28. Bölüm

25. GÖĞSÜNDEKİ SARMAŞIK

Kardelen T
k_blackfire

 

WhatsApp kanalına Wattyblackfire İnstagram hesabımızın öne çıkanlarından ulaşabilirsiniz.

 

Kitaba ait Spotify listemize, biyografimdeki linkten ulaşabilirsiniz.

 

İnstagram: Wattyblackfire

Tik Tok: Yılanın Yavrusu Officilall

 

Başlamadan önce

yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen, keyifli okumalar 🤍

 

 

25. BÖLÜM

"Göğsündeki Sarmaşık"

𓆙

 

Derler ki, zaman bile günü gelince uyur lakin sevda uyumazmış...

 

Gece çöktüğü vakit, evvel zamanda kalbe düşen o kor ateşe barutlar atılır ve o kalbin içinde her şey kül olur bir tek sevdiği yanmazmış.

 

Midyat'ın zifire bulanmış karanlığının koynunda gönül eğleyen yıldızlar ve usul usul esen rüzgar şahitti ki, Ali Azer Boranlı bu gece de söküp atamamıştı o duyguyu kalbinden. Ne kalbinde daima duyulan o ses susuyor, ne de gözlerini her kapattığında beliren o yüz siliniyordu aklından.

 

Gece vakit oldukça geçti. Ama o, henüz yeni gelebilmişti konağa. Odasına çıkmak yerine, konağın arka tarafında bulunan küçük avluya geçmiş ve avlunun ortasında duran çeşmenin yanındaki taşlardan birine oturmuştu. Dirseklerini dizlerine yaslamış, bakışları ise tek bir noktaya odaklanmıştı. Parmaklarının arasında yarıya kadar yanmış bir sigara vardı. Normalde fazla sigara kullanan bir adam değildi ama kalbinin orta yerine bir hançer gibi saplanan o duygu bedenine her uğradığında, bir kaç saatte sigara paketi yargıladığı bile olurdu.

 

Etrafta çeşmenin şırıltısı ve gece kuşlarının ara sıra duyulan sesinden başka ses yoktu. Azer, sigaradan derin bir nefes çekerek, dumanın dudaklarının arasından sızmasına izin verdi. Tam bu sırada avluya birinin daha girdiğini farketti ama kimin geldiğini tahmin ettiğinden o tarafa bakma gereği bile duymadı.

 

Adım sesleri giderek yaklaştı. Gelen kişi, çiftliğin baş kahyası Reşat Bey'den başkası değildi. Her yaz yaptıkları gibi bir kaç haftalığına ailesiyle beraber çiftlikten konağa geçmiş, yaklaşan aşiret toplantısı için hazırlıklara yardım ediyorlardı. Reşat Kahya ise Azer'in sevip saydığı, işinin ehli bir büyüğüydü.

 

Adam ağır adımlarla Azer'in oturduğu yere doğru yaklaşarak bir müddet Azer'i inceledi. "Bu sevda," diye konuştuğunda, Azer kafasını hafifçe kaldırarak adama baktı. "Derdini sigara dumanına anlatacak kadar ağır mı be oğlum?"

 

Azer'in bakışları ağır ağır tekrar önüne döndü. Gözleri taş zeminin işlemelerine dalıp giderken, "Sevda olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu sakince. Ardından sigarayı tekrar dudaklarının arasına yerleştirdi.

 

Reşat Kahya geçip Azer'in yanına oturdu ve dostane bir tavırla Azer'in omzuna bir kaç kez hafifçe vurdu. "Bir söz vardır bilir misin?" diye sordu göz ucuyla Azer'e bakarak. "Sarhoş sarhoş olduğunu, aşık ise aşık olduğunu gizleyemez, sarhoş olmadığına göre, düpedüz sevda bu evlat," histerik bir şekilde hafifçe tebessüm etti. "Hem de kara sevda."

 

Azer, sigarasını hemen yanıbaşındaki taşın köşesine vurarak küllerinin yere düşmesini sağladı. "Sevdanın da normali denk gelmedi diyorsun yani," Ayakabısının ucuyla yere düşen külleri ezdi. "Hakkın var be kahya."

 

Reşat Kahya, ağır ağır kafasını sallayarak derin bir nefes aldı. "Bu topraklarda kime sevdanın iyisi denk gelmiş ki?" diye konuştu, derinden gelen bir sesle. Ardından göz ucuyla Azer'e baktı. "Ki sen koskoca Azer Boranlı'sın. Bulsan bulsan sen bulursun sevdanın çaresini."

 

Azer'in dudaklarına histerik bir tebessüm yayıldı. Ama bu o kadar soluk bir tebessümdü ki var olup olmadığı bile muammaydı. "Ya tek çözüm unutmaksa?" bakışları yavaşça Reşat Kahya'ya döndü. "Tek çare unutmaksa ve ben unutma ihtimalini dahi kafama sıkmaktan daha kötü bir ihtimal olarak görüyorsam? Sen söyle, yine de var mıdır çaresi?"

 

Reşat Kahya duraksadı. Şimdi yanında duran adamın kalbine düşen kor ateşin şiddetini daha iyi kavrayabiliyordu ve bu tahmin ettiğinin çok çok üstündeydi. Bakışlarına belirgin bir merak yerleşirken, "Bu kadar çok mu seviyorsun?" diye sordu. "Kim bu kız be oğlum?"

 

Azer'in dudaklarında ki o histerik tebessüm biraz daha belirginleşti. Gözlerini kırpışında dahi, gözünün önünde beliren o dayanılmaz güzellikteki sureti, her zerresini ezbere bildiği o ela gözleri aklından bir an olsun çıkaramadığı için kendine kızıyordu ama bir yandan da deli gibi seviyordu bu hissi. Çünkü bu hisin muhatabı bile oydu. Melek sesli kız... Ona ait olan her şeyi seviyordu.

 

En çokta sesini.

 

Azer'in bakışları, sigarasından dökülen külleri takip etti ve bakışları taş zemine kilitlendi bir kez daha. "O da bizde kalsın," diye mırıldandı sakince, ardından elini hafifçe kaldırarak sol göğsüne, tam kalbinin üzerine dokundu iki kez. "Eğer şurası biraz daha susmazsa, bir tek sen değil tüm bu şehir öğrenecek zaten."

 

Reşat Kahya sıcak bir tebessüm eşliğinde belli belirsiz kafasını salladı. "Susmaz," dedi ağır ağır. "Benim bildiğim Azer, o kalbinin sesini susturmaz da zaten. Sen sevdaya düşmüşsün Azer Ağa," derin bir nefes aldı. "Hem de ne sevda..."

 

•••

 

Dilba Sonay

 

Yalanlar yalancı için bir silahtır ama o silah, karşısındakine isabet etmez ise gelir ve sadece seni vurur.

 

Azer'in bana sorduğu o soru beni beynimden vurulmuşcasına sarstığında o an her şeyin tamamen bittiğini düşündüm. Yalanım ortaya çıkacak ve oynadığım kumarı kaybedecektim ama oynadığım oyuna kendimi o kadar iyi yerleştirmiştim ki, o anda bile gerildiğimi belli etmedim. Belli etmedim çünkü karşımda duran kişi herhangi biri değildi. Bazen içimi bile okuyacak kadar beni tanıyan bu adam için en ufak bir mimik dahi yeterdi ve bu benim için tamamen bitmek demekti.

 

Azer'in gece karası gözleri, gözlerimden bir saniye olsun ayrılmazken bir müddet sadece sustum. Rahat görünmeye çalışsamda sessizliğimin onun nazarında dikkat çekeceğinin farkındaydım ama uyduracağım herhangi bir yalana onu inandırıp inandıramayacağım konusunda şüphelerim vardı.

 

Azer, sorduğu sorunun cevabını almak istercesine bir süre gözlerimin içine baktı. Israrcı bakışlarından kaçmak imkansızdı ama şu an bile duygusuz görünmeyi başardığım için kendimi tebrik etmeliydim. Azer, gözlerini hafifçe kısarak beni inceledi bir süre. "Sana bir soru sordum Dilba," diye konuştu, sorusunu tekrarlama gereği duyarak. "Tanıyor musun, tanımıyor musun?"

 

Artık konuşmam gerektiğinin farkına vararak sorarcasına önce Güven'e, sonra da Azer'e baktım. "Bedirhan dedin değil mi?" diye sordum düşünceli bir sesle. "Bilmiyorum tanıdık gelmedi."

 

Tabi Dilba.

 

"Kendisi sizi çok iyi tanıdığını söylüyor," diye araya girdi Güven. Bu sırada Azer'in göz ucuyla Güven'e bakarak bakışlarını tekrar bana çevirdiğini gördüm. "Serseri kılıklı bir adam, düzgün bir herife de benzemiyor üstelik."

 

"İyi, kendisine soralım o zaman."

 

Azer, beni dikkatlice iceledikten sonra bir saniye bile beklemeden beni geride bırakarak merdivenlere doğru yürümeye başladı. O an ne yapacağımı o kadar bilmiyordum ki, bir müddet arkasından bakakaldım öylece. Ta ki Güven'de, Azer'in peşine takılıp merdivenlere doğru yürümeye başlayana kadar.

 

İrkilircesine kendime gelerek hareketlendim ve hızlıca Azer'in indiği merdivenlere doğru koşar adımlarla ilerlemeye başladım. Merdivenleri koşarcasına inerken, kalp atışlarım istemsizce hızlanmaya başlamıştı. Dilimin ucunda bekleyen onlarca yalan, zehirli bir sarmaşık misali bedenimi sarıp sarmalarken kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Hemen peşin hüküm vermek istemiyordum ama bu durumu toparlayabilir miydim emin değildim.

 

Tamamen çıkmazdaydım. Tek umudum, Bedo'nun bir şey anlatmamasıydı. Ve o da neredeyse imkansıza yakındı.

 

Merdivenlerin sonuna geldiğimde elimle taş parmaklıklara tutunarak nefeslendim ve Güven'i takip ederek yürümeye devam ettim. Bir kaç saniye sonra Azer'in bedeni kadrajıma girdiğinde, aynı saniyelerin kucakladığı zaman diliminde Bedo'yu buldu bakışlarım. Yine her zamanki gibi tek gelmemişti.

 

Korkak herif.

 

Peşine taktığı iki çocukla beraber arabaların yanında dururken, Azer bir kaç adım ilerleyerek Bedo'nun tam karşısına geçti ve ellerini ceplerine koyarak Bedo'yu baştan aşağı süzdü. Onlara doğru yaklaştığımda, Güven önüme geçerek beni engelledi ve onlardan bir kaç adım uzakta kalmamı sağladı. Ama yine de konuştuklarını duyabilecek mesafedeydim.

 

Azer yüzündeki buz gibi ifadeyle, Bedo'nun yüzüne baktı. "Konuş bakalım," dedi beklemeden. "Kimsin sen?"

 

Bedo, Azer'in sorduğu soruyu duyduktan sonra göz ucuyla bana baktı. Bununla beraber Azer'in de bakışlarının beni bulduğunu hissettim ama en ufak bir mimik dahi oynamadı yüzümde. Bedo'nun yüzündeki o sinsi ifade sinirlerimi bozarken, o bir kez daha Azer'e çevirdi bakışlarını. "Bedirhan ben," diye tanıttı kendini. "Azer Boranlı ile görüşüyorum öyle değil mi?"

 

"Uzatma birader," Azer ters ters Bedo'ya baktı. "Ne söyleyeceksen söyle, oyalama bizi."

 

Bedo, tekrar bana baktı. "Dilba mı anlatsın, yoksa ben mi anlatayım bilemedim," Dudaklarının kenarı tehditkar bir ifadeyle kıvrıldı. "Buraya ne için geldiğimi o benden daha iyi biliyor."

 

Buz gibi bir ifadeyle Bedo'ya baktım. Şu an onu parçalamak istiyordum. İçimdeki gerginlik taşıyamayacağım kadar çoğalırken, göğsümde bir ağırlık hissettim. Avuç iclerim karıncalanmaya başlamıştı.

 

Bakışlarım Azer'in üzerine döndüğünde, onun bakışlarının hâlâ Bedo'nun üzerinde olduğunu gördüm. Gözlerindeki sert ifadenin dozu gitgide artarken, bir adım ilerleyerek Bedo'ya yaklaştı. "Derdin ne lan senin?"

 

Azer'in bu hareketiyle beraber Bedo anlık olarak duraksadı ve ardından duruşunu düzelterek hafifçe kafasını salladı. "Abi yanlış anlama," derken hafiften gerildiği belli olmuştu. "Ben sadece Dilba'nın neler çevirdiğini anlamak için geldim buraya. Eminim anlatacaklarımı duyunca sizin de aklınızda soru işareti olacak."

 

"Sen ne anlatıyorsun ya," diye çıkıştım kendimi tutamayarak. "Allahın delisi..."

 

"Dilba," diye konuştu Azer bana bakmadan. Sesinde uyarı dolu bir tını vardı. Ardından Bedo'nun üzerinde gezdirdi bakışlarını. "Sen de ne anlatacaksın anlat lan, sabrım tükeniyor haberin olsun."

 

Her an anlatabilirdi. Eğer bu ailenin içine nasıl girdiğimi öğrendiyse, Adil Bey'in gerçek kızı olmadığımı da anlamış olmalıydı. Yaren diye bir ablamın olduğunu söylemesi bile tüm şüpheleri üzerime çekmem için yeterliydi.

 

Bedo, Azer'in bu sert çıkışıyla beraber hızlıca kafasını salladı ve eliyle beni gösterdi. "Bu kız ___"

 

Tam konuşmaya başlamıştı ki, iki polis arabasının hızla yanımıza yaklaştığını farkettim. Orada bulunan herkesin bakışları o tarafa doğru dönerken, Bedo'nun yüzü aniden sapsarı kesildi ve yanında duran adamlara bakarak kısık bir küfür etti. Polis arabaları mekanın önünde durduğunda, polisler arabadan saniyeler içinde inerek Bedo'ya doğru ilerlemeye başlamışlardı.

