25. Bölüm

22. ALEVLER VE KÜLLER

Kardelen T
k_blackfire

 

 

Başlamadan önce yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen.

 

 

 

Keyifli okumalar 🤍

 

 

 

22. BÖLÜM

 

 

"Alevler Ve Küller"

 

 

 

𓆙

 

Kimsesiz bir çocuğun üstünü geceleri yıldızlar örtermiş, üşümesin diye.

 

Ama kimsesizliğimi gölgeleyen o kız gittiğinden beri, artık yıldızlar içimdeki küçük kız çocuğunun bedeni kadar soğuktu. Gökyüzü paslı bir teneke gibiydi, ışık yoktu, umut yoktu, ses yoktu. Sadece rüzgar vardı, kemiklere işleyen mezar sessizliğinde bir rüzgâr...

 

Unutuyorsun Dilba.

 

Gecenin bir yarısı sessizce veda ettiğin ablan ve onun o son görüntüsü yavaş yavaş siliniyor aklından. Yüzünü hatırlamak istiyorsun ama resimlerine bile bakmaktan korkuyorsun. Çünkü sende en az annen kadar suçlusun.

 

Oynadığım oyunun içine gömülüp kalmış gibi hissediyordum kendimi. Ait olmadığım bir hayatı yaşıyordum, belki de hissetmem gereken bir duyguyu taşıyordum göğüs kafesimin içinde. Her zerremde dolanan kötülükten uzak ve benim aksime tamamen gerçek bir duyguydu bu. Haketmediğimi bildiğim ama kaybetmekten deli gibi korktuğum bir duygu...

 

Parmaklarım Azer'in saçlarında ağır ağır gezinirken, bakışlarım onun yüzüne sabitlenmişti. Uyuyordu. Kolları bedenime dolanmış, kafası göğsüme doğru hafifçe düşmüştü. Yaklaşık yarım saattir öylece onu izliyordum. Nefes seslerini bile ezberlemek istiyordum çünkü uzun zaman sonra ilk kez kendimi bu kadar güvende ve huzurlu hissediyordum. Birine sarılarak uyumak, kokusunu hissetmek alışık olduğum bir şey değildi. Deliksiz uyuduğum, kabus görmediğim nadir gecelerden biriydi belki de.

 

Parmaklarımı onun simsiyah saçlarında gezdirdim tüy kadar hafif bir dokunuşla. Gözlerim ise onun yüzünden bir an olsun ayrılmadı. Önce ufak bir hareketlenme oldu ve ardından göz kapakları yavaşça aralandı. Gece karası gözleri benim gözlerimi bulduğunda, bir kaç saniye boyunca ikimizde hiçbir şey söylemedik ama onun gözlerine yerleşen o duyguyu çok net görebilmiştim. Bu duygu bana tanıdık mı gelmişti bilmiyorum ama onun gözlerinde gördüğüm o duygunun adını kesinlikle biliyordum. Bu anın hayalini yıllardır kuran ve en sonunda o hayaliyle karşı karşıya kalan bir adamın bakışıydı bu.

 

Bazı hisler gerçektir ve sen ne kadar şüpheci bir insan olursan ol, bunun gerçek olduğunu adın kadar iyi bilirsin.

 

İşte bu tam olarak onlardan biriydi.

 

Kafamı hafifçe eğdiğimde saçlarımdan bir kaç tutam onun yüzüne doğru döküldü. Boşta kalan eliyle hafifçe saçlarıma dokunup onları kulağımın arkasına sıkıştırdı. Bunu yaparken baş parmağını hafifçe yanağıma sürtmüştü. Belimdeki elini sıkılaştırıp beni nazikçe kendine çekti ve başım omzuna değecek şekilde hafifçe doğrulup yüzüme doğru eğildi. "Kaderde seninle aynı yatakta uyanmakta varmış ha..." diye mırıldandı, inanamıyormuş gibi. "Gözünü seveyim böyle kaderin."

 

Yüzüme belli belirsiz bir tebessüm yayıldı. "Kaderde Ali Azer Boranlı gibi bir adamdan her gün iltifat almakta varmış," diye konuştum onu taklit ederek. "Buz gibi adamsın ama kabul et, eriyorsun resmen bana."

 

Göz bebekleri, elalarımda oyalandı uzun süre. Yüzlerimiz arasındaki mesafe biraz daha kısalırken, başım tekrar yastığa düşmüştü. "Ateş gibi kızsın, erimeyelim de ne yapalım?"

 

Güldüğümde hafifçe üzerime doğru eğilip boynuma ufak bir öpücük kondurdu ve yatağın başlığına yaslanarak beni biraz daha kendine çekti. Kollarım onun beline dolanırken, kafamı göğsüne yasladım. Gözlerim yine istemsizce kapanmıştı. O kendine özgü kokusunu hissetmemle beraber kalp ritmimin hızlandığını hissedebiliyordum. Göğüs kafesimde tarifi imkansız bir duygu var olmuştu bir kez daha. Bedenim onun sıcaklığına teslim olurken, "Hayır ya, uyumamam gerekiyor," diye mırıldandım, sesim uykulu çıkmıştı.

 

"Nedenmiş o?"

 

"Akşama kadar uyurum çünkü," dedim tekrar gözlerimi açarak. "Hayır sende uyandırmazsın inadına."

 

Güldüğünü hissettim. "Uyandırmam ama inadına değil," diye konuştu. "Kıyamadığımdan."

 

Söylediği şeyle beraber hafifçe doğruldum ve onun yüzüne baktım. Dudaklarıma yayılan tebessüm giderek artarken, "Ben uyursam seni de yastık niyetine kullanırım haberin olsun," diye konuştum ardından işaret parmağımı onun göğsüne doğrulttum. "Zaten uyku problemim var, bulmuşum bırakmam. O yüzden hiç alıştırma beni."

 

Hafifçe kafasını kaldırıp bir kolunu belime doladı. Aniden dengemi kaybederken, o beni biraz daha çekerek bedenimin onun bedeninin üzerine düşmesini sağlamıştı. Boşta kalan elini saçlarıma daldırıp, yüzünü boynuma gömdüğünde dudaklarımdan istemsizce ufak bir kahkaha dökülmüştü. Kolyemin ucu onun göğsüne temas ederken, dudaklarını saçlarım ve boynum arasındaki o noktaya nazikçe bastırdı. "Bence alışsan iyi edersin güzelim," diye fısıldadı, dudakları tenimden yavaşça ayrılırken. "Sensiz uyumayı bünyem kaldırmaz herhalde."

 

Sanırım benim de.

 

O hafifçe doğrulurken, ben de kendimi takrar yatağa bıraktım ama bakışlarım onun üzerindeydi. Komidinin üzerine bıraktığı telefonunu eline alıp açtı ve bakışları bir müddet ekranda oyalandı. Bir kaç saniye sonra bakışları tekrar beni buldu ve üzerime doğru eğilip yanağıma ufak bir öpücük daha kondurdu. "Seni aşağıda bekliyorum," dedi ve geri çekilip ayağa kalktı. "Daha çok işimiz var."

 

O odadan çıkana kadar, bakışlarım onun üzerinde oyalanmıştı. Yataktan kalkıp büyük pencereye doğru ilerledim ve yarısı açık olan perdeyi tamamen kenara çekerek gün ışığının içeriye girmesine izin verdim. Hava günlük güneşlikti. Uzayıp giden uçsuz bucaksız araziye bakınca, sıra sıra dizilmiş tarlalarda çalışan işçileri görebiliyordum.

 

Pencereyi açarak temiz havayı içime çektim ve ardından banyoya doğru ilerlemeye başladım. Duş almak için üzerimdeki geceliği çıkarırken, Azer'in o her zaman kullandığı parfümünün kokusunun üzerime sindiğini yeni farkediyordum. Belki de bu zamana kadar beni etkileyen tek kokuydu. Geceliği çıkarmak istemiyor oluşum normal miydi bilmiyorum ama kokusunu duyduğumda istemsizce kalbim çarpmaya başlamıştı. Bu hep üzerimde kalamaz mıydı?

 

İstemeye istemeye geceliği çıkarıp duşakabine girdim. Üzerimdeki sersemliğin geçmesi adına soğuk bir duş aldıktan sonra tekrar odaya girip, dolaptan bir kaç rahat kıyafet seçtim ve beklemeden üzerime geçirdim. Saçlarımı kurutup taramaya başladığımda, makyaj masasının büyük çekmecesinin içinde kutusuyla beraber duran saç şekillendiriciyi farketmiştim. Bunu bile düşünmüştü.

 

Yüzüme istemsizce yayılan tebessüm eşliğinde işlerimi bitirip, etrafı toparladım. Buraya yanımda tek bir eşyam olmadan gelebilirdim. En ufak detaya kadar her şey vardı ve bu sebepsizce hoşuma gitmişti.

 

Odada ki işim bittiğinde etrafa şöyle bir göz gezdirip odadan çıktım ve acele etmeden aşağı salona indim. Azer'in bahçede olduğunu biliyordum ama hemen bahçeye çıkmak yerine bir süre salonda oyalandı bakışlarım. Gündüz gözüyle bakınca daha bir büyük görünüyordu. Sade ve şık bir şekilde döşenmişti. Köşede oldukça büyük bir şömine vardı, önünde ise büyük yastıklarla kaplı çift kişilik küçük bir koltuk yerleştirilmişti. Salonun ortasında ki büyük oturma grubu, duvarlara asılmış büyük tablolarla mükemmel bir uyum içerisindeydi.

 

Bakışlarım mutfağa doğru kaydı. Amerikan tarzında oldukça ferah bir mutfaktı. Aklıma gelen şeyle beraber beklemeden mutfağa girip etrafı şöyle bir süzdüm. Kahvaltı yapmayı seven biri değildim ama bugüne özel olarak, kahvaltıyı ben hazırlamak istiyordum.

 

Sol taraftaki buzdolabından peynirleri çıkarıp büyük bir tabağa özenle dizdim ve diğer kahvaltılıklarıda porselen tabaklara yerleştirerek bahçedeki ahşap masaya dizdim. Benden beklenmeyecek bir performans sergiliyordum çünkü yaklaşık kırk dakika boyunca bununla uğraşmıştım. Kabul, sunuma biraz özenmiş olabilirdim. Mutfaktaki işimi bitirdiğimde bakışlarım salona doğru kaydı ve cam duvardan bahçeye doğru baktım.

 

Buradan bakınca Azer'in tam olarak nerede olduğunu göremiyordum. Acele etmeden mutfaktan çıkıp salona geçtim ve cam kapıyı aralayarak bahçeye çıktım. Rastgele yürümeye başladığımda, bakışlarım uzayıp giden devasa arazide geziniyordu. Her taraf yemyeşildi ve oldukça iyi bakılmış görünüyordu.

 

Çalışanların sesi uzaktan kulağıma doluyordu. Biraz daha ilerlediğimde, bir kaç kişi daha gördüm, ellerinde büyük saman balyaları taşıyorlardı. Aynen çiftlikteki gibi büyük bir at ahırı ve önünde etrafı çitlerle çevrili kumdan büyük bir alan vardı.

 

Tekrar önüme döndüm ve yürümeye devam ettim. Büyük kavak ağaçlarının olduğu yeri geçtiğimde Azer'in bedeni girdi bu sefer kadrajıma. Sırtı bana dönüktü, bu yüzden geldiğimi görmemişti. Ona biraz daha yaklaştığımda, hemen önünde cinsini bilmediğim biri siyah biri beyaz iki köpek olduğunu gördüm. Beyaz olanı bağlıydı, siyah olanın tasması ise Azer'in elindeydi ve onu da beklemeden küçük köpek kulübesinin önündeki demir parmaklığa bağladı.

