendisiyle gurur duyar ve bana ne zaman yalandan gururla bakar gibi olsa, kendimden bir kez daha nefret etmemi sağlardı. Çünkü o bana baktığında kızını değil, kendi elleriyle yarattığı o canavarını görürdü.
Kendini görürdü.
Çünkü ben annemin aynasıydım.
"Bir daha da o konağa adımımı atmam, hele dün olanlardan sonra..." Odamın kapısını kapatıp merdivenlere doğru yöneldiğimde, Helin'in telefonun diğer ucundan duyulan sesi oldukça kararlı olduğunu gösteriyordu.
Dün akşam ki hadise yüzünden sinirleri epey bozulmuşa benziyordu. Ruken'in söylediklerini fazla takmadığını biliyordum ama yine de bu kadar ağır itamlara maruz kalmak hiç kimse için kolay değildi. Huzursuz bir tavırla, "Bende çıkacağım şimdi," dediğimde, bakışlarım etrafta geziniyordu. "Belki uğrarım yanına."
"Hayırdır nereye gideceksin sabah sabah?"
"Volkan'la buluşacağım," diye yanıtladım onu. "Bir kaç işim var onunla."
Merdivenlerden ağır ağır inerken, neredeyse herkesin aşağıda olduğunu yeni farkediyordum. Dikkat çekmemek istiyorsam biraz daha erken davranmam gerekiyordu. Ben sıkıntılı bir nefes verdiğimde Helin, "Önemli bir şey yok değil mi?" diye sordu. "Hayır yani işin içinde Volkan varsa bana o iş pek temizmiş gibi gelmiyor..."
Dudaklarımın kenarı hafifçe kıvrıldı. "Sonra anlatırım sana," dediğimde avluya taraf bakıp, adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Kimseye görünmeden çıkmam gerekiyordu, aksi halde yine sorguya çekilecektim.
"Tamam canım, görüşürüz o zaman."
Telefonu kapatıp çantama koydum. Günlerdir üzerimde taşıdığım bu bilinmezlik artık canımı sıkmaya başlamıştı. Annemin defalarca kez araması bir şeylerden şüphelendiğini gösterirken benim asıl merakım annem hakkında bilmediğim şeylerdi.
Ve içimden bir ses bu bilgilere ulaşmanın tek yolunun, o gün davette tanıştığım kadın olduğunu söylüyordu.
Canan.
Berşan Hanım'ın o kadınla konuşmamı açık açık engellediğini göz önünde bulundurursak bu kadını ona sorduğumda bir cevap alamayacğım aşikardı. Herhangi birine bu kadını sorup dikkat çekmek istemiyordum o yüzden ben de, kendi yöntemlerimle bu kadına ulaşmanın bir yolunu bulacaktım. Bunun için de Volkan'ın yardımına ihtiyacım vardı.
Avluya indiğim sırada, fazla dikkat çekmemeye çalışarak kapıya doğru ilerlemeye başladım. Amacım kimseye görünmeden çıkmaktı ama büyük konakların etrafını saran arsa o kadar genişti ki, kapı bile oldukça uzak kalıyordu. Onların olduğu tarafa doğru bakmadan kapıya doğru yürürken, birinin bana seslenmesiyle beraber sıkıntıyla ofladım.
"Dilba?"
Bozuntuya vermeden, yürümeye devam ettiğimde duymamış gibi yaparak bir saniye bile o taraf bakmamaya özen gösterdim ama anlaşılan Lebriz Hanım'ın pes etmeye niyeti yoktu.
"Küçük hanım? Bak hiç dinliyor mu?" diye bir kez daha seslendiğinde adımlarım duraksadı ve bakışlarımı yavaşça onlara taraf çevirerek ağır adımlarla masaya doğru yaklaştım. Lebriz Hanım ise kaşlarını çatmış bana bakıyordu. "Nereye gidiyorsun böyle selamsız sabahsız?"
Gözlerimi devirme isteğimi zorlukla bastırıp Lebriz Hanım'a taraf baktım. "Dışarı çıkmanın yasak olduğunu bilmiyordum."
Bunu dediğimde herkesin bakışları bana taraf dönmüştü. Lebriz Hanım ise sabır dilercesine derin bir nefes aldı. "Yasak değil elbet," diye konuştu ciddi bir sesle. "Ama insan bir haber verir değil mi? Otur da önce bir kahvaltını yap, sonra gidersin nereye gidiyorsan."
Hafifçe gülümsedim ve bakışlarımı herkesin üzerinde tek tek gezindim. "Almayayım ben Lebriz Hanım'cığım ya," diye konuştum yapmacık bir tavırla. "Size afiyet olsun."
Berşan Hanım gözleriyle boş olan sandalyeyi gösterdiğinde, Lebriz Hanım'ın da uyarı dolu bakışları benim üzerimdeydi. "Bu sofranın bir adabı var küçük hanım," diye konuştu itiraz istemeyen bir sesle. "Herkesin aynı anda bu masada olması icap eder. O yüzden rica ediyorum otur yerine."
Sıkıntıyla derin bir nefes aldım ve pes ederek geçip boş olan yerime oturdum. Lebriz Hanım gözlerinde beliren memnuniyet eşliğinde kahvesinden bir yudum aldı. Benim ise bakışlarım masada geziniyordu. Azer'le özellikle göz göze gelmemek için büyük bir çaba sarf ediyordum ve bakışlarım bir kez bile ona değmemişti. Ve onun bakışları da bir an olsun bana değmiyordu.
O akşam, sana dokunmayacağım demişti. Ve şimdi bakışları bile değmiyordu üzerime...
Olması gereken buydu.
Yasemin, elinde ki çay bardağını önüme koyduğunda, "İstemiyorum," diye mırıldanıp bardağı tekrar Yasemin'e geri verdim.
Canım hiçbir şey istemiyordu. Dünden beri üzerimde bir kırgınlık vardı ve yeterince iştahsızdım. Sebepsiz yere üsümemi de hesaba katarsam, büyük ihtimalle hasta olacaktım.
"Reşat kahya niye gelmişti? Bir sorun mu varmış çiftlikte?" Lebriz Hanım'ın sorduğu bu soruyla birlikte, masadaki kısa sessizlik bölünürken Azer'in bakışlarının Lebriz Hanım'a döndüğünü hissettim.
"Bir sorun yok," diye cevapladı oldukça rahat ve sakin bir sesle. "Arazilerin vekaleti için gelmiş."
Lebriz Hanım anladığını belirtircesine hafifçe kafasını salladı. "Ha şu karşı arazi meselesi," dedi düz bir sesle. "Adamcağız baş edemiyor tabi o adamlarla."
