27. Bölüm

24. TENİNDE BÜYÜYEN ZEHİR

Kardelen T
k_blackfire

 

Biz geldikk

 

 

Biliyorum bu bölüm baya gecikti ama bu aralar ne kadar yoğun olduğunu bilseniz bana hak vereceksiniz. Beklettiğim için bir kez daha özür diliyorum.

 

 

Yorumları bekliyorum, başlamadan önce yıldızı parlatıp bölümü kendi ışığınızla ışıldatmayı unutmayın çiçeklerim

 

 

İnstagram: wattyblackfire

 

 

Tiktok: Yılanın Yavrusu Officilall

 

 

Yılanın Yavrusu Spotify listemize biyografimdeki linkten ulaşabilirsiniz.

 

 

Keyifli okumalar...🤍

 

 

 

 

 

24. BÖLÜM

 

"Teninde Büyüyen

 

Zehir"

 

𓆙

 

 

Bir yasak çiğnenirse, korku daima bedenin ona kurduğu hapishanede yaşamaya mahkumdur.

 

Kapının vurulma sesi bir bıçak gibi aramıza girip tenlerimizin temasını kestiğinde, bir kaç saniyeliğine kaskatı kesildi bedenim. Birinin bizi aynı odada görme ihtimali bile olayları çıkmaza sürükleyeceğinin farkındaydım ve bu beni afallatmıştı.

 

Kapıda biri vardı.

 

Ve biz şu an Azer'le olması gerekenden çok daha yakındık birbirimize.

 

Bakışlarımı hızlıca Azer'e çevirdim. Gözleri kapıdaydı ama yüzünde en ufak bir telaş veya gerginlik yoktu. Benim aksime oldukça sakin ve rahat görünüyordu. Ellerimi gergince saçlarımın arasına daldırdığımda kapı bir kaç kez daha tıklatıldı.

 

Azer'den uzaklaşarak kapıya doğru baktım. Ardından aklıma gelen ilk şeyi yaparak Azer'e döndüm hızlıca. "Saklan."

 

Sesimi oldukça kısık tutarak bunu söylediğimde anlam veremiyormuş gibi bana baktı bir müddet. "Ciddi misin?"

 

Kolundan tutarak çekiştirmeye başladım. "Tabi ki ciddiyim," diye konuştum banyonun kapısını açarken. "Biri görsün mü istiyorsun, gir şuraya."

 

Azer memnuniyetsiz bir ifadeyle banyoya girdi. "Şu düştüğümüz duruma bak amına koyayım," diye söylenirken aniden duraksayıp göz ucuyla bana baktı. "Pardon gülüm."

 

İstemsizce gülüp kapıyı arkasından kapattım ve saçımı elimle düzelterek kapıya doğru ilerledim. Herhangi bir şey belli etmemeye çalışarak kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm kişi Ruken'den başkası değildi.

 

Açık konuşmak gerekirse kapıyı açana kadar, kapıdaki kişinin Elvan olduğunu düşünmüştüm.

 

Sorarcasına Ruken'e baktığımda Ruken'in bakışları bir müddet benim üzerimde gezindi. "Uyuyor muydun ya kusura bakma..."

 

Belli belirsiz kafamı salladım. "Hayır duştaydım, bir şey mi oldu?"

 

Ruken arkasına bakarak gergin bir ifadeyle tekrar bana döndü. "Polisler aşağıda," diye konuştu sesi huzursuzdu. "Seni soruyorlar ifadeni almak için geldiler herhalde."

 

Bir an duraksadım. Bunu tamamen unutmuştum. Gözlerime hafif bir gerginlik yerleşirken üzerime tekrar büyük bir huzursuzluk çökmüştü. Bugün zaten yeterince şey yaşanmıştı, bir de bununla uğraşmak istemiyordum. Yani en azından şimdilik tek istediğim şey bir kaç saatliğine de olsa tüm bu olanlardan uzaklaşıp kafa dinlemekti ama bunun mümkün olmayacağı anlaşılmıştı.

 

Ellerimi saçlarımın arasına daldırarak derin bir nefes aldım ve "İnelim o zaman," diye mırıldandım.

 

Kapıyı arkamdan çekerek Ruken'le beraber merdivenlere doğru ilerlemeye başladığımızda, bakışlarım anlık olarak tekrar odama doğru kaydı. En azından bizi kimsenin görmemiş olmasına sevinmem lazımdı.

 

Kısa süre sonra Ruken'le beraber aşağıya indiğimizde gördüğüm ilk şey avluda bekleyen dört polis olmuştu. Onlara doğru ilerlemeye başladığımda sivil polis olduğunu düşündüğüm adamlardan biri, bir iki adım ilerledi ve bakışlarını benim üzerime dikti. "Dilba Sonay?"

 

Hafifçe kafamı salladım. "Benim."

 

Adam beni bir süre inceledi. Muhtemelen komiserdi ve bu şaşırmama sebep olmuştu. Sırf ifadeye götürülmek için bu kadarı biraz fazla gelmişti açıkçası.

 

"Cinayet bürodan komiser Serdar," dedi adam kendini tanıtma gereği duyarak. Göz dağı vermek ister gibi bir hali vardı ve bunu gizleme gereği de duymuyordu. "Adil Boranlı," diye devam etti gözlerini benden ayırmadan. "Babanız oluyor, öyle değil mi?"

 

Bakışlarımdan tek bir duygunun sızmasına izin vermeyerek, "Evet," diye mırıldandım sadece, sesim buz gibiydi.

 

Adam ağır ağır kafasını salladı. "Olay olduğunda siz de oradaymışsınız, bu yüzden bizimle karakola kadar gelmeniz lazım. Siz ve kardeşiniz Orkun Boranlı'nın ifadesine başvurulacak."

 

Sorarcasına adama baktım. "Anlıyorum ama bu saatte mi?"

 

Adamın yüzüne hafiften alaycı bir tavır yerleşti. "Olayın ciddiyetini anlamadınız sanırım Dilba Hanım," dedi. "Silahla ağır yaralama söz konusu, ne kadar erken olursa o kadar hızlı çözülür olay."

 

"Komiser Bey," diye araya girdi Ruken. "Kaçacak halimiz yok ya, yarın gelip verir ifadesini Dilba. Gerçekten çok geç bir saatte geldiniz..."

 

Göz ucuyla Ruken'e bakarak tekrar karşımda duran adama çevirdim bakışlarımı ve sesimden akan yorgunluğu gizleme gereği duymadan, "Ayrıca çok yorgunum," diye konuştum. "Adil Bey'i ben vurmadığıma göre beni bu saatte karakola götürmeniz kulağa çok saçma geliyor."

 

"Bırakın da ona biz karar verelim Dilba Hanım," dedi adının Serdar olduğunu ögrendiğim adam. İsmimin üzerine belirgin bir baskı uygulamıştı. Ardından bakışları bir müddet avlunun içinde gezindi ve en sonunda benim üzerimde durdu tekrar. "Lütfen uğraştırmayın bizi, alt tarafı bir ifade vereceksiniz."

 

"Bir ifade için mi bu kadar tantana?"

Azer'in sesi aramıza girdiğinde hepimizin bakışları onun üzerine çevrildi, onun bakışları ise komiser Serdar'ın üzerindeydi. "Oldu olacak çevik kuvvetle gelseydiniz."

 

Gerçektende fazla kalabalıktılar. Neden bilmiyorum ama içimden bir ses bunun özellikle yapıldığını söylüyordu. Özellikle başkomiser Serdar'ın hal ve hareketleri kişisel bir mevzudan kaynaklı bu kadar sert davrandığını düşündürtmüştü bana. Azer'in geldiğini gördüğündeki yüz ifadesi bu düşüncemi biraz daha kuvvetlendirdi.

 

Adam bakışlarını Azer'in üzerine dikerek bir kaç saniye duraksadı ve hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Ooo, Azer Boranlı..." diye konuştu hafiften imalı bir sesle. "Yalan yok, girer girmez gözlerimiz seni aradı... Malum, az gelmedik bu kapıya."

 

Azer'in yüzüne alaycı bir tebessüm yayıldı. Ağır ağır ilerleyerek yanımdan geçip Serdar komiserin tam karşısında durdu ve iki elini arkasında kavuşturarak bakışlarını adamın yüzüne dikti. "O zaman olduğu gibi şimdi de eli boş döneceksin," dedi kendinden emin bir ifadeyle. "Bu saatte kimseyi götüremezsin bu konaktan."

 

Serdar komiser, bunu bekliyormuş gibi hafifçe kafasını salladı. "Bunu yapmak için iznimiz var."

 

Azer gözlerini etraftaki polislerin üzerinde gezdirdi ve en sonunda tekrar Serdar komiserin üzerinde durdu bakışları. "Ara sor bakalım müdürüne," dedi rahat bir tavırla. "İzniniz var mıymış, yok muymuş?"

 

Komiser duraksadı. Azer'in kurduğu son cümleyle beraber birilerini devreye soktuğunu anlamam uzun sürmemişti. Serdar komiser de bunu düşünmüş olacak ki, yüzü öfkeyle kasıldı ve o an cebindeki telefonun sesi duyuldu.

 

Adam, Azer'den bakışlarını ayırmadan telefonu açıp kulağına koyduğunda yüzü öfkeli bir hal almıştı. "Buyrun müdürüm," Telefonun diğer ucundaki kişi bir kaç saniye boyunca bir şeyler söyledi ve bu komiserin daha da sinirlenmesine sebep oldu. Bakışları ise hâlâ Azer'in üzerinden ayrılmamıştı. Telefonun diğer ucundaki kişi lafını bitirmiş olacak ki, komiser, "Ne demek oluyor şimdi bu?" diye söylendi.

 

Karşısındaki emniyet müdürünün tepkisi bu sefer daha sertti. Öyle ki, sesi ta benim kulağıma bile ulaşmıştı. Serdar komiser elindeki telefonu avucunun içinde sıkarak müdürün dediklerini dinledi ve ardından, "Emredersiniz," diye konuşup telefonu kulağından hızlıca çekti.

 

Bu işin altında Azer'in parmağı yoksa ben de bir şey bilmiyordum.

 

Azer çenesiyle komiserin elindeki telefonu gösterdi, "İzin geri çekildiğine göre sizin de burada işiniz kalmadı," Dudakları bir kez daha belli belirsiz kıvrılırken, bakışları komiserin üzerindeydi. "İfade konusuna gelince sen hiç kafanı yorma komiser. Yarın bizzat ben getireceğim Dilba'yı karakola. Böyle basit bir şey için kapıya polis yığmaya hiç gerek yok. Yakışmıyor, bilmem anlatabiliyor muyum?"

 

Serdar komiser göz ucuyla bana baktı bir müddet. Ardından bakışları tekrar Azer'in üzerine çevrildi, gözlerine tehditkar bir ifade yerleşmişti. "Bu iş burada bitmedi Azer Boranlı."

 

Azer belli belirsiz kafasını sallayarak, "Müdür Bey'e selamlar," diye konuştu, sesi hafiften alaycıydı.

 

Serdar komiser, bir şey söylemeden arkasını dönüp öfkeyle avludan çıktığında diğer polisler de hemen onun peşi sıra avludan çıkmışlardı. Onlar çıkar çıkmaz hızlıca Azer'e doğru bakıp sorarcasına kafamı eğdim. "Bu adamın derdinin ifade olduğunu hiç zannetmiyorum," diye söylendim ters ters. "Katil alır gibi gecenin bu saatinde kapıya dayanmışlar, şaka gibi."

 

"Onun derdi Boranlılar," dedi Azer sadece ve ardından ellerini ceplerine koyarak çalışma odasına doğru ilerlemeye başladı.

 

O gözden kaybolurken Ruken'in bakışları benim üzerime dönmüştü. "Serdar komiser takıktır bizim aileye, yakında sen de anlarsın zaten," dedi sakince. "Anlayacağın işimiz var..."

 

"Orkun'u alması gerekiyordu en başta," dedim huysuzca. "Keşke hastanede olay çıkardı diye ihbar etseydim, salak bugün sinirimi çok bozdu."

 

Ruken derin bir nefes alarak gözlerini üzerime dikti. "Evet o olay ne ara oldu hiç anlamadım," Ardından gözlerini devirdi. "Gerçi söz konusu Azat olunca garipseyemiyorum hiçbirini. Artık Orkun'u nasıl kışkıttıysa..."

Bir müddet kısa bir sessizlik oldu. Ruken'in bakışları üzerimde gezinmeye devam ederken, gözlerine yerleşen belli belirsiz merak ve imayı hissetmem uzun sürmemişti. "Bu arada dün göremedim seni konakta," diye devam ettiğinde, konunun nereye bağlanacağını az çok tahmin ediyordum. "Neredeydin diye sorsam ayıp olur mu?"

 

Bakışlarım Ruken'in yüzüne değdi. Bu soru beni germeye yetmemişti bu sefer. "Bunun bir soru olduğunu sanmıyorum."

 

Ruken güldü. "Haklısın, değil," dedi, sesi hâlâ imalıydı. "En azından nerede olduğuna, daha doğrusu kiminle olduğuna dair ufak bir teorim var ama bunu sonraya saklıyorum," sorarcasına ona baktığımda hafifçe omuz silkti ve "İyi geceler," diyerek arkasını dönüp uzaklaştı.

 

Sinirlerim bozulmuşcasına alayla güldüm ve ellerimi saçlarıma daldırarak bir müddet boş boş etrafa bakındım. Bu gecenin bir an önce son bulması lazımdı. Tabiri caizse bitmek bilmiyordu. Üzerimdeki yoğun sinir stres bedenimdeki yorgunluğun dozunu arttırırken, burada boş boş beklemeyi bırakarak merdivenlere doğru yürümeye başladım.