 

Tam bu sırada, polis arabasından tanıdık birinin daha indiğini gördüm. Bu kişi Volki'den başkası değildi. Göz ucuyla bana bakarak göz kırptı ve eliyle Bedo'yu göstererek polislere doğru baktı. "Bedo denen adam bu işte memur bey."

 

Polisler Bedo'yu ve yanındaki adamların kollarından tutarak arabaya yasladı. "Eğil lan eğil," diye konuştu polislerden biri. "Arayın şunların üzerini."

 

Diğer polisler Bedo'yu ve yanındaki adamları yüzüstü arabaya yaslayarak üzerlerini aramaya başladığında o an bedenimdeki yük aniden hafiflemiş gibi hissettim. Polislerin buraya baskın yapma sebebi neydi bilmiyorum ama bu işte Volki'nin parmağı olduğu kesindi.

 

"Lan şerefsiz Volkan," Bedo, zorlukla Volki'ye bakarak bağırmaya başladığında Volki alayla, Bedo'ya çevirdi bakışlarını.

 

"Utanmadan bana hakaret ediyor, duydunuz memur bey. Şikayetçiyim bu heriften."

 

Bu sırada Azer'in bakışlarının Volki'nin üzerine döndüğünü gördüm. Polislerden biri ise o an, Bedo'nun kemerinin arkasına gizlenmiş iki paket uyuşturucu hapı çıkarıp, "Bu ne lan?" diye sorduğunda, Bedo hızlıca kafasını sağa sola salladı.

 

"Memur bey yemin ederim benim bir ilgim yok... Bu herif kumpas kurdu bana."

 

"Kelepçeleyin şunların ellerini," Polisler onların ellerini arkadan kelepçelerken, Bedo bir yandan Volki'ye küfürler savuruyordu.

 

"Bunun bedelini ödeyeceksin lan şerefsiz it!"

 

Polisler onu arabaya soktuğunda, benim bakışlarım hızlıca Volki'nin üzerine döndü. "Nasıl yaptın sen bunu?"

 

Volki keyifle omuz silkti. "Valla ben kumar oynadım," diye konuştu. "Bu herifin o zıkkımı kullandığını biliyordum, demek ki yanında taşıyacak kadar da salakmış."

 

O an gözlerimi Volki'den ayırararak Azer'e doğru çevirdim bakışlarımı ama tam bu sırada İdil'in bedeni girdi aramıza. Hemen arkasından Barış'ın da indiğini gördüm. İkisinin de olduğunu anlamaya çalışır gibi bir hali vardı lakin İdil'in bakışları polis arabasına doğru döndüğünde ve arabanın camından buraya doğru bakmakta olan Bedo'yu gördüğünde kaşları hafifçe çatıldı. "Bu adam..."

 

Volki'nin dudaklarından kısık bir küfür döküldü. "Al şimdi başına belayı," diye söylendiğinde göz ucuyla tekrar ona baktım.

 

"Ne oluyor?"

 

Volki hafifçe bana yaklaştı ve sadece benim duyabileceğim şekilde fısıldadı. "Bu Bedo sen çıktıktan sonra konağa uğramış, bu ikisini konuşurken gördüm... Muhtemelen Bedo seni sordu bu kıza. Ben de o sırada ayıktım olaya zaten."

 

Tekrar İdil'e baktığımda, İdil göz ucuyla önce bana sonra da Azer'e çevirdi bakışlarını. "Ne oluyor burada?" diye sordu hafiften şaşkın bir sesle. "Bir sorun mu var, polisler neden götürüyor o adamı?"

 

Azer en sonunda uzun süredir bakmakta olduğu polis arabasından gözlerini ayırarak, İdil'e döndü. "Sen tanıyor musun bu herifi?" diye sorduğunda yüzü ifadesiz olsa da, sinirlenmeye başladığı ses tonundan belli oluyordu.

 

İdil bir müddet duraksadı ve ardından, "Bu gün konağa geldi," diye konuştu, düşünceli bir tavırla ardından eliyle beni gösterdi. "Hatta Dilba'yı sordu bana. Ben o sırada kapıdakilere yemek götürüyordum orada karşılaştık, bak şimdi görünce aklıma geldi..."

 

Volki hafifçe gülerek araya girdi. "Ya manyak işte," diye konuştu. "Allahın delisi, kafa bir milyon olmuş çatacak adam arıyor işte."

 

Azer'in bakışları ağır ağır Volki'nin üzerine döndüğünde Volki bu sert bakışa karşılık cümlesinin devamını getiremeden susmak zorunda kalmıştı. Azer'in bakışları tekrar İdil'e döndü. "Neymiş derdi?"

 

İdil bilmiyorum dercesine kafasını salladı. "Yani bana pek bir şey söylemedi ama illa Dilba burada mı yaşıyor diye sordu bir kaç kez," Bir müddet düşündü. "Hatta ben Dilba'yı arayayım istersen dedim ama istemedi. Bunun için seni aradım hatta bir kaç saat önce ama meşguldün sanırım ulaşamadım... Sonra iş güç derken tamamen aklımdan çıkmış."

 

Bakışlarım yavaşça İdil'in üzerine döndü. "Önce beni aramak aklına gelmedi herhalde?"

 

İdil, bu söylediğim şeyle beraber bir kaç saniyeliğine duraksadı. Ardından sanki çok garip bir şey söylemişim gibi hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Çünkü adam bana şüpheli geldi," dedi. "O yüzden Azer'e haber vermeyi daha uygun buldum. Bence doğru olan da bu."

 

Kurduğu bu cümle istemsizce sinirlenmeme sebep olurken böyle düşünmesine herhangi bir sebep bulamamıştım o an. Ama sonra, Azer'in uçan kuştan dahi haberi olmasının herkesin ona karşı bu tutumu olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Hiç kimse ondan bir şey saklamayı aklının ucundan dahi geçirmiyordu. Ben hariç.

 

Azer'in hareketlendiğini farkettim. Gece karası gözleri benim üzerime sabitlenirken bir kaç adım ilerleyerek bana yaklaştı ve gelip tam karşımda durduğunda ellerini ceplerine koyarak bir müddet sadece beni izledi. Bir şeyi çözmek istiyor gibiydi. Ya üzerini kara perdelerle örttüğüm yalanlarımı hissediyordu, ya da bana ve geçmişime karşı pekte sağlam olmayan güveni tekrar çatırdamaya başlamıştı. İki ihtimal de benim için en kötüsüydü.

 

Sanki son bir hak tanıyormuş gibi, sakinlikle maskelenmiş o sert bakışlarını gözlerime sabitledi. "Bir cevap verecek misin artık?" diye sordu. "Bu herif kim ve neden senin hakkında bir şey biliyormuş gibi davranıyor?"

 

Gözlerimi ondan kaçırmadım. Bu çok zordu ama yalan söylerken bedenimi ayakta tutan o beton gibi iradem buna izin vermedi. Ve o an zihnimde sıra sıra dizilen kelimeler teker teker döküldü dudaklarımdan. "Eski erkek arkadaşım."

 

Yine bir yalan dilime bir yılan gibi dolandı.

 

Kurduğum bu cümleyle beraber, Azer'in gözlerine saplanan o öfkeli ifade bedenimi bir kurşun gibi delip geçti sanki. Yüzü git gide daha fazla sertleşirken, çenesinin bastırmaya çalıştığı öfkeyle beraber kasıldığını gördüm. Yutkunduğunda boynundaki damarlar belirginleşmişti ve o an etrafta tamamen bir ölüm sessizliği oldu.

 

Hiç kimseden çıt dahi çıkmıyordu. Tek ses, Barış'ın şaşkınlıkla, "Hassiktir," diye mırıldanması olmuştu.

 

Bu yalanı ortaya atmamın tek sebebi okları başka tarafa çevirmekti. Böyle bir konuda yalan söylemem tam bir delilikti. Hele ki Azer gibi birine bunu söylemem tamamen delilikti ama onun dikkatini Bedo'nun bildiklerinden uzaklaştırmam gerekiyordu. Kurcalayacaksa bile bu konuyu kurcalamalıydı. Eğer iş, Adil Bey'in gerçek kızı olup olmadığım konusunun açılmasına kadar gelirse, bu en kötü ihtimal olurdu ve ne Berşan Hanım ne de ben bu işin içinden öyle kolayca kurtulamazdık.

 

Azer'in öfkesinin bir ateş olduğunu biliyordum ama bu riski alabilecek kadar gözüm dönmüştü çünkü diğer konu, risk alamayacağım kadar tehlikeliydi. Kalbim şu an yerinden çıkacak gibiydi ama bunu belli etmemek için deli gibi çaba sarf ediyordum şu an.

 

Azer, burnundan sert bir nefes aldı ve ardından sakinleşmek istercesine bir müddet zaman tanıdı kendine ama bu pek işe yarayacak gibi durmuyordu. Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmazken, "Eski erkek arkadaşın," diye tekrar etti söylediğim cümleyi. "Bu herif," Yüzü tekrar öfkeyle kasıldı. "Dalga mı geçiyorsun?"

 

Bu sırada Volki bir iki adım yaklaştı bize doğru. "Abi o anlamda değil ya," diye konuştu toparlamak istercesine. "Hani normal arkadaş gibisinden takılıyordu bir ara, sonra zaten şutladık... Yani öyle sevgili gibisinden değ__"

 

"Sen susacak mısın lan artık?" diye konuştu Azer, göz ucuyla Volki'ye bakarak.

 

"Tamam Azer sakin ol lütfen," diye araya girdi İdil göz ucuyla önce bana sonra da Azer'e bakarak. "Oturup konuşalım, belli ki bu adam buraya boşuna gelmemiş," Bakışları tekrar beni buldu. "Bence Dilba'nın da anlatmak istedikleri vardır."

 

Derin bir nefes alarak saçlarımı elimle geriye doğru ittim. "Gerek yok," dedim gayet net bir şekilde. "Açıkça söylüyorum işte. Bir ara arkadaşça takılıyorduk ama manyak çıktı. Bir şeyler kullanıp kullanıp Volki'yle bana sarmış, kafası yerinde değil belli ki. Siz de o manyağın söylediklerini ciddiye alıyorsunuz burada..."

 

İdil sorarcasına bana baktı. "Öyleyse neden seni değil de Azer'i görmek istedi?" diye sordu. "Anlatacakları var demek ki Dilba. Yani yanlış anlama, asla sana karşı söylemiyorum bunları sadece ne oluyor anlamaya çalışıyorum. Hem tekin biri de değil, senin ne işin olur ki böyle insanlarla?"

 

Dudaklarımda alaycı bir ifade belirdi. "Her yer senin yaşadığın o çiftlik kadar güvenli değil," Kafamı ağır ağır salladım. "Garipsiyor olabilirsin ama kimsenin alnında psikopat yazmıyor."

 

Azer geriye doğru adımlayarak bir müddet ağır adımlarla etrafta gezindi. Sakinleşmek istiyordu. Şu an deli gibi öfkeli olduğunu biliyordum ve bunu kendi ellerimle yapmıştım ama başka yolum yoktu. Tek şansım Azer'i ikna etmek ve Bedo'nun kimseyle konuşmasına fırsat vermeden buradan göndermekti.

 

Azer bir kaç saniye sonra bakışlarını herkesin üzerinde tek tek gezdirdi. "Siz yukarı çıkın," diye konuştu ardından göz ucuyla bana baktı. "Seninle konuşacağız."

 

Bakışlarımı Azer'e çevirdim hızlıca. "Anlattım işte olan biteni," diye konuştum direterek. "Bu kadar, daha fazlası yok bende."

 

"Azer haklı Dilba," dedi İdil bir kez daha araya girerek. "Adamın kalkıp buraya kadar gelmesi normal değil çünkü... Seni düşünüyoruz biz."

 

Sinirlerime daha fazla hakim olamayarak, "Sen bir karışmasan mı artık İdil?" diye çıkıştığımda İdil bu çıkışımı beklemiyor olacak ki aniden duraksadı.

 

Bu çıkışımla beraber Azer'in bakışları beni bulurken, etrafta tekrar kısa bir sessizlik oldu. Bir kaç saniye sonra İdil, göz ucuyla Azer'e baktı ve hafifçe kafasını salladı. "Neyse, ben yukarıya çıkıyorum o zaman..."

 

Sesinden bozulduğu belli oluyordu ama şu an zerre kadar umurumda değildi.

 

Barış ve İdil beraber yukarı çıkarlarken Azer, Volki'ye ve Güven'e ufak bir işaret yaparak uzaklaşmalarını söyledi. Onlar da yanımızdan uzaklaşıp arabaların olduğu yere doğru ilerlerlerken, Azer'in bakışları tekrar beni buldu ve bana doğru bir kaç adım yaklaşarak tam karşımda durdu. "Ne demek oluyor bu?" diye sordu, kısık ama oldukça sert bir sesle. "Sen bana kafayı mı yedirteceksin kızım?"

 

Tekrar derin bir nefes aldım. "Haberim yoktu," diye konuştum sakin tutmaya çalıştığım bir tonla. "Nereden bilebilirdim ki buraya geleceğini?"

 

Azer sabır dilercesine derin bir nefes aldı ve gözlerine bakmam için hafifçe kafasını eğerek yüzümün hizzasına getirdi. "Yukarıda sana bu herifi tanıyor musun diye sordum," dedi ve ardından gözlerimin içine baktı. "Sen bana ne dedin Dilba?"

 

Bozuntuya vermeden, "Tanımadığımı söyledim," diye konuştum kesin bir tavırla. "Yine olsa yine söylerdim çünkü eğer onun kim olduğunu sana söyleseydim muhtemelen onu çoktan vurmuş olurdun."