 

Köpekler önlerine konulan yemeği yerlerken Azer'in bakışları beni buldu. Geldiğimi yeni farketmişti. Göz ucuyla köpeklere bakıp, "Bunlar geceleri serbestçe dolaşıyorlar mı bahçede?" diye sordum, bağlı olmalarına rağmen hala beni korkutmaya yetiyorlardı. Hele ki siyah olanı...

 

"Genelde gündüzleri de bağlı olmazlar," dedi Azer ve ardından belli belirsiz hafifçe gülümsedi. "Bazıları korktuğu için, bugünlük bağlamaya karar verdik."

 

Siyah olan köpeğin aniden havlamasıyla geriye doğru adımladığımda gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. "Bunlar benim üç katım falan," diye konuşup, Azer'e baktım. "Bir saldırsa arkama bakmadan kaçarım öyle söyleyeyim."

 

Azer bana doğru bir kaç adım yaklaştı ve tam karşımda durdu. "Sana zarar verecek hiçbir şeye izin vermem," diye konuştu, eliyle saçlarımı omzuma doğru itti. "Ayrıca senin şu hayvan fobini bir an önce yenmen lazım çünkü birazdan at binmeye gideceğiz."

 

"Ama ben atlardan..."

 

"Hiç boşuna itiraz etme," diye konuştu. "Çiftlikte de isteksizdin, ama ben sana sevdireceğim merak etme."

 

Güldüm. "Öyle olsun," dediğimde kafamla geldiğim tarafı gösterdim. "Ama önce benimle gel, o kadar kahvaltı hazırladım..."

 

Azer'in bakışları hızlıca bana döndü. Bunu beklemiyor gibiydi. "Bir dakika bir dakika," dedi şaşkınca. "Sen kahvaltı hazırladın, ben doğru mu duydum?"

 

"Evet," diye yanıtladım onu hızlıca. "Ne o, ben kahvaltı hazırlayamayacak kapasitede bir insan mıyım?"

 

Yüzüne keyifli bir tebessüm yayıldı. "Estağfurullah," Kafasını hafifçe yana eğdi. "Ama yalan yok, şaşırttın beni."

 

Kafamı hafifçe salladım ve elini tutup onu çekiştirmeye başladım. İkimizde yürümeye başladığımızda onu göremesemde güldüğünü hissedebiliyordum. "Ayrıca senin inadına bir gün yemekte yapacağım," diye söylendim. "O zaman bak bakalım yapabiliyor muyum, yapamıyor muyum?"

 

Azer bu sefer sesli bir şekilde güldü. "Bunu hatırlatacağım sana yalnız."

 

"Bende bu lafları hatırlatacağım," diye konuşup yürümeye devam ederken o da hemen arkamdan yürüyordu.

 

Kahvaltı masasına doğru yaklaştığımızda, Azer'in bakışları ağır ağır masada gezindi. Kaşları hafifçe havalanırken, "Senin elinden zehir olsa içeriz de," diye mırıldandı, sesinde bariz bir şaşkınlık vardı. "Bu baya baya şov be gülüm."

 

Yapmacık bir övünmeyle, "E herhalde," diye konuştum ama o an aklıma gelen şeyle beraber bakışlarım mutfağa doğru kaydı. "Olamaz ya, çayı tüpte unuttum..."

 

İçeriye doğru adımlayacağım sırada, "Sen dur," diye seslenip durdurdu beni. Bakışlarım onun üzerine dönerken, o sandalyelerden birini benim için geriye doğru çekti kafasıyla oturmamı işaret etti. "Çayı da biz halledelim."

 

Güldüm ve göz ucuyla çektiği sandalyeye baktım. Centilmen miydik biraz...

 

Ağır ağır kafamı salladım ve geçip sandalyeye oturdum. O ise ben oturduktan hemen sonra içeriye girmişti. Arkama yaslandığımda, yüzüme yayılan gülümsemeye engel olamıyordum. Sarhoş olmuş, liseli aptal aşıklar gibi göründüğümün farkındaydım. Dünden beri sanki hayatımda hiçbir pürüz, hiçbir yalan yokmuş gibi takılıyordum. Haketmediğim kadar iyi hissediyordum.

 

Arka cebime koyduğum telefonumu çıkarıp masaya koyacağım sırada, telefona gelen mesaj bildirimiyle anlık olarak duraksadım ve ardından ekranı açarak mesaja tıkladım.

 

Dangalak Orkun: Her nereye kayboldun bilmiyorum umurumda da değil ama elindeki o videoyu silmezsen bu sefer çok pis uğraşacağım seninle haberin olsun.

 

O videoyu sileceksin.

 

Anlaşılan bu video bizim Orkun'cuğu epey bir korkutmuştu.

 

Senin yerinde olsam, laflarıma dikkat ederdim.

O lafları ağzına tıkmam tek tuşa bakar, canım kardeşim.

 

Mesajı yollayıp telefonu masaya koyduğumda, Azer'in elinde tuttuğu çaydanlıklarla içeriden çıktığını görmem bir olmuştu. Bakışlarım onun üzerine çevrilirken, o üst üste koyup tek eliyle tuttuğu çaydanlığı masaya bıraktı.

 

Bakışlarımı çaydanlığa indirip, "Azer Boranlı'nın elinden çay servisi ha," diye konuştum ve ardından gülümseyerek arkama yaslandım. "Ben sevdim bunu yalnız."

 

"Daha da seveceksin," diye konuştu bardağıma çayı doldururken. "Bu bildiğin çaylara benzemez."

 

Güldüm. "Kaçak çay candır diyorsun yani..."

 

Ben bunu derken o çaydanlığı tekrar masaya bırakmıştı. Kendi sandalyesini geriye doğru çekerek acele etmeden oturduğunda, "Kaçak çay kırmızı çizgimiz diyorum," diye konuştu ve çayından bir yudum aldı.

 

Çay içerken bile, bu kadar yakışıklı olmak zorunda mıydı?

 

Gözlerim karşımdaki bedenin her zerresinde gezinirken, "Şu an şu halimizi biri görse şok olurdu herhalde," diye mırıldandım ve güldüm. "Ben kahvaltı hazırladım, sen çay yaptın... Açık konuşmak gerekirse rüyamda görsem inanmazdım."

 

Elindeki ince belli çay bardağını masaya bıraktı ve göz ucuyla bana baktı. "Sana bir şey söyleyeyim mi gülüm," dudakları hafifçe kıvrıldı. "Bence ikimizde tam olarak ait olduğumuz yerdeyiz. Ne eksik, ne fazla."

 

Elalarım, onun gece karanlığında boğulurken kurduğu cümle bir kaç kez tekrarlandı zihnimde. Ait olduğum yer. Bu zamana kadar bir rüzgâr gibi oradan oraya savrulup durmuşken, bu kelimeleri duymak ve idrak etmek garip hissettiriyordu. Adım attığım her yerin, her karış toprağın yabancısı gibiydim hep. Hiçbir yere, hiç kimseye evim dememiştim. Ama burası farklıydı, onun yanında olmak farklıydı. Tam olarak ait hissetmek miydi bilmiyorum, bir yere nasıl ait hissedilir onu da bilmiyorum ama bir şeyler o hayatımda yokken ki zamandan çok farklıydı...

 

"Peki ya hiç gelmeseydim," diye mırıldandığımda bakışlarımı ondan ayırmadım. Bu soru onu şaşırtmamıştı. "Yine de karşılaşır mıydık sence?"

 

Bakışlarından silik ve flu bir duygunun geçtiğini gördüm. O an ne düşündü bilmiyorum ama bu şey bir müddet duraksamasına neden olmuştu. Arkasına yaslandı ve bakışları tekrar benim gözlerime sabitlendi. "Bu sorunun iki cevabı var," diye konuştu bir kaç saniyelik sessizliğin ardından. "Ya dediğin gibi bir gün kader seni tekrar karşıma çıkarırdı, ya da ben seni ne olursa olsun bir şekilde karşıma çıkarmasını sağlardım."

 

Duraksadım. "Belki de kader karşıdır bir araya gelmemize?"

 

"Bunu bilemeyiz," dedi beklemeden. "Ama ben savaşırdım Dilba. Her ne olursa olsun, savaşırdım," Gözleri yüzümde gezinirken dudakları hafifçe kıvrıldı. "Ayrıca bu ihtimal hiç gerçekçi değil. Şu an karşımdasın. Baya baya benim kaderimsin işte kızım."

 

Hafifçe kaşlarımı kaldırdım. "Ha sen eminsin yani buna," diye konuştuğumda hafifçe öne eğilip dirseklerimi masaya yasladım tekrar. "Yanlız o işler o kadar kolay değil. Hem ne demişler bir kızı bin kişi ister..."

 

"O bin kişinin gelmişini geçmişini si..." Tam küfür edeceği sırada bakışları bana değdi ve duraksadı. "Pardon."

 

Bu sefer sesli bir şekilde güldüm ve işaret parmağımı ona doğrulttum. "Sen varya aşırı kıskanç bir adamsın..."

 

"Öyleyim," dedi oldukça kesin bir tavırla. "Ayrıca o bin tane lavuğu aynı çuvala koyar, top gibi sektiririm. O Çibran iti de dahil."

 

Çayımdan bir yudum aldım ve onu sinir etmek adına, "Ya bir şey soracağım," diye konuştum ve bardağı masaya geri bıraktım. "Ben buraya geldiğimde Ruken ve Azat nişanlıydı. Madem o aileye güvenmiyorsunuz en başta neden engel olmadınız?"

 

Azer arkasına yaslandı, bakışları benim üzerimden ayrılmamıştı. "Ben hiçbir zaman onaylamadım o Azat denen itin kardeşimle nişanlanmasını," Bir müddet duraksadı, sesi ciddileşmişti. "Ama ben o duygunun insana neler yaptıracağını çok iyi biliyorum. Ruken göründüğünden çok daha hassas bir kız. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?"

 

Zorlukla yutkundum. İfadesiz göründüğümün farkındaydım ama duyduğum cümlenin ağırlığı bedenime yük olup binmişti. Neyden bahsettiğini çok iyi biliyordum. Ruken, Azat'ın konağını basmak için evden kaçtığında, Berşan Hanım'ın gözlerindeki korkuyu hatırlayabiliyordum. Kendine bir şey yaptı demişti. Sanki önceden denemiş gibi.

 

Kalbim sıkışır gibi oldu. O hissi en korkunç haliyle yaşamış ve bunun yükünü sonsuza kadar taşımak zorunda bırakılmıştım. Yaren'i kaybettiğimiz gece keşke bir kaç saat erken gelseydim diye defalarca kez yalvarmıştım tanrıya. Ona yetişememiş olmak, onu o halde görmekten daha çok yakıyordu canımı.

 

Azer kardeşinin yitip gitmesine izin vermemişti ama ben Yaren'e yetişememiştim.

 

Ellerimi birbirine kenetleyip, "Anladım," diye konuştum zorlukla. "Hem de çok iyi anladım."

 

Gözleri elalarımda gezindi bir müddet. Bakışlarındam seçebildiğim kadarıyla, bu konu onu germişti ama bu ifadenin yanında başka bir ifade daha görüyordum. Kurduğu cümlenin benim için ne kadar ağır bir etki yarattığını görebiliyormuş gibi bakıyordu, anladığını biliyorum dercesine...

 

Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim ama gergin görünmemek adına bunu yapmaktan vazgeçtim. "Hassas olduğu kadar gururluymuş demek ki," diye mırıldandım bir kaç saniyenin sonunda. "Ve sende bunun farkındaydın. Eğer en başta Azat'la olmasına izin verilmeseydi kendini suçlayacaktı ama Azat'ın onu aldattığını öğrenince okları Azat'a yöneltti. Akıllıca."

Azer'in dudaklarının kenarında belli belirsiz, çok hafif bir tebessüm görür gibi oldum. "Durum analizi konusunda baya iyisin," dediğinde, bakışları gözlerime tırmandı. "Bence bu yeteneğini Yaman denen herifin niyeti konusunda da kullan. Daha fazla etrafında gezindiğini görürsem o okları onun beynine sokacağım çünkü."