Göz ucuyla Azer'e baktım. O ise arkasına yaslanıp kararlı bir ifadeyle Lebriz Hanım'a baktı. "Bir de gidip biz konuşalım bakalım," Gözlerine tehditkar bir ifade yerleşti. "Madem anlamıyorlar, biz de anlayacakları dilden konuşuruz."
Orkun hafifçe kafasını sallayarak Azer'i onayladı. "Aynen öyle," diye konuştu. "Adamlar burnumuzun dibine kadar girdiler. Artık dur demek gerekiyor."
Ruken ise dirseklerini masaya yaslayarak önce Orkun'a sonra da Azer'e baktı. "Abi bizde sizinle gelelim, çiftliğe gideriz olmaz mı?" diye sordu hevesli bir sesle. "Epeydir gitmedik, çok özledim."
Ruken'in ortaya attığı bu cümleyle, Berşan Hanım huzursuzca ofladı.
"Nereden çıktı bu şimdi Ruken?"
Ruken bir kaç saniye duraksadı ve ardından sıkıntıyla nefesini verdi. Ağzını açıp konuşacağı sırada Orkun ifadesiz bir suratla, "Zamanı değil şimdi," diye mırıldandı.
Lebriz Hanım, "Niye zamanı olmasın?" diye araya girdi. "Gelsin işte kızlar sizinle. Hem oradakilerde ne zamandan beri soruyorlardı Dilba'yı. Bu vesileyle oraları da görmüş olur."
"Sağolun ama ben hiç almayayım," dediğimde Ruken'in bakışları ısrarcı bir ifadeyle bana taraf döndü. "Ya ne güzel gideceğiz işte niye yan çiziyorsun anlamadım," diye konuştu.
"Hayırdır, dün nefret kusuyordun bana, şimdi niye bu kadar ısrar ediyorsun?" Kafamı olumsuz anlamda sallayarak arkama yaslandım. "Hiçbir yere gidemem, işim var benim. Çıkacağım."
"Ne işiymiş bu?" Azer'in bakışlarını üzerimde hissettiğimde, bakışlarım istemsizce onu buldu. Sorduğu bu soruyla beraber gözleri gözlerime sabitlendi.
Bir kaç saniye duraksadım ve rahat bir ifadeyle ona bakmaya devam ettim. "Sorgulanıyor muyum şuan?"
Orkun, diğer taraftan bana doğru bakarak alayla güldü. "Kim bilir yine ne haltlar karıştırmaya gideceksin," diye konuştu. "O yüzden bu gizlilik."
Gözlerimi devirip Orkun'a baktığımda, Azer sandalyesini geriye doğru iterek oturduğu yerden kalktı ve göz ucuyla bana baktı. "O çok önemli işini daha sonraya sakla," diye konuştu buz gibi bir tınıyla. "Bizimle geliyorsunuz."
Azer, yanımızdan uzaklaşırken bakışlarım o avlu kapısından çıkana kadar onu takip etti, rdından hızlıca Lebriz Hanım'a taraf döndüm. "Ya illa bugün gitmek zorunda mıyız?" diye sordum huzursuz bir sesle. "Bir bu eksikti..."
Elvan'ın ayaklandığını gördüğümde, Lebriz Hanım bakışlarını benden ayırarak Elvan'a taraf baktı. Elvan ise hafifçe gülümsedi. "Bende gidip hazırlanayım bari," dediğinde Lebriz Hanım hafifçe kaşlarını çattı.
"Sende mi gideceksin?"
Elvan temkinli bir ifadeyle hafifçe kafasını salladı. "Eğer bir sakıncası yoksa..."
Lebriz Hanım sorarcasına Elvan'a baktı. "Ne demek bir sakıncası yoksa? Sen iyice..."
Harun'un yapmacık bir şekilde öksürmesiyle Lebriz Hanım lafını tamamlamadan dudaklarını sinirle birbirine bastırdı. Bu sırada Harun, Lebriz Hanım'a bakarak ufak bir göz işareti yapmış ve masadakileri göstermişti. Anlaşılan bilmediğimiz şeyler vardı ve bizim bunları duymamız istenmiyordu.
"Ben gideyim o zaman," Elvan bozulmuş bir ifadeyle merdivenlere taraf yürüdüğünde Lebriz Hanım hâlâ oldukça sinirli görünüyordu.
Sorarcasına ona baktım ve anlam veremeyen bir ifadeyle, "Neden bu kadar sert tepki verdiniz?" diye sordum. "Ne var bunda?"
Lebriz Hanım derin bir nefes aldı ve bu sorumu cevapsız bırakarak yavaşça ayağa kalktı. O ağır adımlarla yanımızdan uzaklaşırken, Orkun'a taraf baktım. "Ne oluyor ya, hiçbir şey anlamadım..."
"Aile meselesi," diye konuştu Orkun alaycı bir gülümseme eşliğinde. "Seni ilgilendirmez yani."
Yüzümü buluşturarak Orkun'a baktım. "Aileymiş," diye mırıldandım sinir bozucu bir ifadeyle. Ardından oturduğum yerden kalkıp sandalyeyi büyük bir gürültüyle ileriye doğru ittim. "İnsan yerine koyup soru soruyorum verdiği cevaba bak, dangalak."
Arkamı dönüp yürümeye başladığımda bir kaç kişinin gülüşme sesi doldu kulağıma. "Dangalak mı? Bana mı dedi o?"
Alayla gülüp yürümeye devam ettim. Anlaşılan o ki, bugün hiç planladığım gibi olmayacaktı. Herkesin avluda olduğu vakitte aşağı inersem olacağı buydu. Zamanlamam için kendimi tebrik etmeliydim...
Odama girip kapıyı arkamdan kapattım ve geçip yatağımın üzerine oturdum. Boğazımda ki geçmek bilmeyen ağrı ve üzerime bir yorgan gibi yığılan halsizlik eşliğinde bir kaç dakika boyunca öylece oturdum orada. Kalkıp herhangi bir şey yapacak halim bile yoktu ama yanıma bir kaç parça kıyafet almam gerektiğini bildiğim için yerimden istemeyerek de olsa kalktım ve kıyafet dolabına doğru ilerledim.
Daha bir adım bile almamıştım ki telefonumun titreşim sesi doldu kulağıma. Volkan arıyor olmalıydı. Görüşme işi yattığı için ona gelemeyeceğimi söylemem gerekiyordu, o yüzden yatağın üzerine bıraktığım çantamdan telefonumu çıkardım ve ekranına baktım. Ve o an gördüğüm isim hiç beklemediğim birine aitti.
Şahin Sonay.
Annemin biricik kocası ve benim ölümüme nefret ettiğim çok sevgili babam...