 

Odama çıktığımda kendimi direkt olarak yatağa bırakarak sırt üstü uzandığımda, gözlerim yoğun bir yorgunluk eşliğinde bir kaç saniyeliğine kapandı. Odanın içindeki sessizlik uyuma isteğimi arttırırken hemen yanı başımda duran telefonun titreşim sesi böldü bu sessizliği. Gözlerimi açarak telefona doğru uzandım ve telefonu elime alarak ekrana düşen bildirime baktım ve bu yüzüme belirsiz bir tebessümün yayılmasına sebep oldu.

 

Azer: İyi geceler sevgilim.

 

Sevgilim.

 

Kalbim okuduğum bu cümlenin etkisiyle kıpır kıpır olurken, telefonu avucumun içinde sıkıca tutarak, yüzümdeki aptal tebessüm eşliğinde bakışlarımı boş tavana diktim.

 

İyi geceler sevgilim.

 

•••

 

 

Bitmek bilmeyen ve gözüme bir gram uykunun girmediği gecenin ardından, tabiri caizse güneş doğar doğmaz kendimi dışarı atmış ve uzun bir koşu yaparak bedenimdeki yoğun stresi atmaya çalışmıştım. Konağa geri döndüğümde saat neredeyse dokuza geliyordu. Kısa bir duş alarak hazırlanmış ve mutfağa inmiştim. Lebriz Hanım'lar gece geç saatte geldikleri için onları henüz görememiş ama mutfağa indiğimde çalışanlardan, ben konağa dönmeden tekrar hastaneye gittiklerini öğrenmiştim. Bu sefer Mercan da onlarla beraber gitmişti. Fırat Can ortalığı boş bulmuş olacak ki konağın altını üstüne getiriyordu.

 

Elinde tuttuğum adaçayı bardağıyla beraber mutfaktan çıkarak avlunun köşesindeki çardağa doğru ilerlemeye başladım. Fırat Can'ın sesi tüm konağın içinde yankılanırken, bugün Fırat Can'ı zapt etme işi de Yasemin'e düşmüştü. Kız yaklaşık yarım saattir çocuğun peşinde helak olmuştu.

 

Çardağa geçip oturduğumda, bakışlarımı etrafta gezdirdim bir süre ama avlu kapısımdan içeri giren Elvan'ı görmemle gözlerimi devirmem bir olmuştu. Elvan bana ters bir bakış atarak mutfağa girdiğinde gözlerimi devirerek ondan bakışlarımı ayırdım. Elimdeki cam bardağı önümdeki ahşap sehpanın üzerine bırakıp cebimden telefonumu çıkardım ve mesaj kutusuna göz attım kısaca. O kadar çok bildirim vardı ki, hiçbirini okumadan direkt uygulamadan çıkmıştım. Ama o an gözüme çarpan bir mesajla beraber uygulamayı tekrar açtım ve en başta duran mesaja tıkladım hızlıca.

 

Mesaj Şilan'dan gelmişti. Bir saat önce atılmış olan bir video ve altında şöyle bir yazı vardı.

 

Görmek istersin diye düşündüm.

 

Videoya tıkladığımda, telefonun sesini açarak videoya dikkat kesildim. Gizli çekilmiş bir videoydu, bu yüzden görüntü sabit değildi ama bir kaç saniye incelediğimde kadraja giren kişinin Elvan olduğunu görebilmiştim. Üzerinde aynı kıyafet vardı, bu da demek oluyordu ki video bugün çekilmişti.

 

Elvan ve bir kaç kadın karşı karşıya durmuş sohbet ediyorlardı. Videoyu çeken kişi muhtemelen Şilan'ın kendisiydi çünkü birinin Şilan diye seslendiğini duymuştum.

 

Elvan en başta anlamadığım bir şeyler geveledi ve en sonunda, "...İşte neler çektiğimi bilin diye söylüyorum kızlar," diye tamamladı cümlesini.

 

"Ben anlamadım tam olarak," diye aray girdi Şilan'ın sesi, Elvan'ı konuşturmak ister gibi bir hali vardı.

 

Elvan'ın yüzü tekrar kadraja girdi. "Neyi anlamadın Şilan, bu kız şeytan diyorum sana," dedi sesinden akan yoğun kinle. "Yaman'la kırıştırdığı yetmezmiş gibi, birde benim yuvama göz dikti... Dünden beri bu kızın başımıza açtığı belalarla uğraşıyoruz. Ya öz babası vurulmuş, o hâlâ aşna fişne derdinde. Bu kadar da olmaz."

 

Söylediği şeyler kanın beynime fırlamasına sebep olurken, öfkeyle ekrana kilitlenip devamını dinledim.

 

"Elvan'cığım kusura bakma ama senin Azer Ağa ile nasıl evlendiğini cümle alem biliyor," Konuşan kişi yine Şilan'dı. "Hayır yani neyin tribine giriyorsun anlamış değilim..."

 

"Hayırdır Şilan?" dedi Elvan, bakışlarını Şilan'a dikerek, bu sırada görüntü karardı muhtemelen Şilan telefonu gizlemişti. "Ya bu kız seni tuvalete kilitlemedi mi? Ne çabuk unuttun ya, görende kırk yıllık dostun sanacak."

 

Anlaşılan o ki, Elvan'ın onların yanında bu kadar rahat konuşmasının sebebi Şilan'la beni hâlâ düşman zannetmesiydi.

 

"Bu kızın kanında var metreslik," dedi Elvan sesini hafifçe yükselterek. "Onun bunun koynunda gönül eğliyor besbelli..."

 

Duyduğum son cümlenin bedenime yüklediği yoğun öfkeyle beraber daha fazla dayanamayarak videoyu kapattım ve oturduğum yerden hızlıca kalkarak koşarcasına çıktım çardaktan. Adımlarım beni mutfağın önüne getirdiğinde öfkeden deliye dönmüş bir hareketle kapıyı sertçe itip açılmasını sağladım. Kapı taş duvara sertçe çarparak yüksek bir ses çıkardığında mutfaktaki herkes irkilerek bana doğru baktı ama benim gözlerimin tek odağı Elvan'dı.

 

"Ne oluyor ya?"

 

Elvan sorarcasına bana bakarak bunu sorduğunda ona doğru hızla ilerledim ve ani bir hareketle boğazına baskı uygulayıp onu duvara doğru ittim. Bedeni sertçe duvara yaslanırken, sağ elim boynundaydı. "Sen kimsin ya?" diye sorduğumda sesim oldukça öfkeli ve yüksek çıkmıştı. "Sen kimsin de benim hakkımda o lafları söyleme cürretinde bulunuyorsun?"

 

Çalışanlar başımıza toplanırken Elvan bir eliyle bileğimi tutup elimden kurtulmaya çalıştı ama bunu yapmasına izin vermeyerek boynundaki elimi sıkılaştırdım. Debelenerek, "Ne diyorsun sen, bırak beni..." diye bağırdı. "Neyden bahsediyorsun?"

 

Diğer elimde tuttuğum telefonumdaki videoyu açarak telefonu onun yüzüne tuttum ve video bitene kadar çekmedim. O, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde videoyu izlerken, ben az önce duyduğum şeyleri tekrar duymanın verdiği ağır sinirle baş etmekte zorlanıyordum. Telefonu indirerek Elvan'ın yüzüne baktım. "İşte bundan bahsediyorum," dedim. "Hadi, bu lafları bir de yüzüme söyle, dinliyorum."

 

"Ne oluyor kız burada," diye bir ses duyuldu. Ses Mercan'dan başkasına ait değildi. Hastaneden ne zaman dönmüştü hiçbir fikrim yoktu ama gördüğü görüntüyle beraber adımları duraksadı. "Ana..."

 

Elvan'ın boynundaki elimi çekerek onu serbest bıraktım ve göz bebeklerime yerleşen yoğun aşağılayıcı ifade eşliğinde onu baştan aşağı süzdüm. "Aptalsın Elvan," diye konuştum sinirle gülerek. "Hatta zavallısın biliyor musun? Bana yapıp yapabileceğin tek şey bu," Elimdeki telefonu kaldırarak ona gösterdim. "Bir zavallı gibi sinsice arkamdan konuşmak. Tam da sana yakışacak hareket, bravo."

 

Elvan öfkeyle bir adım bana yaklaştı. "Söylediklerim yalan mı sanki?" diye sordu, sesinde yoğun bir nefret vardı. İşaret parmağını kaldırıp bana doğrulttu. "Söylediğim her şeyde haklıyım ben anladın mı beni? Sen söylediğim her şeyi hakediyorsun. Senin tek derdin benim yuvamı... "

 

Cümlesini tamamlamadan dudaklarını birbirine bastırdı ve bakışlarını etraftakilerin üzerinde gezdirdi kısaca. Cümlenin devamını getirmemişti çünkü ortada öyle bir yuva olmadığının o da farkındaydı.

 

Buz gibi bir ifadeyle Elvan'ın yüzüne baktım bir müddet. Etrafta bir sessizlik oldu ama bu uzun sürmedi. "Senin yuvanı ne?" diye sordum cümlesini tamamlamasını istercesine ve ardından hafifçe kaşlarımı kaldırdım. "Söylesene hadi..." Elvan sadece sustu. Gözleri öfkeyle parlarken benim bakışlarım hâlâ onun üzerindeydi. Sessizliğini bozmayacağını anladığımda alayla güldüm. "Ben de öyle tahmin etmiştim."

 

Başka bir şey söylemeden geriye doğru adımlayıp Elvan'ı arkamda bırakarak mutfaktan çıktım. Ben oradan uzaklaşırken, Mercan'ın bakışları ben çıkana kadar beni takip etmişti. "Kız Dilba bekle bir..."

 

Bana seslendiğini işittiğimde bıkkın bir tavırla duraksadım ve ona doğru döndü bakışlarım. Mercan mutfaktan çıkarak koşar adımlarla bana yaklaştı ve tam önümde durdu. "Kız ne bu hiddet?" diye sordu. "Müjdeli haberi vereyim diye geldim, burada kıyamet kopmuş..."

 

Ters ters Mercan'a bakarak, "Neymiş o?" diye sordum.

 

Mercan omzuna attığı şalı çekiştirerek kollarını önünde bağladı. "Adil Bey'in durumu iyiymiş, akşama kadar uyandıracaklarmış."

 

Gözlerimi devrime isteğimi son anda bastırdım. "Bu mu yani müjdeli haber?"

 

Mercan anlam veremiyormuş gibi beni süzdü bir müddet. "Kız sendeki gamsızlık kimsede yok yemin ederim," dedi ve kıkırdadı. "Anam neredeyse sevineceksin vuruldu diye... Hiç olmazsa mahsustan üzül," Gizli bir şey söylüyormuş gibi sesini kısarak bana yaklaştı. "Bak, ben öyle yapıyorum."

 

Dudaklarım alaycı bir tebessüm eşliğinde kıvrılırken, "Rol yapmama bile değmez," diye konuştum. "Adil Bey'den haz etmediğimi bilmeyen yok, hiç kusura bakmasınlar yani."

 

Mercan hafifçe kafasını salladı. "Haklısın valla, Arzu yenge hâlâ söylenip duruyordu haberin olsun," Ardından sorarcasına kaşlarını kaldırdı. "Kız o değilde dün gece neler olmuş öyle? Hastanede herkes birbirine girmiş dediler. Yolda gelirken Azat'ı gördüm, yüzü perşembe pazarına dönmüştü..."

 

Gergin bir ifadeyle saçlarımı geriye doğru iterek omzumun arkasına attım ve "İnan hiç Azat'ı konuşamayacağım," diye söylendim. Ardından duyduğum adım sesleri ile beraber bakışlarım sesin geldiği yöne doğru döndü.

 

Bize doğru yaklaşan kişi Güven'den başkası değildi. Yanımıza geldiğinde bakışları direkt benim üzerime dönmüştü. "Dilba Hanım günaydın," diye konuştu hızlıca. "Azer Ağam kapıda sizi bekliyor."

 

Sorarcasına Güven'e baktım. "Siz konakta değil miydiniz?"

 

"Hayır erken çıktık biraz," diye yanıtladı beni detay vermeden.

 

Bu sırada Mercan'ın bakışları benim üzerime dönmüştü. "Hayırdır nereye gideceksiniz siz Azer Ağayla?"

 

Mercan'a bakmadan, "Karakola gideceğiz," diye konuştum. "İfadem alınacakmış."

 

Mercan'ın imayla güldüğünü hissettim. "İyi bari," dediğinde sesinde de aynı şekilde yoğun bir ima vardı. Göz ucuyla ona baktım, o ise kıkırdayarak bana yaklaştı hafifçe. "Gözümden kaçtı sanma kız, baya bir sıkı fıkısınız bu aralar..."

 

Bunu sadece benim duyabileceğim bir şekilde söylemişti. Herhangi bir şey söylemeden, ondan bakışlarımı ayırdım ve Güven'e baktım. "Çantamı alıp geliyorum."

 

Güven hafifçe kafasını salladığında ben arkamı dönüp yanlarından uzaklaşmıştım. Odama çıkıp çantamı aldım ve fazla oyalanmadan tekrar aşağıya indim. İfade meselesi tamamen aklımdan çıkmıştı ama el mecbur gidip konuşmam gerekiyordu.

 

Başka hiç kimseyle konuşma gereği duymadan avludan çıkıp, kapının önünde bekleyen arabaya doğru ilerledim. Azer'i arabanın içinde görmeyince bakışlarım tekrar avluya doğru kaydı ve bir iki adım avluya doğru ilerleyerek bakışlarımı etrafta gezdirdim ve bir kaç saniye sonra bakışlarım Azer'i buldu. Mutfak kapısının az ilerisinde, ayakta duruyordu ve karşısında Elvan vardı. Elvan'ın konuştuğunu görebiliyordum, Azer ise ellerini ceplerine koymuş ifadesiz bir suratla onu dinliyordu.

 

Bu sırada çantamın içine attığım telefonumun titreşim sesi doldu kulağıma. Bakışlarımı onlardan zorlukla ayırıp çantamdan telefonumu çıkardım ve ekranda ki isme baktım.