 

Dirseklerimi masaya yaslayarak hafifçe öne doğru eğildim. "Kafayı taktın ama sen Yaman'a."

 

Dilini hayır anlamında damağına vurdu. "Yanlışın var," diye konuştu sesindeki öfke hâlâ bariz şekilde belli ediyordu kendini. "Eğer kafayı taksaydım o herif şu an sokağa çıkamaz haldeydi. Gerçi böyle devam ederse o da olacak çok yakında."

 

Herhangi bir şey söylemeden tabağıma odaklandığımda, kahvaltı bitene kadar bir daha Yaman mevzusu açılmamıştı. Yaklaşık bir saat sonra masayı toplama işini halledip atlara bakmak üzere at ahırına doğru yola çıkmıştık.

 

At binmeyi sevmediğim doğruydu ama Azer bunu bana sevdirmeye kesinlikle niyetliydi.

 

Atların olduğu alana geldiğimizde bakışlarımı etrafta gezdirdim bir süre. En az dört tane seyis saymaya üşendiğim atların yemlerini veriyorlardı. Ortada büyük kumdan bir alan at binmek için ayrılmıştı ve etrafı tahta çitlerle çevriliydi.

 

Bir seyis yaptığı işi bırakarak bizim olduğumuz tarafa geldiğinde, Azer adamın yanımıza gelmesini beklemeden, "Murat," diye seslendi ve kafasıyla ahırı gösterdi. "Çıkar bizim Örgülü'yü."

 

Adam kafasını hızlıca salladı. "Hemen beyim."

 

Adam koşar adımlarla ahıra girerken, adamın arkasından bakarak, "Düşersem sorumlusu sensin haberin olsun," diye söylendim. "En son ne zaman bindiğimi bile hatırlamıyorum."

 

Azer göz ucuyla bana baktı. "Düşersen tutarım," dedi. "Ama bence sen düşmekten korkmazsın."

 

Yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Korkmam ama düşeceğimi anlarsam seni de düşürürüm."

 

Güldü. Dudaklarına yayılan tebessümü seretmekten hiç sıkılmayacaktım sanırım. Atların koşarken çıkardıkları mal sesleri usul usul esen rüzgar sesine karışırken, bir kaç dakika sonra az önce ahıra giren seyisin geri çıktığını gördüm. Elinde tuttuğu yuları çekiştirerek, kızıl renkte bir atı ahırdan çıkarırken bakışlarım hızlıca atın üzerine çevrilmişti.

 

Güneşin altında parlayan kızıla çalan tüyleriyle kendine özgü bir rengi vardı. Yelelerinin iki yanından birer tutam özenle örülmüştü ve sırtına kadar uzanan dalgalı kıpkırmızı saçları vardı. O kadar güzel bir attı ki tabiri caizse attan gözlerimi alamamıştım.

 

Seyis atı bizim yanımıza getirdiğinde, daha yakından incelemek adına ata biraz daha yaklaştım. "Örgülü bu mu?" diye sordum hafifçe gülümseyerek. "Çok güzel..."

 

Azer ata yaklaşarak ellerini atın yelelerinde gezdirdi. At ise kafasını Azer'e doğru uzatıp ona fırsat tanımıştı. "Çiftliğin en değerli atıdır," diye konuştuğunda bakışları atın üzerindeydi. "Tabi benim de."

 

"Dokunabilir miyim?"

 

"Bence dokun çünkü senin atın," dedi elini atın yelelerinde gezdirirken.

 

"Ciddi misin sen?" diye sordum ve göz ucuyla Azer'e çevirdim bakışlarımı. "Hani en değerli atındı bu senin? Ne çabuk vazgeçtin?"

 

Azer'in bakışları yavaşça benim üzerime döndü ve ardından sağ elini avuçlarının içine alarak bana hafifçe yaklaştı. "En değerli atımı, en değerlime hediye ediyorum işte," Bakışları gözlerime sabitlendi ve bir müddet orada oyalandı. "Bence az bile."

 

Gülümsedim. Bakışlarım ağır ağır ata çevrildi tekrar. "Ama bu çok asil görünüyor," diye konuştum. "Böyle prenses gibi havası var, ben buna binmeye kıyamam ki..."

 

"Sen ona korkuyorum desene," diye mırıldandı eğleniyor gibi. "Hiç yan çizmeye kalkma, bu at en az dört kişiyi taşır sırtında."

 

Atın kızıl, upuzun yelelerine baktım. "Tamam bineceğim ama sıkı tutun atı, tamam mı?"

 

"Buyrun, atı koşu yerine geçireyim," diye konuştu seyis sorarcasına.

 

Azer atın yularından tuttu. "Gerek yok," diye konuşup atın eyerini kontrol etti. "Sen işine bak, dolaşacağız biz."

 

Adam kafasını sallayarak yanımızdan uzaklaşırken, Azer göz ucuyla bana baktı ve kafasıyla atı gösterdi. "Hadi bakalım, önden buyrun."

 

Ata biraz daha yaklaştım ve üzengiye ayağımı yerleştirdim. İlk başta tereddüt etsemde vücudumu kaldırmayı başardım ama ata binemeden tekrar gerisin geri yere basmıştı ayaklarım.

 

Azer eliyle atın eyerini tuttu ve boşta kalan eliyle belimi kavradı. "Tutun bana."

 

Ayağımı tekrar üzengiye yerleştirdim ve onun omzuna tutunarak diğer bacağımı kaldırdım. Belimden tutup beni kaldırarak desteklediğinde bu sefer ki denemem başarılı olmuştu. Şu an atın üzerindeydim. Başarmış olmanın sevinciyle gülümsediğimde bakışlarım tekrar Azer'i bulmuştu. Ata ilk defa binişim değildi ama onunla bu hissi sanki ilk kez tadıyormuş gibi hissediyordum.

 

"Yaptım işte," diye konuştuğumda atın dizginlerini tutmak için hafifçe öne eğildim ama atın kıpırdamasıyla bunu yapmaktan vazgeçip tekrar duruşumu düzelttim.

 

Azer, ayağını üzengiye geçirip oldukça profesyonel bir hareketle hemen arkama geçti. Sırtımın onun göğsüne temas ettiğini hissederken, arkamdaki varlığıyla biraz olsun rahatlamıştım. "Şimdi al dizginleri eline," diye konuştu ve eliyle saçlarımı geriye doğru nazik bir hareketle toplayarak yüzüme gelmesini engelledi.

 

Hareket edeceğim sırada at yine kıpırdamıştı ve ben yine hızlıca geri çekilmiştim. "Rahat durmuyor ki bu at."

 

Azer iki yanımdan kollarını uzatarak dizginleri tuttu ve bana verdi. Ben dizginleri sıkıca kavrarken onun elleri ise benim ellerimin üzerine kapanmıştı. "Hazır mısın?"

 

Derin bir nefes aldım. "Hazırım."

 

Bunu dememle beraber Azer ellerimi yönlendirerek dizginleri kaldırdı ve at yürümeye başladı. Önce yavaş ilerlesede adımları giderek hızlanıyordu. Biz koşu alanından uzaklaşırken, yemyeşil arazinin içine doğru hızlandı at. Azer bir kez daha ama bu sefer daha sert bir şekilde dizginleri kaldırıp indirdiğinde, at koşmaya başlamıştı.

 

Rüzgâr saçlarımı geriye doğru savururken yüzüme yayılan tebessümle beraber sırtımı hafifçe onun göğsüne yasladım. Atın her adımıyla ikimizinde bedenleri sarsılırken o güven vermek ister gibi biraz daha öne eğildi ve iki yanımdan dizginlere uzanan kollarını biraz daha sıkılaştırdı.

 

"Prenses falan dedik ama bu bildiğin yarış atı gibi koşuyor," diye konuştum, beni duyması adına sesimi yükselterek.

 

Atın nal tıkırtıları ve rüzgâr sesi kulağımı doldururken, göremesemde Azer'in güldüğünü hissedebiliyordum. "Yarış atıda ondan," diye konuştuğunda, sesi keyifliydi. "Ama bu performansının yarısı bile değil. Bakma öyle prenses durduğuna."

 

Azer'in bunu söylemesiyle beraber at biraz daha hızlandı. Bedenimden dolup taşan adrenalin eşliğinde, dudaklarımdan istemsizce ufak bir kahkaha dökülürken, "Bence beni çok sevdi ondan korkutmak istemiyor," diye konuştum. "Çok harika yönlendiriyorum..."

 

Azer güldü. "Dizginleri benim tutmam dışında sorun yok."

 

"Bir kere ben senden on kat daha iyi yönlendiririm atı," diye konuştum meydan okuyan bir tavırla. "Karşımıza kayalık falan çıksa uçarız direkt... Yavaşlasak mı acaba?"

 

"Korkmuyorum diyene bak," dedi Azer. "Ayrıca dümdüz arazi burası, hiçbir şey olmaz."

 

Onunla inatlaşmayı seçsemde, herhangi bir sorun çıkmayacağını adım kadar iyi biliyordum. Bu konuda çok profesyonel olduğu açıktı.

 

Yaklaşık on dakika boyunca aynı hızda ilerlemiş ve çiftlikten bir hayli uzaklaşmıştık ama uzaktan hâlâ büyük çiftlik evi seçilebiliyordu. İlerledikçe daha ağaçlık bir alana gelmiştik. Etrafın tamamen yemyeşil oluşuna bakılırsa oldukça sulak bir yerdi. Sağ tarafta ağaçların dibinden duyulan su sesini duymamla bu düşüncem onaylanmıştı. Patika yolun hemen altında kalan ağaçların ardında kalan ufak bir dere girdi kadrajıma.

 

Gerçekten etkileyici ve güzel bir yerdi.

 

Azer atın dizginlerini kavrayarak atın durmasını sağladığında benim bakışlarım etrafta geziniyordu. Azer bir kaç saniye sonra ayağını tekrar üzengiye yerleştirip attan indiğinde bakışlarım onun üzerine çevrilmişti. Bir eliyle atın yularından tuttup diğer elini bana uzattı. Dizginleri bırakıp onun elini tuttum ve diğer elimle omzuna tutunarak indim bende attan.

 

Ayaklarım yere temas eder etmez, gözlerim tekrar Azer'in gözleriyle buluştu. Uzaktan duyulan köpek havlamalarıyla beraber Örgülü aniden kişnediğinde, istemsizce geriye doğru sendeledim. Azer ata yaklaşıp, yuları tekrar sıkıca kavradı ve atın yelelerini okşayarak atı sakinleştirdi bir süre.

 

Bir kaç dakika sonra, tekrar geldiğimiz yola doğru dönerek yürümeye başladığımızda ben etrafı incelemekten kendimi alamıyordum. Patika yolun diğer ucu ormanlık alana gidiyordu ama biz o yola girmemiştik. Diğer yön ise daha açık bir alandı. Tarlaların ortasından geçen toprak yolun bir kısmını yemyeşil ağaçlar çevrelemiş, daha ilerisi ise irili ufaklı tepelerle doluydu.

 

Azer atın yularından tutmuş yürürken, cebindeki telefonunun titreşim sesi bozdu aramızdaki sessizliği. Bakışlarım ağır ağır onun üzerine çevrilirken, o cebinden telefonu çıkardı ama cevaplamak yerine telefonun sesini kısıp tekrar cebine koydu.

 

İçimdeki merak hissi ağır basıyordu ama bu duyguyu zorlukla bastırdım. Açık konuşmak gerekirse kimin aradığını deli gibi merak etmiştim ama tabiki de bunu ona sormayacaktım.

 

Bakışlarımı ondan ayırıp tekrar önüme döndüğüm sırada, "Neden açmadın?" diye sordum, o an bunu sormaktan kendimi alamamıştım. "Önemlidir belki."