Bir an bakışlarım donduğunda, yüzüme inen buz gibi ifadeyle bir kaç saniye öylece bekledim. Bir bu eksikti. Zihnimdeki fısıltı aramayı cevaplamamam gerektiğini söylerken, içimde ki o keskin başkaldırı telefonu açmam gerektiğini söylüyordu.
Ve bende ikinci seçeneği seçerek aramayı cevapladım. Zira ruhumdaki o seytanın kinini kusması gerekiyordu.
"Ne var?"
Telefonun diğer ucunda çok kısa bir sessizlik oldu. "Sonunda açabildiniz telefonlarınızı Dilba Hanım," O sinir bozucu sesi duymamla beraber sinirlerim tepeme çıkarken sabırsız bir şekilde dudaklarımı ısırdım. "Anlaşılan seni fazla boş bıraktık biz, böyle haber bile vermeden şehir değiştirmek de ne oluyor?" diye sorduğunda sesi oldukça ciddi çıkmıştı. "Şimdi, nerede olduğunu derhal söylüyorsun bana."
Alayla güldüm. "Feraye Hanım söylemedi mi nerede olduğumu?" Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. "Yoksa aranız falan mı bozuldu, kıyamam."
Şahin'in huzursuz bir nefes aldığını işittim. "İzmir'de ki tüm hastanelerin kayıtlarına bakıldı. Ne hikmetse hiçbirinde senin adın yok," diye konuştu en sonunda. "Hangi deliğe girdiysen hemen çık ve Ankara'ya geri dön. Aksi takdirde olacaklardan ben sorumlu değilim."
"Hiçbir yere gelmiyorum ben," dedim kesin bir dille. "Sanki çok merak ediyormuşsunuz gibi rol kesmeyin bana."
"O sesini biraz alçalt Dilba," Şahin'in sesi bu sefer sinirli çıkmıştı. "Benimle akranınmışım gibi konuşmayı kes, terbiyeni takın. Babanla konuşuyorsun."
Bu sefer sesli bir şekilde güldüm ve hafifçe kafamı salladım. "Annemin de seninde bunu sadece bana öfkeliyken hatırlamanız beni her defasında güldürüyor," diye konuştum alaycı bir tınıyla. "Ama boşuna uğraşma, Şahin Bey. Sana daha yedi yaşında baba demeyi bırakmış bir kız için fazla ütopik laflar bunlar."
Şahin'in öfkeden delirdiğine adım kadar emindim, öyle ki sakinleşmek adına bir kaç defa derin nefes aldı. "Seni bulamayacağımı mı zannediyorsun?" diye konuştu kısık ama sinirli bir sesle. "Annen iki gündür seni arıyor ama senin umurunda bile değil anlaşılan. Ama seni son kez uyarıyorum Dilba. Ya nerede olduğunu kendin söylersin ya da ben bulurum yerini."
Histerik bir şekilde gülümsedim ve gözlerime yine korkunç bir nefret indi.
"Bunu sana söylemeyeceğimi gayet iyi biliyorsun bence," dedim. "O yüzden önüme sunduğunuz o tehditleri bir kenara bırakıp annemle beraber o nezih çevrenize söyleyeceğiniz ufak yalanları düşünmeye başlayın."
Bir şey söylemesine izin vermeden aramayı sonlandırdığımda, bedenime aniden çöken huzursuzlukla beraber başıma korkunç bir ağrı saplanmıştı. Şahin'in beni uğraştıracağının farkındaydım. Yerimi bulma konusunda onu belki biraz zorlayacaktım ama bunun uzun sürmeyeceğinide gayet iyi biliyordum.
Lakin asıl mesele annemdi...
Telefonumu yatağın üzerine gelişigüzel fırlatıp kıyafet dolabına doğru ilerledim ve bir kaç rahat kıyafet seçip çantama yerleştirdim. Bugün hiç istediğim gibi gitmesede mecburen katlanmak zorundaydım.
Kısa süre sonra odadaki işimi bitirip, avluya indiğimde Fırat Can'ın avluda oradan oraya koşuşturması gülümsememe sebep olmuştu. Mercan nefes nefese kalmış bir vaziyette oğlunu zaptetmeye çalışırken, arkamdan gelen birinin omuzuma hafifçe çarpmasıyla ileriye doğru hafifçe sendeledim. Orkun sinir bozucu ve rahat bir tavır eşliğinde yanımdan geçip gittiğinde, az kalsın kendimi tutamayıp okkalı bir küfür savuracaktım. Bu sırada Orkun kafasını bana taraf çevirmeden, "Demek dangalak ha?" diye sordu ve elindeki araba anahtarını sallayarak yürümeye devam etti.
"Gerizekalı," diye mırıldandığımda Mercan, Fırat Can'ın peşinden koşuşturmayı bırakıp bana taraf döndü.
"Herkes çıktı, seni bekliyorlar haberin olsun."
Ona taraf göz ucuyla baktım. "Siz neden gelmiyorsunuz?"
Mercan kafasıyla Fırat Can'ı gösterdi. "Atları görünce zaptedemiyoruz, illa binecem diye tutturuyor," Sabır dilercesine derin bir nefes aldı. "En son gittiğimizde, ortalığı birbirine katmıştı. Cenap Ağa'nın bindiği atı kızdırıp adamı attan düşürmüştü. Adamın kafasını yaracaktı az kalsın. Anlayacağın yine başıma iş açacak diye korkuyorum."
Kendimi tutamayıp güldüğümde, Orkun avlu kapısından kafasını uzatıp bana baktı. "Hadisene kızım, seni mi bekleyeceğiz iki saat."
"Of tamam geliyorum ya," diye konuşup Mercan'a baktım tekrar. "Sana kolay gelsin o zaman."
Gülümseyerek kafasını salladı. "Hadi güle güle."
Mercan'ı arkamda bırakıp kapıdan çıktığımda, en önde Azer'in arabası, onun arkasında ise Orkun'un gri spor arabası ve iki siyah araba daha vardı. Azer, arabasının önünde ellerini ceplerine sokmuş Güven'e bir şeyler söylüyordu. Elvan ve Ruken ise ayakta durmuş onu bekliyorlardı.
Kısa bir süre sonra Güven, Azer'in yanından ayrılıp arkada ki siyah arabalardan birine geçtiğinde; Ruken ve Elvan, Azer'in arabasına binmişlerdi.
Azer, onlar arabaya bindikten sonra şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı. Bu sırada Orkun'un bakışları bana doğru dönmüştü. "Geç arabaya," diye mırıldandığında beklemeden arabanın kapısını açmıştı. "Yol boyunca sana katlanacağız mecbur."