 

Yaman.

 

Telefonun sesini kısarak, tekrar çantamın içine attığımda huzursuz bir ifadeyle derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Beni neden arıyordu bilmiyordum ama onunla uğraşacak vaktim yoktu. Hele ki dün olanlardan sonra...

 

Bakışlarım tekrar Azer ve Elvan'ın olduğu yöne doğru döndü. Buradan Elvan'ın ne söylediğini duyamasamda, bu görüntü beni istemsizce rahatsız etmişti. Bu kıskançlık mıydı, ya da başka bir şey miydi bilmiyorum ama Azer'i hiçbir şekilde onun yanında, onunla konuşurken görmek istemiyordum. Hele ki Elvan'ın bana hitaben sarf ettiği o iğrenç cümleyi duyduktan sonra, Elvan'a karşı gerçek bir öfkeyle dolmaya başlamıştı içim ve bu durum bu öfkeyi daha da çok harlıyordu.

 

Bedenimi tepkisiz kalmaya zorlayarak bir müddet sadece izledim. Elvan'ın saniyelerce konuşmasına karşın Azer'in tek bir cümle kurarak onu yanıtladığını gördüm ve bunun üzerine Elvan bir şey söylemeden sessizliğe gömüldü. Ne konuştuklarını deli gibi merak etsemde bakışlarımı onlardan ayırarak başka tarafa döndüm. Bu sırada Azer'in buraya doğru geldiğini biliyordum.

 

Bir kaç saniye sonra, yaklaşan adım seslerini işittim. Göz ucuyla kapıya doğru baktığımda, Azer'in bedeni girdi kadrajıma. Avlu kapısından çıkar çıkmaz gözleri benim üzerime dönmüştü. "Günaydın."

 

"Günaydın," dedim sadece ve ardından başka bir şey söylemeden arabaya doğru yaklaşıp yolcu kapısını açtım.

 

Ben arabaya binip kapıyı kapattığımda, Azer benim hemen arkamdan şoför koltuğuna geçtiğinde ben kemerini bağlamakla meşguldüm. Azer bana doğru yaklaşarak hafifçe üzerime eğildi ve yanağıma ufak bir öpücük kondurdu. "Ailesiyle alakalı bir durum var," diye konuştu geriye çekilmeden. "Bozulma hemen."

 

Umursamaz bir ifadeyle omuz silktim. "İstediğini konuşabilirsin," dedim buz gibi bir sesle. "Bozulduğum falan yok."

 

Azer'in dudaklarına belli belirsiz imalı bir tebessüm yerleşirken geri çekilip arabayı çalıştırdı. "Aynen, çok belli oluyor bozulmadığın."

 

Araba konağın önünden ayrılırken, gergin bir ifadeyle saçlarımı düzelttim ve bakışlarım hızlıca ön cama doğru döndü. Sinirlerim epey gergindi ve en azından şimdilik bunu gizleme gereği duymuyordum çünkü bu duygunun odağı şuan Azer'den başkası değildi. Sessiz kalmak için müthiş bir çaba içerisine girsem de bunu başaramayıp hızlıca Azer'e çevirdim bakışlarımı. "Onu kendinden uzak tutma çaban pek işe yaramamış ha, sürekli burnunun dibinde bittiğine göre..."

 

Azer göz ucuyla bana baktı. "Ne konuştuğumuzu bilmiyormuş gibi davranma Dilba."

 

"Oyununuza devam etmek için çok fazla bahaneniz var onu anladım," diye konuştum ters bir ifadeyle. Sesim herzamankinden çok daha öfkeli çıkmıştı. "Kocam kelimesi ağzına yuva yapmış kadının... Hayır ne zamana kadar sürecek bu durum ben anlamıyorum?"

 

Azer'in bakışları yola dönerken yüzünde ciddi bir ifade vardı, bu konudan haz etmediği açıktı. "Anlaşıldı, ben sana ne desem de boş," diye konuştuğunda, bakışları hâlâ yoldaydı. "Bu işin bittiğini kendi gözünle görmeyene kadar ikna olmayacaksın."

 

Bunalmışcasına köşedeki düğmeye dokunarak camın yarıya kadar aralanmasını sağladım. "Benim ikna olmaya ihtiyacım yok zaten," Rüzgar arabanın içine dolarken benim bakışlarım ön cama kaydı tekrar. "Bu saçma oyunu biraz olsun görmezden geliyorsam sana güvenmek istediğimden Azer. Hayatımda bir kez olsun birine tamamen güvenmek istediğimden. Ama olmuyor Azer. Görmezden gelemiyorum. Gelmekte istemiyorum zaten."

 

Kısa bir sessizlik oldu. Bakışlarımı ondan ayırdığım için yüzündeki ifadeyi göremiyordum ama bu konunun ikimizi de yeterince gerdiğinin farkındaydım.

 

"Kıskanıyorum diyemiyorsun yani."

 

Kurduğu bu cümleyle beraber, göz ucuyla ona baktım. "Ben kimseyi kıskanmam çünkü."

 

Dudaklarına belli belirsiz, varla yok arasında alaycı bir tebessüm yerleşti. Bakışları yoldan ayrılmazken, "İster kabul et, ister etme," diye mırıldandı. "Deli gibi kıskanıyorsun."

 

Güldüm. "İnsan sadece kendine ait olmayan şeyleri kıskanır."

 

Gözleri önce gözlerimi buldu, oradan da dudaklarıma kaydı ve dudaklarının kenarına çapkın bir tebessüm yayıldı hızlıca.

 

Ne demek istediğimi anladığı aşikârdı.

 

Konuyu daha fazla uzatmak istemediğimden, Elvan konusunu daha fazla devam ettirmemiş, yolun geri kalanı vereceğim ifadeyi konuşmakla geçmişti.

 

Yaklaşık yarım saatin ardından araba Midyat karakolunun önünde durduğunda artık söyleyeceğim şeyler belliydi, bu yüzden çokta gergin sayılmazdım ama dün gece konağa gelen komiserin tavırları nedeniyle içimde ufak bir huzursuzluk vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konunun, benim Adil Bey'in kızı olmadığım gerçeğinin üzerini aşındıracağından korkuyordum. En ufak bir şüphe, her şeyi mahvedebilirdi, bu yüzden herhangi birinin bu konuyu kurcalamasına izin vermemem lazımdı.

 

Arabayı parkettikten sonra, Azer'le beraber karakola girdiğimizde az önce aramızda geçen konuşmadan dolayı ikimizde suskunduk. Neden bilmiyorum ama, Elvan konusu beni boğuyormuş gibiydi artık. Yaşanan durumun farkındaydım, Elvan'ın konakta neden kaldığını da biliyordum ama onu Azer'le yan yana görmeye daha ne kadar dayanırdım bilmiyordum.

 

Biz yürümeye devam ederken, az ilerde gözüme tanıdık bir kişi çarptı. Bu kişi Orkun'dan başkası değildi. Benim onu görmemle onun bize doğru bakması bir olmuştu. Bir müddet duraksadıktan sonra sırtını, yaslandığı duvardan ayırıp ağır adımlarla bizim olduğumuz yöne doğru ilerlemeye başladı. Bıkkın bir ifadeyle bakışlarımı başka yöne çevirerek, "Bir bu eksikti," diye mırıldandığımda o çoktan yanımıza yetişmişti.

 

"Günaydın abi."

 

"Günaydın," diye yanıtladı Azer onu. "Ne yaptın, aldılar mı ifadeni?"

 

Göz ucuyla onlara baktığımda Orkun olumsuz anlamda dilini damağına vurdu. "Ne hikmetse önce Dilba'nın ifadesini alacaklarmış," diye konuştu, ters ters bana bakarak. Ardından tekrar Azer'e çevirdi bakışlarını. "Bekleyeceğiz anlayacağın."

 

Azer'in yüz ifadesi sertleşirken, "Ne yapmaya çalışıyor lan bu herif?" diye konuştu, Serdar komiseri kastederek.

 

Tam o sırada Serdar komiserin olduğumuz yöne doğru geldiğini gördüm. "Oo, kimleri görüyorum," diye konuşup önce Azer'e, sonra da bana baktı. "Sonunda teşrif edebildiğinize göre sizi ifade odasına alalım. Buyrun..."

 

Azer'in gözleri, bir ok misali adamın üzerine dikilirken ben hiçbir şey söyleme gereği duymadan, gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Başka bir polis eşliğinde ifade odasına girdiğimde, odanın ortasında duran masaya doğru ilerleyip rahat bir ifadeyle sandalyeye oturdum. Geriye doğru yaslanarak bakışlarımı koyu gri duvarlarda gezdirmeye başladığımda, bedenimin içinde her geçen saniye daha çok hızlanan bir sarsıntı var gibiydi. Sakindim ama iyi hissettiğim söylenemezdi. Her ne kadar bu olayda herhangi bir suçum olmasa da, ardına saklandığım yalanların üzerini örten perdelere güvenemezdim. O yüzden tedbiri elden bırakmamam gerekiyordu.

 

Bir kaç dakika sonra, kapı bir kez daha açıldı ve içeriye Serdar komiser girdi. Elinde tuttuğu mavi kaplı dosyayı masanın üzerine bırakarak, karşımda ki sandalyeye otururken, bakışları benden bir saniye olsun ayrılmamıştı. Ya gerçekten işine çok önem gösteren bir adamdı, ya da bu tutumu sadece Boranlı'lara karşıydı bilmiyordum ama bu işi çok ciddiye aldığı gayet açıktı.

 

Dosyanın içinden bir kaç kağıt çıkardı ve bir müddet gözlerini kağıtlarda gezdirdi. Bunu yaparken oldukça ciddi görünüyordu. "Doktor olduğunuzu bilmiyordum," diye mırıldandı en sonunda, sesi hafiften düşünceli çıkmıştı. "Garip..."

 

Yüzümde mimik dahi oynamazken, "Garip olan ne?" diye sordum.

 

Adam, hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Doktorsunuz ama doktorluk dışında her türlü işi yapmışsınız," dedi. "Şarkıcılık, modellik... Açıkçası bu zamana kadar doktor olupta, mesleğinden bu kadar bağımsız hareket eden birini görmemiştim. Şaşırttınız beni."

 

"Kendi tercihim," diye konuştum düz bir sesle.

 

Serdar komiser alayla güldü ve ardından bakışlarını tekrar önündeki kağıda indirdi. "Dilba Sonay," diye konuştu, elindeki kağıdı incelemeye devam ederken. "Baba adı Şahin Sonay olarak kayıtlı ama biyolojik olarak Adil Boranlı'nın kızıymışsın, doğru mu?"

 

"Bunu cevaplamak zorunda mıyım?" dediğimde adam gözlerini kağıttan ayırarak bana doğru kaldırdı bakışlarını.

 

"Bence cevaplamanız lazım," dedi üsteleyerek, bir şeyi anlamak istiyormuş gibi bir hali vardı. "Lakin sizde takdir edersiniz ki, ortada garip bir durum var. Yirmi yıl önceki meseleler bir anda açılıveriyor, bu durumu sizin gelişinize bağlamak saçma olmaz bence ha?"

 

Bakışlarımı ellerime indirdim ve bir süre dudaklarıma yerleşen belli belirsiz tebessümle beraber orada oyalandım. "Bunu tahmin etmek zor değil, zaten öyle," diye konuştuğumda bakışlarım tekrar karşımdaki adamı buldu. "Ama bunun konumuzla alakası olduğunu zannetmiyorum. Buraya olayı anlatmaya geldim, eğer anlatmayacaksam daha fazla burada durmak istemiyorum."

 

"Bunlar sorgunun bir parçası," dedi Serdar komiser. "Ortada silahlı bir yaralama olduğu için görgü tanıklarını istediğim şekilde sorgulama yetkim var. Bundan dolayı sorduğum sorulara cevap vermeniz önemli, o yüzden bir kez daha soruyorum. Adil Boranlı'nın biyolojik kızı olduğunuzu doğruluyor musunuz?"

 

Yüzümden tek bir ifadenin veya duygunun anlaşılmasına izin vermeyerek, "Evet," diye yanıtladım onu. "O yüzden buradayım zaten."

 

Serdar komiser ağır ağır kafasını salladı. "O halde Adil Boranlı'yı, yani babanızı vuran kişiyi tanıyorsunuz öyle değil mi?" diye sordu dikkatle. "Annenizin ağabeyi oluyor."

 

Hafifçe kafamı salladım. "Evet ama sadece bir kaç kez gördüm."

 

Serdar komiser, elindeki kağıdı masaya geri bırakarak dirseklerini masaya yasladı ve bakışlarını bana dikti. "Olay nasıl gerçekleşti, baştan sona detaylıca anlatmanızı istiyorum. Oraya nasıl gittiniz?"

 

Olayın gerçekleştiği gün tekrar zihnimde canlanırken, "Orkun'la avluda bir şey konuşuyorduk," diye anlatmaya başladım. "Sonra ona bir telefon geldi. Kimden geldiğini bilmiyorum ama Adil Bey'in annemin konağına gittiğini haber verdi arayan kişi. Sahran'lar annemin konağına gidiyormuş, Adil Bey'de bunu duyar duymaz oraya doğru yola çıkmış..."

 

"Adil Bey'e neden adıyla hitap ediyorsunuz?" diye lafımı kesti Serdar komiser. "Babanız sonuçta."

 

Ters bir ifadeyle bakışlarımı Serdar komisere çevirdim. "Biyolojik olarak öyle olabilir," dedim. "Ama bu onu babam gibi göreceğim anlamına gelmiyor."

 

"Ama olay olduğu gün koşarak yanına gitmişsiniz..."

 

"Ben oraya Adil Bey için gitmedim," diye yanıtladım onu hızlıca. "Annemin evini bastıklarını duyduğum için oradaydım," bir müddet duraksadıktan sonra sorarcasına Serdar komisere baktım. "Bunun gayet normal olduğunu siz de biliyorsunuzdur bence ha?"