 

Bakışları bana değmedi. "Emin ol değildir, Dilba."

 

Adımlarım yavaşladı ama durmadım. Saçlarımı elimle omzumun arkasına doğru itip göz ucuyla ona baktım. Bir müddet ikimizde sessiz kaldık ama onun bakışlarının bana dönmesiyle beraber sessizlik tekrardan bozulmuştu. "Merak ediyorsan söyleyeyim," dediğinde sesi oldukça sakin çıkmıştı. "Arayan Elvan değildi."

 

Dudaklarımın kenarına belli belirsiz hafiften alaycı bir tebessüm yerleştirdim. "Arayan o değil ama yine kendini hatırlatmayı başardı."

 

Azer hafifçe kafasını çevirerek bana baktı. Bir şey söyleyecek gibiydi ama kelimeleri dudaklarının arasına hapsedip tekrar ayırdı benden bakışlarını. Aramızdaki sessizlik dakikalarca sürdü. Sadece adım seslerimiz ve yaprak hışırtılarının sesi vardı. Arada bir köpek sesleri ve işçilerin kazma sesleri duyuluyordu.

 

Etrafı daha iyi incelemek adına bir kaç adım arkadan yürüyordum ama bakışlarım hemen sağ tarafta kalan yüksek taşlık alana kaydığında adımlarım aniden duraksamıştı. Dağınık bir şekilde büyümüş küçük ağaçların hemen ilerisinde, küçük kırmızımsı bir şey çarpmıştı gözüme. Sanırım bir çiçekti ama ne çiçeği olduğunu buradan tam seçemiyordum.

 

Oraya doğru ilerlemeye başladığımda Azer'in bakışlarının üzerime çevrildiğini hissettim ama o tarafa bakmadan yürümeye devam ettim. Biraz yüksekte olduğu için oraya kavuşmamda biraz uzun sürmüştü.

 

Küçük ağaçların yanından geçerek yürümeye devam ettiğimde ayağımın dibindeki irili ufaklı taşlar yürümemi zorlaştırıyordu ama o çiçeği şu an kesinlikle yakından görmek istiyordum. Çiçeğin olduğu yere geldiğimde dizlerimi kırarak hafifçe çöktüm.

 

Normal çiçeklerden farklı olarak, taç yaprakları aşağıya doğru açmış yeşil yaprakları ise en tepede kalmıştı. Gelincik veya güle benziyordu ama yas tutar gibi bir görüntüsü vardı.

 

Nazikçe kırmızı yapraklarına dokunduğum sırada, arkamdan birinin geldiğini işittim.

 

"Ters Lale," diye konuştu düz bir sesle. "Buralarda Ağlayan Gelin derler."

 

Bakışlarımı çiçekten ayırmadım. "Daha önce hiç canlı görmemiştim," diye mırıldandığımda, parmaklarım yavaşça çiçeğin yapraklarından ayrıldı. "Çok güzel görünüyor."

 

Azer'in adımları yavaşladı ve tam yanımda durdu. Ellerini ceplerine koyarak bakışlarını çiçeğin üzerine indirdi ve bir kaç saniye hiçbir şey söylemeden çiçeği izlemeye devam etti. "Görüntüsü güzel doğru," diye konuşmaya başladı bir müddet sonra. "Ama bu çiçek hangi dağın yamacında açarsa o topraklarda sevenler asla kavuşamaz der eskiler. Bakma öyle güzel durduğuna."

 

Kafamı hafifçe kaldırarak göz ucuyla ona baktım. "Peki sence öyle mi?"

 

Bakışlarını ağır ağır benim üzerime taşıdı. "Bence kolpa sıkmışlar, uydurma yani," Bakışları tekrar çiçeğin üzerine çevrildi. "Ama görüntüsüne bakınca, insanların böyle düşünmesi normal."

 

Duruşumu düzeltip tekrar doğrulduğumda, bakışlarım Azer'in yüzünde gezindi bir müddet. "Eskiden annemin Ankara'daki evinde bu çiçeğin resmedildiği bir tablo vardı," Omzumu kaldırıp indirdim bir kez. "Belki yanlış hatırlıyor da olabilirim ama alıp yakmıştı o tabloyu. Şimdi böyle görünce aklıma düştü."

 

Azer bir müddet yüzüme baktı bir şeyi anlamak istermişcesine. Ardından hafifçe gözlerini kıstı. "Annenin evi," diye tekrar etti beni düşünceli bir sesle. "Neden bir yabancıymış gibi bahsediyorsun annenden?"

 

"Öyle çünkü."

 

Geldiğim yoldan geri dönmek üzere yürümeye başladığımda, Azer'in adımları hemen arkamdaydı. Ufak taşların adımlarımı aksatmasına aldırış etmeden yürümeye devam ederken, "Sence normal mi peki bu?" diye sordu ama bunu garipsemediği sesinden anlaşılıyordu.

 

Tekrar yola indiğimde ona taraf bakmadan yürümeye devam ettim. "Annemi tanısaydın ne demek istediğimi anlardın," Ben bunu derken Azer, Örgülü'nün yularını eline almış ve benimle beraber yürümeye başlamıştı. Bakışlarımı ona çevirip, "Annem beni kızı gibi değil, özenle hazırlanmış bir proje olarak görür her zaman. Hep öyleydi, öyle olmaya da devam edecek."

 

Azer'in bakışları bana dokundu, ne demek istediğimi çok iyi anlıyordu bunu görebilmek için onu tanımaya gerek yoktu. Bir kaç saniye sonra, "Sence hep öyle miydi?" diye mırıldandı, bu bir soru değildi. "Bu topraklardan kaçıp kendi hayatını da, senin hayatını da kurtaran kadın, şu an tanıdığın kadın mıydı?"

 

Bukê'nin canı pahasına koruduğu bebeği ben değildim. Artık Bukê'ye dair hiçbir şey taşımıyordu Feraye Sonay. Bukê'yle beraber hem geçmişini, hem de anneliğini gömmüştü toprağa. Uğruna tüm hayatını değiştirdiği kızını, Yaren'i gömmüştü. Geriye sadece ben kalmıştım. Annemin proje evliliğinin, bir yapboz misali yerine koyulan eksik parçası gibiydim. Yalancı, bencil annesinin kopyası Dilba... Sadece olmuş olmak için var olan ve hiçbir zaman uğruna savaşılmayan Dilba.

 

Bakışlarım uzaklara dalarken, "Bende tanıdığım kadar var annem," diye konuştum, sesim buz gibiydi. "Ötesi yok. Ben anneme baktığımda benim için savaşan bir kadın görmedim hiçbir zaman. O yüzden benim gözümde o hep aynı kadın."

 

"Geçmiş umurunda değil yani?"

 

"Geçmişin yükünü omzumda taşımak istemiyorumdur belki," diye yanıtladım onu hızlıca. "Annemde, Adil Bey'de bu işten sıyrılıp normal hayatlarına devam ediyorken, yapılan fedakarlıklara tutunarak bağ kuramam kimseyle," bakışlarım ona döndü tekrar. "Hem ben anlamıyorum; üzerinden onca zaman geçmişken, hatta annem bile unutmuşken olanları Sahran'ların bu bitmek bilmeyen kininin sebebini anlamıyorum."

 

"Zaman her şeyi iyileştirmez," Azer'in adımları yavaşlarken, benim bakışlarım ondan ayrılmamıştı. Bakışları kısa bir an bana değdi. "Bu topraklarda aşılmaması gereken bazı sınırlar vardır. Eğer o çizgi geçilirse, er ya da geç o bedel ödenir."

 

Duraksadım. Belki de buna verecek herhangi bir cevabım yoktu. Benim için aile kavramının içi o kadar boşaltılmıştı ki, ona dair tüm düşüncelerim bulanıktı. "Belki de boşuna kin tutuyorlardır," diye mırıldandım, dilimin ucunda bekleyen kelimeleri özgür bırakarak. "Ya onlar intikam için gün sayarken, o bedeli aslında ödememesi gereken biri ödemişse?"

 

Azer'in yüzünde minik dahi oynamadı, bakışları ağır ağır yüzüme çevrilirken, gözlerinden bir rüzgâr gibi esip kaybolan bir duyguyu yakaladım, ama ne olduğunu anlamaya gücüm yetmedi. "Eğer öyleyse ödenen o bedelin bile bir karşılığı vardır," dediğinde büyük bir çınar ağacının dibine gelmiştik. İkimizin de adımları duraksarken, Azer'in gece karanlığı hareleri benim üzerime döndü yavaşça. "Borcu borçla kapatmak gibi düşün. En sonunda o silah yine en başta borçlananın kafasına dayanacak. Kaçış yok."

 

Bunu söylerken, ses tonundaki o ifade göğüs kafesimdeki o acının fitilini ateşlemişti. Hissettim. Bu cümlelerin benim için olduğu kadar, onun için de altının dolu olduğunu hissettim. Bunu ilk defa anlamıyordum, belki de defalarca kez gözlerinde görmüştüm aynı ifadeyi. Bir yaşanmışlık vardı, içimden bir ses bunun babasıyla ilgili olduğunu söylüyordu ama ne kadar düşünürsem düşüneyim net bir sonuca varamıyordum.

 

Büyük çınarın hemen altındaki taşlara doğru ilerleyip yavaşça oturduğumda, bir süre ikimizde sessiz kaldık. Sırtımı ağacın gövdesine yaslayıp bakışlarımı önümüzde uzayıp giden uzun araziye diktim. "Belki sana saçma gelecek ama ben geçmişte hâlâ ne yaşandığını tam olarak bilmiyorum," Bakışlarım saniyelik olarak ona dokunurken, onun gözleri benim üzerimdeydi. "Kimin suçlu olduğuna herkes işine geldiği gibi karar veriyor. Ama asıl suçluya yine hiçbir şey olmuyor. Bu kadar basit olmamalı ya." Duraksadım. "O adam hata yaptı diye ben diken üstünde yaşamak zorunda değilim. Bizden kocaman bir hayat çalmamış gibi yaşamasına katlanamıyorum."

 

Sözlerimin üzeri sisliydi ama perdenin ardına gizlenmiş gerçeklerin şeytani kahkahası saklanmıştı her bir kelimenin ardına. Evet, o hikayenin öznelerinden biri değildim doğru, ama annem ve Yaren'in hayatıyla beraber benim hayatımda çalınmıştı. O adam benden ablamı çalmıştı. Annemin sevgisini çalmıştı.

 

Annemin bizi sevebilme ihtimalini çalmıştı.

 

Herhangi bir şey söylemeden bir müddet bekledim ve ardından hafifçe omuz silktim. "Neyse ya," dedim kestirip atarak. "Herhalde hiçbir zaman anlamayacağım ikisini de..."

 

"Bence anlıyorsun ama kabullenmek zor geliyor," dedi Azer beklemeden. Örgülü'nün boynundaki ipi ağaca bağlarken bakışları saniyelik olarak bana değmişti. "Ya da böyle olması işine yarıyor."

 

Histerik bir şekilde güldüm. "Emin ol onu anlamak isterdim, ama bazı şeyleri kontrol edemiyorum," Bakışlarımı karşıya diktim. "Bir kopukluk var. İçimden bir ses sürekli suçluyor onları. Sen de suçlamıyor musun?"

 

Azer ipi sıkıca bağladıktan sonra gelip hemen yanımdaki küçük kayanın üzerine oturdu ve aynen benim gibi sırtını ağaca yasladı. "O adamın günahları affedilecek kadar küçük değil benim için," Bakışları uzaklara daldı. "Evet belki senin gözünde annen de öyle ama herkes gibi suçlamıyorsun sen anneni. Nefret etmiyorsun, sadece öyle zannediyorsun."