Orkun arabaya bindiğinde bende yüzümü buruşturarak ona ters ters baktım ve sonra geçip arabaya bindim. Orkun ben biner binmez arabayı çalıştırdı ve arabanın yüksek motor sesi bir canavar gibi yankılandı sokakta. Araba oldukça hızlı bir şekilde konağın olduğu sokaktan çıktığında, Orkun adeta yarıştaymış gibi gaza daha çok yükleniyordu. "Biraz yavaş olsana, ara sokaktayız," diye konuştuğumda Orkun'un bakışları anlık olarak beni buldu.
"Ne oldu, korktun mu yoksa kardeşim?" Alayla kurduğu bu cümleyle beraber bakışları tekrar yola döndü ve sesli bir şekilde güldü.
Göz ucuyla ona baktım. "Neyden korkacakmışım?" Gözlerime küçümseyici bir ifade yerleşti. "Arabayı duvara toslamandan falan mı?"
Orkun gülmeye devam etti. "O kadar beceriksiz bir şoför değilim, ama canımı sıkarsan," dedi ve bana baktı. "Hiç çekinmem."
Dudaklarımın kenarı alayla kıvrıldığımda umursamaz bir ifadeyle omuz silktim. "Bence korkması gereken ben değilim," diye mırıldandım. "Benimle aynı arabada kaza yapmayı istemezsin."
Bakışlarım hemen önümüzde ilerleyen Azer'in arabasına takıldı. Camı açıp rüzgârın içeri girmesini sağlarken nihayet ana yola çıkabilmiştik. Orkun arabanın hızını biraz daha arttırdığında, istemsizce geriye doğru yaslandım. Orkun ise seslice gülmeye devam etti. Bu hızdan keyif aldığı belliydi. "Korkaksın kızım sen," diye konuştu yüksek bir sesle. "Benimle inatlaşmayı bırak artık. İstersem şu dakika sürerim arabayı uçuruma. Ne yapabilirsin ki?"
"Korkak?" Ona taraf bakıp hafifçe kaşlarımı kaldırdım ve dudaklarımı sinirle bir birine bastırdım. "Bak bakalım kimmiş korkak."
Ani bir hareketle direksiyona uzanıp sağa doğru kırdığımda araba sarsıldı ve ani bir fren sesi yankılandı asfaltta. "Ne yapıyorsun?" Orkun direksiyonu düzeltip arabanın hızını düşürdüğünde, göz ucuyla bana baktı ve burnundan sert bir nefes aldı. Yüzü ciddileşmişti. "Kızım sen manyak mısın?"
"Ne oldu?" diye sordum onu taklit ederek. "Korktun mu kardeşim?"
"Ruh hastası," Orkun gergin bir ifadeyle bunu söylediğinde arabaya bağladığı telefonu çaldı bir kaç kez.
Azer arıyordu.
Orkun aramayı cevapladığında bakışları hâlâ yoldaydı. "Efendim abi?"
"Bu ne biçim araba kullanmak lan?" diye sordu Azer, sert bir sesle. "Kaza mı yapmak istiyorsunuz?"
Orkun göz ucuyla bana baktı. "Yanıma verdiğiniz bu ruh hastası yüzünden hepsi," diye konuştu sinirli bir sesle. "Az kalsın öldürecekti ikimizide."
Yüzümü buruşturup Orkun'a baktım. "Kes sesini be, az önce boş boş konuşmayı biliyordun. Şimdi niye rengin attı?"
"Sen şaka mısın kızım?"
"Orkun," diye araya girdi Azer, sert bir sesle. "Doğru düzgün kullan şu arabayı, getirtme beni oraya."
Orkun, ağzını açıp konuşacağı sırada Azer'in telefonu kapatmasıyla dudaklarını birbirine bastırıp sinirle nefes aldı. "Seni bana bela olasın diye mi verdiler lan?" diye sordu bakışları saniyelik olarak bana değerken. "Ya sabır..."
Gözlerimi devirip camdan dışarıyı izlemeye başladım. "Sen bir muhatap olmasana benimle."
"Canıma minnet."
Orkun'un boğazına yapışıp onu arabadan atmamak için kendimi çok zor tutsam da yolculuğun devamı az öncekine nazaran biraz daha sakin geçmişti. Yaklaşık kırk dakika sonra, araba köy yoluna benzer taşlık bir yola girdiğinde, etrafta görünen uçsuz bucaksız tarlalar ve çiftlik evlerine takılmıştı bakışlarım. Tarlalarda ne iş yaptıklarını bilmediğim insanlar bakışlarını arabalara dikmiş, öylece izliyorlardı. Kıvrılarak uzayan yolun kenarındaki kayalıklar ve uçuruma benzeyen dağları gördüğümde çiftliğin yüksek bir yerde olduğunu anlayabiliyorum.
Sonunda, arabalar büyük bir giriş kapısından içeri girdiğinde oldukça büyük bir bahçe yolunun sonunda görünen büyük bir çiftlik evi gerçekten de göz alıcı görünüyordu. Ucu bucağı görünmeyen geniş arazinin taş yolunda ilerleyen arabalar çiftlik evinin tam önünde durduğunda, Orkun'un bakışları bana dönmüştü. "Ruken dün söylediklerinden dolayı pişman," diye konuştu buz gibi bir sesle. "Sende abuk subuk konuşup sorun çıkarmazsan sevinirim kardeşim."
Sesli bir şekilde gülüp Orkun'a baktım. "Senin söylediklerini ne yapacağız peki?"
"Ben söylediklerimin arkasındayım," dedi Orkun umursamaz bir tavırla. "Sen ve o metres arkadaşın bu sözlerimi pek yadırgamazsınız, sanmıştım ama beklediğimden daha gururlu çıktınız. Ya da yüzsüz mü demeliyim?"
Kafamı salladım. "Bu laflarının altında kalacağın günü sabırla bekliyorum," dediğimde sesim hafiften ciddi çıkmıştı. "O zaman tek tek yedireceğim sana bu lafları."
Arabanın kapısını kırarcasına kapatıp ilerlemeye başladığımda, Orkun'un arkamdan tip tip baktığına emindim. Zira bugün sinirlerini epey bozmuştum.
Oldukça rahat bir tavır takınarak Azer ve Ruken'in peşinden yürüyüp taş merdivenlerden çıktığımızda kapıda bekleyen adam iki adım öne çıkarak Azer'e taraf baktı. Ellili yaşlarında, kır saçlı bir adamdı. Sanırım sabah Reşat kahya diye bahsettikleri adam buydu. Adam neşeli bir tavırla kafasını salladı. "Hoşgeldiniz beyim," diye konuştu yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirerek. Ardından bakışları bize döndü. "Sizlerde hoşgeldiniz."
"Hoşbulduk," diye yanıtladı Azer düz bir sesle. Göz ucuyla önce Ruken'e sonra da bana baktı ve ardından bakışları tekrar karşısındaki adama döndü. "Bizim ufak bir işimiz var," diye devam etti. "Kızlar sana emanet."