 

Azer'in bakışları yüzümün her noktasında yavaşça gezindi. "O herif senin eski sevgilin falan değil," Gözleri dudaklarımda takılı kaldı bir kaç saniye boyunca. "Eğer senin her zerreni ezbere bilmeseydim, muhtemelen bu yalanına çoktan inandırmıştın beni."

 

Tam da tahmin ettiğim gibi.

 

Dudaklarımın kenarı belli belirsiz kıvrıldı. "Böyle bir yalanı neden söyleyeyim ki?" diye sordum ağır bir sesle. "Eğer dediğin gibi yalan söylüyor olsaydım gizlemem gereken şeyin tam da bu olması gerekmez miydi?"

 

Azer, "Bilmem, sen söyle," diye mırıldandı. "Bir insan sevdiği adamın gözlerinin içine bakarak neden böyle bir şey söyler?"

 

Sorarcasına hafifçe kaşlarımı kaldırdım. "Gözlerimin içine bakarak, bana yalancı muamelesi yapan da sensin."

 

Azer'in yüzünde, öfkeyle karışık alaycı bir gülümseme peyda oldu. Böyle bir karşılık vereceğimi bekliyor gibiydi. "İnanmam mı işine gelecek, yoksa inanmamam mı?" diye sorduğunda gözleri gözlerimden ayrılmadı ama bana bu kadar yakınken bile, sanki uzağımdaymışcasına üşüdüğümü hissettim. Gözleri yavaşça dudaklarıma indi. "Bence inanmamam."

 

Kalbim göğüs kafesimin prangalarını zorladığında, "Neye inanmak istersen," diye bir seçim sundum ona. "Ya da neye inanmamak."

 

Hafifçe kafasını salladı. "O yüzden mi diline bulaştırdın bu zehri?" diye sordu, gözleri dudaklarımdan yavaşça gözlerime tırmanırken. "O yüzden mi sana aklına koyduğun şeyin dışında yaklaşan herkese saplıyorsun iğnelerini Dilba?"

 

Meydan okurcasına ona baktım. "Çünkü kimsenin haddine değil," dedim sertçe. "Ne beni yargılamak, ne de suçlamak. İsterse en yakınım olsun, sessiz kalmam."

 

"Aynen az önce İdil'e yaptığın gibi, öyle mi?" diye sordu Azer.

 

Huzursuz bir şekilde derin bir nefes aldım ve ardından, "Nasıl anlamak istiyorsan," diye konuştum. "Gidiyorum ben. Daha fazla burada kalıp sinirlerimi bozamayacağım."

 

Onun yanından geçerek, az ilerdeki alana park edilmiş arabalara doğru ilerlemeye başladığımda arkamdan, "Sen bilirsin," diye mırıldandığını duydum.

 

Ona bakmadan yürümeye devam ettiğimde, Volki yerine Güven bana kapıyı açarak binmem için geriye çekildi. O sırada Azer'in, Volkan'a seslendiğini işittim. Bununla beraber Volki koşar adımlarla Azer'in yanına doğru gitmişti. Volki'nin beni kesinlikle idare etmesi gerekiyordu. Tek umudum ondaydı.

 

Ben arabaya bindikten sonra Güven kapıyı kapatarak şoför koltuğuna geçti ve beklemeden arabayı çalıştırdı. Araba mekânın önünden ayrılırken, ben Azer'in olduğu tarafa çaktırmadan bakmakla meşguldüm. Bu hiç iyi olmamıştı.

 

Hem de hiç.

 

Tekrar önüme dönerek arkama yaslandım. Konağa gidene kadar yaklaşık on defa Berşan Hanım'ı arasamda ulaşamamış olmam beni daha çok geriyordu. Muhtemelen Konak hâlâ misafirlerle dolu olduğundan o da yeterince meşguldü.

 

Ne yapıp edip Bedo'dan kurtulmam lazımdı.

 

Konağa vardığımızda, taş sokak boylu boyunca arabalarla doluydu. Avlu ise boşalmıştı, muhtemelen erkekler dağılmış olmalıydılar. Çalışanlar ise ortalığı temizlemekle meşguldüler lakin üst kat hâlâ oldukça kalabalıktı. Bu da düşüncemi doğrulamıştı. Anlaşılan bu gece Berşan Hanım'la konuşmam mümkün değildi.

 

Merdivenlerden çıkarak iki konağı bir birine bağlayan büyük taş merdivenlerin önünde durdu adımlarım. Dikkatim, büyük konağın ikinci katındaki koridorun en sonunda bulunan odaya doğru kaydığında, bakışlarım odanın önünde duran Yasemin'i seçmişti. Art arda odanın kapısına vururken, ağzında bir şeyler geveliyordu ama buradan ne dediğini tam olarak duyamamıştım.

 

Odama gitmekten vazgeçip o tarafa doğru yürümeye başladım ve Yasemin'in durduğu yere yaklaştığımda, "Yasemin?" diye seslendim sorarcasına. "Bir şey mi oldu?"

 

Yasemin'in bakışları, beni duyar duymaz hızlıca benim üzerime döndüğünde gözlerindeki belli belirsiz telaşı farketmem uzun sürmemişti. Kafasıyla kapıyı göstererek, "Elvan," diye mırıldandı. "Sabahtan beri kapıyı çalıyorum ama ses etmiyor, uyuyordur diye kapıyı açmadım ama..."

 

"Kilitli mi kapı?" diye sordum hızlıca.

 

Yasemin bilmiyorum dercesine omuz silktiğinde yavaşça kapıya doğru yaklaştık ve beklemeden kapıyı iki defa tıklattım. "Elvan?"

 

Cevap vermesini bekledim ama karşıdan herhangi bir cevap gelmedi. Elimle kapı kulpuna baskı uyguladığımda ilk deneyişimde açılmadı ama ikinci kez kapıyı hafifçe ittiğimde kapı açılmıştı. Kapı açıldığında, kapıyı kilitlemek yerine komidini kapının arkasına koyduğunu yeni farketmiştim. Kapıyı biraz daha iterek tamamen açılmasını sağladığımda, bakışlarım odanın içinde gezindi ve saniyeler içinde Elvan'ın bedeni girdi kadrajıma.

 

Gördüğüm görüntüyle beraber, adımlarım olduğu yerde kalırken, Yasemin'in dudaklarından kısık bir çığlık koptu.

 

Elvan yerde otururur pozisyondaydı ve sırtını yatağa yaslamıştı. Yerdeki kırık cam parçası ve Elvan'ın bileklerinden zemine dökülen kanlar ne olduğunu saniyeler içinde anlamama sebep olurken, bakışlarımı hızlıca yüzüne çevirdim. Bilinci açıktı. Cam parçası hâlâ elindeydi, bu da demek oluyordu ki az önce yapmıştı bunu.

 

"Hemen ecza çantasını getir Yasemin," Hızlıca Elvan'a doğru ilerleyerek yere çöktüm. "Bırak şunu," diye sertçe konuşup Elvan'ın elindeki cam parçasını yere attım ve ardından bileğindeki çokta derin olmayan kesiğe göz gezdirdim. "Sen ne yaptığını zannediyorsun ya, öldürecek misin kendini?"

 

Elvan öfkeyle yüzüme baktı ve kafasını sağa sola salladı. "İstediğimi almadan ölmek yok bana," diye bağırdı. "Niye geldin ya, elimdeki ufacık umudu söndürmeye ne hakkın var senin?"

 

Sağ tarafta yere düşmüş telefonun ekranında Azer'in ismini gördüm. Muhtemelen Elvan tam arayacakken ben girmiştim içeri. Bu manzarayla beraber ne olduğunu idrak etmem fazla uzun sürmemişti. Bakışlarım hızlıca Elvan'a döndü. "Sen baya baya kafayı yemissin," diye konuştum ve ardından hızlıca ayağa kalkıp komidinin üzerindeki peçete rulosunu elime aldım ve büyük bir parça kopararak tekrar dizlerimiz üzerine çöktüm. "Bastır şunu," diye konuştum peceteyi kesiğin üzerine bastırarak.

 

Elvan dediğimi yaparak peceteyi yaraya bastırırken, yaptığı şeyin saçma olduğunu yavaş yavaş idrak ettiğini görebiliyordum. Öyle ki bakışları yerdeki kanlara değince gözlerindeki korku büyümüştü. Peceteyi tutan elinin titremeye başladığını farkettiğimde, Elvan'ın bakışları hızlıca beni buldu. "Bir şey olmaz değil mi?" diye sordu kesik kesik. "Durmuyor bu kan..."

 

Tam bu sırada kapı hızlıca açıldı ve Yasemin elindeki ecza çantasıyla yanımıza doğru koştu. Elindeki çantayı hızlıca alıp kafamla kapıyı işaret ettim. Yasemin hızlıca kapıyı kapatırken, Elvan'ın bakışları bu sefer Yasemin'i buldu. "Kimseye bir şey söylemedin değil mi?"

 

Yasemin olumsuz anlamda kafasını salladı. "Hayır kimse görmedi beni zaten."

 

Elvan telaşla bana baktı. Elleri hâlâ titriyordu ve nefesleri hızlanmıştı. Çantayı açıp lazım olan malzemeleri çıkarırken, "Sakin ol," diye konuştum. "Titremeye devam edersen yarayı dikemem."

 

Elvan sakinleşmek adına bir kaç kez derin nefes aldı. Bu sırada elime eldivenleri geçirip, yarayı dezenfekte etmek adına biraz pamuk aldım elime. İlacı pamuğun üzerine döküp peceteyi yaranın üzerinden çektim ve beklemeden pamuğu kanamaya devam eden kesiğin üzerinde gezdirdim. İlaç yaktığı için Elvan'ın dudaklarından kısık bir inilti döküldü.

 

"Canına kıymaya çalışmak ne ya?" diye söylendim bir kez daha, ardından Elvan'ın yüzüne baktım. "Bu kadar mı döndü gözün, aptal mısın sen?"

 

Elvan dişlerini acıyla birbirine bastırdı. "Evet aptalım," diye konuştu kesik kesik. "Sen çaresizlik ne demek biliyor musun?"

 

Elimdeki pamuğu kesiğin etrafında gezdirmeye devam ettim. "Dua et erken kavuştuk," dedim buz gibi bir sesle. "Biraz daha geç gelseydik ölecektin hâlâ çaresizlik diyorsun... Sen çaresizlik görmemişsin be."

 

Dezenfekte işlemini bitirdim ve küçük bir şırınga yardımıyla kesiğin etrafını uyuşturup dikiş atma işlemine başladım. Kesik ciddi anlamda derin değildi ama kesinlikle dikiş aılması gerekiyordu. Elvan kafasını diğer tarafa çevirmiş ve yüzünü buruşturmuştu. Yasemin ise köşede ses çıkarmadan bizi izliyordu.

 

Göz göre göre, sırf blöf yapmak için bileğini kesmişti. Anlık bir öfkeye düşmüş olacak ki planladığından daha çok ileriye gitmiş ve sonrada pişman olmuştu. Elvan'ın takıntı seviyesi tahmin ettiğimden daha ciddi boyuttaydı, bunu şimdi daha iyi görebiliyordum.

 

Bakışlarımı yaradan ayırmadan, "Burayı silmek lazım," diye konuştum ve göz ucuyla saniyelik olarak Yasemin'e baktım.

 

Yasemin hafifçe kafasını salladı. "Ben bir bez getireyim hemen."

 

Yasemin odadan çıktığında ben son dikişi atmaya başlamıştım. Bakışlarımı o noktadan ayırmayıp, yarayı kapatmaya devam ederken, "Eğer cam biraz daha derine inseydi muhtemelen şu an nefes almıyor olurdun," Elvan'ın bakışları yavaşça bana doğru döndü ve bir kaç saniye boyunca hiçbir şey söylemedi. "Blöf yapacağım diye canından olacaktın neredeyse kusura bakma ama hiç akıllıca değil."

 

Elvan elindeki yaraya baktı bir süre. "Emin ol ölümü defalarca kez göze aldım ben," diye konuştuğunda alayla güldüm.

 

"Gözlerinde ki korku öyle söylemiyor ama," diye konuştum imalı bir sesle. "Hatta o kadar korktun ki, sorgusuz sualsiz emanet ettim canını bana."

 

Elvan'ın gözleri aniden kocaman açıldı ve bakışları hızlıca az önce yere bıraktığım şırıngaya indi. Gözlerindeki şüphenin dozu hızlıca artarken soracasına bana baktı. "Bir dakika ya, ne vardı o şırınganın içinde."

 

Göz ucuyla Elvan'a baktım ve ardından makası elime alarak ipi kestim. "Korkma," diye konuştum alaycı bir sesle. "Henüz o kadar cani değilim."

 

Elvan tekrar önüne döndü ve derin bir nefes aldı. Bir kaç saniyelik kısa sessizliğin ardından, "Kimse bilmesin bunu," diye konuştu kısık bir sesle ve ardından lütfen dercesine bana baktı bir süre. "Özellikle Azer. Yapmamam gerekiyordu zaten, tamamen sinir patlaması yaşadım işte..."

 

Herhangi bir şey söylemeden sargı bezini bileğine sardım ve elindeki eldivenleri çıkarıp, ilaçları tekrar çantanın içine yerleştirdim. Yasemin ise elinde bir kova ile tekrar içeriye girmişti. Herhangi bir şey söylemeden ayağa kalktım ve göz ucuyla Elvan'a baktım. "Pansumanı hergün değiştir," diye konuştum. "Ayrıca biraz daha orijinal fikirler üret, bunlar çok klişe kaçıyor."

 

Alayla gülüp son kez Elvan'a baktım ve odadan çıkarak kapıyı arkamdan kapattım. Odadan çıkar çıkmaz kalbimin orta yerine bir ateş düştüğünde, aylar önce hayatımın orta yerine bir kor gibi düşen ve ben de ömrüm boyunca geçmeyecek o tramvayı bırakan gece geldi aklıma. Değil birinin canına kıyma ihtimali, bunu aklından geçiriyor oluşu bile bana o geceyi hatırlatıyordu.