 

Sözleri hafızamın en karanlık noktalarına dokunuyordu ve bunları duymak ruhuma aynadan bakmak gibiydi. Bu bedenime ağır gelmiş olacak ki, bir süre hiçbir şey söylemeden sadece sessiz kaldım ama kafamın içi bir mahşer yerinden daha kalabalıktı şu an. Bedenimdeki ve kalbimdeki yük biraz daha çekilebilir olduğunda bakışlarım anlık olarak Azer'e dokundu. "Nefret etmiyorum haklısın," dedim sakince. "Ama o noktaya çok da uzak değilim. Geri dönüşü var mı, affedilir mi onu da bilmiyorum..."

 

Azer'in gece karanlığı bakışları beni buldu. "Nefreti kalbinden söküp atamazsın Dilba."

 

"Neden?" diye sordum sadece, ne düşündüğünü gerçekten merak ediyordum.

 

Yüzünde mimik dahi oynamadı. "Birinin ölümünün bile içini soğutamayacağını düşün," dedi oldukça ciddi ama sakin bir sesle. "Eğer gerçekten nefret ediyorsan birinden, o kişinin başka birinin eliyle ölmesini istemezsin. Hatta gerektiğinde onu koruman bile gerekir. Sırf o canı kendi ellerinle almak için can düşmanını kurtarman bile gerekir Dilba. Nefret böyle bir şey."

 

Bakışlarım onun üzerine döndü bir kez daha. "Kim Azer?" diye sordum, bu sorunun cevabını duymayı şu an gerçekten istiyordum. "Kim bu nefretin muhattabı?"

 

Dirseklerini dizlerine yaslayarak göz ucuyla bana baktı. "Senin nefretinin gerçek sahibi kimse, benimki de o."

 

Adil Bey.

 

Bunu bekliyordum ama Azer'in içindeki bu nefretin bu denli ağır olduğunun yeni farkına varıyordum. Ölmesini isteyecek kadar nefret ediyordu. Aynı benim gibi.

 

Benim nefretimin sebebi açıktı. Adil Bey'in gerçek kızı olduğum yalanına inanan herkes, biyolojik babasından nefret eden bir kız olduğumu düşünüyordu. Gerçek ise tamamen farklıydı. Ablamın ölümünden sorumlu tuttuğum o adam, benim gözümde bir katilden farksızdı. Günahlarının bedelini ödemekten kaçan, korkak biriydi Adil Bey.

 

Ama Azer'in bu nefretinin gerçek sebebi neydi, deli gibi merak ediyordum.

 

Göz ucuyla Azer'e baktım. Sessizdi ama içinde tekrar can bulan o öfkeyi hissedebiliyordum. Ödetmek istediği bir bedel vardı. Düşmanımız aynı kişiydi. Ve ben her ne kadar bir oyundan ibaret olsa da ölmesini istediği o adamın kızı olarak onun karşısındaydım.

Bu düşünce zihnimi uzun süre meşgul edeceğe benziyordu. Bakışlarım hâlâ Azer'in üzerindeyken, onun telefonunun tekrar çaldığını işittim. Telefonu çıkarıp arayan kişinin kim olduğuna baktığında benim de gözlerim istemsizce ekrana kaymıştı. Bu sefer arayan kişi Güven'di.

 

Azer aramayı yanıtlayarak telefonunu kulağına götürdü ve bir müddet hiçbir şey söylemeden karşıdaki kişiyi dinledi. Duyduğum bir kaç cümleyle beraber konunun işle ilgili olduğunu anlayabilmiştim.

 

Azer, "Geliyorum bir kaç saate," diye yanıtladı Güven'i en sonunda. "Ben gelmeden almayın adamları."

 

Ardından telefonu kulağından çekerek aramayı sonlandırdı ve telefonu tekrar cebine koyarak oturduğu yerden kalktı. Dönme vaktimiz gelmişti sanırım. Elini tutmam için bana uzattı. "Gidelim mi?"

 

Elini tutup oturduğum yerden kalktım ve "Gidelim," diye yanıtladım onu.

 

Gidelim.

 

•••

 

Konağa vardığımızda saat neredeyse ikiye geliyordu. Anlaştığımız gibi yolda Azer'in arabasından ayrılmış, konağa Yusuf'la beraber dönmüştük. Azer ise yapacağı görüşme için merkeze geçmişti, muhtemelen geç gelecekti.

 

Konağa girmeden önce, kesinlikle Lebriz Hanım'a hesap vermek zorunda kalacağımı düşünmüştüm lakin öyle olmamıştı. Yasemin hariç kimseyle karşılaşmamıştım. Yasemin'im dediğine göre Lebriz Hanım, Berşan Hanım'la beraber eski bir ahbapıyla görüşmek üzere konaktan ayrılmıştı ve muhtemelen bir kaç saat daha orada olacaktı. Diğerleri ise odalarındaydılar muhtemelen, yani etraf bugün gayet sakindi.

 

Ben merdivenlere doğru yürürken, "Dilba'cığım!" diye bağırdığını işittim ve aynı saniyeler içinde bacağıma bir şey çarptı. Kafamı eğip Fırat Can'a baktığımda o koşmaktan sırıl sıklam olmuş bir halle kollarını bacağıma doladı ve kafasını kaldırarak bir kedi kadar masum bir ifadeyle yüzüme baktı. "Şşş..."

 

Hızlıca geçip arkama saklandığında, ona doğru dönüp, "Sen yine kimden kaçıyorsun acaba," diye sordum.

Uzaktan Mercan'ın sesini duyduğumda Fırat Can'ın yine bir yaramazlık yaptığını anlamıştım. Dizlerimin üzerine çöküp Fırat Can'a baktım ve kafamı salladım. "Ne yaramazlık yaptın söyle çabuk."

 

Fırat Can yaramaz bir muziplikle kıkırdamaya başladı. "Söyleyeceğim ama kimseye söyleme tamam mı?" Hafifçe kafamı salladım o ise gözlerini kocaman açtı. "Benim bir sürü topum var biliyor musun? Bir de balonlarım var... Ama kimseye söyleme çünkü veremem. Hepsi benim balonum."

 

Güldüm. "Bunun için mi kaçıyorsun?"

 

"Fırat Can," Mercan koşar adımlarla yanımıza gelirken Fırat Can kahkaha atarak bir sincap gibi fırlayıp gözden kayboldu. Mercan ise nefes nefese kalmış bir halde duraksadı ve nefeslendi. "Seni bir elime geçireyim var ya... Ay bu çocuk ocağıma incir ağacı dikecek benim."

 

Sorarcasına Mercan'a çevirdim bakışlarımı. "Ne oldu ya?"

 

Mercan kafasını sağa sola salladı. "Ay ne yapacağım ben şimdi..."

 

"Anlatsana Mercan."

 

Mercan eliyle Fırat Can'ın kaçtığı yeri gösterdi. "Bu küçük bey yok mu bu küçük bey, Harun'un bana aldığı gerdanlığı gidip kapıdan geçen eskiciye vermiş. Adam da buna bir sürü top vermiş, kolyeyi de alıp kaçmış," Kafasını tekrar sağa sola salladı. "Ay Harun'um almıştı onu bana ya. Sen git yirmi dört ayar altın gerdanlığı adamın birine ver... Nereden buldu da aldı anlamadım ki."

 

"Oo," diye mırıldandım şaşkınca bu sırada Mercan'ın bakışları benim üzerime dönmüştü.

 

"Kız sen neredeydin asıl?"

 

Elinde tuttuğum çantayı omzuma asarak, "Helin'de kaldım," diye mırıldandım.

 

Mercan hafifçe kafasını salladı. "Büyük Hanım hiç memnun kalmadı haberin olsun," dedi. "Neyse sen yine de fazla gözüne gözükme. Ben de gidip şu ufaklığı bulayım..."

 

Mercan bunu söyledikten sonra tekrar Fırat Can'ın peşine takıldı. Bense fazla beklemeden merdivenlere doğru yöneldim. İkinci kata çıktığımda, aynı anda sol taraftaki büyük kapı açılmıştı. Bakışlarım yavaşça o tarafa dönerken gördüğüm kişi Adil Bey'den başkası değildi. Beni görür görmez bir müddet duraksadı. Yine herzamanki gibi yüzünden düşen bin parçaydı. Elinde siyah, deri bir çanta vardı, muhtemelen hastaneye geçecekti.

 

Ondan bakışlarımı ayırıp yoluma devam edeceğim sırada, "Bekle," diye konuştu. Bakışlarım tekrar onun üzerine dömerken o kapıyı kapatıp bana doğru ilerledi. Gelip tam karşımda durduğunda bir müddet duraksadı. Konuşup konuşmamakta kesinlikle kararsızdı, bunu görebiliyordum ama önceden yaptığı gibi arkasını dönüp gitmiyordu.

 

Buz gibi bir sesle, "Ne var?" diye sordum ve ona doğru dönüp sorarcasına yüzüne baktım. "Eğer Orkun'u soracaksan, görmedim."

 

Adil Bey ağır adımlarla bana doğru biraz yaklaştı ve tam karşıma dikildi. Yine yüzüme bakmıyordu. Bakışlarını arkamda bir noktaya dikti ve bir kaç saniye düşündü. Yüzünde en ufak bir duygu aradım ama esamesi bile yoktu. Tamamen buz gibiydi. "Senden tek bir şey isteyeceğim..." diye konuştu en sonunda.

 

Dudaklarım alayla kıvrıldı ve devam etmesini beklemeden araya girdim. "Sen," diye konuştum sorarcasına. "Benden bir şey isteyeceksin öyle mi? Komik olmaya başladı bence ha?"

 

Adil Bey'in bakışları anlık olarak bana değer gibi oldu ama bakışlarını o kadar hızlı kaçırdı ki, bunun olup olmadığından bile anlık olarak şüphe ettim. Sanki o kelimeyi söylemek harammış gibi derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti ve "O kadını," diye mırıldandı zorlukla. "Anneni," bunu söyledikten sonra dudaklarını birbirine bastırdı bir kaç saniye boyunca. "Anneni buradan gitmesi için ikna et."

 

Duraksadım. Gözlerime öfkenin karanlığı inerken, karşımda dikilen bu adamın böyle bir şey istemeye nasıl yüzü vardı anlam veremiyordum. Sorarcasına kafamı sallayıp, "Neden," diye çıkıştım ama sesim hâlâ sakin çıkıyordu. "Sana günahlarını hatırlatıyor diye mi? Aynen benim gibi."

 

"Burada olmaması gerekiyor," dedi söylediklerimi duymazdan gelmeye çalışarak. "Yanlış olduğunu sende biliyorsun, burada olmaması gerektiğini sende en az benim kadar iyi biliyorsun."

 

Bakışlarımı onun yüzüne diktim, o ise hâlâ bana bakmamakta direniyordu. "Benimde burada olmamam gerekiyordu," Hafifçe kafamı salladım. "Ama bak buradayım ve emin ol gitmeye hiç niyetim yok," dedim oldukça kesin bir tavırla. "Annemin de burada kalıp kalmayacağına sen karar vermeyeceksin. Çünkü ne benim üzerimde, ne de onun üzerinde şu kadarcık söz hakkın yok."

 

Adil Bey hiçbir şey söylemeden bir müddet sadece bekledi. Bunları duymayı istemiyordu bu açıktı ama duygularını saklamakta çok başarısızdı çünkü ben bunu söyler söylemez yüzü garip bir hâl almıştı. "Benden nefret edebilirsin," Bakışları tek bir noktaya sabitlendi. "Hatta vurmak, öldürmek bile isteyebilirsin, bunun için çok fazla sebebin var ve emin ol ben nefret edilmeye fazlasıyla alışık bir adamım. Öz oğlum bile nefret ediyor benden, varsın etsin. Ama ben hiçbir şeyi yok yere yapmadım, yok yere söylemedim. Söylemem."