Adam, Azer'i kafasıyla onayladı. "Siz hiç merak etmeyin beyim, gözüm gibi bakarım."
Azer, Orkun'a taraf bakıp ufak bir kafa işareti yaptığında, Orkun tekrar arabasına binmiş ve arabayı çalıştırmıştı. Somurtkan bir ifadeyle önce Orkun'un arabasına, sonra da Azer'e doğru baktım. "Sizde bizi iyice çocuk bellediniz," diye söylendim. "İsterseniz kapıları falan da kilitleyin," Bakışlarıma yerleşen alayla beraber kafamı kaldırıp karşımda tüm ihtişamıyla dikilen çiftiğe baktım. "Lebriz Hanım'ın ballandıra ballandıra anlattığı o koca itibarınıza yakışır bir önlem olurdu öyle değil mi?"
Azer kafasını hafifçe çevirdi ve bakışları üzerimde ağır ağır gezindi. "Senin için fazla imkânsız bir şey olsa da," diye konuştu, sesi bir demir kadar soğuktu. "En azından bugün uslu bir kız olmayı dene."
Bakışlarını benden ayırarak yanımdan geçip arabasına bindiğinde, arkasından bakma isteğimi zorlukla bastırıp içeriye doğru adımladım. Elvan ve Ruken kapının girişinde durmuş, muhtemelen çiftlikte çalışan kadınlarla bir şeyler konuşuyorlardı. Ruken'in bakışları saniyelik olarak bana döndü ve sonra kadınlara baktı. "Dilba," diye konuştu oldukça mesafeli bir tınıyla. "Adil amcamın kızı."
Kadınlar yüzlerine yerleştirdikleri gülümseme eşliğinde bir kaç saniye duraksadılar. "Evet duymuştuk," diye konuştu en sonunda yaşlı olan kadın. "Hoşgeldin kızım."
"Hoşbuldum," Bakışlarımı çiftliğin içinde gezdirdiğimde, buradaki lüksün başka hiçbir çiftlikte olmadığına kanaat getirmiştim. Tam da Boranlı'ların o koca servetine yakışacak bir çiftlikti.
Oldukça büyük salonun sonunda büyük cam pencerelerin boydan kapladığı duvar agaçlarla dolu uçsuz bucaksız büyük bahçeye bakıyordu. Sol tarafta büyük bir şömine ve ahşap işlemeli bir yemek masası vardı. Diğer taraf ise büyük bir koltuk takımı ile doldurulmuş, taş duvarları süsleyen tablolar birbirleriyle uyumlu bir şekilde asılmıştı. Oldukça rahat ve güzel bir yer gibi görünüyordu.
Ben salonu incelemeye devam ederken, genç bir kadının daha sesini duydum. Bakışlarım onlara taraf dönerken, Ruken ve yeni gelen kadın birbirlerine uzunca sarıldılar. Ayrıldıklarında kadın Ruken'i baştan aşağı süzüp gülümsedi. "Görmeyeli ne kadar güzelleşmişsin."
Kadın göz ucuyla Elvan'a baktı. "Nasılsın Elvan?" diye sordu ama Ruken kadar samimi olmadıkları anlaşılıyordu.
Elvan gülümseme gereği duymadan hafifçe kafasını salladı. "Sağol."
Ruken Elvan'ın tavrına karşı ters bir bakış atıp bana döndü bu sefer. "Siz tanışmadınız değil mi?" diye mırıldanıp eliyle yanındaki kadını gösterdi. "İdil, çiftliğin kahyası Reşat amcanın kızı."
Hafifçe gülümsedim. "Memnun oldum," diye mırıldandım. "Dilba ben de."
Kadın muhtemelen benden bir kaç yaş büyüktü. Yemyeşil gözleri ve kahverengi saçlarıyla güzel bir kadındı. Üzerine giydiği kahverengi gömlek ve siyah pantolonunu dizine kadar örten uzun çizmeleriyle beraber özellikle atlarla alakadar olduğunu anlayabilmiştim. Kadın bir kaç adım ilerleyip tam karşımda durdu ve samimi bir şekilde elini uzattı. "Bende çok memnun oldum," diye konuştu. "Adını bu aralar çok sık duyuyorum."
İdil'in elini sıktım, "Bende her tanıştığım insandan aynı şeyi duyuyorum," dediğimde dudaklarımın kenarı alayla kıvrılmıştı. "Bu kadar ünlü olduğumu bilmiyordum."
"Mühim olan ün değil," diye araya girdi Elvan kollarını önünde bağlayarak. "Konuşulanların iyi anlamda olmadığını hepimiz biliyoruz şimdi, üstelik namusuna kadar laf edilmişken... Muhtemelen Adil Boranlı'nın istenmeyen kızı olduğunu değil tüm Mardin, bütün güneydoğu öğrendi "
İçinde onlarca ima barındıran bu cümlesi ve sesinde hissedilen yoğun kinaye içimde gülme isteği uyandırsada bunu yapmayıp tamamen Elvan'a taraf döndüm. "Aynı senin gibi değil mi?"
Elvan hafifçe kaşlarını çattı. "Ben ne alaka anlamadım?"
"Sen ve ben diyorum Elvan," diye konuştum sakin bir sesle. "Bir sana bakıyorum, bir kendime bakıyorum ve çok üzülerek söylüyorum ki Boranlı'ların gözünde pek bir farkımız yok," Yapmacık bir üzgünlükle dudaklarımı hafifçe birbirine bastırdım ve küçümseyici bir ifadeyle Elvan'ın yüzüne baktım. "Ben Adil Bey'in istemediği gayrimeşru kızıyım, sen ise konağın istenmeyen gelini." Elvan'ın bakışları bozulmuş bir ifadeyle bana kilitlenirken, etrafta kısa bir sessizlik oluştu.
Ama acımasız tarafım zehrini akıtmadan durmayacaktı.
Bakışlarım Elvan'ı baştan aşağı süzerken, ellerimi arkamda birleştirdim. "Ama mütemadiyen dışlandığın ve adeta fazlalık gibi göründüğün bir ailenin içindeyken, her olaya karşı neden bu kadar agrasif yaklaştığını biraz da olsa anlayabiliyorum," Kaşlarım hafifçe havalandı. "Hatta acıyorum sana."
Elvan, tek bir kelime etmeden saniyelerce sessiz kaldığında gözlerinde beliren ifade haklı olduğumu kanıtlar nitelikteydi. Az önceki alaycı ifadesinden eser kalmamıştı. Ortama gergin bir hava yayılırken Elvan oldukça hızlı bir şekilde merdivenlere doğru ilerledi ve hızlıca gözden kayboldu.