 

Bir an nefes alamadığımı hissettiğimde ağır adımlarla tekrar geldiğim merdivenlere doğru yürümeye başladım ama adımlarım bir saatin tıkırtısı kadar ağırdı. Kalbim acıyordu. Ruhum kanıyordu.

 

O gitmişti ve gidişi bana hayatımın en büyük zayıflığını miras bırakmıştı. Bundan kurtuluşum olmadığını biliyordum. En çokta acımı haykıramadığım, tek bir kişiyle bile paylaşıp bir nebze olsun hafifletemediğim için kızıyordum kendime. Her şeyin bana onu hatırlatmasını kaldıramıyordum artık. Zor geliyordu.

 

Çok zor geliyordu.

 

•••

 

Sabahın ilk ışıklarıyla beraber konaktan bir hışımla çıkarak annemin konağına geldiğimde, ben oraya varana kadar saat neredeyse dokuza geliyordu. Ama annemin beni yaklaşık olarak yarım saattir bekletmesine karşılık hâlâ burayı terk etmemek için ne beklediğimi kendime soruyordum ama maalesef ki bu onun yardımına ihtiyacım olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

 

Maalesef.

 

Aslında niyetim Berşan Hanım'la konuşmaktı ama onu bir türlü tek yakalayamadığım için daha fazla zaman kaybetmeden ikinci seceneğe yani anneme yönelmiştim. Berşan Hanım'ı sorduğumda onun Azer'in yanında, çalışma odasında olduğunu söylemişlerdi. Açıkçası bunu duymak beni epey bir germişti çünkü Azer'in dün gece gözlerinde gördüğüm şüphe çok gerçekti.

 

Ona yalan söylediğime neredeyse emindi.

 

Üst kattaki avluda, bakışlarımı yere dikmiş ve sabırsız bir şekilde beklerken duyduğum topuklu ayakkabı sesiyle beraber kafamı hızlıca kaldırıp sesin geldiği yöne doğru çevirdim bakışlarımı.

 

"Erkencisin bakıyorum," Annem üzerindeki koyu lacivert, saten gömleğinin yakalarını düzelterek bana doğru ilerlerken gözleri ile beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmemişti. "Gerçi ben dün gece gelirsin diye düşünmüştüm ama..."

 

Çaprazımdaki tekli koltuğa oturup bacak bacak üstüne attığında sorarcasına ona baktım. "Sen biliyor muydun?"

 

Annemin yüzünde belli belirsiz, alaycı ve ufak bir tebessüm belirdi. "O Bedirhan denen serseriden bahsediyorsan evet, haberim var," dediğinde oldukça rahat görünüyordu. "Açık konuşmak gerekirse bunu ben de beklemiyordum. O asalak için fazla cesur bir hareketti."

 

Anlam veremiyormuş gibi bir müddet hiçbir şey söylemeden öylece onun yüzüne baktım. Delirmeme ramak kalmıştı. "Nasıl ya," diye çıkıştım en sonunda. "Biliyordun ve engel olmadın öyle mi?"

 

Annem rahat bir tavırla arkasına yaslandı ve bakışlarını benim üzerime dikti. "Hemen diklenme öyle," dedi. "Ben de gece öğrendim."

 

Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. "Kim söyledi?"

 

"Berşan aradı az önce," diye yanıtladı beni. "İyi idare etmişsin. Çocuğu karakola götürmüşler söylediğine göre. Gerçi ben Berşan'ın oğlu onu çoktan vurmuştur diye düşünmüştüm."

 

Avuçlarımı iki yanıma yaslayarak bir müddet karşımdaki uçsuz bucaksız manzaraya diktim bakışlarımı. Zihnimin içi bir savaş alanı gibiydi ve nasıl durduracağımı bile bilemez haldeydim. Bir kaç saniye sonra bakışlarım yavaşça annemi buldu. "Bedo'yu, Mardin'den göndermem gerekiyor," diye konuştum en sonunda. "Berşan Hanım müdahale ederse anlarlar. O yüzden senin bana yardım etmen lazım anne."

 

Annem beni dikkatlice inceledi. Dudaklarımda ki alaycı tebessümün dozu artarken, "Kim anlar mesela?" diye sordu imalı bir sesle. "Dur ben söyleyeyim, Azer Boranlı öyle değil mi?"

 

"Konumuz bu değil."

 

"Bence tam olarak bu," dedi beklemeden. Ardından belli belirsiz kafasını salladı. "İçimden bir ses, en çok Azer'in öğrenmesinden korktuğunu söylüyor nedense."

 

Daha fazla dayanamayarak hızlıca oturduğum yerden kalktım. "Anlaşılan senin bana yardım etmek gibi bir niyetin yok."

 

Yanından geçip gideceğim sırada o da aynen benim gibi ayağa kalktı ve "Bazen karşında kimin olduğunu unutuyorsun kızım," diye konuştu. Adımlarım duraksarken bakışlarım tekrar onun üzerine dönmüştü. O ise kollarını önünde bağlayarak bana bir adım yaklaştı ve tam karşımda durdu. "Bedirhan denen çocuk bir kaç saat önce Ankara adliyesine sevkedilmek için yola çıktı zaten. Senin keyfini bekleyecek değildim."

 

Kurduğu cümle ona şaşırmış bir ifadeyle bakmama sebep olurken, "Bir dakika ya," diye mırıldandım. "Yardım ettin yani bana öyle mi? Hem de ben istemeden," Dudaklarımın kenarı alayla kıvrıldı. "Oynadığım oyunu desteklemediğini zannediyordum."

 

"Fikrim hâlâ aynı," dedi bir saniye bile beklemeden. "Ama bilirsin, seni oyundan çıkaramıyorsam kazanmanı sağlamak benim daha çok işime gelir, öyle değil mi?"

 

Tam olarak Feraye Sonay aklı.

 

Aslında bu yaptığına şaşırmamam gerekiyordu çünkü ondan da tam olarak bu beklenirdi. Kaybetmeye tahammülü olmayan bir kadındı ve oyunun kaybedeni kızı bile olacak olsa buna asla izin vermeyeceğini biliyordum. Çünkü benimle arasında olan o savaştan bağımsız olarak, kendisinin ismi geçen hiç bir yerde yenilginin adının bile geçmesini sevmezdi.

 

"Peki bu yeterli olacak mı sence?"

 

Sorduğum bu soruyla beraber kafasını hafifçe yana eğdi. "Şüpheleri yok etmek senin elinde," diye konuştu. "Bunu yapmak zorundasın, aksi takdirde o cocuğu Ankara'ya göndermemin hiçbir faydası olmaz. Boranlı'ların o çocuğun nerede olduğunu bulması iki dakikasını bile almayacaktır. İstediğin zaman ne kadar manipülatif bir kız olabildiğini benden iyi kimse bilemez Dilba, bence kullanmak için tam zamanı öyle değil mi?"

 

Konu başka biri olsa bunu başarmam çok kolay olurdu ama şüphesini üzerime çektiğim kişi Azer Boranlı'ydı. Onun içindeki şüpheyi yok etmem imkansıza yakındı. Azaltabilirdim ama tamamen yok edemezdim. Beni çok iyi tanıyordu. Beni benden daha iyi tanıyordu.

 

Herhangi bir şey söylemeden buz gibi bir ifadeyle anneme bakmaya devam ettim. Yüzüm ciddileşirken, içimdeki o yoğun gerginlik sönmek bilmiyordu. Oyunumun bozulması veya mağlup olmak değildi asıl konu. Buna izin vermezdim zaten. Ne Adil Bey'den ne de diğerlerinden en ufak bir korkum yoktu, hatta umurumda bile değildi, ama beni asıl korkutan şey Azer'in bana olan güvenini tamamen kaybetmekti. En çok bundan korkuyordum.

 

Birine yalan söylediğim için ilk kez canım yanıyordu.

 

Bir şey söylemeden annemi geride bırakıp merdivenlere doğru yürümeye başladığımda arkamdan, "Rica ederim," diye seslendi imalı bir sesle ama ben dönüp arkama bakmadım bile.

 

Ona teşekkür etmeyecektim. Çünkü buna bile alışık değildim.

 

Öz anneme teşekkür etmeye bile alışık değildim.

 

Aşağı indiğimde, kapıda beni bekleyen iki kişi vardı. Biri Güven, biri ise her zamanki gibi Yusuf'tu. Anlaşılan o ki, dün gece olanlardan sonra Azer yine peşime en güvendiği adamını, yani Güven'i takmıştı. Volki ise konakta, diğer adamların yanındaydı. Muhtemelen dün Azer tarafından sıkı bir sorguya çekilmişti.

 

Yusuf bana kapıyı açtığında, beklemeden geçip arabaya bindim. Konak zaten fazla uzakta olmadığından oraya varmamız on dakika bile sürmemişti. Nedense içimden bir ses annemin evi bilerek bu kadar yakın seçtiğini söylüyordu.

 

Araba Boranlı konaklarının önünde durduğu zaman, içimi sarıp sarmalayan o yoğun gerginliğe mani olamadım bir kez daha. Bedo'yu buradan göndermenin bir çözüm olacağını sanmıyordum. Azer, o her nerede olursa olsun bulabilecek bir adamdı. Ne yapıp ne edip üzerimdeki bu şüpheyi dağıtmam gerekiyordu.

 

Arabadan indiğimizde, kapıda duran adamlardan biri Güven'e doğru bakarak, kafasıyla içeriyi gösterdi. "Abi sen de bir görün istersen," diye konuştu. "Azer Ağam, Güven abi gelince bir yanıma uğrasın dedi."

 

Güven hafifçe kafasını salladı ve göz ucuyla bana baktı. "Sen geç Dilba Hanım."

 

Herhangi bir şey söylemeden bakışlarımı onlardan ayırıp avlu kapısından içeri girdiğimde, Fırat Can'ın, "Dilba'cığım!" diye bağırmasıyla adımlarım duraksamıştı.

 

Üzerine bindiği ve yeni alındığı belli olan akülü arabayı bana doğru sürerken keyfi epey bir yerinde görünüyordu. Arabayı ayak ucuna kadar getirip tam önümde durduğunda kafasını kaldırarak, "Bak amcam bana ne aldı," diye konuştu ardından gözleri kapıya doğru kaydı ve gözleri yaramaz bir ifadeyle kocaman açıldı. "Aa Cenabet Cenap gelmiş!"

 

Duyduğum şeyle beraber gözlerim kocaman açılırken, bakışlarım kapıya doğru döndü. Cenap Ağa, Dilcan Hanımla beraber içeriye girdiğinde Fırat Can arabasını onların üzerine doğru sürmeye başlamıştı. "Cenabet Cenap! Cenabet Cenap!"

 

Cenap Ağa'nın duyduğu şeyle beraber kaşları çatıldı. "Cenabet Cenap mı?" diye sordu şaşkınca. Ardından yapmacık bir şekilde gülerek etrafına baktı. "Kim öğretiyor canım şuncacık çocuğa şu lafları..."

 

Dilcan Hanım, Cenap Ağa'ya bakarak gülmeye başladığında, gülmekten yüzü bir anda kıpkırmızı kesilmişti. Kendimi tutamayarak gülmeye başladım ama Cenap Ağa önce bana sonra da Dilcan Hanım'a bakarak, "Gülmeyin canım," diye söylendi ve ardından Fırat Can'a baktı. "Ayıp evladım, ayıp. Ben senin deden yaşındayım çocuğum."

 

"Neden ki?" diye bağırdı Fırat Can, keyifle kıkırdayarak. "Benim annemler sana her zaman__"

 

"Fırat Can," Mercan koşar adımlarla yanımıza geldiğinde kaşlarını havaya kaldırarak Fırat Can'a doğru çevirdi bakışlarını. "O ne biçim konuşma oğlum, çok ayıp..." Toparlamak istercesine hafifçe gülümsedi ve Cenap Ağa'ya baktı. "Ay kusura bakma Cenap Ağa, çocuk işte ağzına geleni söylüyor."

 

Dilcan Hanım, Cenap Ağa'yı çekiştirerek, "Ay yürü hadi Cenap yürü," diye konuştu ardından tekrar gülmeye başladı. "Ay hiç güleceğim yoktu valla..."

 

Onlar avluya geçerlerken, Mercan'da Fırat Can'ı oradan uzaklaştırmakla meşguldü. Tam bu sırada Gaye'nin de avluya girdiğini gördüm. Beni görür görmez koşar adımlarla yanıma yaklaştı. "Günaydın."

 

Göz ucuyla Gaye'ye bakarak, "Günaydın," diye mırıldandığımda, o etrafına bakarak kimsenin olmadığına emin oldu ve bana hafifçe yaklaştı.

 

"Ya dün ne oldu öyle ya hiçbir şey anlamadım," Bir kez daha etrafına bakındı ve ardından bakışları benim üzerime döndü. "Sen gittikten sonra Azer öfkeden delirecek gibiydi. Ne oldu ya, kimse bir şey de anlatmadı zaten..."

 

Sorarcasına Gaye'ye baktım. "Ben gittikten sonra çok kaldı mı orada?"

 

Gaye, "Hayır işte ben de onu anlamadım," diye yanıtladı beni. "Bir beş dakika yukarı çıktı, sonra kalkıp gittiler zaten Barış'larla beraber. Hem sen niye gittin ya, ne oldu hiçbir şeyden haberim yok. İdil de bir şey anlatmadı, onunda pek morali yoktu belli etmemeye çalıştı ama anladım ben."

 

Dün geceki yalanı biraz daha sağlamlaştırmak adına, "Eski bir erkek arkadaşım kafayı bulup gelmiş dün," diye konuştum. "O yüzden biraz gerildi herkes. Çokta önemli bir şey değil zaten."