 

Hiçbir şey yok yere yapılmazdı doğru ama o yaptığı şeyin bir hayatın öylece yitip gitmesine sebep olması adil miydi? O görünmez perdelerin arkasına saklanıp hayaletçilik oynarken, tek hayali onu bir kez olsun tanımak olan kızın umutlarını ateşe vermiş, evini başına yıkmıştı. Bilse bu kadar rahat sarf eder miydi acımasız cümlelerini?

 

"Sana bir şey soracağım," Tırnaklarım istemsizce avuç içlerime battı ve öfkenin bedenime üflediği rüzgarla beraber vücudum aniden buz kesti sanki. "Ölmemi ister miydin?"

 

Sorduğum bu ani soruyla beraber bakışları aniden yüzüme tırmandı ve bu sefer gözlerini kaçırmadan bana dikti bakışlarını. Gözlerinde garip bir ifade büyüdü ve o ifade ağır ağır tüm yüzüne dağıldı. Afallamış mıydı yoksa idrak mı edemiyordu bilmiyorum ama az önce ki tavrından eser yoktu. Saniyeler boyunca sanki dilini yutmuş gibi hiçbir şey söylemedi. Ama ben sorduğum sorunun cevabını almakta kararlıydım ve o yüzden gözlerimi ondan ayırmadan vereceği cevabı bekledim.

 

Zorlukla yutkundu. "Ne biçim bir soru bu?"

 

Pes etmeye niyetim yoktu hafifçe kafamı yana eğip, "Bunda korkacak bir şey yok, çok basit bir soru sordum," diye konuştum sesimden en ufak bir duygunun sızmasına izin vermeyerek. "Ölmemi ister miydin, yoksa istemez miydin?"

 

Bu sorunun onun üzerine ağır bir yük misali bindiğini hissettim o an. Verecek bir cevabı var mıydı onu bile bilmiyordum. Sorduğum sorunun aslında onun bilmediği bir gerçek olduğunun farkında değildi. Tek bir fark vardı, o gerçekte özne ben değildim.

 

Adil Bey'in cezası da kendi öz kızının aslında aylar önce öldüğünü bilmiyor oluşuydu.

 

Hiçbir cevap vermedi. Sebep konuşmak istememesi değil gibiydi. Belki de onun nazarında bu sorunun bir cevabı yoktu. Ya da vardı ama söylemeye dili varmıyordu.

 

"Ben de öyle tahmin etmiştim."

 

Histerik bir şekilde güldüm ve ardından onu arkamda bırakarak merdivenlere doğru ilerledim. Yukarıya çıkıp odama girene kadar bir kez olsun ardıma bakmamıştım. Değil o adamla karşı karşıya gelip konuşmak, aynı havayı bile solumak istemiyordum.

 

Odama girip kapıyı arkamdan kilitledim. O an, anlık olarak aklıma düşen şey beni bir an afallattı. Dün çiftliğe giderken kutu tamamen aklımdan çıkmıştı. Burada böyle kolayca bulunabilecek bir yerde bırakmamam gerekiyordu ama saklayabileceğim daha güvenli bir yer yoktu şimdilik. Kıyafet dolabını açıp kutuyu sakladığım yerden çıkardım ve beklemeden kapağını açtım. Yaren'den kalan bir kaç küçük eşya ve üzerinde açılmamış zarfta bekleyen o mektup yerli yerindeydi neyse ki. Eşyaları tekrar görmek kalbimin orta yerine demirden bir ok gibi saplansa da, her şeyi bıraktığım gibi bulmak beni biraz olsun rahatlatmıştı.

 

Bu kutunun kimsenin eline geçmemesi gerekiyordu. O mektubu değil okumak varlığından bile haberdar olmamalıydılar.

 

Berşan Hanım'ın, hatta annemin bile.

 

Kutunun kapağını geri kapatarak dolabın en alt katında kalan kıyafetlerin arkasına yerleştirdim ve üzerine bir kaç kıyafet daha koyarak tamamen gizledim.

 

Dolabın kapısını kapatarak geri çekildiğimde, bakışlarım bir müddet odanın içinde gezindi. Her taraf derli topluydu, yani en son bıraktığım gibiydi. Ama yine de bundan sonra dışarı çıkareken kapımı kilitlemem gerektiğinin farkındaydım. Hele ki o mektup şu an Adil Bey'in konağındayken işimi asla şansa bırakamazdım.

 

Bir süre sonra üzerimdeki kıyafetleri değiştirmek üzere tekrar dolaba yönelmiştim. Üzerime omuzları açık bırakan, önü düğmeli, beyaz uzun kollu bir bluz giymiştim. Altımda ise bej tonlarında, klasik kesim yüksek bel bir pantolon vardı. Saçlarımı arkadan küçük bir topuz yapmış ve önden iki tutamı serbest bırakmıştım.

 

Yaklaşık bir buçuk saat odanın içinde oyalandıktan sonra, akşam yemeği için erken olmasına rağmen aşağıya inmeye karar vermiştim. Fırat Can'ın yaramazlıklarından sonra Mercan kıyameti koparıyor olmalıydı. Bunu kaçıramazdım.

 

Telefonumu yanıma alıp odamdan çıktığımda, etraf hâlâ sıcaktı. Güneş, taş konakların üzerinde yakıcı bir ateşle kavrulurken, etraf her zamankinden daha sakin görünüyordu. Ben aşağı indiğimde, bir müddet etrafıma bakmış ama etrafta volta atan adamlardan başka kimseyi görememiştim.

 

Avluya doğru yürümeye başladım ama daha üç adım atmamıştım ki bir beden aniden önümü kesti ve adımlarımın olduğu yerde kalmasına sebep oldu.

 

Orkun.

 

Onu görmemle beraber gözlerimi devirip, ters bir bakış attım. O ise ellerini ceplerine koyarak önümde dikilmeye devam ediyordu. "Neredesin sen acaba kaç gündür?"

 

"Sen korkudan iyice kafayı yedin herhalde," diye söylendim ters ters. "Helo'ya gittiğimi söylemediler mi sana?'

 

Orkun alayla güldü. "Ben uydurduğun yalanı sormuyorum, gerçekten neredeydin onu soruyorum."

 

"Ben de Helo'daydım diyorum," dedim ona aynı şekilde karşılık vererek. "İster inan ister inanma, zerre umurumda değil."

 

"İnsanın yalan söylerken biraz yüzü kızarır ya," diye konuştu Orkun. "Ben dün Helin'in yanındaydım, bilmem anlatabiliyor muyum?"

 

Yapmacık bir ifadeyle şaşırmış gibi yaptım. "Bak sen bizim Orkun'a ya, Helin'in peşinde kedi gibi dolanıyor hâlâ," Sesli bir şekilde güldüm. "Yanlız ben sana bir şey söyleyeyim mi, Helin'in senin gibi ultra egoist biriyle asla işi olmaz. Yani hiç boşuna uğraşma."

 

Orkun alayla güldü ve beni baştan aşağı süzdü. "Hiç konuyu değiştirme," dedi, konuyu kapatmaya niyeti yok gibiydi. "Sen böyle gizli gizli nereye gidiyorsun sürekli?"

 

"Sana ne ya, nereye gidiyorsam gidiyorum?" diye çıkıştım. "Ne o, durup dururken abilik taslayasın mı tuttu? Ne oluyoruz?"

 

Orkun anlam veremiyormuş gibi biraz duraksadı bu sırada gözlerindeki alayın dozu biraz daha artmıştı. "Sen istersen cehennemin dibine git umurumda bile değil," dediğinde bakışları ciddileşmişti. "Ama emin ol senin o küçük seytanlıklarından birini yakalayacağım. O zaman paşa paşa sileceksin elindeki videoyu."

 

Sesli bir şekilde gülerek kafamı hafifçe geriye doğru yatırdım. "Bu kadar korkma ya o videodan," diye konuştum. "O yere göğe sığdıramadığın babandan tokat yemek bu kadar mı zoruna gitti?"

 

Orkun'un buz gibi bakan gözlerine bir anda sinsi bir öfke yerleşti ve bana bir adım yaklaştı. "Haddini aşma Dilba," dedi dişlerinin arasından. "Sen bu baba kavramını pek kavrayamıyor olabilirsin ama yorum yapma hakkın yok bu konuda."

 

Dudaklarımdaki gülümseme dondu ve bakışlarıma ağır bir ciddiyet yerleşti. Bir kaç saniye boyunca bakışlarımı Orkun'dan ayırmadım. "Bana yalancı diyorsun ama asıl senin hayatın yalandan ibaret," Orkun'un gözerinde gördüğüm o ifadenin bana bu kadar tanıdık gelmesini bende beklemiyordum ama o an bunun ne anlama geldiğini idrak edebilmiştim. "Babam dediğin adamdan zerre sevgi görmediğin o kadar belli ki," diye dillendirdim bu düşüncemi. "Ben en azından o adamın yanında büyümedim, sevgisini veya sevgisizliğini hissetmedim. Söylesene Orkun," Bakışlarımı onun gözlerine diktim. "Babanla birlikte büyüyüp, hiç yokmuş gibi hissetmek nasıl bir duygu?"

 

Orkun'un yüzü kasıldı ve boynundaki damarlar belirginleşmeye başladı. Bu söylediğim ona ağır gelmiş olacak ki, öfkesini en net haliyle hissedebiliyordum ama bu öfkenin bana karşı olmadığınında farkındaydım. Bakışlarını benden ayırdı ve "Kes sesini," diye geveledi belli belirsiz.

 

"Kabul et," diye konuştum bir saniye bile beklemeden. "Farklı şekilde olsa da, baba konusunda seninle aramızda pek fark yok. Görünenin aksine babasına düşman bir çocuk görüyorum ben karşımda."

 

Orkun'un sert bir tepki vermesini bekledim ama o saniyeler boyunca susup tek kelime dahi etmedi. Haklı olduğumun o da farkındaydı. Bir elini ensesinin arkasına doğru götürdü ve bir kaç adım gerileyerek kafasını hafifçe gökyüzüne doğru kaldırdı. Sakinleşmek istiyor gibiydi. "Haklısın lan sen," diye konuştu aniden ve bakışları hızlıca bana döndü. "Allah kahretsin ki bu sefer gerçekten haklısın."

 

Kabullenmesini beklemediğim için bir kaç saniye duraksadığımda Orkun bir müddet hiçbir söylemeden bekledi. Daha çok kendi içinde hesaplaşıyor gibiydi.

 

Demek ki neymiş, o çok iyi düğümlenmiş aile bağlarınız o kadar da sağlam değilmiş ha?

 

Adil Bey'in o dışarıda övgüyle bahsedilen mükemmel hayatı tam bir balondu. Zaten pekte sağlam olmayan o aile temelleri kökünden sarsılmaya başlamıştı bile. Orkun'un birden bire Adil Bey'e bu denli düşman kesilmesinin nedeni neydi bilmiyordum ama bunu kesinlikle öğrenmem gerekiyordu. İşime yarayabilirdi.

 

Bu kısa sessizliği Orkun'un telefonundan çıkan ses bozduğunda, Orkun umursamazca cebinden telefonu çıkardı ve uzaklaşma gereği duymadan hemen yanımda açtı telefonu. "Ne var?"

 

Karşı tarafta ki kişi her kimse bir müddet bir şeyler anlattı, bu sırada Orkun'un bakışları hiç olmadığı kadar ciddileşmişti. Bir süre karşıdaki kişiyi dinledi ve ardından telefonu kulağından çekerek bakışları benim üzerime döndü.

 

"Ne oldu?" diye sorduğumda hiçbir şey söylemeden yüzüme bakmaya devam etti. Sabırsız bir nefes verdim. "Ya konuşsana niye donup kaldın sen şimdi?"

 

"Annen buraya taşınmış, doğru mu?" diye sordu aniden.

 

Sorarcasına kafamı salladım. "Bu mu yani?"

 

Orkun hafiften sinirli bir ifadeyle bana yaklaştı. "Sahran'lar annenin evine doğru yola çıkmışlar ve bil bakalım kim peşlerine düşmüş," Kafasını salladı. "Babam."