Umursamaz bir ifadeyle İdil'e taraf döndüm ve elimdeki çantayı hafifçe kaldırdım. "Ee, nerede benim odam?"
İdil kibarca gülümseyip eliyle merdivenleri gösterdi. "Göstereyim ben sana hemen."
İdil'le beraber üst kata çıktığımızda, burada beklediğimden çok daha fazla oda vardı ve başka bir merdiven çifliğin bir üst katı daha olduğunu gösteriyordu. Diğer tarafta ise büyük cam bir balkon kapısı vardı. İdil koridorun sonunda, solda kalan odanın kapısını açıp içeri geçmem için geriye çekildiğinde oldukça rahat bir tavırla odaya girip elindeki çantayı odanın ortasında ki büyük yatağın üzerine gelişigüzel bıraktım.
"Bir isteğin olursa aşağıdayım ben," İdil bunu söyleyip kapıyı kapattığında, bakışlarım odanın içinde uzun uzun gezindi.
Güzel ve büyük bir odaydı. Ama en sevdiğim kısım bahçeye bakan büyük pencere olmuştu. Oraya doğru ilerleyip perdeyi hafifçe araladım. Büyük bir arazinin yanı sıra atların bulunduğu tarafın bir kısmı buradan görünüyordu. Çiftliğin çıkış kapısının bir kaç metre ilerisinde bulunan yüksek kayalıklar ve buradan bile tüm ihtişamıyla görünen büyük bir ağaç çarpmıştı gözüme. Çiftliğin bulunduğu arazi ağaçlarla doluyken yolun karşısındaki o büyük taşlık alandaki tek ağaç buydu ve oldukça yaşlı bir ağaca benziyordu. Orası neden bu kadar dikkatimi çekmişti bilmiyorum ama bakışlarım istemsizce o taraftan ayrılmak istemiyordu.
Bir kaç dakika sonra burada boş boş dikilmeyi bırakıp çantamdan beyaz bol bir kazak ve siyah bir tayt çıkarıp üzerimi değiştirmiştim. Havalar soğuk olduğu için mi yoksa ben mi hasta oluyordum bilmiyorum ama bu aralar gereksiz yere üşüyüp duruyordum. Üzerimden atamadığım o garip yorgunluk bende uyuma isteği uyandırsada, bunu zorlukla bastırıp odadan çıktım ve koridorda gelişigüzel ilerlemeye başladım. Koridorun ortasında bulunan ve kapısı diğerlerinden daha büyük ve işlemeli olan odayı gördüğümde içimde istemsiz bir merak uyanmıştı.
Nedense içimden bir ses bu odanın Azer'e ait olduğunu söylüyordu.
Elim kapı kulpuna temas ettiğinde herhangi birinin içeride olabileceği ihtimalini göz ardı edip, kapı kulpuna hafifçe baskı uyguladım. Aralanan kapıyı elimle yavaşça itip kapının aralanmasını sağlarken, bakışlarım odanın içinde yavaşça gezindi.
Genellikle siyah ve gri tonlarının hakim olduğu oda oldukça düzenli ve özenilmiş görünüyordu. Oda diğer odalara nazaran çok daha büyük ve genişti. Odanın ortasında ki yatak siyah ve oldukça şık görünen bir takımla kaplanmıştı. Pencerenin hemen yanında siyah bir deri koltuk ve ufak bir sehpa vardı. Merakım beni içeriye girmek için zorlarken, telefonumun aniden titremesiyle hızlıca kapıyı kapatıp geriye doğru adımladım.
Bu merak fazlaydı.
Bir kaç saniye boyunca duraksayıp, koridorda boş boş dikildiğimde telefon bir kaç defa çaldıktan sonra kapanmıştı ve ben ancak ses kesildiğinde telefona bakmayı akıl edebilmiştim.
Ve her zamanki gibi yine Volkan arıyordu.
Saçlarımı geriye doğru düzeltip etrafıma bakındım ve sonra sol tarafta kalan salon tarzı odadan büyük balkona çıktım. Volkan'ın ne söyleyeceğini bilsemde, yine de onu geri aramam gerektiğini biliyordum. Yoksa onu umursamadığımı zannedip daha çok üsteleyecekti.
Sırtımı taş parmaklıklara yaslayıp, etrafa göz gezdirdim. Kimsenin beni dinlemediğine emin olduktan sonra telefonu kulağıma yaslayıp, Volkan'ın aramayı cevaplamasını bekledim. Kimseyle konuşmaya takatim kalmadığından, daha üçüncü çalışta kapatmak niyetindeydim ama Volkan tam aramayı sonlandıracağım sırada açmıştı telefonu.
"Dilba, bende tam seni arıyordum he..."
"Bin defa aramışsın zaten," diye konuştuğumda, sesim sorgulayıcıydı. "Ne oldu yine? Konak meselesini söyleyeceksen..."
"Yok ya onun için değil, yani o da var tabi ama ben asıl başka bir şey için aradım," dedi sakince. "Senin şu Ankara'daki babalık aradı bugün beni."
Kaşlarım istemsizce çatıldı. "Şahin mi?" Gözlerimi devirip derin bir nefes aldım. "Biliyorum beni de aradı bu sabah."
"Anlaşılan sizinkiler yememiş uydurduğun yalanı, ya da yavaştan kıllandılar bilmiyorum," dediğinde bir kaç saniye duraksadı. "Yani adam eski milletvekili, anında bulur nerede olduğumuzu."
Bulurdu.
Bunu biliyor olmam, içime ufak bir gerginliğin yayılmasına sebep olurken, bozuntuya vermeyip aklımda ki soruyu dillendirdim. "Sen bir şey söyledin mi?"
Volkan'ın güldüğünü işittim. "Aynen söyledim, hatta açık adres verip buyur gel dedim," diye konuştuğunda sesi alaycıydı. "Kızım söyleyip yerimi açık eder miyim hiç? Bedo bilmiyor mudur sence aynı yere gittiğimizi, senin yerini bulmaları demek beni bulmaları demek."
"İşin içinde kendi menfaatin olmasa söyleyeceksin yani, öyle mi?" diye sordum ciddiyetsiz bir sesle. Ardından tekrar etrafıma baktım. "Neyse, ne söyledi sana Şahin, anlat çabuk."
Volkan, "Valla konuştu da konuştu," diye yanıtladı beni. "Senin yerini sordu önce. Ben de bilmiyorum dedim. Bilip de susuyorsam başım çok büyük dertteymiş. İşte sen benim kızımı benden mi saklıyorsun diye bağırıp durdu. Sesi epey sinirliydi. Bu adam böyleyse senin o cadı anneni düşünemiyorum bile."
Hafifçe kaşlarımı kaldırdım ve bir kaç saniye duraksadım. "Bir bu eksikti..."