 

Gaye'nin yüzü ciddileşti. "Şaka yapıyorsun," diye konuştu şaşkınca. "Sende direkt söyledin mi yani eski erkek arkadaşım diye?" Kafamı sallayıp onu onayladığımda, duraksadı. "Ay inanmıyorum ya, sendeki cesaret kimse de yok yemin ederim Dilba... Boranlı erkeklerinden herhangi birine böyle bir şey söylesen o adamı yer yüzünden silerler ya. Hele ki bir de Azer'e..."

 

"Of tamam ya kapat bu konuyu," diye konuştum bıkkın bir ifadeyle. "Diğerlerinin yanında da sakın açma bu mevzuyu rica ediyorum. Zaten herkes yeterince gergin."

 

Gaye, belli belirsiz kafasını salladı. "İyi tamam, gel bizimkilerin yanına gidelim bari."

 

Gaye'yi kafamla onaylayıp, beraber kahvaltı masasının kurulduğu yere doğru ilerlemeye başladık. Dilcan Hanım'lar ve Arzu masada karşılıklı oturmuşlardı. Berşan Hanım ve Ruken de oradaydı ama Azer ortalıkta görünmüyordu. Harun'da bulunduğumuz yöne doğru gelirken, Azer'in ortalıkta olmaması gerilmeme sebep olmuştu.

 

Gaye'yle beraber boş olan sandalyelere geçip oturduğumuzda, Berşan Hanım'ım bakışları saniyeler içinde benim üzerime dönmüştü. Gözlerindeki ifade dün gece olanlardan haberi olduğunu açıklar nitelikteydi. Zaten annemle haberleştiğini biliyordum, bu konu onun da canını sıkmış olmalıydı.

 

"Hayırdır Dilba?" Arzu'nun sesi aramıza girdiğinde, bakışlarımı Berşan Hanım'dan ayırarak Arzu'ya çevirdim. "Artık bizimle selamı sabahı da kestin bakıyorum, öyle kafana göre çıkmalar istediğin saatte gelmeler... Keyfin baya bir yerinde."

 

Yüzüme yapmacık bir tebessüm yerleştirdim. "Sorma ya," diye mırıldandım alayla. "Keyfim o kadar yerindeki kıyamet kopsa umurunda olmaz... Hani öyle bir keyif."

 

Arzu güldü. "O belli zaten," dedi. "Hayır ama Adil'de iskele babası değil ya, hani bir sorsan etsen diyorum. Hani adam ölümlerden falan döndü, bir canın yanar, kan çeker ne bileyim... Sende tık yok maşallah."

 

Arkama yaslanarak gamsız bir ifadeyle omuz silktim. "Ne kadar üzüldüğümü bir bilsen," diye konuştuğumda sesimde yoğun bir alay vardı. "İçim dışıma çıktı ağlamaktan kaç gündür. Bir vicdan azabı, bir üzüntü... Ya dedim beni daha doğmadan terkeden adama ben nasıl yardım etmem."

 

Arzu hafifçe kafasını salladı. "Geç sen dalganı..."

 

Bu sırada, Lebriz Hanım'ın ve İdil'in beraber merdivenlerden indiklerini gördüm. Onlar masanın önüne geldiklerinde İdil, Lebriz Hanım'ın oturmasına yardım ediyordu. Lebriz Hanım, "Sağol kızım," diye konuşup yerine oturduğunda İdil'de geçip sandalyelerden birine oturmuştu.

 

Lebriz Hanım göz ucuyla masayı şöyle bir inceledi. Tam ağzını açıp bir şey soracaktı ki, Azer'in yanında Barış'la beraber masaya doğru yürüdüklerini gördüm. Muhtemelen Lebriz Hanım'da tam Azer'i soracaktı çünkü Azer'i görür görmez yüzü gülmüştü.

 

"Günaydınlar ahali," Barış keyifli bir sesle bunu söylediğinde, Lebriz Hanım kafasını hafifçe salladı.

 

"Günaydın oğlum, ne ara geldin sen?"

 

"Dün gece süpriz yaptı hepimize," diye araya girdi Ruken.

 

Lebriz Hanım, "Ne iyi yaptın," diye konuştu. "Annen de dün bizdeydi, ne sevinmiştir şimdi seni görünce."

 

Onlar konuşurlarken, Azer'in buz gibi bir suratla geçip her zamanki yerine oturuşunu seyrettim. Sinirli olduğu her halinden belli oluyordu. Bu siniri dünkü olaydan mı kaynaklıydı yoksa başka bir şey mi olmuştu çözememiştim.

 

"Bu arada Elvan nerede?" Mercan'ın lafa girişiyle beraber, bakışlarım ağır ağır Mercan'ın üzerine döndü.

 

Dün geceki girişiminden sonra kahvaltıya inmeyeceğini tahmin etmiştim. Yaptığı şeyden dolayı pişmandı ve kimsenin öğrenmesini istemiyordu. Açık konuşmak gerekirse bu kadar ileri gidebileceğini ben bile tahmin edememiştim. Bunu yapmasındaki amaç kendini öldürmek değildi ama ne olursa olsun, bu normal bir düşünce olamazdı.

 

Hatice çayları servis ederken, "İsterseniz çağırayım," diye konuştu Mercan'a bakarak.

 

"Hayır," diye araya girdiğimde herkesin bakışları benim üzerime dönmüştü. Hızlıca bir yalan uydurarak, "Bırak uyusun, yerinden kalkacak hali yoktu," diye mırıldandım. "Rahatsızmış biraz, ağrı kesici vermiştim çıkmadan."

 

"Aa neyi varmış?" diye sordu Ruken.

 

Göz ucuyla Ruken'e baktım. "Ağrısı var."

 

"Ne ağrısı?" diye sordu Cenap Ağa, meraklı bir sesle. "Başı falan mı ağrıyormuş anlamadım ben."

 

Bıkkın bir ifadeyle, "Sen anlamazsın Cenap Ağa," diye konuştum hızlıca. "Kadınsal bir şey."

 

Mercan'ın güldüğünü işittim. "Anam doktor olunca böyle oluyor demek ki," diye konuştu ve imalı bir şekilde bana dikti bakışlarını. "Kız daha dün bunun boğazına yapışmadın mı sen? Görende kırk yıllık kankası sanacak..."

 

Bununla beraber, Azer'in bakışlarının benim üzerime döndüğünü gördüm. Bunu duymayı beklemediği açıktı. Yüzü ifadesizdi ama gözlerindeki belli belirsiz şaşkınlığı yakalayabilmiştim.

 

Barış'ın gülerek, "Oo," diye mırıldandığını duydum, ardından gülüşünü bastırmaya çalışarak elini ağzına kapattı.

 

Herkesin üzerinde tek tek bakışlarımı gezdirerek, "Ya yok öyle bir şey," diye mırıldandım. "Ufak bir tartışmaydı sadece, Mercan abartıyor."

 

Mercan konuşacağı sırada ters ters Mercan'a bakarak onu susturdum ve tekrar önüme döndüm.

 

"Valla bu kadınları anlamak zor yahu..." dedi Cenap Ağa.

 

"Her lafa atlamazsan ölürsün zaten değil mi Cenap," diye söylendi Dilcan Hanım. "Az dinlendir şu çeneni be adam."

 

Cenap Ağa neyse dercesine elini salladı ve ardından bakışlarını Barış'a çevirdi. "E Barış, Almanya'dan gelecek mallar indi mi depoya? Valla bak ben diyorum ha, siz traktörleri de oradan getirecektiniz. Ben zamanında bakmıştım o traktörlere, Hollanda'dakiler onlar kadar değil gibi..."

 

"Bu arada köy yolundaki depoda duran malların çıkışını verdim," dedi Harun göz ucuyla Azer'e bakarak. "Kemal'in adamları gelip aldı bu sabah haberin olsun."

 

Azer'in bakışları Harun'un üzerine döndü hızlıca. "Ne demek çıkışını verdim?" diye çıkıştığında, sesi oldukça sert çıkmıştı. "Ben o mallar depodan çıkmayacak demedim mi, sen niye izin veriyorsun malları almalarına lan?"

 

Masada kısa bir sessizlik olurken, Harun, Azer'in bu tepkisine pek şaşırmamış gibiydi. "Abi kamyonlarla bir sürü mal bekliyordu deponun önünde," diye konuşmaya başladığında, eliyle Barış'ı gösterdi. "Barış'ta oradaydı. Mecbur depoyu boşaltmam gerekiyordu."

 

Azer arkasına yaslanarak bir müddet bekledi. Sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu ama bunu başaramadığında bakışları tekrar bir ok gibi önce Barış'a sonra da Harun'a döndü. "Lan Nusaybin'de bin tane depo var delirtmeyin beni," dedi. "Bula bula orayı mı boşaltasınız tuttu oğlum?"

 

"Malları alıp gittiler zaten oğlum boşver işte," diye konuştu Barış. "Biz nerden bilelim, mallar çok olunca biz de en büyük depoyu boşalttık."

 

"İyi halt ettiniz," Azer telefonunu cebinden çıkararak, sandalyesini geriye doğru itti ve ayağa kalktı.

 

Birini arayarak telefonu kulağına koyduğunda, ağır adımlarla masadan uzaklaşmaya başlamıştı. Fazla sinirliydi.

 

Bakışlarım onu takip ederken, Lebriz Hanım'ın, "Oğlum niye kafanıza göre iş yapıyorsunuz?" diye sorduğunu işittim.

 

Bakışlarım, tekrar masaya dönerken Harun gergin bir ifadeyle arkasına yaslandı. "Bırak babaanne ya," diye konuştu hafiften sinirli bir sesle. "Belli başka bir şeye sinirlenmiş, öfkesini bizden çıkarıyor. Dünden beri bomba gibi, patladı patlayacak."

 

Lebriz Hanım, "Ne oldu ki dün?" diye sordu.

 

Harun'un bakışları, bir benim üzerime bir de Barış'ın üzerine döndü. "Bir bilsek..."

 

Barış eliyle ağzına fermuar çekiyormuş gibi yaparak, herhangi bir şey söylemeden yemeğini yemeye devam etti. Sanki konunun benimle hiçbir ilgisi yokmuşcasına rahat bir ifadeyle, bakışlarımı önümdeki tabağa indirdiğimde diğerlerinin gözlerinin benim üzerimde olduğunu biliyordum.

 

Bir kaç saniyelik kısa sessizliğin ardından, "Ee, Adil nasıl?" diye lafa girdi Cenap Ağa. "Niye inmedi kahvaltıya, yoksa durumu kötüye gidiyorda söylemiyor musunuz?"

 

Cenap Ağa'nın bunu söylemesiyle beraber, Arzu ve Dilcan Hanım aynı anda kulaklarını tutarak masaya iki kez vurdular. "Ay Allah korusun Cenap Ağa ya," diye söylendi Arzu. "Çok şükür iyi Adil."

 

"Sen buna bakma bacım, boş boş konuşuyor işte," dedi Dilcan Hanım ve Cenap Ağa'ya bir bakış attı. "Daha adam ameliyattan çıkalı kaç gün olmuş, bir de sen geldin diye aşağıya inecekti öyle mi? Az biraz mantıklı konuş."

 

"Bu arada Orkun nerede?" diye araya girdi, Barış. "Adil amcanın yanında mı, göremedim onu bugün."

 

Arzu, "Erken çıktı o bugün," diye yanıtladı Barış'ı. "Arkadaşlarıyladır muhtemelen."

 

Dik dik Arzu'ya baktım. "Ben beş dakika geç otursam şu sofraya kıyameti koparırsınız," İşaret parmağımla Arzu'yu işaret ettim. "Bakın görün işte, konu kendi oğlu olunca nasıl da süt dökmüş kediye dönüyor..."

 

Berşan Hanım'ın dudaklarından kısık bir kahkaha döküldü. "Tipik Arzu hareketleri işte, eh ne yapalım huyu kurusun... Onu da böyle kabul etmek lazım."

 

"Tamam yeter tartışıp durmayın ikide bir," diye uyarıda bulundu Lebriz Hanım ve ardından elinde tuttuğu işlemeli çay fincanını masanın üzerine bıraktı ağır ağır. "Berşan sen şu kadınları bu akşam tek tek ara, haftaya konakta aşireti toplayacağım. Daha fazla ertelemeye hacet yok," Ardından bakışları Harun'a döndü. "Oğlum sen de erkekleri arar anlatırsın durumu. Aman kimseyi unutmayın, sonra laf ederler hiç gerek yok."

 

Harun hafifçe kafasını salladı. "Tamamdır."

 

Arzu sorarcasına Lebriz Hanım'a baktı. "İşinize karışmak gibi olmasın biraz erken değil mi? Adil toparlanabilir mi o zamana kadar?"

 

"Asıl bunun için yapıyorum zaten," dedi Lebriz Hanım. "Millet Adil vuruldu diye geri adım attığımızı sanmasın. Herkes gelsin görsün iyi olduğunu. O Sahran'ların yaptıklarının yanına kalmayacağını kendi ağzıyla söyleyesin ki milletin ağzı dursun."

 

Göz ucuyla Berşan Hanım'a baktığımda, onun dudağının kenarıyla keyifli bir şekilde tebessüm ettiğini gördüm. İkimizin de aklına aynı şey gelmiş olacak ki, Lebriz Hanım bunu söyler söylemez bakışları beni bulmuştu.

 

Bir müddet sonra Barış ve Harun masadan kalkarak, Azer'in olduğu tarafa doğru gittiklerinde İdil ve Ruken de çalışanlara sofrayı toplamalarında yardım ediyorlardı. Azer, dakikalardır süren telefon konuşmasını sonlandırmıştı, bunu görünce Lebriz Hanım'da oturduğu yerden kalkarak onların yanına gitmişti.

 

Lebriz Hanım, o taraftaki büyük çardağa geçerek onları yanına çağırırken, ben bakışlarımı onlardan ayırarak sandalyemi geriye doğru ittim ve ayağa kalktım. Bakışlarım İdil'i bulurken nedense onunla konuşma ihtiyacı hissetmiştim, çünkü dünkü sinirle ona biraz fazla sert çıkıştığımın ben de farkındaydım.

 

"İdil," Ona seslenmemle beraber tam mutfağa gireceği sırada duraksadı ve bakışları benim üzerime döndü.

 

Ben ona doğru yürümeye başlarken, o elinde tuttuğu tepsiyi sıkıca kavrayarak, gözlerini benim üzerime dikmişti. Gelip tam karşısında durduğumda, "Bir şey mi oldu?" diye sordu hafiften meraklı bir sesle.

 

"Ben dün gece hakkında__" Cümlemi tamamlayacakken anlık olarak dikattim dağıldı ve bakışlarım Azer'in olduğu tarafa doğru kaydı.

 

Ne ara Lebriz Hanım'ın yanından ayrılmıştı bilmiyorum ama Güven ve Barış'ı da peşine takmış garaja doğru yürüyorlardı. Bakışlarım onları takip ederken, tam o sırada Azer'le göz göze geldik ama bu üç saniye bile sürmemişti. Bakışlarını benden ayırarak yoluna devam ettiğinde, ben onlar garaja girene kadar bakışlarımı onlardan ayırmamıştım.

 

Bana kızgındı.

 

Bu kısa etkileşim, moralimin daha çok bozulmasına sebep olurken İdil'in de o tarafa doğru baktığını görmem uzun sürmemişti. "Dünden beri herkes çok gergin," diye konuştuğunda, tamamen ona doğru dönerek bakışlarımı ona diktim. "Sebebi belli ama..."

 

"Sebebini bilmiyorum ama dünkü çocukla alakası yok," diye bir yalan uydurdum. Alakası vardı. Hem de çok vardı.

 

İdil'in gözleri benim üzerime döndü yavaşça, yüzü ciddileşmişti. "Ben Azer'i çok iyi tanıyorum Dilba," Kafasını hafifçe salladı. "Neye sinirlendiğini anlayabiliyorum artık. Bence kesinlikle dünkü olayla ilgili. Azer baya sinirlenmişe benziyor, kolay kolay kapanmaz bu mevzu."

 

Bakışlarıma samimiyetsiz bir tavır yerleşti. "Dünkü olay benimle ilgili," diye konuştum buz gibi bir sesle. "Kızgınlığının onunla hiçbir ilgisi yok."

 

İdil düşünceli bir tavırla kollarını önünde bağladı ve derin bir nefes aldı. "Sen öyle diyorsan öyledir," diye konuştu ve ardından belli belirsiz gülümsedi. "Ama gergin olan tek kişi Azer değildi bence."

 

Ağır ağır kafamı salladım. Sakin bir tavırla, "Haklısın," diye mırıldandım. "Dün biraz sert çıkıştım sana ama seninle bir ilgisi yoktu emin ol. Anlık bir şeydi."

 

İdil yüzüne yine o kendine özgü anlayışlı ifadeyi yerleştirerek gülümsemeye devam etti. "Önemli değil," dedi hafifçe koluma dokunarak. "Kırılmadım zaten, başka bir şey olduğunun ben de farkındaydım. Araya girmemem gerekiyordu, sen de haklısın."

 

Belli belirsiz gülümsedim. "Sorun yok o zaman?"

 

İdil kafasını salladı. "Yok tabi ki, estağfurullah."

 

"Günaydın herkese..."

 

Orkun'un sesini duymamızla beraber ikimizin de bakışları sesin geldiği yöne dönerken, Orkun'un yanında Helin'le beraber avluya girdiğini gördüm. Gördüğüm görüntüyle beraber kaşlarım hafifçe havalanırken, onları beraber görmek beklediğim bir şey değildi.

 

Hele ki, Helin'in en son bu evden nasıl çıktığını hatırlarsak...

 

"Helo?" diye mırıldanıp onlara doğru yürümeye başladığımda, Arzu'nun da hemen ayaklandığını görebilmiştim.

 

Helin sıkıntılı bir şekilde etrafına bakarak bakışlarını bana çevirdi. "Günaydın..."

 

Arzu koşar adımlarla bulunduğumuz yere geldiğinde sorarcasına önce Helin'e, sonra Orkun'a baktı. "Orkun? Hayırdır oğlum?"

 

Orkun göz ucuyla Helin'e bakarak bakışlarını annesine çevirdi. "Helin bugün benim misafirim, ona göre ağırlarsınız."

 

Arzu dik dik Helin'e baktı. "Bir dakika ya," diye konuştu Arzu, bakışlarını Helin'den ayırıp Orkun'a dikerken. "Bu kız Azat'ın metresi değil mi?"

 

"O ne demek ya?" diye araya girdi Helin, sesi sinirli çıkmıştı. "Benimle böyle konuşamazsınız, kendinize gelin lütfen."

 

Arzu alayla gülerek tekrar Helin'e baktı ve onu baştan aşağı ağır ağır süzdü. "Görende yalan söylüyorum sanacak," Dudaklarından kısık bir kahkaha döküldü. "Azat, Ruken'i seninle aldatmadı mı kızım? Ben mi yanlış biliyorum?"

 

"Anne," Orkun sabrı taşmışcasına annesine çevirdi bakışlarını. "Bu saçmalığa bir son verecek misin yoksa, Helin'in benim misafirim olduğunu hatırlatmama gerek var mı?"

 

Arzu, Orkun'un söylediği şeyle beraber anlık olarak duraksadı. Bunu beklemediği açıktı. Bakışları Orkun ve Helin arasında mekik dokurken, "O da ayrı bir garip zaten," diye konuştu en sonunda. "Hadi Dilba'nın misafiri olsa anlarım da, senin bu kızla ne tür bir arkadaşlığın olabilir çok merak ediyorum oğlum..."

 

Helin, "Yok ben gidiyorum," diye konuşarak gitmek için yeltendi ama Orkun'un aniden onun önüne geçerek onu engellemesiyle adımları aniden duraksamıştı.

 

Orkun, bakışlarını Helin'in gözlerine dikerek bir müddet orada oyalandı. "Hiçbir yere gitmiyorsun Helin," diye konuştuğunda, bu tavrı beni bile şaşırtmıştı. Bakışları ağır ağır annesine döndü. "Helin bu gece burada kalacak," Arzu konuşacakken Orkun hızla elini kaldırarak Arzu'yu susturdu. "Sakın bir şey söylemeye kalkma çünkü eğer o giderse, ben de giderim."

 

Bu son sözü Arzu'nun donup kalmasına sebep olmuştu. Helin'e karşı bu denli korumacı davranması sadece ona garip gelmemişti ama eğer tahminim doğruysa, Orkun'un bu şekilde davranmasını duygularına bağlıyordum. Aralarında bir şey olduğu açıktı ve anlaşılan o ki, Orkun'un hisleri hiçte basite alınacak türden değildi.

 

Sorarcasına Helin'e baktığımda Helin, "Anlatacağım," diye mırıldandı sadece.

 

Orkun göz ucuyla Arzu'ya bakarak, "Ben şimdi Azer abiyle depolara bakmaya gideceğim," diye konuştu ardından bakışlarını Helin'e çevirdi. "Gelince konuşuruz."

 

Helin, onu onaylarcasına belli belirsiz kafasını salladığında ben Orkun'un bu anlayışlı tavırlarını hayretler içinde izliyordum.

 

Bu sırada Ruken girdi kadrajıma. Gözleri Helin ve Orkun'un üzerinde gezinirken, geçen seferkinin aksine yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti. "Hoşgeldin Helin."

 

Bu hareketi beni şaşırtırken, geçen seferki tavrından dolayı pişman olduğunu anlamıştım. Bu iyi bir şeydi. Helin de bozuntuya vermeden, "Hoşbuldum," diye mırıldandığında Arzu bu seferde hayretler içinde Ruken'e bakıyordu.

 

"Ay bir ben unutmadım her halde olanları... Sizde ki genişlik kimse de yok valla."

 

Arzu söylene söylene yanımızdan ayrılırken ben Helin'e bakarak, "Hadi gel yukarı çıkalım," diye mırıldandım ve ardından Orkun'a ters ters bakarak yürümeye başladım.

 

Biz Helin'le beraber yukarı çıktığımızda, odaya girer girmez merakla Helin'e çevirdim bakışlarımı. "Ne oldu ya bu Orkun ne ayak?"

 

Helin, "Sorma," diye mırıldandı huzursuz bir ifadeyle. "Annem dün teyzemin yanına Şanlıurfa'ya gitti. Gece saat birde bir baktım Azat içmiş içmiş kapıya dayanmış..."

 

"Ne?"

 

Helin derin bir nefes alarak, "Hiç açma konusunu," diye söylendi. "Orkun'u aradım ben de korkup işte... O da beni alıp buraya getirdi. Ay içim hiç rahat değil ama benim böyle."

 

Duraksadım. "Dün gece niye haber vermedin ya?" diye ordum ve ardından aklıma gelen şeyle beraber bakışlarımı Helin'e diktim. "Sabaha kadar da Orkun'la beraberdiniz tabi..."

 

"Çocuk sabaha kadar yanımda bekledi," dedi Helin düz bir sesle. "O salak Azat yüzünden düştüğüm duruma inanamıyorum."

 

"E bir şey yaptı mı Orkun, Azat'a?" diye mırıldandım düz bir sesle. Ardından sesime imalı bir tını yerleşti. "Ay sen bir de Orkun'u teselli etmişsindir o kadar şeyin arasında babası vuruldu diye. Ama emin ol onun teselliye değil, sağlam bir terapiye ihtiyacı var."

 

Helin, çantasını tek kişilik koltuğun üzerine bırakarak, kendini kanepeye attı ve göz ucuyla bana baktı. "Sen de diyorsun işte, çocuğun babası vuruldu Dilba," Bakışları ciddileşti. "Bir tek onun değil, senin de, baban vuruldu hani hatırlatırım. Çocuk bu durumda bile benimle ilgileniyor."

 

Sol elimi makyaj masasına yaslayarak, bakışlarımı Helin'e diktim. Yüzümdeki buz gibi ifadenin yanı sıra, ona anlam veremeyen bir ifadeyle bakıyordum. "Haberin mi yok, yoksa yaptıklarını görmezden gelecek kadar çok mu seviyorsun Orkun'u?"

 

Helin duraksadı. Bunu pat diye söylemiş olmamı beklemiyor olacak ki, bir müddet daha sürdürdü bu sessizliğini. Ardından istemsizce gözlerini kaçırdı. "Aşık falan değilim ben," diye konuştu, sesi asla kendinden emin değildi. Muhtemelen bu söylediğine kendi bile inanmıyordu. "Ayrıca, neyden bahsettiğini anlamadım..."

 

"Orkun diyorum Helo," Kaşlarım yüzümdeki soğuk ifadeye eşlik ederek belli belirsiz havalandı. "Bana atılan o iftira, ki kesin duymuşsundur... O yaptı."

 

Helin arkasını yasladığı yerden hafifçe doğrularak sorarcasına bana baktı. "Adil Bey'e yardım etmemenden bahsediyorsun öyle değil mi?" Bir müddet düşündü ve kafasını olumsuz anlamda salladı. "Orkun'un böyle bir şey yapacağını hiç zannetmiyorum."

 

Alayala güldüm. "Sen öyle san," diye mırıldandım. "Orkun aşağıda seni annesine karşı korudu diye pek bir kıymetli oldu bakıyorum. Ya bu çocuk nankör diyorum sana Helo. Ben onun babasının hayatını kurtardım onun bana yaptığına bak, sen de onu savunuyorsun burada bana."

 

"Ben kimseyi savunmuyorum Dilba," dedi Helin. "Ama bir yandan düşününce Orkun bu konuda neden yalan söylesin ki..." Duraksadı, devamını getirip getirmemekte kararsız gibiydi. "Hem senin Adil Bey'den pek haz ettiğin söylenemez. Yani yardım etmedin demiyorum ama..."

 

Sabır dilercesine derin bir nefes aldım ve ağır adımlarla ilerleyerek yatağımın üzerine oturdum yavaşça. Bakışlarım buz gibi bir ifadeyle Helin'in üzerine döndü. "Yapmasaydım yapmadım derdim," diye konuştum. "Bunu açık açık söyleyecek kadar nefret ediyorum Adil Bey'den. İşte burayı atlıyorsunuz hepiniz."

 

Helin kafasını ellerinin arasına alarak, "Off bilmiyorum ya," diye homurdandı. "İnan artık ne düşüneceğimi şaşırdım Dilba."

 

Göz ucuyla Helin'e baktım. "O belli zaten."

 

Bakışlarımı ondan ayırarak, telefonumu elime aldım ve galerime girdim. Adil Bey ve Orkun'un o gün yumruk yumruğa birbirine girdiği o videoyu bularak, paylaş kısmına dokundum ve ardından Şilan ve o gün mağazada numarasını aldığım kızların hepsine tek tek videoyu yolladım. Bunu daha önceden yapmadığım için kendime kızıyordum.

 

Orkun bunu haketmişti.

 

Şilan'a attığım videoya anında görüldü işareti geldiğinde dudaklarımın kenarı alaycı bir ifadeyle kıvrıldı ve bir kaç saniye geçmeden Şilan'ın mesajı düştü ekrana.

 

Şilan: Oha, Orkun mu bu?

 

Hızlıca mesajı yanıtladım.

 

Ta kendisi.

Soru sorma ve tanıdığın herkese

gönder bu videoyu.

 

Şilan'dan cevap gecikmedi.

 

Şilan: Bu video olay yalnız. Tamamdır, hallediyorum hemen ama sonra bir sorun çıkmaz umarım...

 

Merak etme.

 

Orkun bir kaç saatte kalmaz o rezil halinin herkesin diline dolandığını duyunca nasıl bir tepki verecekti çok merak ediyordum. Bunu tamamen kendisi istemişti. Elimde böyle bir koz olduğunu bile bile bana bu kazığı atması onun aptallığıydı.

 

Bu, Adil Bey'e ve ailesine vuracağım o büyük darbenin fragmanıydı sadece.

 

Telefonu yatağın üzerine gelişi güzel bıraktığımda Helin'in bakışları hâlâ benim üzerimdeydi. "Hayırdır, kimle mesajlaşıyordun sen?"

 

Göz ucuyla Helin'e baktım. "Sana ne Helo?" diye konuştum oldukça rahat bir ifadeyle.

 

Helin sorarcasına kafasını salladı. "Yine ne işler çeviriyorsun sen acaba?"

 

Belli belirsiz güldüm. "Emin ol bu konakta ki en masum insan benim..."

 

Tabi Dilba.

 

Tabi...

 

•••

 

Saatler sonra, odamdan çıkarak avluya indiğimde hava çoktan kararmıştı, saat ise neredeyse gece yarısına yaklaşıyordu. Lebriz Hanım, akşamüzeri yine herzamanki gibi Berşan Hanım'ı yanına alarak konaktan çıkmıştı ama nereye gittikleri hakkında herhangi bir şey söylememişti. O yüzden akşam yemeğini kızlarla beraber mutfakta yemiş, sonra da herkes odalarına çekilmişti.

 

Azer, Barış ve Harun'la beraber yaklaşık bir saat önce konağa dönmüştü. Orkun ise onların hemen ardından gelmiş ve Helin'i de yanına alarak arka tarafta ki avluda bulunan çardaklara gitmişlerdi. Orkun ve Helin arasında olanlar beni şaşırtsada ikisinin arasında bir ilişki olduğunu veya olacağını çok net kestiriyordum. Orkun'un, Helin'e karşı tavrı çok başkaydı ama Helin'in ne kadar hassas bir kız olduğunu düşünürsek, Orkun'un, Helin'i üzmesinden bir nebze korkuyordum.

 

Benim kulağımda ise hâlâ Fırat Can'ın sesi çınlıyordu. Odama girip her yeri birbirine katmıştı ve yorgunluktan uyuya kalana kadar beraber oyun oynamıştık. Onun bitmek bilmeyen enerjisi benim enerjimi de tüketmiş ve en sonunda kendimi avluya atmıştım.

 

Ruken'le beraber avlunun orta yerine kurulmuş koltukların üzerinde otururken, bakışlarım sık sık yukarıdaki büyük terasa kayıyordu. Azer'i, Barış'la beraber büyük terasa çıkarken görmüştüm onların hemen ardından İdil'de çıkmıştı yanlarına. Azer'in bugünkü tavrı bir yana, bir de bu şekilde uzak durması sinirlerimi feci halde bozuyordu. Zaten dün baya kötü ayrılmıştım yanından, bir de bugünü onunla konuşmadan bitirmek istemiyordum açıkçası.

 

"Ay saat on ikiye geliyor ya," Ruken telefonundan saate bakarak yorgun bir ifadeyle söylendiğinde, bakışlarımı ağır ağır ona çevirdim. O ise çoktan ayaklanmıştı. "Ben yatacağım... İyi geceler."

 

Arkama yaslanarak, "İyi geceler," diye mırıldandım sadece.

 

"Yukarı çıkmayacak mısın?" Helin'in sorduğu bu soruyla beraber sorarcasına ona baktığımda gözlerindeki imalı ifadeyi görmek zor olmamıştı. "Abimlerin yanına yani..."

 

Dik dik Ruken'e bakarak, "Hayır," diye mırıldandım ve yapmacık bir şekilde tebessüm ettim. "Yatacağım ben."

 

Hafifçe kafasını salladı ve gülümsedi. "İyi sen bilirsin."

 

O merdivenlere doğru yönelip yanımdan uzaklaşırken ben gergin bir ifadeyle arkama yaslandım ve bakışlarımı gökyüzüne diktim. Can sıkıntısı ve zihnimin susmak bilmeyen sesi eşliğinde yaklaşık on dakika boyunca orada o halde bekledim.

 

En sonunda merdivenlerden gelen sesler kulağıma dolduğunda bakışlarım hızlıca o tarafa dönmüştü. Barış bastırmaya çalıştığı kahkahalar eşliğinde yukarıdaki merdivenlerden inerken, İdil ve Azer de onun tam arkasından çıktılar terastan. Barış onlara bir şeyler söyleyip misafir odalarının olduğu tarafa girip gözden kaybolduğunda, İdil'de Azer'e dönerek duyamadığım bir kaç bir şey söyledi ve merdivenlerden aşağıya inmeye başladı.

 

Ben de acele etmeden ayağa kalkıp merdivenlere doğru yürümeye başladığımda, ben merdivenlere kavuşana kadar İdil çoktan aşağıya inmişti. Beni görür görmez bakışları benim üzerime çevrilirken, "Sen daha yatmamış mıydın Dilba?" diye sordu. "Saat epey geç oldu, bir biz uyanığızdır diye düşünüyordum."

 

Geçiştirircesine, "Ben de odama çıkıyordum şimdi," diye konuştum ve belli belirsiz gülümsedim. "İyi geceler."

 

Onun iyi geceler demesine kalmadan merdivenlerden çıkmaya başladığımda İdil'in arkamdan dik dik baktığını tahmin edebiliyordum. Arkama bakma gereği duymadan ikinci kata kadar çıktığımda, bu saatte büyük konakta olmamın garip kaçacağının farkındaydım ama umurumda bile değildi. Azer'i uyumadan yakalamam gerekiyordu.

 

Üçüncü kata çıktığımda tam koridora sapacaktım ki bir anda bana çarpan bedenle geriye doğru sendeledim. "Ay pardon Dilba Hanım..."

 

Bu kişi Yasemin'den başkası değildi. Bir anda öyle karşıma çıkınca az kalsın çığlık atacaktım. Derin bir nefes alarak sorarcasına Yasemin'e baktım. "Ne yapıyorsun bu saatte burada ya," diye sordum. "Aklım çıktı."

 

"Kusura bakmayın," dedi Yasemin. "Azer Ağa telefonunu unutmuşta terasta, onu verecektim..."

 

Yasemin elindeki telefonu göstererek bunu söylediğinde bakışlarım hızlıca telefona kaydı ve ardından göz ucuyla etrafa göz gezdirdim. Bakışlarım tekrar Yasemin'e dönerken, hızlıca telefonu elinden aldım. "Tamam ben veririm."

 

Yasemin bir an duraksadı. "Siz mi?"

 

Ters ters Yasemin'e bakarak, "Evet ben götürürüm diyorum işte Yasemin," diye konuştum hızlıca ve ardından hafifçe Yasemin'in omzuna dokundum. "Hadi sana iyi geceler."

 

Yasemin'i arkamda bırakarak Azer'in odasının olduğu büyük koridora girdim. Yaptığım tam bir saçmalıktı, fazla düşüncesiz davranıyordum ama sabaha kadar dayanacağımı hiç zannetmiyordum o yüzden adımlarım benden bağımsız hareket ediyordu.

 

Bir saniye bile bekleme gereği duymadım. Düşünürsem vazgeçebilirdim. Zaten bahanem de hazırdı.

 

Yavaşça kapıyı açarak içeriye doğru adımladığımda onun odasına ilk kez adım attığımı farketmiştim. Bu bedenimdeki heyecanın harekete geçmesine sebep olurken, büyük odanın içinde yavaşça gezindi bakışlarım. Daha çok siyah tonlarının hakim olduğu büyük oda ve buna ek olarak büyük bir giyinme odasıyla muhtemelen konağın en büyük odasıydı burası.

 

Başka zaman olsa odayı dikkatlice inceler her detayına bakardım ama bir anda Azer'in bedeni kadrajıma girdiğinde tüm dikkatim onun üzerine çevrilmişti.

 

Ayağımla kapıyı iterek kapanmasını sağladığımda, Azer'in bakışları benim üzerime döndü ağır ağır. Kolundaki saati çıkarırken, beni gördüğüne pekte şaşırmış gibi görünmüyordu açıkçası. Gecenin en karanlık tonunu sığdırdığı gözleri dudaklarımdan, gözlerime doğru tırmandı yavaş yavaş. "Hayırdır, kontrole mi geldin?"

 

Dudaklarımda alaycı bir tebessüm peyda olduğunda, "Kontrole ihtiyacın var mı sence?" diye sordum, sesim imalıydı. Ardından elimde tuttuğum telefonu kaldırarak hafifçe salladım. "Telefonunu unutmuşsun, sohbet sardıysa demek ki..."

 

Kolundan çıkardığı pahalı gümüş saati komodinin üzerine atarak, bir kaç adım yaklaştı bana ve ona uzattığım telefonu aldı elimden. Dudaklarının kenarında, belli belirsiz bir tebessüm yakalar gibi oldum. "Daha çok saran sohbetlerim olmuştu," Rahat bir tavırla telefonu hemen arkasındaki koltuğun üzerine fırlatırcasına attı ve göz ucuyla bana bakarak çenesiyle saçlarımı gösterdi. "Bu arada saçındakiler yakışmış."

 

Söylediği şeyle beraber ellerim yavaşça saçıma gitti ve saçımda ki çiçekli tokayı farkettim. Ah Fırat Can. Tokayı saçlarımdan çıkarırken, "Fırat Can takmıştı, unutmuşum," diye mırıldandım. Ardından bakışlarım onun üzerinde gezindi yavaşça. "Bu arada ben İdil'le konuştum. Yani dün gece için..."

 

Bakışlarını benden ayırdı ve ağır adımlarla kıyafet dolabına doğru ilerlemeye başladı. "İyi."

 

Siyah gömleğinin düğmelerini teker teker çözerken, benim bakışlarım onu takip ediyordu. "İyi derken?" Anlam veremiyormuş gibi duraksadım bir müddet, bakışlarım onun sırtındaydı. "Gidip konuştum ve çözüldü. Kendisi de kırılmamış zaten bana, ufacık bir şey için özür mü dilemeliydim?"

 

Azer gömleğinin düğmelerini tamamen çözdükten sonra gömleği acele etmeden çıkardı ve kenara bıraktı. Gözlerim onun kaslı sırtındayken, "Bence yanlış olmazdı," diye konuştu, sesi ifadesizdi. "Ama zaten özür dilemeni beklemiyordum."

 

Bedenimi ona doğru çevirerek, sorarcasına kafamı salladım. "Çünkü özür dileyecek bir şey yapmadım," diye konuştum. "Ayrıca sen niye bu kadar bozuldun? İdil bile takılmadı bu kadar..." Dolaptan siyah bir tişört aldı eline. Sessiz kaldığında, ağır adımlarla ona doğru ilerledim ve dolabın kapağını kapatarak sırtımı dolaba yasladım ve gözlerim direkt olarak gözlerini buldu. "Ama dur," diye mırıldandım. "Senin asıl takıldığın şey bu değil öyle değil mi?"

 

Bu söylediğim şeyle beraber gözleri dudaklarıma indi. Karşımda bu halde dururken, kalp atışlarımın zirveye ulaşması gayet normaldi çünkü tabiri caizse nefes kesici görünüyordu. Bana bir adım daha yaklaşıp aramızdaki mesafeyi en aza indirdiğinde, gözleri tekrar gözlerimi buldu. "Bilmem, sen söyle."

 

Zorlukla yutkundum. "O çocuk, yani Bedo," duraksadım. "Biliyorum anlatmadığım için kızgınsın ama inan düşündüğün gibi bir şey değil," diye devam ettim en sonunda. "Sana anlatmamamın sebebi o değildi..."

 

"Farkındayım," diye konuştu beklemeden, gece karanlığı bakışları yavaşça yüzümde gezindi. "İşte ben de tam olarak o sebebi merak ediyorum."

 

Dudaklarımın kenarına belli belirsiz bir tebessüm yerleşti. "İstesen öğrenirsin," Sorarcasına kafamı salladım. "Niye bana soruyorsun?"

 

Parmaklarının ucunda tuttuğu tişörtü bir kenara attı. "Çünkü senden duymak istiyorum," diye konuştu derinden gelen bir sesle. "Eğer gerçekten dürüst olacaksan, anlat bana Dilba."

 

Eğer gerçekten dürüst olacaksan...

 

Kalbimin orta yerinde bir ağırlık hissettim. Yalanların yükü ilk defa bu kadar ağır geldi. Hatta o kadar ağır geldi ki, ruhum o yalanların altında ufacık kaldı. Tırnaklarımı avuç içlerime bastırdığımda, ona verecek bir cevabım olup olmadığını o an bilmiyordum. İçimde ki küçük yalancının, ona verecek bir çok yalan cümlesi vardı ama o küçük yalancının ilk defa canı yanıyordu.

 

Boğazımın yanmaya başladığını hissederken, bakışlarım ağır ağır onun gözlerine tırmandı. "O zaman sadece dürüst olduklarımdan emin olacağım şeylerin cevabını vereceğim sana," Saçlarımı kulağımın arkasına doğru ittim. "Buraya gelmesinin sebebi ben değilim. Sadece birine ulaşmak için önce beni bulması gerekiyordu o kadar. Başka bir sebebi yok."

 

Kafasını hafifçe eğerek, yüzüme yaklaştı hafifçe. "Kim o biri?"

 

Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. "Bunu cevaplarsam yalan söylemek zorunda kalırım," diye konuştum ilk defa bu kadar dürüst davranarak. Bu aptallıktı. "O yüzden sorma."

 

Gö bebeklerindeki karanlık git gide arttı. "Ya gidip öğrenirsem," diye konuştuğunda sesi oldukça ciddiydi. "Korkutmuyor mu bu seni?"

 

Ellerimi arkamda birleştirerek kafamı kaldırdım ve onun yüzüne baktım dikkatle. "Tertemiz bir geçmişim yok," diye mırıldandım. "Bence bunu sen de çok iyi biliyorsun. Hiçbir zaman masum olduğumu iddia etmedim, değilim de zaten," Kafamı hafifçe salladım ve ekledim. "İkimizde değiliz. Bu durumda sana yalan söylemiş olmam."

 

Azer bu söylediğim şeyin bilincinde olduğunu açıkça ifade edercesine bakıyordu bana. Yüzünde en ufak bir ifade dahi yoktu. "Haklısın, yalan söylemiyorsun," Sesi düşünceliydi. "Ama bir şeyleri gizliyorsun Dilba."

 

Histerik bir şekilde tebessüm ettim. "Bana Yılanın Yavrusu diyen sen değil miydin?" Bakışları yumuşarken gözleri gözlerimden ayrılmadı. Ben ise ekledim. "Senin için hep buydum ben, yanlış mıyım?"

 

"Değilsin," diye konuştu bir saniye bile beklemeden. Ardından, bakışları boynuma indi yavaşça. O an ne düşündü bilmiyorum ama bu, yutkunmasına sebep olmuştu. Beni omzumdan tutarak, nazikçe kendine doğru çekti ve "Arkanı dön," diye mırıldandı.

 

Ne yapacağını anlamaya çalışarak yavaşça arkamı döndüğümde, sırtım onun göğsüne temas etmişti. Parmaklarını saçlarımda hissettim. Onları yavaşça avucunun içine alarak sol omzumun üzerine doğru topladığında, parmakları tam olarak dövmemin üzerine temas etti. Dokunuşu ürpermeme sebep olurken, o parmağını yavaşça oranın üzerinde gezdirdi.

 

Nefes alış verişlerimin hızlanmaya başladığını hissettim. Tam o anda, bakışlarım karşımda duran boy aynasındaki görüntümüze kaydı. Tam arkamdaydı. Gözlerimiz, aynanın yansımasından birbirini bulduğunda gözlerim onun göğsüne doğru ağır ağır yol aldı ve o an sol göğsünün hemen üzerinde, tam kalbinin üstünde bulunan dövmeyi fark ettim. Göz bebeklerim, o noktada takılıp kalırken o an tüm vücudumun karıncalandığını hissettim ve kalbim deli gibi atmaya başladı.

 

Aynısıydı.

 

Kalbinin üzerinde ki o dövme, benim ensemde ki dövmenin bire bir aynısıydı.

 

Küçük ama ihtişamlı bir yılan tasviri.

 

Kalbim, bedenime anın etkisiyle, hissedemeyeceğim kadar fazla duygu yüklediğinde, acele etmeden yavaşça bakışlarımı aynadan ayırdım ve ona doğru döndürdüm bedenimi. Bakışlarım direkt olarak, göğsünde duran dövmeye kaydığında bir müddet sadece bakakaldım öylece. Elimi kaldırarak, dövmeye dokundum ama bu temas kalbimi yerinden çıkaracak gibi attırmaya yetmişti. Dokunuşumla beraber, Azer'in bir kez daha yutkunduğunu gördüm. Parmaklarım, dövmenin üzerinde gezinmeye devam ederken, "Bu..." diye konuştum kesik kesik. "Bendekinin aynısı."

 

Bakışlarım yavaşça gözlerini bulduğunda, "Sen karar ver," diye mırıldandı ve bana yaklaşıp aramızdaki mesafeyi tamamen sıfıra indirdi. "Benim için sadece Yılanın Yavrusu'ndan mı ibaretsin sence?"

 

Gözlerim onun gözlerinden bir saniye bile ayrılmadı. "İnanamıyorum sana," diye mırıldandım, bayılacak gibiydim. Derin bir nefes alma ihtiyacı hissederek belli belirsiz tebessüm ettim. "Azer..."

 

"Bak bu bir oyun değil Dilba," dedi ismimin üzerine derin bir vurgu yaparak. "İki gün sonra geçip gidecek bir heveste değil. Sen benim için," İşaret parmağıyla tam kalbinin üzerine dokundu. "Tam olarak buradasın. O yüzden yerin neresi bil," Bakışları dudaklarıma kaydı. "Ona göre davran."

 

Gözlerinin karanlığında ki o duygunun tenime soğuk bir metal gibi temas ettiğini hissettiğimde, bedenim o nefes kesici hisle beraber ürperdi. Ona dokunma isteğim dayanılamaz bir hâl alırken, o parmaklarıyla çenemi kavradı ve dudaklarını dudaklarıma sertçe bastırdı. Bu hareketiyle beraber gözlerim kapanırken, kalbimin çırpınışları deli gibi artmış ve göğüs kafesimi parçalayacak raddeye gelmişti.

 

Alt dudağımı dudakları arasına alıp hafifçe çekiştirdiğinde, ona uyum sağlayarak aynı şekilde karşılık verdim. Ellerimi onun çıplak göğsüne yasladığımda, işaret parmağım sol göğsünün üzerindeki yılan dövmesinin üzerinde gezindi. Bir eli çenemin hemen altındayken, hafifçe geriye çekildi ve diğer eliyle saçlarımı geriye doğru iterek bir kez daha bastırdı dudaklarını dudaklarıma ve uzun bir süre geri çekilmeden sertçe öptü beni.

 

Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında, bir adım geriye doğru sendeledim ve dudaklarımda alaycı bir tebessüm peyda oldu. "Benden şüphelenebilirsin, ama suçlayamazsın," diye mırıldandım, ardından bakışlarım onun dudaklarına değdi. "Çünkü biri birini suçlayacaksa bunun için hâlâ senden daha çok sebebim var."

 

Azer geriye doğru adımlarken belli belirsiz güldü. Gülerken bu kadar çekici olmak zorunda mıydı? Hafifçe eğilerek, az önce koltuğun üzerine attığı tişörtü aldı ve beklemeden kafasından geçirerek üzerine giydi hızlıca. "Eşitlendik diyorsun yani."

 

Omuz silktim. "Sen nasıl anlamak istersen."

 

Dudaklarındaki tebessümün dozu artarken, "Öyle olsun bakalım," diye mırıldandı ve ardından bakışları benim üzerimde gezindi bir müddet. "Ama bu aralar beni kendinden fazla mahrum bırakıyorsun haberin olsun. Acısını çıkarmak farz oldu." İstemsizce tebessüm ettiğimde, bakışları yüzüme kaydı bir kez daha ve bakışlarındaki ifade yumuşadı. "Gel buraya."

 

Beni kendine çekerek kollarını belime doladığında, ben de hızlıca kollarımı boynuna doladım ve burnuma dolan o büyüleyici kokusuyla beraber yüzümü boynuna gömdüm. Gözlerimi kapatarak kendimi tamamen ona bıraktığımda, onun yüzü saçlarıma gömülmüştü. Saçlarıma şevkatli bir öpücük kondurup derin bir nefes aldı.

 

Belki de bunca zaman boşluğunu hissettiğim şey tam olarak buydu. Ona sarılmak. Bu her anlamda o kadar iyi hissettiriyordu ki, bundan mahrum kalabileceğim ihtimali bile delirecek gibi olmama yetiyordu. Ama maalesef ne kadar düşünmemeyi seçsemde, gerçekler bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu.

 

Bir gün önümdeki kara perdeler kalkacak ve yalanlarla çevrili o kurma hayatımla onun karşısında duruyor olacaktım. O zaman da beni böyle sevebilecek miydi?

 

Kendini kandırma Dilba.

 

"Bir ton şey var kafamın içinde," dedi fısıltıya yakın bir ses tonuyla. "Gitmesen," Saçlarıma bir kez daha, bu sefer daha uzun bir öpücük kondurdu. "Sarılsan bana uyusak beraber...." derin bir nefes aldı. "Kokunu hissetmeye ihtiyacım var, başka türlü susmaz bu kafamdaki ses."

 

Kollarımı boynundan çekerek ellerine doğru indirdim ellerimi yavaşça. Parmaklarım onun ellerine temas ettiğinde hafifçe geriye doğru çekilerek elini sıkıca tuttum ve kendimle beraber onu çekiştirmeye başladım. Dudakları belli belirsiz kıvrılırken, bakışları ellerimize indi ve adımları yavaşça beni takip etti.

 

Ortadaki büyük yatağın önüne geldiğimizde adımlarım duraksadı ve Azer'in tam karşısına geçerek onu hafifçe gögsünden ittim ve yatağa oturmasını sağladım. Bu hareketimle beraber kollarını yatağa yaslayıp bakışlarını bana diktiğinde gözlerinde çapkın bir ifadeyle beni baştan aşağı inceledi. İmalı bir tavırla, "Uyuyalım," diye mırıldandığımda, onun bakışları anlık olarak dudaklarıma kaydı.

 

"Sikeceğim şimdi uykusunu," diye konuşup belimden tuttuğu gibi beni saniyeler içinde kendine çektiğinde, bir bacağımı kendine doğru nazikçe çekerek dizine oturmamı sağladı.

 

Diğer bacağımı onun sağ tarafına atarak tamamen onun kucağına oturduğumda, sağ elini boynumun arkasına kaydırarak saniyeler içinde dudaklarıma kapandı. Bulunduğum pozisyon bedenimdeki elektiriğin giderek artmasına sebep olurken, ellerimi onun çenesine yerleştirerek sertçe karşılık verdim ona. Belimde ki eli sıkılaşırken, dudaklarıma dayanılmaz bir istekle saldırıyordu.

 

Bedenim, tenimin altında binlerce mumu aynı anda yakmışlar gibi ısınmaya başladığında, parmaklarım kısa saçlarının arasına karıştı. Odadaki tek ses, nefes seslerimizken bluzumun altından tenime temas eden parmakları sırtımın bir yay gibi gerilmesine sebep olmuştu. Nefeslenmek için bir kaç saniyeliğine dudaklarımızın temasını kestiğimde, bakışları dudaklarımdan yavaşça boynuma, tam kolyenin olduğu yere kaydı ve tam o an boynundaki adem elması yavaşça hareket etti.

 

Önüme gelen saçlarımı nazikçe omzumun arkasına atarak bluzumun açıkta bıraktığı tenime baktı uzun uzun. Parmakları yavaşça boynumdan aşağıya kayarak kolyenin zincirinde gezindi ve hafifçe eğilerek kolyemin hemen üzerinde ki noktayı öptü. Dudaklarının tenime teması kalbimin deli gibi çarpmasına sebep olurken, o yavaşça yukarı çıkarak boynum ve omzum arasındaki o noktaya bastırdı dudaklarını ve saniyeler boyunca geri çekilmedi. "Çok güzelsin."

 

Kafasını kaldırdığında çenesindeki elimi tekrar saçlarına kaydırdım ve dudaklarımı onun dudaklarına bastırdım. Bu sefer öpüşü fazlasıyla sertti. Bunu seviyordum. Ama durmamız gerektiğinin de farkındaydım.

 

O da farkındaydı.

 

Parmaklarım boynundan yavaşça aşağıya doğru kaydığında, parmaklarım tişörtün yakasından içeriye sızdı yavaşça. Bel boşluğundaki elini kışkırtıcı bir hareket ile ağır ağır yukarıya doğru ilerlemeye başladığında, saniyelik olarak dudaklarımı ondan ayırdım ve anlımı onun alnına yaslayarak beni bir kez daha öpmesine izin verdim.

 

Durması gerektiğinin bilincinde olduğundan nefes alma ihtiyacı bile hissetmeden belki de dakikalarca öptü beni.

 

En sonunda dudaklarımız birbirinden ayrıldığında, bir elini yanağıma yaslayarak baş parmağıyla yanağımı hafifçe okşadı. "Rahat dur Dilba," diye konuştuğunda, gözleri delicesine bir istekle gözlerime tırmandı. "Yoksa ne bu yatak dayanır," Bakışları dudaklarıma indi ve yutkundu. "Ne de sen."

 

Kendini o kadar zor tutuyordu ki, bu bedenimdeki isteğin zirvede kalmasına yeten bir şeydi. Elalarım onun dudaklarında oyalanırken, "Ben dayanırım da," diye mırıldandım ağır ağır. "Yatağı bilemem."

 

Kurduğum bu cümlenin onu tahrik edeceğini bile bile, kucağından kayarak yatağın köşesine doğru kaydım. Gözleri üzerime kayarken, "Bilerek yapıyorsun değil mi?" diye sordu. "Sırf bugünün acısını çıkarmak için..."

 

Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Alakası yok," bunu söyledikten sonra kafamı yastıklardan birine yaslayarak rahat bir ifadeyle bakışlarımı tavana diktim.

 

Elini saçlarına daldırarak belli belirsiz güldü ve göz ucuyla bana baktı. "Bence baya bir alakası var da neyse," Kendini aynen benim gibi sırt üstü yastıkların üzerine bıraktığında, "En iyisi uyuyalım," diye mırıldandı. "Yoksa bu gece sabah olmayacak."

 

Yaptığı imayla beraber, dudaklarımdaki tebessümün dozu artarken o göz ucuyla bana bakarak hafifçe doğruldu ve yatakta biraz daha kayarak aramızdaki mesafeyi en aza indirdi. Ayağımın ucunda duran ince örtüyü eline alarak üzerime örttüğünde, kollarını etrafıma sararak beni tamamen kendine çekti. Sıcaklığı ona daha çok sokulma isteği uyandırırken o, "Nasıl bir şeysin sen aklım almıyor," diye mırıldandı derinden gelen bir sesle. "Rüyalarım bile avuçlarının arasında be güzelim."

 

Kafamı göğsüne koyarak, kollarımı onun beline doladım ve bakışlarımı odanın taş duvarlarında gezdirdim ağır ağır. "Bana aşık olmanın bedeli ağırdır," dedim sessizce. "Alış Boranlı."

 

•••

 

BÖLÜM SONU

 

Yeni bölümde görüşmek üzere, seviliyorsunuz🤍🌸

 

 

Bölüm : 01.12.2025 19:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...