 

Duraksadım. "Ne?"

 

Sabrı tükenmiş gibi derin bir nefes aldı ve ardından hafiften telaşlı bir ifade yerleşti gözlerine. "Nerede bu kadının evi?" diye sordu, bir şey söylemediğimde daha da sinirlenmişti. "Kızım cevap versene. Babam tek başına oraya gidiyor, o adamların arasına... Yanlız bırakamam."

 

İçimde beliren o beklenmedik garip duyguyla beraber zorlukla yutkundum. O adamların ne sebeple oraya gittikleri açıktı. Annem için gidiyorlardı. İstedikleri şey belliydi. Kan.

 

Buna izin veremezdim.

 

"Ben de geliyorum," diye konuştum bir saniye bile düşünmeden.

 

"Saçmalamayı kes ve söyle şu evin yerini!"

 

Bakışlarım öfkeyle Orkun'un yüzüne sabitlendi. "Ben de geliyorum," diye konuştum direterek. "Bitti."

 

Sinirle boynunu kıtlattı ve ardından, "Başıma bela mısın sen ya," diye konuştu. "Yürü."

 

Başka bir şey söylemeden yanımdan geçip garaja doğru yürümeye başladığında ben de peşine takılmıştım. Garaja girip Orkun'un gri spor arabasına geçtiğimizde, Orkun beklemeden arabayı çalıştırdı ve sert bir motor sesi yankılandı etrafta. Kapılar açılır açılmaz, Orkun arabayı hızla garajdan çıkardı ve hızlıca tarif ettiğim yola saptı direkt.

 

Annemin konağı buraya yakındı ama muhtemelen Sahran'lar bizden önce varacaklardı oraya. Ne yapacağımıza dair hiçbir fikrim yoktu ama böyle hiçbir şey yapmadan bekleyemezdim. Evet, Sahranların annemi öğrenmesi kaçınılmazdı ama ne olursa olsun karşı karşıya kalmamaları gerekiyordu. Adil Bey'in oraya gidiyor oluşu durumu daha çok tetikleyecekti.

 

Orkun bir yandan arabayı kullanıyor, bir yandan da Adil Bey'i arıyordu ama telefonu defalarca kez çalmasına rağmen cevaplayan yoktu. Orkun, "Allah kahretsin," diye söylenip sinirle çevirdi direksiyonu ve sol taraftaki sokağa saptı.

 

Öfkeden dolayı tamamen kontrolsüzce kullanıyordu arabayı. Aklıma gelen şeyle beraber telefonumu açıp annemi aradım ve kulağıma götürdüm telefonu. Telefon defalarca kez çaldı ama cevaplayan yoktu. İçime dolan yoğun gerginlikle beraber telefonu kapattım ve göz ucuyla Orkun'a baktım. "Sahran'lar oraya varmış mıdır sence?"

 

Orkun, "Muhtemelen oradalar şu an," diye yanıtladı beni. "Babam oraya yetişmeden bizim oraya gitmemiz lazım."

 

Ters ters Orkun'a baktım. Adil Bey benim umurumda bile değildi. Düşündüğüm tek şey annemin orada oluşuydu. Evet bunu bende beklemiyordum ama içimde yoğun bir huzursuzluk vardı.

 

Bir kaç dakika sonra araba oldukça hızlı bir manevrayla tekrar yön değiştirdiğinde bu sefer araba şiddetle sarsılmıştı. "Düzgün kullan şu arabayı," diye bağırdım. "Oraya yetişemeden öldüreceksin ikimizi."

 

Orkun göz ucuyla bana baktı. "Zaten sinirliyim, sana patlayacağım şimdi," dedi sertçe. "Kes sesini."

 

"Allah'ın manyakları," diye konuştum ona aldırış etmeden.

 

Ben bunu derken çoktan annemin konağının olduğu sokağa girmiştik. Ama tabiri caizse konağın önü araba kaynıyordu. Bu da demek oluyordu ki, buradaydılar. Şu an içeride neler olabileceğini tahmin bile edemiyordum. Görünüşe bakılırsa Adil Bey henüz gelmemişti, arabası ortalıkta görünmüyordu.

 

Araba sert bir frenle konağın önünde durduğunda arabadan inmek için elimi kapıya uzattım ama Orkun aniden kolumu tutarak beni engelledi. "Sen burada kalıyorsun."

 

"Hayır," diye çıkıştığımda Orkun uyarı dolu bir ifadeyle bana baktı.

 

"İçerisi silahlı adam kaynıyor farkında mısın?" diye sordu Orkun. "Seni onların arasına sokacak kadar manyak değiliz herhalde."

 

Olumsuz anlamda kafamı salladım. "Ben buraya olacakları seyretmeye gelmedim," dedim hızlıca. "O yüzden hiç boşuna dil dökme."

 

Orkun pes etmişcesine tekrar önüne döndü ve ardından torpidodan çıkardığı tabancanın içini doldurarak beline yerleştirdi. "Sakın yanımdan ayrılmayı düşünme," dedi. "O kadar manyak değilsindir umarım."

 

Bunu dedikten sonra kapısını açarak arabadan indi. Bense hemen ardından inip kapıyı sertçe kapattım ve Orkun'un peşinden ilerlemeye başladım. Evet, Adil Bey'in arabası burada değildi ama bu içeride olmadığı anlamına gelmiyordu. Gergin bir ifadeyle etrafa bakarak ilerlemeye devam ederken, bir el silah sesi duyuldu ve o an adımlarım bir ok gibi yere saplandı. Nefesim boğazımda takılı kaldı o an.

Bir kurşun.

Kalbim yerinden çıkacak gibi olduğunda Orkun o an Adil Bey'in içeride olabileceğini düşünmüş olacak ki koşarak avlu kapısına doğru ilerledi. O an zorlukla kendime gelip hızlı adımlarla yürümeye başladığımda, Orkun çoktan içeriye girmişti. Avlu kapısının önüne geldiğimde bir müddet duraksadım. Bir adam vardı, sırtı bana dönük olduğu için kim olduğunu göremiyordum. Onun yanında üç tane daha siyah takım elbiseli adam vardı ve ellerindeki silahları korumalara doğrultmuşlardı.

 

İçeriye doğru adımladım ve adamın yüzünü net bir şekilde görene kadar ilerledim. Elinde bir silah taşıyordu ve silahın ucunu tam karşısında duran anneme doğrultmuştu. Adamın yüzünden boynuna dek uzanan o yara izini ve korkunç derecede nefretle bakan gözlerini gördüm.

 

Botan Sahran.

 

Az önce çıkan kurşunun kimin silahına ait olduğunu bilmiyordum lakin o kurşunun kimseye isabet etmediğini görmek bir nebze olsun rahatlamamı sağlamıştı. Ama her an her şeyin olabileceği bir durumdaydık.

 

Anneme kaydı bakışlarım. Botan'ın karşısında durmuş ve yüzüne yerleştirdiği alaycı tebessüm eşliğinde kendisine doğrultulan silaha bakıyordu. Şahin ise ortalıkta yoktu.

 

O sırada Orkun etrafına bakındı ve Adil Bey'i göremeyince bakışları bana doğru döndü bu sefer. Bu sırada geldiğimizi farketmiş olacaklar ki önce annemin, sonra da Botan'ın bakışları sırayla bizim üzerimize döndü. O an, annemin yüzüne öyle bir ifade indi ki, onu gerçekten tanımasam benim için endişelendiğine bile inanabilirdim. Bakışları anlık olarak tekrar Botan'a döndü ve ardından bana bakarak kafasını sağa sola salladı.

 

Botan'ın bakışları bir ok gibi saplandı üzerime. Bakışlarına yerleşen öldürücü nefreti en net haliyle görebilmiştim. "Bak sen," Bunu beklemiyormuş gibi alayla güldü. "Bizim küçük şeytanda buradaymış..."

 

Annem bana bakarak, "Senin ne işin var burada," diye konuştu ve kafasıyla kapıyı gösterdi. "Çabuk geri dön Dilba."

 

Hayır dercesine kafamı salladım ve bakışlarım Botan denen adama döndü. "Ruh hastası," diye tısladım adeta.

 

Botan bundan keyif alırcasına tekrar güldü ve kafasını aşağı yukarı salladı. "En sevdiğim hakaret bu, neden biliyor musun?" Elindeki silahı biraz daha kaldırarak anneme doğrulttu. "Çünkü tam olarak öyleyim."

 

Öne doğru bir adım attım ama o an kolumda hissettiğim el beni durdurdu. Adil Bey beni geriye doğru çekerek, kolumu bıraktı ve bu sefer kendisi onlara doğru ilerlemeye başladı. Buraya ne zaman gelmişti bilmiyordum ve bana müdahale etmesini beklemediğim için baya bir afallamıştım.

 

O sırada Orkun belindeki silahı çıkarıp etraftaki adamlara doğrulttu ve "Baba," diye seslendi oldukça sert bir sesle.

 

Adil Bey, Orkun'u duymadı bile.

 

Botan, Adil Bey'in geldiğini henüz farketmemiş olacakki, annemden bakışlarını ayırmadan, "Bak şu kadere," diye konuştu. "Biz yıllardır girilmedik delik bırakmayalım, Türkiye'nin her tarafını karış karış arayalım, o kendi ayaklarıyla kalksın burnumuzun dibine kadar gelsin."

 

Annem sanki hiçbir şey olmamış gibi alayla gülüp hemen arkasında kalan büyük koltuğa oturdu ve bacak bacak üstüne atarak arkasına yaslandı. "Beceriksiz olduğunu kendi ağzınla söylüyorsun yani," Aşağılayıcı bir bakışla Botan'ı baştan aşağı süzdü. "Şimdi bakıyorum da, sende hiç bir şey değişmemiş. Aksine, daha da şeytanlaşmışsın."

 

Botan hastalıklı bir kahkaha attı. "Ha şunu bileydin..." devam edecekti ki, Adil Bey'i gördü ve anlık olarak duraksadı. O an gözlerine öyle bir nefret doldu ki, anneme mi yoksa Adil Bey'e mi daha fazla öfke duyduğunu çözemedim. Elindeki silahı hafifçe sallayarak, "Vay vay vay... Kimleri görüyorum ben burada?"

 

Adil Bey'in elinde bir silah tuttuğunu yeni farkediyordum. Silahı kaldırıp Botan'a doğrultmak yerine ona doğru bir kaç adım daha yaklaşarak tam karşısında durdu. Göz ucuyla anneme baktım. Bunu beklemediği açıktı, belli etmemeye çalışsa da Adil Bey'i görmesiyle yüzü kireç gibi olmuştu.

 

"Bir taşla iki kuş ha... E iyiymiş," Botan tekrar bir kahkaha attı ve gözleri yavaşça bana dokundu. "Hatta gel şuna üç diyelim. Öyle daha eğlenceli olur."

 

Adil Bey'in bakışları herhangi birine değmeden direkt Botan'ı buldu. Herhangi bir hareket yapmadı, silahı Botan'a doğrultmasını bekledim ama o iki elini arkasında bağlayarak silahın kabzasını avuçları arasına hapsetti ve Botan'a doğru iki adım daha yaklaştı. "Silahını bırak, neyse paylaşalım kozlarımızı," Bakışları bir saniye bile ayrılmadı Botan'ın üzerinden. "Burada olmaz."

 

Botan, "Bence burası tam yeri," diye konuştu, bakışları yavaşça anneme değerken. "Hem yıllar sonra bulmuşum biricik kardeşimi, hemen bırakmak olur mu?" Bu son söylediği şeyle beraber, silahı havaya kaldırıp bir el ateş etti. Avluda yankılanan yüksek patlama sesi aniden irkilmeme sebep olurken, Botan Adil Bey'i adeta yok sayarak silahı anneme doğru çevirdi bir kez daha. "Her şey sırayla öyle değil mi? İlk kimin canının alınacağı belli."