Volkan'ın derin bir nefes aldığını duydum. "Ulan ne zamandır soracağım bir türlü soramadım," dedi sesini kısık tutarak. "Sen niye bu Boranlı'lara rol kesiyorsun, sizin torununuzum diye? Kızım senin anan belli baban belli, kendi kendine aksiyon mu yaratıyorsun ne yapıyorsun anlamadım." Bunu söyledikten sonra aniden duraksadı ve ardından, "Lan," diye mırıldandı şaşkınca. "Şu dakika çözdüm olayı. Ulan deccaliçe yemin ederim senden korkulur ha. Demek Yaren'in yeri..."
"Kes sesini Volki," diye lafını kestim aniden. Sesim istemsizce yüksek çıkmıştı.
Volkan hâlâ şaşkın şaşkın gülmeye devam ediyordu. "Seninkiler olayı çakınca ne halt edeceksin acaba," dedi gülüşlerinin arasından. "Bir an önce benim şu konak işini hallette eğlenceyi kaçırmayayım bari."
Gergin bir sekilde saçlarımı geriye doğru düzelttim ve yüzüme anlık olarak buz gibi bir ifade indi. "Eğer bu bildiklerini herhangi birine söylediğini duyarsam," Sesime tehditkar bir tını yerleşti. "Seni Bedo'dan önce ben öldürürüm, haberin olsun."
"Ha öyleli diyorsun yani," diye konuştuğunda, onu göremesemde sırıttığını biliyordum. "İyi söylemeyiz merak etme deccaliçem. Lakin bizim işi fazla uzatmadan halletsek iyi olur. Otellerde anam ağladı biliyorsun."
"Halledeceğim dedim ya," diye çıkıştım. "Kapat telefonu."
Volkan tekrar gülmeye başladığında telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdım. Bir kaç gündür annemin durmadan aramasından belliydi şüphelendikleri lakin Şahin'in de bu işe dahil olması demek işlerin ciddi olduğu anlamına geliyordu. Yokluğum fazla dikkat çekmişti ve ortaya attığım yalana onları inandıramadığımı kabullenmem gerekiyordu.
"Hayırdır, kiminle konuşuyordun?"
Duyduğum bu sesle beraber bakışlarım bana doğru gelmekte olan Ruken'e doğru çevrilirken, gözlerimi devirme isteğimi bastırıp onu baştan aşağı süzdüm. Üzerinde siyah eşofman ve ince bir kazak vardı. Saçlarını arkadan toplamıştı ama yüzünde hâlâ o yorgun ifade hakimdi. Gelip taş parmaklıkların tam önünde durdu ve gözlerini karşıya dikti. "Yoksa o arkadaşın mı yine?" diye sordu ve sonra duraksadı. "Neydi adı... Helin."
Gözlerime yerleşen alay eşliğinde bakışlarımı uzayıp giden manzarada gezdirdim. "Hani seninle aynı durumu yaşadığı hâlde suçladığın arkadaşım," dediğimde sesim buz gibiydi. "Hayatın mı fazla sıkıcı yoksa gerçekten birini mi suçlamak istiyorsun? Dur tahmin edeyim, günah keçisi de ben ve Helin oluyoruz öyle değil mi?"
Eliyle parmaklıklara tutundu ve ardından bir kaç saniye bekledi. "Dün sana söylediklerim fazlaydı bunun farkındayım ama inan bende ne düşüneceğimi bilmiyordum," dedi kelimeler ağzından tek tek ve ağır ağır çıkıyordu. "Ama bunca şey yaşanmışken, o kızın suçsuz olduğuna inanmamı bekleme benden. En azından şimdilik." Bunu söyledikten sonra bakışları bana döndü. "Ayrıca sana hâlâ hiç güvenmiyorum Dilba."
Yüzüme inen buz gibi ifadeyle beraber dudaklarıma ufak, histerik bir tebessüm yerleşti. "Psiko depresan," diye mırıldandım ve ardından bakışlarım Ruken'e doğru döndü. "Ağır ilaçtır ama sana ufak bir tavsiye, dozları biraz azaltman lazım. Zira düşüncelerin çok dengesiz."
Ruken hafifçe kaşlarını çattı. "Nereden biliyorsun sen o ilaçları kullandığımı?"
Bakışlarım tekrar manzaraya taraf döndü. "Bu halin tanıdık geldi," dedim soğuk bir sesle. "Bir zamanlar bende kullanıyordum."
Ruken'in yüzüne yorgun bir tebessüm yerleşti. "Benim neden kullandığım malum da," diye mırıldandı ardından bakışları beni buldu. "Sen neden kullanıyordun? Yani yanlış anlama ama dışarıdan çok gamsız bir kız gibi görünüyorsun."
Dudaklarım alayla kıvrıldığında, bu sorusunu cevapsız bırakıp ona taraf baktım. O da bu sorduğu soruya cevap vermeyeceğimi anlamış olacak ki hafifçe kafasını salladı ve bu sefer atların bulunduğu tarafı gösterdi kafasıyla. "Neyse," dedi sakin bir sesle. "Gidip atlara bakacağım ben, geliyor musun?"
Olumsuz anlamda kafamı salladım. "Sen git, sonra inerim ben."
Ruken, bir şey demeden içeri girdiğinde, bakışlarımı gökyüzüne dikip soğuk havayı içime çektim.
Ruken'le aramızda geçen bu son konuşma, hafızamın karanlık tarafında saklanan o unutmak istediğim hatıraların gözlerimin önünden ağır ağır akmasına sebep olurken, başıma öyle korkunç bir ağrı saplanmıştı ki bir an gözlerimi kapatıp kafamı hafifçe yana eğdim. Sonra gözlerimin önünde uzayıp giden bu topraklara baktım uzun uzun ve o an burada olmaya hakkım olmadığını hatırladım.Yaren'in yıllarca öz babasını nasıl arayıp durduğunu, nereye, hangi topraklara ait olduğunu öğrenmek için annemin ayaklarına kapanıp nasıl yalvardığını anımsadım bir kez daha. Burada olmak onun hakkıydı. Hatta annem bile bir nebze özlemişse bu toprakları, onun bile hakkı vardı dönmeye.
Ama benim yoktu.
Yaren, annemin ve Adil Bey'in günahlarının bedelini ödeyen, hiçbir zaman Şahin'in kızı olarak anılmayan ve Ankara'ya ait olmadığını bilen bir kızdı. Annem onu hiçbir zaman kandırmamıştı ama acımamıştı da. Şahin'in öfkeden deliye döndüğü zamanlarda, Yaren'e sen annenin yaptığı hatadan başka bir şey değilsin, diye bas bas bağırdığında bile o yerlere göklere sığdıramadıkları Feraye Sonay, onların karşısında buz gibi durup tek kelime etmezdi. İnsanları en ufak hatalarında yerin dibine sokan o kadın Yaren'i savunmak için tek kelime bile etmezdi...