 

Serdar komiser, "Başıma gelmediği için bilmiyorum," diye yanıtladı beni, sesinde bariz bir ima vardı. "Buyrun devam edin lütfen..."

 

Gayet rahat bir tavırla arkama yaslandım tekrar. Bu sorgunun bir an önce bitmesi için hızlı hızlı anlatmaya başladım. "Haberi aldıktan sonra Orkun'la beraber annemin konağına gittik. Biz gittiğimizde Botan denen adam çoktan oraya varmıştı ama Adil Bey yoktu. Botan elindeki silahı anneme doğrultmuştu, biz içeriye girdikten bir süre sonra Adil Bey geldi zaten."

 

"Botan Sahran'ın annenize silah doğrultma sebebi neydi peki?"

 

"Geçmişte ne yaşandı bilmiyorum," diye konuştum buz gibi bir sesle. "Bu sorunun cevabı bende yok yani."

 

Serdar komiser anladım dercesine kafasını salladı ve devam etmem için ufak bir el hareketi yaptı.

 

Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. "Adil Bey geldikten sonra, Botan iyice delirdi. Aslında niyeti ikisini de vurmaktı ama Adil Bey'i vurduktan sonra daha fazla orada kalamadı."

 

Serdar komiser, "Peki onun öncesinde Botan'a silah çeken başka biri oldu mu?" diye sorduğunda, aklıma Azer'in arabada söyledikleri gelmişti.

 

Orkun'un, Botan'ı vurduğu doğruydu ama bunu söylememem gerektiğinin bende farkındaydım. Bu yüzden beklemeden, "Hayır," diye cevap verdim.

 

Serdar komiser verdiğim cevaba şaşırmış olacak ki bir müddet bekledi. "Nasıl yani, Orkun babasını korumak için herhangi bir şey yapmadı mı?"

 

"Konaktan çok hızlı çıktık o yüzden silah alamadı yanına," dedim beklemeden. "Ayrıca konu bu mu?"

 

Serdar komiser hafifçe öne doğru eğildi. "Kusura bakmayın ama bu bana hiç inandırıcı gelmedi Dilba Hanım," Gözlerinde ki ifade inanmadığını açık şekilde belirtiyordu. "Boranlı'lardan herhangi birine silah çekilecek ve bir başka Boranlı karşılık vermeyecek öyle mi? Orkun Boranlı'nın, Botan Sahran'ı vurmasa bile en azından silah çektiğini düşünüyorum."

 

Hayır anlamında kafamı salladım. "Orada elinde silah tutan iki kişi vardı sadece," diye bir yalan uydurdum. "Botan Sahran ve Adil Bey. Adil Bey de vurulduğuna göre her şey gayet açık."

 

Serdar komiser mavi kaplı dosyayı eline aldı ve arkasına yaslanarak dosyanın kapağını açtı. "Diyelim ki Orkun Boranlı silah çekmedi," diye konuştu ve bakışlarını dosyanın üzerinde ağır ağır gezdirdi. "Ama benim tanıdığım Ali Azer Boranlı o adamı sağ bırakmaz... Buna nasıl bir cevap vereceksiniz?"

 

Dudaklarımın kenarı alaycı bir tebessümle kıvrıldı. "Anlaşılan o ki, araştırmanızı eksik yapmışsınız," dedim sakince. "Azer orada değildi. Ambulans geldiğinde yetişti oraya."

 

Adam diğer elinde tuttuğu kalemi elinde çevirmeye başladı. "Ama orada olsaydı..."

 

"Ama orada değildi," dedim hızlıca.

 

Adamın yüzündeki alaycı gülümse daha da arttı. Bakışlarım elindeki kaleme doğru kayarken o, tek bir detayı kaçırmak istemiyormuşcasına dosyayı incelemeye devam ediyordu. "Öyle olsun bakalım," diye konuştuğunda göz ucuyla bana baktı ve ardından hızlıca ayağa kalkarak kapıda bekleyen polise bir el işareti yaptı. "Yazılı ifadeyi imzaladıktan sonra çıkabilirsiniz," dedi. "Ama bu dosya öyle kolay kolay kapanmayacak haberiniz olsun."

 

O odadan çıktıktan sonra bende kalan işlemleri yaparak oradan çıkmıştım. Botan denen adamın ortalıkta olmaması zaten beni yeterince geriyordu, bir de üzerine yaşanan bunca şeyden sonra mental olarak hiç iyi hissetmiyordum kendimi. Annem yanına uğramamı istemişti ama gidebilir miydim hiç bilmiyordum, buna bile isteğim yoktu.

 

Ben karakoldan çıktığımda, Azer'i arabanın önünde beni beklerken buldum. Orkun ise onun hemen yanındaydı. Ben onlara doğru yürürken, onların bakışları da benim üzerime dönmüştü. Bakışlarım önce Orkun'a, sonra da Azer'e dokundu.

 

Azer, ellerini ceplerine koyarak bakışlarını benim üzerimde gezdirirken ben siyah deri çantamı omzuma asarak gelip tam karşılarında durdum.

 

"Tamam mı her şey?" diye sordu Azer.

 

"Verdim ifadeyi," diye yanıtladım onu ve ardından bakışlarım Orkun'un üzerine döndü. "Sen niye hâlâ buradasın, ifaden alınmayacak mıydı?"

 

Orkun dik dik bana bakarak, "Gireceğim şimdi içeri," diye konuştu. "Gerçi sen kim bilir ne söylemişsindir içeride. Her şeyi işine geldiği gibi anlatmışsındır..."

 

"Orkun uzatma, gir içeri," dedi Azer uyarırcasına. "Konuştuğumuz gibi anlatıp çıkıyorsun anlaşıldı mı?"

 

Orkun bakışlarını benden ayırarak Azer'e döndü ve onaylarcasına kafasını salladı. "Anlaşıldı abi."

 

O, yanımızdan uzaklaşırken ben arkasından ters ters bakarak arabanın kapısını açtım. "Salak."

 

Ben tam bunu söylemiştim ki, Azer'in bakışlarının başka tarafa döndüğünü gördüm. O sırada tanıdık bir ses doldu kulağıma.

 

"Dilba."

 

Yaman.

 

Arabanın kapısını geri kapatarak Yaman'a doğru baktığımda, onun olduğumuz yöne doğru geldiğini gördüm. Azer'in adımları o anda hareketlendi ve onun üzerine doğru yürümeye başladı. "Sen canına mı susadın lan?"

 

Azer'e doğru hızla yaklaştım ve "Azer," diye konuştum ama beni duymadı bile.

 

Dün olanlardan sonra Yaman'a oldukça öfkeli olduğunun farkındaydım. Yaman ise sanki bunu bilmiyormuş gibi yine Azer'in karşısına çıkmıştı. Niyeti neydi bilmiyordum ama bu artık fazla olmaya başlamıştı.

 

Yaman'ın bu kadar cesur davranmasının sebebinin karakolun önünde olmamız olduğunu düşünüyordum. Başka bir açıklaması olamazdı. Ama bunun Azer'in öfkesini yatıştırmayacağını düşünmemiş olacak ki daha fazla yaklaşmadan duraksadı ve ellerini havaya kaldırarak Azer'e dikti bakışlarını. "Seninle işim yok," dedi ve hatta bir adım geriledi. "Dilba'yı aradım, açmadığı için görünce çağırmak istedim. Konuşacağım lan sadece..."

 

Azer onu yakasından tuttuğu gibi sağ taraftaki duvara doğru ittiğinde, Yaman'ın sırtı sertçe duvara çarpmıştı. "Senin o dilini koparırım lan ne konuşacaksın?" diye çıkıştı, öfkesi sınırdaydı.

 

Yaman'ın yüzü acıyla buruşurken, bakışları önce bana sonra da Azer'e döndü. "Dilba'yla konuşacağım dedim," dedi damarına basmak istercesine. "Seni ne ilgilendiriyor lan?"

 

Bu cümleyle beraber Azer'in beynine kan sıçradı ve Yaman'ın üzerine atılarak yüzüne sert bir yumruk indirdi. "Derdin ne lan senin?" diye bağırdı oldukça öfkeli bir sesle. "Senin şerefini sikerim, kimsin lan sen!"

 

Araya girerek, Azer'in önüne geçmeye çalıştım. "Bir sakin ol ya," diye bağırıp, göz ucuyla Yaman'a baktım. "Sen de kapat çeneni."

 

Yaman, ayağa kalkarak, "Şikayetçi olacağım lan senden," diye bağırdı Azer'e doğru.

 

Tam bu sırada iki polis araya girerek onları birbirlerinden uzaklaştırtmıştı. Azer tehditkar bir ifadeyle Yaman'a doğru baktı. Eğer polisler bıraksaydı çoktan Yaman'ın üzerine atılmış olacaktı. İşaret parmağını Yaman'a doğrultup, "Olmazsan serefsizsin lan," diye konuştu sert bir sesle. "Kansız pezevenk."

 

"Yeter bu kadar," diye konuştu polislerden biri ardından ikisine sırayla baktı. "Uzaklaşın buradan yoksa içeri atarım ikinizide."

 

Yaman, buraya doğru baka baka yanımızdan uzaklaşırken, Azer o gözden kaybolana kadar bakışlarını ondan ayırmamıştı. "Şerefsiz herif."

 

Polisler de yanımızdan ayrılırken, bakışlarımı Azer'in üzerine dikerek bir müddet öylece ona baktım. Yüzü hâlâ öfkeyle doluydu. Hızla yürüyüp arabanın kapısını açtığımda Azer'in bakışları hızlıca benim üzerime dönmüştü. Ben bindikten hemen sonra geçip şoför koltuğuna oturdu ve kırarcasına kapattı kapıyı.

 

Bakışlarım bir ok gibi onun üzerine saplandı. "Bravo ya sana..."

 

Azer arkasına yaslanarak bir müddet öfkesini yatıştırmaya çalıştı ama pek başarılı olmuşa benzemiyordu. Gömleğinin yakasını gevşeterek arabayı çalıştırdı ve camı yarıya kadar araladı. "Bu herifin derdi belli," diye konuştu direksiyonu çevirerek arabayı bulunduğumuz sokaktan çıkarırken. "Kendini bana vurdurtmak istiyor."

 

"İnanamıyorum ben sana artık," diye çıkıştım ters bir ifadeyle. "Karakolun önünde adamın boğazına yapışmak ne ya, bu kadar mı döndü gözün?"

 

Gözleri benim üzerime dönerken, yüzündeki öfkenin zerre azalmadığını gördüm. Ama şuan ben de en az onun kadar sinirliydim ve geri adım atmaya asla niyetim yoktu. Gece karası gözleri gözlerimi odağına alırken, "O herifin yaptıklarını yok saymamı mı bekliyorsun benden?" diye sordu, ardından çenesiyle beni gösterdi. "Senin için sabrettim, ama yok. Ödeteceğim bunu o şerefsize, sabır mabır kalmadı anladın mı beni?"

 

"Bu sabretmiş halin mi?"

 

"Aynen öyle," dedi beklemeden. "Çok bile dayandım Dilba. O herifi senin etrafında görmek istemiyorum."

 

Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim ve gözlerim sinirle onun gözlerine sabitlendi. "Doğru dürüst konuşmadığım bir adam için bu kadar öfkeleniyorsun ya, acaba kendini biraz benim yerime mi koysan?"

 

Azer elini ensesine götürerek sakinleşmek istercesine bir müddet etrafına baktı. "Herif resmen aradım açmadı diyor, bir de utanmadan karşına çıkıyor bu tesadüf mü kızım?" Aklına gelen şeyle beraber bakışları tekrar beni buldu. "Ayrıca senin numaranın ne işi var onda?"

 

Dudaklarım alaycı ve öfkeli bir tebessüm eşliğinde hafifçe kıvrıldı. "O alyansı taktığın günü hatırlıyor musun? İşte o gün verdim numaramı ona," diye konuştum damarına basmak istercesine. "Ortada karınmış gibi rol kesen bir kadın var ve sen sanki tek sorunumuz Yaman'mış gibi davranıyorsun Azer. Kıyaslasana, sence Yaman'da numaramın olması mı daha büyük bir sorun, yoksa senin Elvan'la yaptığın evlilik oyunu mu?"

 

Azer'in direksiyonu tutan parmakları sıkılaştı. Çenesi kasılırken, boynundaki damarlar belirginleşmişti. "İnadına yapıyorsun değil mi Dilba?" göz ucuyla bana bakarak tekrar yola çevirdi bakışlarını. "Sırf bu oyunun acısını benden çıkartmak için o herifi kullanıyorsun."

 

Dudaklarımdan sinirli ama kısık bir kahkaha döküldü. "Empati yapmak hoşuna gitmedi sanırım ha?" diye sordum, geri adım atmaya hiç niyetim yoktu. "İki adım ötemde durmasına bile tahammül edemiyorsun ama ben Allah'ın her günü, o kadının sana kocam demesine şahit oluyorum."

 

Azer belli belirsiz kafasını salladı. "Haklısın," dedi, sesinde hâlâ bariz bir sinir vardı. "Allah kahretsin ki sen çok haklısın. Ama yok, sana zarar verecek, seni incitecek en ufak bir ihtimale dahi tahammülüm yok Dilba. Kıskançlıksa kıskaçlık," Kafasını hafifçe eğerek gözlerime baktı dikkatle. "Köpek gibi kıskanıyorum seni."

 

"Biliyorum," diye çıkıştım sertçe. "Ya ben durdurmasam ortaya dökecektin her şeyi sen bunun farkında mısın? Yaman aramızda bir şey olduğunu öğrense bunu gizli tutar mı sence? Tüm Mardin öğrenir ve eğer seni herkes evli bilirken, böyle bir şey olursa seni gebertirim Azer anladın mı beni?"

 

Azer'in yüzü öfkeyle kasılırken, "Kızım o herif bizi bilse kaç yazar?" diye sordu. "İster bilsin ister bilmesin, o herif senden uzak durmak zorunda. Sırf bir şeyleri gizlemek zorundayız diye ben o şerefsizin yaptıklarını görmezden gelmem. Benden bunu isteme."

 

"Ben ne anlatıyorum ki zaten," diye konuşup bakışlarımı ondan ayırdım ve öfkeyle önüme döndüm.

 

İkimizde sessizliğe büründük ama zihninin susmak bilmeyen sesi ve kalbimin onu bastırmaya çalışan çığlığı hiç susmuyordu.

 

Susmayacaktı.

 

•••

 

3 GÜN SONRA...

 

Adil Bey bu sabah hastaneden taburcu olmuştu. O hastanedeyken, Arzu konağa hiç uğramadığı için onunla birlikte o da taburcu olmuş gibi bir hali vardı ve gelir gelmez mükemmel bir dram yaratarak her olayı en abartılı şekilde anlatmaya başlayıp olayı olabildiğince dramatikleştirmeye çalışıyordu. Orkun ise babasını eve getirdikten sonra gecmiş olsuna gelen misafirlere merhaba bile demeden direkt olarak odasına çıkmıştı.

 

Konak, tabiri caizse insan kaynıyordu. Adil Bey'in taburcu olduğunu duyan herkes geçmiş olsuna gelmişti. Erkekler avlu kısmındaydı, kadın misafirler ise yukarıdaki büyük salonda ağırlanıyordu. Adil Bey'in geçirdiği ameliyat riskli ve ağır bir ameliyattı. Taburcu olmak için erkendi henüz lakin Adil Bey tedaviye evde devam edilmesini istediği için erken taburcu etmek zorunda kalmışlardı. Henüz onunla yüz yüze gelmeye fırsatım olmamıştı. Üç günü tamamen konakta geçirdiğim için annemi de görmemiştim. Aklım son günlerde o kadar dolu ve karmaşıktı ki, bu kendimi hiç olmadığım kadar yorgun hissetmeme sebep oluyordu.

 

Azer'le aramızda geçen o tartışmadan sonra pek konuşma fırsatımız olmamıştı. Günlerdir Botan denen adamın izini sürdüğünden, yüzünü bile çok az görebiliyordum. Ona olan öfkem hâlâ tazeydi, bunun o da farkındaydı ama durumun nasıl bir hal alacağını zerre kadar bilmiyordum.

 

Büyük salonun içi tıklım tıklım doluyken, kadınlar kendi aralarında hararetle bir şeyler konuşuyorlardı bu yüzden salonun içinde yoğun bir uğultu ve kalabalık mevcuttu. Divana sıra sıra dizilmiş görece daha yaşlı olan kadınlar aralarında fısır fısır konuşurken, genç olanlar oldukça yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlardı. Lebriz Hanım erkekler kısmına inmişti az önce. Azer ve Harun erkeklerin yanındaydı ama anlaşılan o ki, Lebriz Hanım yine de bir görünme ihtiyacı duymuştu.

 

Çalışanlar ellerinde büyük tepsilerle salona girerlerken, "Çok çok geçmiş olsun," diye lafa girdi İdil Arzu'ya doğru dönerek. Bu sabah hastaneye uğramış oradan da beraber dönmüşlerdi konağa. "Duyunca o kadar çok üzüldüm ki Arzu abla, gerçekten büyük badire atlatmış Adil Bey."

 

"Sorma İdil, sorma..." dedi Arzu kafasını ağır ağır sallayarak. "Bu üç gündür ne yaşadığımı bir Allah, bir ben biliyorum. Bak hâlâ daha elim ayağım titriyor..."

 

Kadınlardan biri elindeki kahve fincanını önündeki sehpaya bırakarak, "Zor bacım, çok zor..." diye söylendi. "Ama kan döküldü bir kere, bundan sonra ne olacak asıl o önemli. Büyük Hanım ne diyor bu konuya, haberiniz var mı?"

 

Arzu olumsuz anlamda kafasını salladı. "Daha doğru düzgün oturup konuşamadık bile, hele bir Adil tamamen kendine gelsin de o zaman bakacağız..."

 

"Bu işin bakacağızı mı kaldı Arzu?" diye araya girdi Berşan Hanım, imalı bir sesle. "Anam kocan az kalsın hakka yürüyordu sen hâlâ bakacağız diyorsun. Bu topraklarda, kanın bedeli kandır bilmez misin? Gerçi Adil Bey de o yürek var mı onu bilemiyorum işte..."

 

Arzu gergin bir şekilde arkasına yaslandı ve bakışlarını Berşan Hanım'a dikti. "Merak etme Berşan, Adil dostunu da düşmanını da çok iyi biliyor... Rahat ol sen."

 

Berşan Hanım'ın gözlerindeki o küçümseyici ifade o kadar baskındı ki Arzu'nun iki dakikada tekrar moralini bozmaya yetmişti. Bu sırada ismini hatırlamadığım yaşlıca bir kadın dingin bir ifadeyle kafasını ağır ağır salladı. "Bırakalım da, önce Adil Bey bir ayağa kalksın..."

 

"Aynen öyle," diye araya girdi bir ses. Bu ses Lebriz Hanım'dan başkasına ait değildi. İçeri girer girmez içeride oturan kadınların hepsi ayaklanmıştı ama o hızlı bir el hareketiyle oturmalarını işaret etti ve ağır adımlarla geçip baş köşedeki divana kuruldu. Elindeki bastonunu sıkıca kavrayarak otoriter bir ifadeyle bakışlarını herkesin üzerinde tek tek gezdirdi. "Bu yapılanın elbet bir karşılığı olacak, ama evvela Adil'in ayağa kalkmasını beklemek lazım. O yüzden bu lafların ne yeri, ne zamanıdır."

 

"Af buyurun Büyük Hanım ama ben Adil'in intikam almaya niyetleneceğini sanmıyorum," dedi Canan bakışlarını Lebriz Hanım'a çevirerek. O da yaklaşık yarım saat önce gelmişti.

 

"Ben de öyle düşünüyorum," diye katıldı başka bir kadın.

 

Lebriz Hanım'ın bastonu tutan eli sıkılaştı, bakışları sertleşmişti. "Bu konu Adil'in karar vereceği aşamayı geçti artık," dedi. "Yapılan şey sadece ona değil, tüm Boranlı'lara yapılmıştır. Bu yüzden bunun kararını aşiretin ağası olarak torunum Azer verecek. Ondan başka kimseye düşmez."

 

Kadınların hepsi ağır ağır kafasını salladı. "Haklısın Büyük Hanım."

 

"Allah zeval vermesin inşallah," dedi içlerinden biri. "Bizim güvenimiz tamdır."

 

Diğerleri onu onaylarken, Suzan ablanın bakışlarının benim üzerime döndüğünü gördüm. Onun yanında oturan kadın bir şey söylenmeye yeltendi ama Suzan abla onu çimdikleyerek susmasını sağladı. O sustu ama bu sefer onların tam karşısında oturan kadının bakışları bana döndü. "Kızım valla dayanamayacağım soracağım..."

 

Suzan abla kaş göz işareti yapsa bile bu kadını susturamamıştı. Bu da demek oluyordu ki, söylenmemesi gereken bir şey söyleyecekti. Kadına doğru bakarak, "Sorabilirsin," diye konuştuğumda, Suzan abla gülerek araya girdi.

 

"Kız bakma sen buna, kim bilir ne saçmalayacak yine..."

 

Arzu önce bana, sonra da Suzan'a baktı. "Bırak Suzan, söylesin işte ne söyleyecekse," Bakışları kadının üzerine döndü. "Sor canım, şurada biz bizeyiz ne de olsa."

 

İçimden bir ses, Arzu'nun sorulacak şeyi bildiğini söylüyordu.

 

Arzu'nun bu cümlesinden sonra, kadın utana sıkıla bana baktı ve cümlesini zar zor toparlayarak, "Valla soracağım," diye konuştu. "Kızım kusura bakma ama hiç yakıştıramadım sana ne yalan söyleyeyim. Anam, gerçekten yardım etmedin mi babana? Kız adam orada can çekişmiş... Bir de doktor olacaksın, çok ayıp valla."

 

Duyduğum şeyle beraber anlık olarak duraksadım. Bu sırada herkesin bakışları tek tek benim üzerime dönmüştü. Tabiri caizse bana kınarcasına bakıyordu her biri.

 

Bu ne demek oluyordu?

 

Duyduğum şeyi idrak etmekte zorlanırken, "Anlamadım," diye konuştum kadına bakarak. "Ben mi yardım etmemişim?"

 

"Valla çarşıda herkes öyle diyor," dedi başka bir kadın. "Adam yerde yatarken, dönüp arkanı gitmişsin... İnsanın inanası gelmiyor ama ne yapacaksın."

 

Duyduklarımla beraber yüzüme belirgin bir öfke yerleşti ve bakışlarım hızlıca Arzu'yu buldu. "Sen mi uydurdum bunu?"

 

Arzu eliyle kendini gösterdi. "Ben mi?" Alayla güldü. "Kız benim derdim başımdan aşkın bir de seni mi çekiştireceğim."

 

Bundan keyif aldığı belliydi ama bu yalanı onun ortaya atmadığını az çok tahmin edebiliyordum. Aklıma gelen ilk kişi Orkun'du. Bunu ondan başkası yapmış olamazdı.

 

Lebriz Hanım göz ucuyla önce Arzu'ya sonra bana baktı. "Ne demek kızım bu?"

 

"Biz de duyunca şok olduk Büyük Hanım," dedi Suzan araya girerek. "Ben öyle olduğunu düşünmüyorum ama millet habire konuşup duruyor dünden beri."

 

Canan bakışlarını Suzan'a çevirdi. "Kim uyduruyor bunu Allah aşkına? Yardım etmedi ne demek, yalan söylemiş kim söylemişse. Her duyduğunuz şeye inanmayın..."

 

"Konu Dilba olunca ben inanırım," dedi Arzu. "Kendisi vicdan konusunda pek başarılı sayılmaz malum."

 

Oturduğum yerden kalkarak, "Ne saçlamıyorsunuz siz ya?" diye çıkıştım. "Biri bir yalan uydurmuş, siz de hemen inanmışsınız. Şaka mı bu?"

 

"Dilba sakin," diye araya girdi Berşan Hanım, ardından uyarı dolu bir ifadeyle herkesin üzerinde tek tek gezdirdi bakışlarını. "Duydunuz işte, yalan yanlış şeyleri burada dillendirip bizim asabımızı bozmayın. Ayıp diye bir şey var."

 

Arzu yavaşça ayağa kalktı ve bakışlarını Berşan Hanım'a dikti. "Yanlış olduğu ne malum. Hiçbirimiz orada değidik sonuçta, ne olup ne bittiğini bilmiyoruz öyle değil mi?"

 

"Ben sana ne olup bittiğini söyleyeyim," dedim sertçe. "Senin kocan elinde silahla annemin konağına geldi buda yetmezmiş gibi kendini kurşunların önüne attı. Peki bu neden oldu biliyor musun," İşaret parmağımı kaldırarak onu işaret ettim. "Senin oğlun yüzünden. Öfkesine yenik düşüp Botan'a ateş etti, Botan'da Adil Bey'e sıktı."

 

Arzu alayla güldü. "Ha bu sefer de suçlu Orkun oldu öyle mi?"

 

"Ben öyle bir şey demedim," dedim meydan okurcasına. "Ama sen bir düşün, sence Adil Bey oraya neden gitti?"

 

"Yeter," dedi Lebriz Hanım emredercesine. "Herkes derhal yerine otursun."

 

Lebriz Hanım'ın bu söylediği şeyle beraber ayaktaki herkes yerine geçip otururken ben ayakta kalmaya devam ederek bakışlarımı herkesin üzerinde tek tek gezdirdim. Lebriz Hanım'ın sinirli bakışları benim üzerimdeydi ama bu umurumda bile değildi şu an.

Öfkenin tetiklediği keskin bir baş ağrısı beynime saplandı bir kez daha. Eğer burada kalmaya devam etseydim, çok kötü şeyler olacaktı. Öfkeme hakim olmakta zorlanmaya başladığımı hissettiğimde, hızlı adımlarla kapıya yöneldim.

 

"Nereye Dilba?"

 

Berşan Hanım'ın arkamdan seslenmesine aldırış etmeden oradan çıktığımda bunu neden yaptım bilmiyorum ama adımlarım beni Adil Bey'in kaldığı odanın önüne kadar götürmüştü.

 

Oraya geldiğimde adımlarım olduğu yerde kaldı. Zihnim demirden bir duvar gibi, düşüncelerimin önüne dikilirken oranın ardına gizlenmiş öfkem günyüzüne çıkmaya çok yakındı şu an. Ona yardım ettiğim için bile vicdan azabı çekerken, şimdi insanlar ona yardım etmediğimi zannederek beni suçluyorlardı. Bu hiç adil değildi. Evet, tamamen günaha bulanmış bir ruh taşıyor olsam bile, bu benim için bile hiç adil değildi.

 

Elim kapı kulpuna gitti. Parmaklarım metale temas ettiğinde, düşünmeye fırsat bırakmadan kapıyı araladım. Çıkan kısık ses, zihnimin içinde yankılanırken odanın içine doğru adımladım ve o an Adil Bey'in görüntüsü girdi kadrajıma. Buraya neden gelmiştim, neden şu an bu odanın içindeydim bilmiyorum ama geri adım atmama izin vermiyordu iradem.

 

İçeri girdiğimi duyduğunda, bakışları ağır ağır benim üzerime çevrildi ve o an bunu beklemiyor olacak ki, kaşları varla yok arasında hafifçe çatılır gibi oldu. Şaşırmış görünüyordu. Açık konuşmak gerekirse, burada olmama ben de en az onun kadar şaşırıyordum.

 

Yataktaydı. Üzerinde gri renkte bir kazak vardı. Bitkin görünüyordu. Kolundaki serum bitmek üzereydi, muhtemelen ağrı kesici alıyordu. Hemen yanı başında bir sürahi ve cam bir bardak, onların yanında ise birçok ilaç kutusu vardı. Bakışlarım ilaçların üzerinde gezindi yavaşça. Adımlarım ağır ağır odanın içinde ilerlemeye başlarken kapıyı hafifçe iterek kapanmasını sağlamıştım.

 

Adil Bey'e bakmasam da, uzandığı yerden hafifçe doğrulduğunu hissettim. "Hemotoraks sonrası ağır geçer," diye mırıldandı bir öğretmen edasıyla. "Ağrı kesicilerin etkisi uzun sürmüyor, bakma bu kadar çok göründüğüne."

 

Sesi yorgundu. Bakışlarım ilaç kutularından ayrılarak ağır ağır damlayan serum kitine tırmandı. Buz gibi bakan gözlerim bir süre orada oyalanırken odadaki tek ses, benim adım seslerimdi. "Bitmiş bu," diye konuşup bozdum bu sessizliği. "Çıkarmamız lazım."

 

Göz ucuyla Adil Bey'e baktığımda, gözlerini yumarak beni onayladığını gördüm. Bakışlarım Adil Bey'in üzerinde ağır ağır gezindi ve ardından hafifçe eğilerek çekmeceyi açtım. Çekmecede duran paketin içinden biraz pamuk alarak çekmeceyi geri kapattım. Doğrulup serumu kapattıktan sonra Adil Bey'in kolunu tutarak hafifçe kaldırdım ve serum iğnesini yavaşça çıkartarak damar yolunu kapattım. Pamuğu Adil Bey'in koluna bastırdığımda, Adil Bey bakışlarını koluna indirerek hafifçe kafasını salladı ve elini pamuğun üzerine koydu.

 

Tekrar doğrularak serumu indirdiğimde, Adil Bey'in bakışları benim üzerimdeydi. "Orkun'un hep doktor olmasını istemiştim," diye konuşmaya başladığında bakışlarımı ondan ayırarak komodinin üzerindeki ilaç kutularından birini elimde alıp incelemeye başladım. O ise devam etti cümlesine. "Bu kaderin bir oyunu mu bilmiyorum ama ben oğlumun benim gibi doktor olmasını isterken..."

 

Cümlesini tamamlayamadı. Devamında ne söyleyeceğini biliyordum bu yüzden tamamlamaması benim için çok daha iyiydi. Çünkü bu kaderin bir oyunu falan değildi. Onun kızı ben değildim.

 

Yüzümde en ufak bir mimik dahi oynamadı. "Fiziksel olarak can kurtarmak kolay," diye konuştum elimdeki ilaç kutusunu aldığım yere geri bırakarak. "Mükemmel bir dorktor olsan bile, arkanda her zaman bir enkaz bırakacaksın. Tedavisi olmayan bir virüs gibi mahvettin insanların hayatını, bu durumda artık fiziksel tedavi bile bazen yetersiz kalabiliyor ha... Sonuçta artık hasta olan bedenin değil."

 

Ruhun.

 

Bir şey söyleyecekken bir kaç kez kesik kesik öksürdü ve o an yüzü acıyla kasıldı. Bir kaç saniye sonra kafasını yatağın başlığına yaslayarak gözlerini yumdu. "Belki de bedelini böyle ödüyoruzdur," diye konuştu zorlukla. "Her günahın karşılığında bir can kurtararak..."

 

Geçip komodinin çaprazında ki tek kişilik koltuğa oturdum. "Korkmuyor musun?" diye sordum kafamı kaldırıp bakışlarımı ona dikerek.

 

Adil Bey'in yüzüne yorgun bir tebessüm yayıldı. "Neyden korkacağım," diye sordu. "Ölmekten mi?"

 

Göz bebeklerime yerleşen buz gibi ifade eşliğinde Adil Bey'den ayırmadım bakışlarımı. "Günahını sırtına aldığın biri tarafından öldürülmekten."

 

Duraksadı. "Sence?" diye sordu bir kaç saniyenin ardından. "Ölüm bir kurtuluş sayılmaz mı?" Aklına bir şey gelmiş gibi bakışları benim üzerimden ayrılmadı bir müddet. "Ama sen en büyük ceza olarak görüyormuşsun meğerse. Bunu çok iyi anlamış oldum."

 

Dudaklarımın kenarı alaycı bir tebessümle kıvrıldı. "Sana yardım etmediğimi mi söyledi Orkun?"

 

Adil Bey histerik bir şekilde belli belirsiz gülümsedi. Ama diğerlerinin aksine gözlerinde suçlayıcı bir ifade yoktu. "Tersini mi söyleyeceksin?" diye sordu buna ihtimal vermiyormuş gibi.

 

"Hayır," dedim beklemeden ve sanki doğrusu buymuşcasına ağır ağır kafamı salladım. "Doğru söylemiş oğlun. Elimi bile sürmedim. Eğer suçlayacaksan, hakaret edeceksen hiç boşuna kendini yorma bana dokunmaz artık."

 

Adil Bey bakışlarını pencereye doğru çevirdi ve bir müddet dışarıyı izledi sakin bir şekilde. "Tam tersi, eğer yardım etseydin bu yükün altından kalkamazdım," Göz ucuyla bana baktı. "Hakettiğim gibi davrandığın için seni suçlamam."

 

Bu söylediği şey bir yumruk gibi oturdu göğsüme. Nefesim ciğerlerime ulaşmakta zorluk çekerken, derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Oturduğum yerden kalkarak Adil Bey'e diktim bakışlarımı. "Suçlayamaya hakkın yok zaten."

 

Arkamı dönerek hızlıca odadan dışarı çıktığımda, dışarı çıkar çıkmaz derin bir nefesi ciğerlerime çekerek gözlerimi yumdum. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladığında, bedenime yüklenen yoğun öfke damarlarımı patlatacak kadar yoğundu. Bununla baş etmekte zorlanıyordum. Bir an önce sakinleşmem gerekiyordu yoksa bu belirtiler her an bir sinir krizine döşünebilirdi.

 

Hızla merdivenlere yönelerek odama çıktım ve odaya girer girmez bedenimden aşağı kaynar sular dökülmüşcesine kesildi sanki nefesim. Kapıyı sertçe kapatıp, yavaşça yere çöktüm. Dizlerim ahşap parkeye değdiğinde bedenim arkamdaki soğuk, taş duvara yaslandı. Ellerim güçsüzce kucağıma düşerken gözlerim karşımdaki tek bir noktaya odaklanmıştı. Delirecek gibi hissediyordum. Zihnim, göz bebeklerime dolan yaşların akmasına izin vermezken, dişlerimi birbirine kenetleyerek içimdeki bu korkunç öfkenin bir nebze olsun dinmesini istedim ama mümkün değildi.

 

Odanın içini aydınlatan ışık beynime bir kurşun yemişim gibi keskin bir acının saplanmasına neden olduğunda dudaklarımı birbirine sıkıca bastırarak gözlerimi kapattım ve ellerimi saçlarıma daldırdım. Dizlerimi kendime çekerek kafamı eğdiğimde, alnım diz kapaklarıma temas etti ve saçlarım bir perde misali döküldü iki yanıma. Öfkenin tetiklediği baş ağrılarına alışıktım ama bu ağrı da bedenimdeki öfke kadar şiddetliydi ve bu dayanılamaz bir hal almaya başlamıştı. Taş duvarlar üzerime yıkılıyormuş gibi hissetmem normal miydi bilmiyorum ama öfkem bastıramayacağım kadar şiddetli olduğundan daha fazla dayanamayarak ayağa kalktım ve kapıya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım.

 

Kapıyı açıp odadan çıktığımda direkt olarak Orkun'un odasına çarptı bakışlarım ve beklemeden onun odasına doğru koşar adımlarla ilerledim. Kapısının önüne vardığımda bir saniye bile beklemeden odaya dalmıştım.

 

Orkun büyük cam pencerenin önünde durmuş dışarıyı izliyordu. Kapının açılma sesini duyunca bakışları direkt olarak bana dönmüştü ama ben onun neler olduğunu anlamasına fırsat tanımadan odanın hemen sol tarafında kalan üzeri kağıtlarla dolu masaya doğru yürümeye başladım ve bir saniye bile düşünmeden masaya sert bir tekme savurup, masanın yere devrilmesini sağladım.

 

Orkun kaşlarını çatarak önce devrilen masaya sonra bana baktı. "Ne oluyor ya?"

 

Öfkeyle Orkun'a baktım. "Ne olduğunu sen söyleyeceksin," diye bağırdım umursamadan ve Orkun'un üzerine doğru yürüdüm bir kaç adım. "Aşağıdakileri kandırmayı başarmışsın ama bu yaptığına pişman edeceğim seni Orkun."

 

Orkun, dik dik yüzüme baktı ve ellerini eşofmanının ceplerine koydu. "Hadi ya, nasıl olacakmış o?"

 

Dudaklarıma sinirli bir gülüş yayılırken buz gibi bakan gözlerimi Orkun'dan ayırdım ve etrafıma bakındım. Az önce yere devirdiğim masanın üzerinden düşen metal kül tablası çarptı gözüme. Beklemeden eğilip kül tablasını elime aldım ve Orkun'un hemen sağ tarafında kalan boy aynasına doğru fırlattım beklemeden. Metal kül tablası aynayı saniyeler içinde paramparça ederken, Orkun ani bir refleksle bir kaç adım uzaklaştı aynadan.

 

"Manyak mısın kızım sen?"

 

Söylediği şeyi duymazlıktan gelerek kırılan aynaya doğru ilerledim ve yerdeki cam parçalarından birini kaptığım gibi Orkun'a çevirdim tekrar bakışlarımı. Elimdeki cam parçasını onun çenesinin hemen altında tutarak, bakışlarımı yavaşça cam parcasına indirdim. "Seni şimdi burada öldürsem," diye mırıldandım oldukça tehditkar bir ifadeyle. "Kaç yıl yatarım sence?"

 

Orkun'un bakışları elimdeki cam parçasına kaydı ve ardından bana dikti bakışlarını. "Ne yaptığını zannediyorsun sen, bırak şunu."

 

Hayır dercesine dilimi damağıma sertçe vurdum ve Orkun'un yüzüne baktım. "Beni sen kışkırtıyorsun," dedim sakin ama öfkeli bir ifadeyle. "Seni şimdi şu pencereden atsam, sonra da Orkun dayanamadı intihar etti diye bir yalan uydursam bana inanan bir iki kişi çıkar öyle değil mi? Hem o gün insanların önünde sergilediğin o berbat performansın da buna tuz biber olur, sonuçta herkes gördü nasıl bir ruh hastası olduğunu."

 

Orkun, burnundan sert bir nefes aldı. "İndir şunu, elinden bir kaza çıkacak şimdi," Gözleri tekrar elimdeki cama indi ve yutkundu. "Kafayı yemişsin sen."

 

"Kes sesini," diye çıkıştım ve sorarcasına gözlerine baktım. "Gidip her yerde, Dilba babama yardım etmedi deyince bana zarar verdiğini falan mı düşünüyorsun?" Dudaklarımdan kısık bir kahkaha firar etti. "Çok üzgünüm ama bu bana zarar vermez Orkun'cuk. Ama alttan almam ben bunu. Ödetirim. Hem de çok pis ödetirim, sen beni hiç tanımıyorsun."

 

Elimdeki cam parçasını yere atarak öfkeyle Orkun'a bakmaya devam ettim. Orkun'un nefes alış verişleri hızlanırken bakışları bir ok gibi benim yüzüme saplandı. "Kızım sen iyice manyağa bağladın ha," dedi. "O söylediğin lafların bir bedeli olmayacak mı sandın?"

 

"Nankör pislik," diye çıkışarak onu göğsünden sertçe ittim. "Ben yardım etmeseydim baban ölecekti be, sen hâlâ ne bedelinden bahsediyorsun bana?"

 

Orkun'un yüzü öfkeyle kasıldı. "Lan ben yalvarmasaydım dönüp arkanı gitmeyecek miydin sen?"

 

"Keşke yardım etmeseydim," diye bağırdım. "Sen var ya hiçbir şeyi haketmiyorsun ama bu yaptığın karşılıksız kalmayacak Orkun."

 

Orkun sinirle güldü. "Ya kızım bir git ya..." diye konuştu. "Benimle uğraştığın sürece ben de seninle uğraşırım anladın mı beni?"

 

Tırnaklarımı avuç içlerinde batırarak, adeta öldürecekmişcesine baktım Orkun'a. Ve o an gözüme çarpan şeyle beraber, aklıma gelen ilk şeyi yapmak üzere hareketlendim. Dudaklarımın kenarına tehlikeli bir gülümseme yerleşirken, adımlarım hareketlendi ve odanın köşesindeki platformun üzerine özenle dizilmiş gitarlara doğru ilerlemeye başladım.

 

Orkun'un bakışları hızlıca o yöne dönerken, "Hey, ne oluyor?" diye sordu ama ben aklımdaki şeyi yapmaya niyetliydim.

 

Ortada duran siyah bas gitarı tuttuğum gibi kaldırarak pencereye doğru ilerlemeye başladığımda Orkun'un gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Bırak onu, ne yapıyorsun Dilba?"

 

Gelip tam pencerenin önünde durduğumda bakışlarımı Orkun'un üzerine diktim. "Bundan Türkiye'de sadece üç tane falan vardı değil mi?" diye sordum ve ardından pencereye bir adım daha yaklaştım. "Artık iki tane var."

 

Bunu der demez gitarı sertçe cama doğru fırlattığımda, gitar camı paramparça ederek saniyeler içinde aşağıya düşmüştü. Tuzla buz olmuş cam parçaları odanın zeminine dağılırken, gitar büyük bir gürültüyle taş avlunun zeminine çarparak paramparça oldu. Avluda oturan misafirlerin bakışları hızlıca gitarın düştüğü yere dönerken, Orkun hızla cama yaklaşıp paramparça olan gitara dikti bakışlarını. "Lan..." diye mırıldandı. "Ne yaptın kızım sen?"

 

O şoka girmiş gibi bakışlarını oradan ayırmazken, yüzüme yerleşen alaycı buz gibi ifade eşliğinde Orkun'un paramparça olan gitarına indirdim bakışlarımı. "Seni atmadığıma dua et."

 

Bunu söyledikten sonra bir saniye bile beklemeden kendimi odadan dışarı attım. Bedenimin aniden hafiflediğini söylemeden edemeyecektim. Bu sadece başlangıçtı, onun için çok daha büyük planlarım vardı.

 

Ona, bugün yaşadığım şeyin aynısını yaşatacaktım.

 

Hem de en ağır şekilde.

 

•••

 

 

Kendimi konaktan nasıl dışarı atmıştım, adamları nasıl anlatmıştım hiçbir fikrim yoktu ama konağın kalabalığından kurtulduğum için kendimi şu an daha iyi hissediyordum.

 

Hava tamamen kararmıştı. Asfaltın az ilerisindeki irili ufaklı kayalardan birine oturmuş uzaklara bakıyordum öylece. Yüksek bir yerdi, uzaklardan Midyat'ın taş evleri tüm ihtişamıyla sıra sıra dizilmişti. İşittiğim tek ses rüzgârın o derin uğultusu ve yaprakların hışırtısıydı. Önümde karanlığın koynuna gizlenmiş uçsuz bucaksız bir manzara uzanıyordu.

 

Ara sıra yoldan geçen arabaların sesleri dışında hiçbir gürültü yoktu. Bir de Gaye'nin telefonuma iki dakikada bir düşen mesajlarının sesi. İdil'lerle beraber dışarı çıkmışlardı ve beni de çağırıyorlardı ama en azından yarım saatte olsa kafamı dinlemek istediğimden biraz daha burada durmaya kararlıydım.

 

Saçlarımı elimle geriye doğru iterek gözlerimi yumdum ve rüzgârın sesini dinledim sadece. Zihnimden silinmeyen o bulanık görüntüler birer birer gözlerimin önüne gelirken, kafamın içinde ki o sesi susturmak için her şeyi verebilirdim.

 

"Susmuyor değil mi?"

 

Duyduğum bu tanıdık ses, kalbimin sakin ritmini bir anda bozarken göz kapaklarımı aralayarak kafamı çevirdim ve sesin sahibine baktım yavaşça. Elalarım, onun gece karanlığı gözlerine kenetlenirken bir kaç saniye sadece onun gözlerine baktım sorarcasına. "Ne?"

 

Ağır adımlarla ilerleyerek hemen yanıbaşımdaki kayalardan birine oturdu ve işaret parmağını şakağına vurdu hafifçe. "Burada ki ses," diye mırıldandı bakışları benim üzerimden ayrılmazken. "Susmuyor."

 

Bakışlarımı ondan zorlukla ayırarak önüme döndüm tekrar. Günler sonra ilk defa baş başaydık. Ondan uzak kalmak bana iyi gelmiyordu bunun farkındaydım.

 

"Özledim," dedi beklemediğim bir anda. Bakışlarım yavaşça onun üzerine dönerken onun bakışlarının zaten benim üzerimde olduğunu gördüm. Gözlerindeki o hayran ifadeyle beni izledi bir süre. "Her dakika, her saniye görsem bile yetmiyor. Doyamıyorum sana."

 

Bu söylediği şey beni istemsizce gülümsetirken oturduğum yerden hafifçe kayarak aramızdaki o azıcık mesafeyi kapattım ve başımı yavaşça onun omzuna yasladım. Bu hareketimle beraber kolunu kaldırarak benim bedenime doladı ve beni kendine çekerek kafamı göğsüne yaslamamı sağladı. Gözlerimi karşımdaki uçsuz bucaksız manzaraya dikerek bir müddet sadece izledim. Herzamanki gibi beni iyi hissettirmeyi başarıyordu. Rüzgar usul usul üzerimize eserken,

"Nasıl başarıyorsun bunu?" diye sorup, aramızdaki bu kısa sessizliği bozdum.

 

Göremesemde gülümsediğini hissediyordum. "Neyi?"

"Nerede olursam olayım her defasında gelip beni bulmayı," dedim beklemeden. Söylediklerim hissettiklerim kadar gerçekti. "Elinle koymuş gibi..."

 

Parmakları saçlarımın arasında ağır ağır gezinmeye başlarken bedenimin hafiflediğini hissettim. Şu an sadece ona sarılmaya ihtiyacım olduğunu yeni anlıyordum. Gözlerimi kapatarak o nefes kesici kokusunun etkisiyle bir müddet hiçbir şey söylemeden bekledim. Kokusunu seviyordum.

 

Ona biraz daha sokulduğumda, parmakları yatıştırıcı bir sakinlikle saçlarımda gezinmeye devam ediyordu. "Anlat bana," dedi en sonunda. "Ne oldu?"

 

Gözlerimi açarak bakışlarımı bir müddet boşlukta gezdirdim. İçimi yiyip bitiren onlarca şey vardı ama Orkun'un bugün yaptığı -ki onun yaptığına adım kadar emindim - öfkemi kontrol etmemi çok zorlaştırıyordu. Ama eğer bunu Azer'e söylersem onun benden daha çok öfkeleneceğine adım kadar emindim. Ayrıca sakin kalamaz ve bunun hesabını Orkun'a sorardı ama ben bunu istemiyordum. Kendi işimi kendi yöntemlerimle çözecektim.

 

Sesimden herhangi bir ifadenin anlaşılmamasına dikkat ederek, "Yorgun hissediyorum," diye bir yalan uydurdum. "Konak kalabalık olunca daraldım, attım kendimi buraya. Özel bir sebebi yok."

 

"Emin misin?" diye sordu hafifçe geriye çekilip yüzüme bakarak.

 

Belli belirsiz tebessüm ettim. "Eminim," Kafamı hafifçe kaldırarak onun gözlerine baktığımda ellerim benden bağımsız hareket ederek onun sakallı çenesinde gezinmeye başladı. "Ayrıca şu an hiçbir şeyim kalmadı."

 

Azer beni kendine daha çok çekti. Bir eli kolumun üzerine kapanırken, diğer eli şevkatke saçlarımın arasında geziniyordu. Gözlerimi istemsizce kapatarak kafamı onun göğsüne yasladığımda, dünya üzerindeki en güvenli yerdeymişim gibi hissediyordum ve bu hissi tarif edemeyeceğim kadar çok sevmiştim.

 

"Keşke tüm zamanı bu ana sığdırabilsem," Sesi bir tüy gibi okşadı sanki tenimi. "İçinde olmadığın her anım boşmuş gibi geliyor Dilba."

 

Gözlerimi açmadan sadece rüzgârı dinledim. Onun nefes sesleri ise, bu zamana kadar dinlediğim en güzel melodi gibiydi. Saatlerce, sıkılmadan burada bu şekilde durabilirdim. Nabzım, damarlarımda atmaya başlarken, "Bu kadar çok mu..." diye mırıldandım lâkin cümlemi tamamlayamadım. Eğer söyleyebilseydim, bu kadar çok mu seviyorsun diye soracaktım. Sanki, ben onun söylediklerinin aynısını hissetmiyormuşum gibi...

 

O ise, zihnimden geçenleri okumuş gibi, "Bu kadar çok Dilba," diye yanıtladı beni. "Bu kadar çok."

 

Gözlerimin yandığını hissettim. Bu bir duygu patlaması mıydı bilmiyordum ama kendimi fazla duygusal hissediyordum. Onun cümlelerine, dilinden dökülen her kelimeye gizlice hayrandı kalbimin bir köşesi. Göğsümün içindeki kafesin en ücra köşesine dokunmayı başarıyordu ve bunu nasıl yapıyordu, hiçbir fikrim yoktu.

 

Kısa bir sessizliğin ardından, Azer'in telefonunun bildirim sesi böldü bu sessizliği. Mesaja bakma gereği duymadı. "Bizimkiler mi?" diye sordum belli belirsiz gülümseyerek.

 

Azer, "Evet," diye mırıldandı sakince.

 

Bu sefer, benim telefonumun titrediğini hissettim. "Anlaşılan susmayacaklar."

 

Azer alnıma dudaklarını bastırarak, "Hadi gidelim o zaman," diye konuştu.

 

"Gidelim," diye yanıtladım onu sakince ve hafifçe geriye çekildim.

 

Azer, oturduğu yerden kalkarak tutmam için elini uzattığında, elini tutarak ben de oturduğum yerden kalkmıştım. Birlikte asfaltın kenarında duran arabaya geçtiğimizde, Azer beklemeden arabayı ana yola çıkarmıştı.

 

Sessiz geçen kısa bir yolculuktan sonra, Gaye'nin attığı konuma varmıştık. Araba, Midyat merkezdeki teras tarzı büyük bir kafenin önünde durduğunda, arabayı valeye teslim ederek indik arabadan. Tabelada büyük harflerle yazan BORANLI yazısını gördüğümde, bu mekanın da onlara ait olduğunu anlamıştım.

 

Olmasa şaşardım zaten.

 

Aklıma gelen şeyle beraber, mekana girmeden önce Azer'i durdurma ihtiyacı hissettim. "Yan yana olduğumuzu çaktırma," diye konuştuğumda, Azer'in bakışları benim üzerime dönmüştü. "Zaten şüphe çekiyoruz."

 

Azer emrin olur dercesine kafasını aşağı indirip kaldırdı yavaşça. "Tamam güzelim, takma bu kadar."

 

"Ben takmıyorum mantıklı olanı yapıyorum," diye konuştum göz ucuyla ona bakıp yürümeye devam ederken. "Ayrıca sana hâlâ kızgınım haberin olsun."

 

Azer'in elini belimde hissettim. Beni hafifçe kendine çekerek, dışarıda olduğumuzu umursamadan saçlarıma ufak bir öpücük kondurdu ve geri çekilmeden derin bir nefes aldı. "Bu beni deli gibi özlediğin gerçeğini değiştirmiyor."

 

Etrafta kimsenin bizi izlemediğine emin olduktan sonra, iki elimle gömleğinin yakasını kavrayarak onu kendime çektim ve parmak uçlarımda yükselerek yanağına küçük bir öpücük kondurdum. "Biraz haklı olabilirsin," diye mırıldandım geri çekilerek. "Ama biraz."

 

Bakışları dudaklarıma indiğinde, bıyık altından gülümsedi. "Ne kadar biraz mesela."

 

Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Bence şansını zorlama ha," diye mırıldandığımda kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Kimin kimi daha çok özlediği belli."

 

Azer'in dudaklarına keyifli bir tebessüm yayılırken burada daha fazla oyalanmayı bırakıp beraber üst kata çıktık. Büyük taş terasın renkli ışıklandırmalarla süslenmiş taş parmaklıklarının yanına kurulmuş büyük bir masada oturuyordu bizimkiler. Gaye, İdil ve Ruken büyük koltukta, Harun ve Orkun onların hemen karşısında oturuyordu. Orkun'u görmek sinirlerimi tekrar tepeme çıkarırken, bir şey belli etmemeye özen göstererek ilerlemeye devam ettim.

 

Hepsinin tek tek bakışları bize dönerken, "Abi," diyerek ayağa kalktı Ruken ve ardından bakışları beni buldu. "Hoşgeldiniz."

 

"Brona bir hoşgeldin yok mu, Azer Ağa?"

 

Nereden çıktığını anlamadığım bir adamın bize doğru yürüdüğünü farkettiğimde bakışlarımı sesin geldiği yöne doğru çevirdim.

 

Azer gelen kişiye bakarak, "Lan Barış?" diye konuştu ve ardından belli belirsiz güldü. "Ne ara geldin oğlum sen?"

 

Adam elini havaya kaldırdı. "Vay kardeşim benim," diye konuşup Azer'le tokalaştıklarında, benim bakışlarım onların üzerinden ayrılmamıştı.

 

"Ne gevşek herifsin lan sen?" diye konuştu Azer geri çekildiginde. "Daha yeni uçağa bindim demedin mi ulan yarım saat önce?"

 

Adının Barış olduğunu öğrendiğim adam keyifle güldü. "Süpriz yaptık lan fena mı?"

 

"Valla bize de sürpriz oldu," diye konuştu İdil arkadan.

 

"Barış Devran farkı diyelim," dedi Barış gülerek ve ardından gözleri beni buldu ve bir süre beni inceleyerek hafifçe gözlerini kıstı. "Bir dakika," diye konuştu ve göz ucuyla Azer'e baktı. "Bu kız o kız___"

 

Bunu sadece bizim duyabileceğimiz bir şekilde söylesede Azer'in sertçe ensesine vurmasıyla beraber cümlesi yarıda kesilmişti. Barışın yüzü acıyla buruşurken, "Anlaşıldı anlaşıldı," diye söylendi. "Gizli aşk he..."

 

Dik dik Barış'a baktığımda Azer'in bakışları hızlıca Barış'ın üzerine döndü. "Kapat çeneni yoksa patlatacağım lan ağzının ortasına," dedi ters ters Barış'a bakarak. "Beyinsiz herif."

 

Barış ağzına fermuar çekiyormuş gibi yaparak, "Tamam lan sustum," diye konuştu ve göz ucuyla bana baktı. "Saygılar yenge."

 

Barış muzip bir ifadeyle geçip eski yerine otururken arkasından tip tip bakakalmıştım. "Yenge mi dedi o?"

 

Azer göz ucuyla bana baktı. "Yakında herkes diyecek," diye konuşup göz kırptı. "Ama açılışı bu dangalak yaptı işte."

 

Bu sırada diğerlerinin de bakışları bizim üzerimize dönmüştü. Harun önce bana sonra da Azer'e baktı sorarcasına. "Siz beraber miydiniz?"

 

Göz ucuyla Harun'a bakarak masaya doğru yürümeye devam ettim. "Kapıda karşılaştık."

 

Biz geçip oturduğumuzda, Gaye oturduğu yerden kalkarak geçip benim yanıma oturdu ve sorarcasına bana döndü bakışları. "Hayır sen nereye kayboldun ki bir anda hiç anlamadım. Şu olaya sinirlendin değil mi?"

 

Sadece Gaye'nin duyabileceği şekilde, "Hiç açma bahsini," diye mırıldandım. "Konuşuruz sonra."

 

Gaye anladım dercesine kafasını salladığında, Barış sanki önemli bir şey söyleyecekmiş gibi iki elini hafifçe kaldırdı. "Bu arada hepinize geçmiş olsun diyeyim topluca. Yine olaylar olmuş duyduğuma göre..."

 

"Sağol kardeşim," dedi Orkun hafifçe kafasını sallayarak ardından göz ucuyla bana baktı. "Dertler bitmiyor ki anasını satayım..."

 

Azer'in bakışları Orkun'a döndü. "Hayırdır lan ne oldu yine?"

 

"Bir küçük kaza olmuş sanırım," dedi İdil, Orkun'un yerine çevap vererek. "Gitar meselesi."

 

Azer rahat bir ifadeyle arkasına yaslandı. "Bunun için mi surat asıyorsun oğlum?"

 

Barış sorarcasına onlara baktı. "Ne bu gitar meselesi, ben hiçbir şey anlamadım?"

 

"Birilerinin sayesinde milyonluk gitar mahvoldu bugün," dedi Orkun imalı bir sesle.

 

Orkun'un söylediği şeye aldırış etmeden bakışlarımı Barış'a çevirdim. "Orkun'un gitarını bugün elim bir kazada kaybettikte, onu söylüyor."

 

Barış gülerek Orkun'a baktı. "Hadi ya, hayatta inanmam. Orkun gözünden sakınıyordu onu."

 

Azer'in dudaklarına varla yok arasında keyifli bir tebessüm yerleşti ve göz ucuyla bana baktı. "Bana da pek kaza gibi gelmedi nedense."

 

Gülerek hafifçe arkama yaslandım. Bu sırada Orkun moralsiz bir ifadeyle dik dik bana bakıyordu. Barış ayağıyla, Orkun'un dizine vurarak, "Kasma lan bu kadar," diye konuştu. "Alırsın işte yenisini siz de paradan bol ne var."

 

Orkun huzursuzca derin bir nefes aldı. "Oğlum kapat şu konuyu, aklıma geldikçe deliriyorum haberin olsun."

 

"Neyse boş verin," diye araya girdi Ruken keyifli bir ifadeyle. "Barış abi anlatsana neler yaptın Almanya'da?"

 

Barış keyifle güldü. "Valla ben size bir şey söyleyeyim mi, buranın ortamı bin basar oraya," Ellerini saçlarına daldırdı. "E tabi oranında hakkını yememek lazım da kardeşim olmayınca hiç çekilmiyor be," dedi Azer'e hitaben. "Oğlum geçen sene Köln'de ki gece kulübünde Almanlarla ettiğimiz kavgayı bile özledim ne yalan söyleyeyim. Lan hatırlıyor musun sizin şu ortaklar toplantı ayağına otuz tane Alman hatun getirmişti kulübe, ulan o sarışın hatun hâlâ aklımda şerefsizim. Gerçi bu seffer de bir kaç tane düşürdüm ama..."

 

"Lan sana şuradan bir koyarım görürsün sarışın hatunu ha," diye konuştu Azer, Barış'a taraf dönerek. "Biz herifi oraya iş yapsın diye yolluyoruz, herifin aklı fikri hatunlarda. Boş boğaz herif..."

 

"Ne var lan," dedi Barış gülerek. "Neyse uzun bir süre gitmeyi düşünmüyorum zaten, göndereceksen başka birini gönder. Biz de bir Midyat'ın tozunu attıralım..."

 

İdil, "Barış yine modunda," diye araya girdi keyifle. "Bir ara bu grupla çiftlikte toplanalım bence, çok güzel olur. Uzun zamandır göremiyoruz birbirimizi."

 

"Ay çok iyi olur," diye atıldı lafa Gaye. "Zaten geçen sefer gelemedim diye çok içimde kalmıştı."

 

Orkun'un bakışları Gaye'ye değdi. "Şimdi eğlence düşünmenin zamanı mı sizce?"

 

Ters bir ifadeyle Orkun'a çevirdim bakışlarımı. "Ne yapalım pardon?"

 

"Ya babam hastaneden yeni çıkmış, toparlanıp toparlanmayacağı belli değil biz burada oturmuş keyif yapıyoruz," Bakışları benim üzerime kaydı. "Zor olacak ama en azından duruma biraz hassasiyet mi göstersen kardeşim?

 

Alaycı bir tavırla gözlerimi Orkun'un üzerinde gezdirdim. "Seni mi örnek almalıyım kardeşim?" diye sordum onu alaya alarak ama altta bir ima hissediliyordu. "Hassasiyet olan şeyleri olmamış gibi göstermekse senden daha iyisini yapacağıma emin olabilirsin."

 

Ruken'in bakışları ben ve Orkun arasında gidip geldi. "Ben anlayamadım bir şey mi oldu yine?"

 

Orkun ne demek istediğimi gayet iyi anlamış olacak ki dudaklarına alaycı bir tebessüm yayıldı ve arkasına yaslandı. Benim ise bakışlarımda küçümseyici bir ifade vardı ve gözlerim hâlâ Orkun'un üzerindeydi. "Yok," diye konuştum Ruken'in sorduğu soruya cevaben. "Orkun'un her haltı buna bağlaması yordu sadece."

 

"Ya tamam gerilmeyelim," dedi Ruken. "Ne güzel oturmuşuz sohbet ediyoruz işte Orkun..."

 

"İyi tamam, bir şey demiyorum."

 

Orkun'dan bakışlarımı ayırdım. "Bu gece buradasın sanırım," diye konuştum bakışlarımı İdil'in üzerine çevirerek.

 

İdil hafifçe gülümseyip kafasını salladı. "Bir kaç gün kalacağım, konağın gelen gideni çok olur yardımcı olurum bende."

 

Ruken, "Ay iyiki geldin İdil," diye araya girdi. "Gerçekten bir kaç gündür öyle şeyler yaşıyoruz ki sorma..."

 

İdil hafifçe Ruken'in omzuna dokundu. "Bende duyunca çok üzüldüm," dedi. "Adil Bey'i herkes sayar sever, nasıl böyle bir şey oldu aklım almıyor. Biz bu dava kapandı bitti sanıyorduk ama öyle değilmiş meğerse..."

 

Orkun'un bakışlarının Azer'in üzerine döndüğünü gördüm. "Abi bir haber var mı Botan denen şerefsizle ilgili?"

 

Azer göz ucuyla Orkun'a baktı. "Muhtemelen sınırdan kaçtı," dedi düşünceli bir sesle. "Orada iş yapan adamlarımızdan biri gördüğünü söylemiş bu iti. Ama o olup olmadığından emin değiliz. Dur bi, illa bir yerde basacağım kuyruğuna o kansızın."

 

Bakışlarım Azer'in üzerinde oyalandı bir süre. "Poliste peşinde öyle değil mi?"

 

Azer belli belirsiz kafasını sallayıp beni onayladı. "İnfazını yaktı zaten," diye konuştu. "İçeri girerse bir daha çıkamaz, o yüzden bir tarafları tutuşmuş gibi kaçıyor. Bir ortaya çıksında polise bırakmadan ben keseceğim cezasını zaten."

 

Harun, "Elimizden o kadar kolay kurtulamaz," diye konuştu. "İlla çıkacak bir delikten."

 

"Çıksında ezeyim kafasını," dedi Orkun, öfkeli bir sesle.

 

Azer dirseklerini dizlerine yaslayarak elinden eksik etmediği o yılan işlemeli çakmağı parmakları arasında çevirmeye başladı ve bakışlarını herkesin üzerinde tek tek gezdirdi. "Botan kayıp ama Sahran'lar hâlâ Midyat'ta," diye konuştu, sesinde uyarı dolu ve itiraz istemeyen bir tını vardı. "Biz o herifi bulana kadar hiç kimse tek gezmeyecek. Kimse kafasına göre hareket etmeyecek, anlaşıldı mı?"

 

Bunu söylerken bakışları özellikle bana doğru dönmüştü. "Bakma bana öyle," diye konuşup omuz silktim. "Ben zaten hiçbir zaman tek gezemiyorum."

 

Azer bakışlarını benden ayırmadı bir müddet. "Ben yine uyarımı yapayım da, senin sağın solun pek belli olmuyor malum."

 

Sesi imalıydı. Bugün Volki'yi bile atlatarak dışarı çıktığımı varsayarsak bu siteminde biraz haklıydı.

 

İdil, "Azer haklı," diye konuştu önce Azer'e sonra bana bakarak. "En çok senin dikkat etmen gerekiyor."

 

Ruken kafasını salladı ağır ağır. "Nefret ediyorum şöyle olaylardan, ya neyi alıp veremiyorlar hâlâ anlamıyorum. Yirmi yıl geçmiş aradan, neyin kini bu?"

 

İdil'in bakışları Ruken'e döndü. "Benim babamın bu zamana kadar hiç kimseyle husumeti olmadı," dedi. "Ama bazen düşünüyorum da böyle bir şey benim babamın başına gelseydi herhalde ondan önce ben atardım kendimi kurşunların önüne... Yani böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum."

 

"Aile candır ya..." dedi Ruken, İdil'i onaylayarak.

 

Sıkılmış bir ifadeyle gözlerimi devirdiğimde, Gaye hafifçe bana yaklaştı. "Ay içim sıkıldı," diye konuştu sadece benim duyabileceğim bir şekilde. "Bu ne ya mıy mıy mıy, konuyu değiştirsene Allah aşkına..."

 

Elimle saçlarımı omzumun arkasına doğru iterek bakışlarımı Harun'un üzerine çevirdim. "Ee Harun, Mercan neden gelmedi?"

 

Harun sorma dercesine kafasını salladı. "Bizim yer cücesinin rahat verdiği mi var," diye konuştu Fırat Can'ı kastederek. "Fırat Can diğer altınları da satar diye Mercan odasından çıkamaz oldu. Takıların başında nöbet tutuyor resmen."

 

"İnanamıyorum ya," diye konuştu Gaye gülerek. "Resmen satmış değil mi Mercan'ın gerdanlığını..."

 

"Fırat Can işte," dedi Ruken keyifle. "Valla kaçış yok abi, atsan atılmaz satsan satılmaz. Evlat sonuçta."

 

Tam bu sırada Güven'in bedeni girdi kadrajıma. Bizim masaya doğru ilerleyip Azer'in yanına yaklaştığında Azer sorarcasına Güven'e çevirmişti bakışlarını. Güven, Azer'in kulağına doğru hafifçe eğilerek kısık sesle bir şeyler söyledi. Güven her ne söylediyse bununla beraber Azer'in yüzünün ciddileştiğini gördüm.

 

Bir kaç saniyenin ardından bakışları beni buldu, bu nedense gerilmeme sebep olmuştu. Yalanların kurduğu dikenlerin üzerinde yürüdüğüm için olan her şeyin benimle bir ilgisi olduğunu düşünüyordum ve içimde sanki haklı çıkacakmışım gibi bir his vardı.

 

Harun, "Bir şey mi oldu abi?" diye sorduğunda, diğerlerinin de bakışları bizim üzerimize dönmüştü.

 

Azer elindeki çakmağı cebine koydu, bu sırada bakışları benim üzerimden ayrılmamıştı. Acele etmeden oturduğu yerden kalkarak, "Bir gelsene Dilba," diye konuştuğunda, gerildiğimi belli etmemeye çalışarak yavaşça ayağa kalktım.

 

Herkesin bakışları bizim üzerimizdeydi. Neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama şu an belli etmesemde aşırı gergindim. Azer masadan uzaklaşırken, onun peşinden ilerlemeye başladım ve adımlarım ona kavuştuğunda duraksayarak elini ceplerine koydu.

 

Yanlarından uzaklaştığımız için bizi duyma ihtimalleri yoktu. Güven'de yanımıza geldiğinde, Azer'in bakışları bir müddet benim üzerimde gezindi. "Sen Bedirhan Kaçar diye birini tanıyor musun?"

 

Duraksadım.

 

İşte bu tam bir felaketti.

 

Bedo'dan bahsediyordu. Allah kahretsin ki, Bedo denen ruh hastasından bahsediyordu. Ne yapacaktım ben şimdi? Eğer Azer'e benim hakkımda bildiklerini anlatırsa biterdim ben. Tüm oyunum suya düşerdi ve ben şu an ne yapacağımı zerre kadar bilmiyordum.

 

Yüzündeki ifade daha çok ciddileşti. "Konuşmak istediğini söylemiş," dedi ardından çenesiyle beni gösterdi. "Seninle ilgili."

 

•••

 

Bölüm Sonu:((

 

Burada kestiğim için bana sövdüğünüzü biliyorum ama ne yapayım huyum kurusun😔

 

Neyse, bölümü nasıl buldunuz? Biliyorum bölümler geç geliyor ama hem çok yoğunum, hem de yorum sayılarının eskiye oranla düşmesi motivasyonumun düsmesine sebep oluyor. Her bir yorumun, düşüncenin ne kadar önemli olduğunu biliyorsunuz o yüzden beni bundan mahrum bırakmayın lütfen. Sınır koymak istemediğimi daha önce de söylemiştim hâlâ da söylüyorum o yüzden her birimizin oy ve yorumlarınızı merakla bekliyorumm 🤍

 

Gelecek bölümde görüşmek üzere, çok çok seviliyorsunuz🌸

 

Bölüm : 26.10.2025 20:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...