 

Öfkeyle bakışlarımı hemen arkamda dikilen Suna'ya çevirdim. "Nereye kayboldu bu Şahin?" diye sordum sadece onun duyabileceği bir şekilde. "Haber ver çabuk gelsin."

 

"Aradım ama açmadı," dedi Suna gergince. "Mardin'deki iş adamlarıyla görüşmesi vardı ondan açmıyor sanırım."

 

Bakışlarımı Suna'dan ayırıp tekrar onlara doğru döndüm. Annem gereğinden fazla rahattı ve buna anlam veremiyordum. Bedenime yüklenen gerginlikle beraber bir kaç adım ilerledim ama o anda yemek masasının üzerinde duran bıçağı farketmemle adımlarım duraksamıştı. Kimsenin buraya bakmamasını fırsat bilerek bıçağı elime aldım ve arkama sakladım.

 

Muhtemelen kullanamayacaktım ama bir şekilde kendimi koruyacak bir şeye ihtiyaç duymuştum.

 

Botan'ın adamları silahlarını korumalara doğrultmuş beklerlerken, annem kısık bir kahkaha atarak tüm dikkatlerin kendi üzerine çevrilmesini sağladı. Gözlerindeki o küçümseme eşliğinde önce Botan'a baktı ve ardından saniyelik olarak Adil Bey'e dokundu bakışları. Ama bu çok kısa sürmüştü. Bakışları tekrar Botan'a dönerken, "Buradan bakınca ne kadar zavallı bir kardeşim olduğunu bir kez daha hatırladım," diye konuştu. "Bu acınası halinle beni öldürebileceğini düşünmen fazla ütopik değil mi sence de?"

 

Botan'ın gözlerindeki kinin dozu korkutucu derecede arttı. "Sadece seni değil, sana ait olan her şeyi birer birer yok edeceğim," Bunu söylerken kafasıyla beni göstermişti. "Ve ben bunları yaparken sen nefes almıyor olacaksın."

 

Göz ucuyla anneme baktım. Bir kaç saniye boyunca sadece Botan'ın yüzüne baktı. Botan'ın gözlerindeki nefretin annemin gözlerinde de uyandığını farkettim o an. Ağır ağır kafasını salladı ve yüzüne alaycı bir gülümseme yayıldı. Bir anda annemin arkasında, büyük taş merdivenlerin arkasından ondan fazla adam çıkıp silahlarını Botan'a doğrulttuklarında, annem önündeki kahvesinden bir yudum alarak rahatça arkasına yaslandı.

 

Botan'ın adamlarının sayısı az olduğundan, Botan'ın yüzüne gergin bir ifade yayıldı ve göz ucuyla adamlara doğru baktı. Botan'ın adamları birbirlerine baktıkları sırada, korumalar adamlardan iki tanesinin elinden silahı almayı başarmıştı ama bir tane adam hâlâ silahlıydı.

 

Adil Bey ise o sırada elindeki silahı kaldırarak o adama doğrulttu ama adamın silahı bırakmaya niyeti yok gibiydi. O an, Botan elindeki silahı sıkıca kavradı ve bakışlarına tehlikeli bir ifade indi. İğrenç bir kahkaha atıp, delirmiş gibi anneme baktı ve etraftaki adamlara rağmen bir kaç adım daha yaklaştı anneme. "Tek kurşuna bakar Bukê," diye bağırdı ve alayla güldü. "Seni vurduktan sonra isterlerse beynimi dağıtsınlar, hiç önemli değil."

 

Bu hareketle beraber adımlarım benden bağımsız ilerlemeye başladı. Bakışlarım Botan'ın elindeki silahtan ayrılmazken, o an kolumda tekrar bir el hissettim ama bu sefer beni tutan kişi Orkun'du. Beni hızlıca geriye doğru çekti ve arkasına geçmemi sağladı. "Rahat dur."

 

İkimizinde bakışları tekrar Botan'a döndü ama Botan'ın geri adım atmaya zerre niyeti olmadığı açıktı. Sanki oyun oynuyormuş gibi silahın namlusunu annemden uzaklaştırdı ve bu sefer Adil Bey'e doğrulttu. "Ama ben karar veremedim, siz mi yardımcı olsanız..."

 

Orkun, silahını hızlıca Botan'a doğrulttu ve bir kaç adım ilerledi. "İndir o silahı yoksa şakam yok dağıtırım beynini."

 

Adil Bey, "Orkun," diye konuştu sertçe. "Uzak durun."

 

Orkun, Adil Bey'in uyarısını zerre umursamadan, tehditkar bir ifadeyle Botan'a dikti bakışlarını. Botan ise oyununu sürdürerek, tekrar anneme çevirdi silahı. "Önce kimin kanı dökülecek bakalım, senin mi?" silahı tekrar Adil Bey'e yöneltti. "Yoksa senin mi?"

 

"Bırak lan!" diye bağırdı Orkun, parmağı tetiğe baskı uygularken. Eğer Botan'ın silahı Adil Bey'e doğrultulmuş olmasaydı muhtemelen çoktan sıkmıştı Botan'a.

 

"Oğlun hiç sana çekmemiş," dedi Botan alayla.

 

Orkun öfkesine hakim olmakta zorlanıyormuşcasına, burnundan sertçe nefes aldı. "Lan şerefsiz piç," diye bağırdı öfkeyle. "Eğer o tetiği çekersen andım olsun gömerim seni bu avluya."

 

Botan göz ucuyla Orkun'a baktı. "Kendi ayağıyla geldi bize," diye konuştu. "E bize de hesapları kapatmak düşer öyle değil mi?"

Bu sefer anneme çevirdi bakışlarını. "Babam yola çıkmış geliyor, bizzat şahit olmak istedi," kafasını olumsuz anlamda salladı. "Ama benim o kadar sabrım yok. Bu zevki hiç kimseye bırakmaya da niyetim yok. Bizzat ben alacağım canını."

 

"Eğer ölmeye bu kadar meraklıysan hiç bekleme," dedi annem arkasında duran adamları göstererek. "O tetiği çekersen buradan tek parça çıkartmazlar seni."

 

Botan omuz silkti. "O kadar kolay mı lan Botan Sahran'ı gebertmek?"

 

Cebimde duran telefonumun titrediğini hissettim ve o an hızlıca telefonuma gitti elim. Telefonu cebimden çıkararak ekrana baktığımda Azer'in adını görmek bir an öyle bir güven verdi ki, şu an yanımda olmasına ne kadar çok ihtiyacım olduğunu o an anladım. Aramayı cevaplayıp telefonu kulağıma götürdüm ama hiçbir şey söylemedim.

 

"Dilba," diye konuştuğunu duydum. "Duyuyor musun beni?"

 

Sadece, "Evet," diyebildim.

 

Şu an kimse duymuyordu beni. "Geliyorum," diye konuştu sesi oldukça sinirli ve gergin çıkmıştı. Arkadan gelen sesle beraber arabada olduğunu anlayabilmiştim. "Durma orada, hemen uzaklaş." Bir şey söylemedim, o ise devam etti. "Dilba sana yalvarıyorum çık oradan."

 

"Çıkamam," diye mırıldandım.

 

"Güzelim beni dinle," dedi bir saniye bile beklemeden. "Bak yoldayım tamam mı, oraya geliyorum. Ben gelene kadar sakın bir şey yapma, uzak dur o heriflerden..."

 

Hiçbir şey söylemedim. O an hat mı kesildi, yoksa telefon mu kapandı bilmiyorum ama hiçbir şeyi ayırt edecek durumda hissetmiyordum kendimi.

 

Telefonu kulağımdan çektim. Elimdeki bıçağın tahta kısmını sıkarak, bakışlarımı Botan denen ruh hastasının üzerine diktim. Herkes şu an sınırdaydı. Orkun'un elindeki silah her an patlayabilirdi, uygun bir anı kolluyordu. Botan'ın silahı annemle Adil Bey arasında dönüp duruyordu, her an birini vurabilirdi. Orkun az önce beni durdurmasaydı elimdeki bıçağı Botan'ın sırtına saplamış olabilirdim.

 

Her an kan dökülebilirdi.

 

Botan'ın bakışları beni buldu. Elindeki silahın namlusunu çevirerek bu sefer bana doğrulttuğunda parmakları tetiğe o kadar yakındı ki, o an silahın patlayacağını ve merminin bana saplanacağını düşündüm. Ama korku yoktu.

 

Orkun, "Şerefsiz," diye bağırdı bir kez daha.

 

Bu sırada annemin ayaklandığını işittim. "Yeter artık bırak o silahı," diye konuştu sesi oldukça ciddileşmişti. "Botan..."

 

Botan bu sefer silahı o kadar hızlı bir şekilde anneme çevirdi ki, annemin sözleri dudaklarında asılı kalmıştı. Botan tehlikeli bir kahkaha attı. "Biliyor musun hiç niyetim yok," dedi. "Ha sen ha kızın... Benim için farketmez."

 

Annem elini hafifçe kaldırdı. "Sen iğrenç bir adamsın."

 

Botan kafasını olumsuz anlamda salladı. "Senin gibi soysuz mu söylüyor lan bana bunu?" diye bağırdı. "Senin yaptığın şerefsizliği Mardin'de yıllardır konuşuyor herkes," Silahı daha sıkı kavradı ve vurmaya hazırlanıyor gibi kafasını salladı. "Geberteceğim lan hepinizi."

 

Adil Bey elindeki silahla beraber bir kaç adım yaklaştı Botan'a. Ama o an Botan bunu farketmiş olacak ki, aniden Adil Bey'e çevirdi bakışlarını ve silahı hızlıca Adil Bey'e yöneltti. O an Orkun daha fazla dayanamamış olacak ki, rastgele bir el ateş etti ve kurşun Botan'ın boşta kalan kolunu sıyırdı.

 

Bunu fırsat bilerek bir kaç adım onlara yaklaştığımda, Botan'ın bakışları Orkun'a kaydı ve yüzü acıyla karışık bir öfkeyle kasıldı.

 

Adil Bey aniden hızlı bir hareketle, Botan'ın elindeki silahı almak için yeltendi ama o an bir kurşun sesi daha yankılandı taş avluda. Konaktaki çalışan kadınlar korkuyla çığlık çığlığa bağırdıklarında, benim adımlarım da olduğu yere çakılıp kaldı.

 

Orkun, "Lan," diye bağırdı birden.

 

Adil Bey'in bakışları donduğunda, Botan'la aralarındaki mesafe açıldı ve Botan bir adım geriye çekildi. O an Adil Bey'in göğsünden beyaz gömleğine bulaşan kırmızı sıvıyı farkettim. Geriye doğru sendeledi bir kez ve eli göğsüne gitti.

 

Parmaklarına bulaşan kırmızı kandan Adil Bey'in yüzüne tırmandı bakışlarım.

 

Ve o an; Adil Bey'in bedeni saniyeler içinde yere, ayaklarımın dibine yığıldı.

 

•••

 

BÖLÜM SONU

 

Sizce Azer neden bu kadar nefret ediyor Adil Bey'den?

 

Tahminleri alayım.🧚‍♀️

 

Adil Bey vuruldu, gelecek bölümde ki kaosu ben bile düşünemiyorum yani siz düşünün ötesini...

 

Satır arası yorumlarınızı bekliyorum, bol bol yorum yapıp motivasyon kaynağım olabilirsiniz.🤍

 

Bana ulaşmak için:

 

Wattpad: k_blackfire

İnstagram: wattyblackfire

Tik Tok: Yılanın Yavrusu Officiall

 

Wattpad biyografimdeki linke tıklayarak Yılanın Yavrusu çalma listemize ulaşabilirsiniz.

 

Gelecek bölümde görüşmek üzere, seviliyorsunuz

Bölüm : 22.08.2025 19:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...