Ben ise Sonay ailesinin taş bebeğiydim.
Ve Şahin bana ne zaman sen benim kızımsın dese, hiçbir zaman kabullenmediğim o gerçeğe karşı kinim daha çok büyüyordu.
Ve ben ilk defa Yaren'in yerinde olmak istiyordum.
•••
Üzerimdeki ağırlık, saatlerce yatakta uzanıp dinlenmeme rağmen geçmediğinde ve en son odanın içinde delirecek gibi olduğumda bulduğum son çözüm kendimi bahçeye atmak olmuştu. Hava kararmaya başlamıştı ve dışarıda serin bir rüzgâr esiyordu. Üşümeme rağmen dışarıda oturmak bana daha cazip gelmişti çünkü kendimi artık gerçekten iyi hissetmiyordum.
Ağrı kesici almama rağmen başımda ki ağrı geçmek bilmiyordu ve bedenim boşluktaymışım gibi dengesizdi. Aynı anda hem üşüyor hemde etrafım ateşlerle çevriliymiş gibi yanıyordum. Kendimi zorlamama rağmen hiçbir şey yiyememiştim. Sanırım bu bir kaç gün boyunca geçmeyecekti.
Bahçeye kurulmuş masada yaklaşık on dakikadır oturmuş öylece karanlığı izliyordum. Etraf sessizdi. Ruken en son atlara bakmaya gitmişti. Elvan ise ortalıkta görünmüyordu.
Ellerimi saçlarıma daldırıp geriye doğru ittiğimde, birinin yanıma doğru yaklaştığını farkettim. "Sende benim gibi dışarıda oturmayı seviyorsun sanırım," İdil, elinde iki kupayla geçip sandalyelerden birine oturduğunda, elindeki bardaklardan birini benim önüme koyup hafifçe gülümsedi. "Sana çay getirdim, zaten tek lokma yemedin en azından bunu iç."
"Sağol," diye mırıldanıp bardağı elime aldım ve istemeyerekte olsa sıcak çaydan bir yudum içtim ama o kadar canım istemiyordu ki istemsizce yüzümü buruşturmuştum.
İdil, dikkatlice bana baktı. "Sen iyi görünmüyorsun," dedi düşünceli bir sesle. "İleride ki köyde sağlık ocağı var, doktorunu tanıyorum. Çağıralım istersen."
"Gerek yok," diyerek reddettim onu. "Çok önemli bir şey değil."
"Sen bilirsin tabi ama yine de aklında bulunsun."
Hafifçe kafamı salladım ve sonra bir kaç saat önce gördüğüm o ağacın olduğu tarafa baktım. Buradan görünmüyordu ama nedense merak etmiştim. "Şu tarafta, kayalıkların olduğu yerde büyük bir ağaç var," diye konuştum sakin bir sesle. Ardından İdil'e baktım. "Dilek ağacı falan mı o?"
İdil gösterdiğim tarafa doğru baktı ve kafasını hafifçe salladı. "Kara ağaç," diye konuştu bakışları tekrar beni bulurken. "Gelip geçenler dilek ağacı falan diliyorlar ama onun asıl garip yanı hikayesi. Ben küçükken babam anlatırdı hep."
Söylediği bu şeyle beraber sorarcasına ona baktım. "Hikâyesi mi var?"
İdil, masanın üzerindeki bardağı eline aldı ve bakışlarını ileriye dikti. "Dediklerine göre çok eskiden burada yaşayan iki kız kardeş varmış," diye başladığında onu dikkatlice dinlemeye başladım. "Kızlardan büyük olanı tarlada çalışırken bir gün bir beyoğluna tutulmuş. Kız, adama o kadar çok aşık olmuş ki, kız kardeşiyle haber yollamış bu adama. Tam gece yarısı onu kayalıkların orada bekleyeceğini söylemesini istemiş..."
İdil elindeki çayından bir yudum aldı ve sonra bana baktı. "Kardeşi haberi götürmüş. Kız da adamı beklemek için söylediği yere gitmiş ama adam gelmemiş. Kız o kadar büyük bir sevdaya tutulmuş ki her gün gece yarısı evden gizlice çıkar, kayalıklara gidip o adamın gelmesini beklermiş." Bunu söylerken derin bir nefes aldı. "Sonra bir gün bu beyoğlu kızın ailesine haber salmış. Kızın kardeşiyle evlenmek istediğini, kırk gün kırk gece düğün kuracağını söylemiş. Meğer kızın kardeşi, ablasının yolladığı haberi götürürken kendi aşık olmuş beyoğluna. Tabi adamda kızı sevmiş. Büyük olan kız haberi alınca o kadar öfkelenmiş ki, kardeşinin evleneceği gün kayalıkların üzerine çıkıp tam kırk kez yemin etmiş. Ve ettiği her yemin için bir tohum atmış toprağa."
Hikaye o kadar ilgimi çekmişti ki, tek bir kelime etmeden ve bölmeden İdil'i dinliyordum. "Ve o son tohumu attıktan sonra kendini kayalıklardan aşağıya atmış. Aynı gece düğünü eşkıyalar basıp hem kardeşini hemde sevdiği adamı öldürmüşler," dediğinde histerik bir şekilde gülümsedi. "Derler ki, o kızın toprağa attığı o son tohumdur kara ağaç. İşte o zamandan beri kim birinden intikam almak istese bu ağacın dibine gider ve ağacın dibine bir tohum bırakarak yemin edermiş..."
Bir kaç saniye duraksadım. Ve sonra dudaklarım zorlukla aralandı. "Gerçekten ilginçmiş."
"Bana da hep çok ilginç geliyor," diye mırıldandı İdil düz bir sesle. "Yani buralar böyle, her torak parçasının bir hikayesi vardır. O yüzden aşığım bu şehire ben."
"Sen burada mı büyüdün?"
İdil hafifçe kafasını salladı. "Kendimi bildim bileli hep buradaydım, hatta babamın çocukluğu da burada geçmiş," diye yanıtladı beni ardından derin bir nefes aldı. "Ali amca, yani Azer'in babası almış babamı işe. O günden beridir de burası hayatımız oldu," Bunu dedikten sonra bakışları tekrar bana döndü. "Sen peki? Doktormuşsun, öyle söylemişti Ruken."
Histerik bir şekilde gülümsedim. "Sayılır."
"Anlaşılan pek mesleğine bağlı biri değilsin," dedi İdil sevecen bir tavırla. "Nedense içimden bir se
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.74k Okunma |
3.12k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |