
EJDERHA VARİSİ VE GENÇ SÜVARİLERİ
BÖLÜM 3
҈
Geleceğin ejderha varisi Dean Douglas mı?
Ejderha mı?
Varis mi?
Cümlesini hızlıca tamamlayan Hanna’dan bakışlarımı alıp atların sürdüğü tahta arabaların geçtiği kuru topraklı yola bakışlarımı çevirdim. Kurduğu bu cümleler kafamda hızlı adımlar atarken, nerede olabileceğim korkusu bedenimi alt üst etmişti.
Şakaklarımdan vuran ağrıyla gözlerimi hızlıca yumup sağ elimin parmaklarımı ağrıyan yere bastırdım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen bakışlarımın önünde uçuşan renkli şeyler görmeye başladım.
“Senin de başına ağrılar girdi değil mi? Uzun süredir bunun kesinliğiyle herkesin başında ağrılar oluşmaya başladı. Benim bile!” söylediği tüm cümleler alay ve öfke ile kurulmuştu. Ama benim başımın ağrısı bir anda olan bir şeydi, yani Dean denilen –Ejderha Varisi- daha doğrusu onunla alakası yoktu.
Gözlerim kapalı olmasına rağmen başım ile onayladım. Çünkü benimde hoşuma gitmemiş gibi davranmam gerekiyordu. Tanıdığım bu kızlarla aynı görevi yapıyordum, üstelik arkadaştık da. Aynı fikirleri paylaşarak lehime sonuçlanması gerekiyordu.
“Eğer tüm ejderhalara sahip olursa…” korkuyu hissettim Hanna’da. Devamını getirmediği cümlelerinden ve kısa süren düşünmesinden sonra, başlarına gelecek olan tehlikenin neler olabileceği fikri, somut durumlara dönüşmüştü. “O zaman herkes öldü demektir.” Dedikten sonra sıkıntıyla nefesini verdi.
Ejderhalara nasıl sahip olabileceği ve çoğul eki kullandığı için kaç tane olduğu ile ilgili korkular sarıp sarmaladı beni. Ejderhaların hangi dönemde var olduğunu ya da benim bu zaman diliminde olmam ile ilgili saçma durum, içten gelen bir kahkaha atmama neden olmak üzereydi.
Siyah kulelerin olduğu büyük kale göründüğünde buranın birer saray olabileceği aklıma geldi. Atların çektiği tahta arabaların geçtiği, yüksek engebeli patika yolunun ortasında biriken taşların üzerinden her geçtiğimizde midem ağzıma gelse de sonunda istediğimiz yere varmak üzereydik.
Büyük bir arazinin ortasına kurulan bu yapının çevresine yüksek geniş duvarlar örülmüştü. Evin önünden baktığımda bu duvarı görememiştim çünkü etrafını gri dumanlar sarmıştı ve şimdi daha net görünüyordu bu yer. Duvarların üstünde ellerinde meşaleler ve mızraklarla bekleyen siyah zırh giyinmiş askerler vardı. Her yeri taşlarla örülen bu duvarın içeriye girebilmemiz için sadece büyük demir bir kapı, kapının önünde de iki askerin at üstünde bekleyerek nöbet tutarak hareketsizce bekliyorlardı.
Büyük yapının önüne yaklaştıkça sahip olduğu hava içimi daha çok karartıyordu. İçine girmek istemeyen tarafım o kadar baskı yapıyordu ki bana, geri gitmek için her şeyi yapardım. Az önceki geldiğim yöne bakmak için, çok fazla bedenimi geriye çevirmeden başımı arkaya döndürdüm. Yapı sanki büyük bir dağın zirvesine kurulmuş gibi yüksekte olduğu için, diğer evler çok alçakta kalıyordu. O kadar ki, evlerin sadece çatıları gözüküyordu.
Bakışlarım tekrar o adama çevirdim, adının Dean olduğunu öğrendiğim kişiye. Sert mizacı hâlâ yumuşamamıştı. Halkın tepkisine göre ve hatta Hanna’nın davranıştan anladığım kadarıyla kimse ondan pek haz etmiyordu. Ya da gördükleri kötü şeyler insanların duygularını kötüye çevirmiş bile olabilirdi. Tahta arabaların içindeki, bedenleri ölmekten beter hale gelen bu insanların görüntüleri, herkesi kızdırabilirdi.
Gözlerim yüzünde olan kişinin bakışları bana inince, yutkunmamak için kendimi zor tuttum. Dudaklarında belli belirsiz olan kendini beğenmiş gülüşüyle bir anda göz kırpınca dudaklarım kendiliğinden aralandı. Kaşlarımın çatılmasına engel olamadım. Bu adam bana göz mu kırptı, yoksa ben mi yanlış anladım?
Kalbim bu göz kırpmadan dolayı tekledi. Ama yaptığı bu davranışından dolayı garipsemeden edemedim. Onunda kaşları anlamadığını belirten bir ifadeyle çatılırken, kafasını omuzuna yatırıp gözlerini kısarak yüzüme baktı.
Kimsenin bu hareketi gördü mü diye tedirgin bir şekilde etrafımı incelemeden edemedim. Ama herkes, önüne bakıyor, duvarın önündeki kapıya doğru ilerlemeye devam ediyordu.
Acaba ben mi yanlış gördüm? belki de göz falan kırpmamıştır. Tekrar ona bakışlarımı çevirdiğimde dudakları yukarıya doğru kıvrıldı, serseri bir ifade takındı. Fakat çok uzun sürmeden bakışları sağa sola doğru çevirerek etrafını kolaçan ettikten sonra, omuzlarını dikleştirip, çenesini yukarıya kaldırdıktan sonra, bakışlarının odak noktası artık arabaların gittiği yer olmuştu.
Bende hemen önüme döndüm. Demir büyük kapının önüne vardığımızda, siyah büyük atların üstünde duran zırhlı adamlar, ellerindeki mızrakların sivri yerini toprağa doğru saplayıp ileriye doğru çekmeye başladılar. atların üzerine bağlanan büyük zincirle, demir kapı ileriye doğru açılmaya başladığında, duvarın üzerinden gelen sesle birlikte kafamı yukarıya doğru kaldırdım.
Elinde tuttuğu boruyu dudaklarına götüren ve asker oldukların artık emin olduğum kişi, kalın ve insanın içini ürpertecek kadar sesin çıkması için kızarana kadar üflemeye devam etti. Aynı ses sol tarafımdan da geldiğinde, diğer bir askerinde aynı şekilde duvarın üstünde boruyu üflemeye başladı.
Üfledikleri borunun çıkardığı sese, açılan demir kapının sesleri birbirine karıştığında, öndeki iki atlı büyük duvarların çevrelediği yapının içine girmeye başladı, diğerleri de çok beklemeden girdiğinde, içinde olduğum araba ve arkadaki kişilerde girmişti.
Şaşkınlığın ve bilinmezliğin verdiği duyguyla etrafımda olan bu yapıları incelemeden edemedim. İki bina sol tarafımda diğer iki bina da sağ tarafımda kalıyordu, ortalarında da büyük siyah bir bina yer alıyordu. Hepsinin yanlarına büyük renklerde asılmış bayraklar vardı. hepsinin renkleri farklıydı.
Sol tarafımda ki iki binanın üzerinde; Altın ve Kızıl bina yazarken, bu yazıları temsil eden, dört beş metre uzunluğunda kırmızı ve altın renklerinde bayraklar sarkıtılmıştı. Sağ tarafımda kalan binalarda; Safir ve Ametist binaları yazıyordu. Ama tek fark, ametist yazan binanın kapısının önünde siyah zincirle bağlanmış, büyük bir kilit asılmıştı. Onun kapısının neden kilitli olduğunu anlayamamıştım.
Tam karşımda siyah bina yazan yapı yer alıyordu. Aynı uzunlukta yer alan bez parçası, yanlarından aşağıya doğru sarkıtılmıştı. O da bayrak olabilirdi. Her bina kendi rengini ve adını temsil ettiğine emindim. Ve neden böyle yaptıklarına anlam veremedim. Bütün binalar birbirinden büyük, birbirinden güzeldi. Binaların duvarından sarkıtılan bayrakların üzerin de ise, ejderhaların ağzından çıkan ateş yer alırken, ejderhaların arkasında çapraz bir şekilde yerleştirilen kılıç sembolleri vardı.
Her yeri kafama kazımak ister gibi incelerken, başka insana ait olan tek biz iz yoktu. bizden başka yaşam belirtisi veren ve binaların duvarlarına asılan bez parçalarını uçuşturmak için, başımızdan esen rüzgardan başka kimse bulunmuyordu.
Hanna’ya sormak için dudaklarımı açmıştım ki, Hanna benden önce davrandı. “Hemen inelim, askerler gelir şimdi.” Söylediği şeyi başımla onaylayıp duran tahta arabanın içinden aşağıya zıplamıştım. üzerime giydiğim etek ile az daha ayağıma ilişip düşmekten son anda kurtulmuştum.
“Dikkat et!”
Ellerimi yasladığım tahta arabalardan çekerken, arkamda gelen tok bir sesle hızlıca başımı o yöne çevirdim. elinin biri siyah pelerinin içindeki bulan kılıcındayken adımları arkaya arkaya dizilmiş olan tahta arabalarının en ön kısmına doğru ilerliyordu Dean.
Bu adamın derdi neydi? Önce bana göz kırpıyordu, şimdi de dikkatli olmam için arkamdan sinsice yaklaşıp sessiz bir şekilde beni uyarıyordu. Az önceki tutumu ve Hanna’nın ondan iyi biri olmadığını dile getiren bakışları ve cümleleriyle gerçekten bakış açımı değiştirmişti.
Gürültülü bir şekilde duyulan sesle birlikte bakışlarımı tahta arabalardan alarak karşı tarafa yani siyah bina yazısı yazılan yapıya yönelttim. Büyük demir parmaklardan oluşan kapı zeminden başlayarak, yukarıya doğru açılmaya başlanıyordu. İç tarafında da bulunan askerler, kafalarına geçirdikleri çelikten oluşan miğfer, göğüslerini de korumak için çelikten yelekler giymişlerdi.
Binanın alt kısmında yer alan bu kapı yukarıya doğru kalktıkça askerler zaman kaybetmeden altından geçerek, koşar adımlarla yanımıza gelmeye başladılar. Arkalarında bulunan askerlerinde ellerinde tuttukları beyaz bir sedye vardı.
“Çabuk olun, sığınaklara götürün hemen!” bağırdı tahta arabaların içinden yaralı askerleri indirmeye çalışan diğer askerlere Dean. Bileğime sarılan parmakların sahibine bakmak için yan tarafıma döndüğümde buraya gelirken yanıma uğrayan Darla olduğunu gördüm.
“Daha sonra onu incelersin, şimdi sığınağa gitmemiz lazım.” Sesindeki endişeyi solumamak imkansızdı. Söylediği cümleden ötürü, gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp kafamı iki yöne hızlıca olumsuz anlamda sallarken, “hayır, ben ona bakmıyordum sadece…” söylediğimde hemen yarı da kesti. “Tabi ki ona bakmıyorsun.” Gözlerini ima eder gibi devirdi. “Kavuştunuz sonunda.” Sessizce kıkırdamıştı Darla.
Demek yol boyunca ima ettiği o adam buydu. Ve benim onunla bir ilişkim vardı. asla olamazdı, çünkü ben o adamı hem tanıyordum hem de… Sıkıntıyla verilen nefesle birlikte alt dudağımı dişlerimin arasına alıp karşıya odaklandım. Askerler yaralı olanları sedyeyle, az önce geldikleri yöne doğru götürüyorlardı.
Arabaların yanında, ellerini pelerinin iç kısmına koyarak bekleyen Dean, olduğumuz yere başını çevirerek, ciğerlerime kesik bir nefes almama neden oldu. kafasını geriye doğru hafifçe geriye doğru yatırırken, gözleri, bedenimi taruman edecek bir şekilde, ayak ucumdan başlayan incelemesi yukarıya doğru tırmanıp son bulurken, yüzünde beğendiğini belli eden bir tebessüm oluşmuştu. Dudaklarını dişlerinin arasına alırken, gülüşünün daha fazla genişlemesine engel olmaya çalışıyor gibiydi.
Kendisi halinden memnunken benim ayaklarım yerden kesiliyordu. Hoşuma giden bir bakış değildi, aksine açıklayamadığım bir şekilde rahatsız ediyordu beni. Darla’nın arkası ona dönük olduğu için bu bakışlarına şahit olmamıştı. Diğerleri bile fark etmiyordu. Adamın askerleri, yerle bir olmuşken, bu şekilde rahat ve çapkın bakışlar atması beni huysuzlandırmıştı.
Darla koluma dokununca, kaşlarım yukarı havalanıp ona indirdim bakışlarımı. “Tamam hadi gidelim bu sığınağa.” Dediğimde, başıyla onayladı beni Darla. Tekrardan önüne dönüp askerlerin içine girdiği sığınağa doğru ilerlemeye başladık. Dean’nın yanından geçerken, Darla dizlerini kırıp başıyla selam vererek ilerleyince, bende onun yaptığı hareketi aynen uygulayıp kimsenin şüphelenmemesine dikkat etmeye çalıştım.
Fakat biz selam verirken asla yüzümüze bakmamıştı Dean. Az önce rahatsız eden bakışlarına maruz kalmamıza sebep olan adam değilmiş gibi, bu sefer görmezden gelmeye çalışmıştı.
Ondan düşüncelerimi alırken, şimdi de sığınağın önündeydim. Siyah binanın altına giden dört beş basamaktan oluşan merdivenler bulunuyordu. Her iki demir parmaklıklarla yapılmış kapının yanındaki iç ve dışındaki duvarların köşelerine meşaleler asılmıştı. İç kısmı göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı.
Korku yavaş yavaş kalbimin basamaklarına tırmanırken, karanlık nedense beni fazla rahatsız etmişti. Önceden de korkuyor muydum bilmiyorum ama şimdi baya korkuyordum.
Son basamağı inen Darla gelmediğimi görünce bedenini komple bana doğru çevirip, yüzüme ne oldu der gibi bakmaya başladı. Ellerini iki yöne doğru açarken, “Niye orada duruyorsun Amelia? Gelsene.” Dedi. Derin bir nefes yolladım ciğerlerime, tekrar gelmem için yüzüme bakan Darla’ya diktim bakışlarımı. “Sığınak fazla karanlık, gelemem!” dedim sesime yansıyan korkuyla.
Başını omuzuna bıkmışçasına yatırırken, gözlerini devirdi. “Hep uğradığımız yer. Nerede çıktı bu karanlık korkusu.” Bir adımını öndeki basamağa atarken tekrar konuştu. “Hem ateşler olacak elimizde merak etme. Daha sonra aydınlık yere geçeceğiz.” Eliyle içeriyi gösterdi. “Sadece bu kısmı fazla karanlık korkma.” Başıyla arkamdaki noktayı işaret edince, “istersen onu çağırayım, seni içeriye kadar götürsün.” Sırıtarak söylediğinde kimi kastettiğini artık anlamıştım.
Öyle bir şey yapacak bir tip olduğundan, aceleyle basamakları indim. “Hayır istemez kalsın.” Artık sığınağın önündeydim. Darla içeriye adımını atarken, daha önce fark etmediğim sepetin içinde bulunan sopalardan birini alarak, duvara asılmış yanan meşalenin önüne yaklaştırdı. Çok geçmeden elindeki meşalede yanmaya başladı. “Onu isteyen çığlıkların hâlâ kulaklarımda Amelia.” Hoşuna gitmiş gibi güldü Darla.
Sinirlenmemek için dudaklarımı birbirinin üstüne bastırdım. Burnumdan aldığım nefesler, beni sakinleştirmeye yetemeyecek gözüküyordu. Çünkü ne sikim bir yer olduğunu çıkaramıyordum, üstüne üstlük bu adamla kirli bir geçmişim vardı ve bu kadın hep bunu ima ederek konuşuyordu.
Derin bir nefes alırken sakinliğimi korumam gerektiğini iyi anlıyordum. Her şeyin bir açıklaması olduğu bir gerçek vardı. elbet neler olduğunu anlayarak, birbirine girmiş olan düşüncelerimin düğümleri çözülecekti. Sadece sabır gerekiyordu.
“Hem gerçekten yakışıklı bir adam.” Dar duvarları olan karanlık koridordan ilerlerken, bir adım önümde yürüyen elinde tuttuğu meşalesiyle yolumuzu aydınlatan Darla konuşmaya devam etti. “Zaten Douglasların hangisi çirkin olmuş ki. Adamlar resmen güzellik denizinden bir değil, birden fazla yudum içmiş gibiler.” Hayran olduğunu dile getirirken, ağzının kenarından salya akıyor gibi hissettim. Belki de akıyordu, ben göremiyordum. Sonuçta her yer karanlıktı.
“Dean gittiğinde, nasıl seviştiğinizi anlatacaktın bana.” Kurduğu cümle ile birlikte aniden boğazımı tıkayan nefesim yüzünden öksürmeye başladım. Adımları öksürdüğüm için duraksadı. Meşaleyi tuttuğu eli havada olduğu için ışık tepemizden vuruyordu. “Ne oldu, söz vermiştin bana Amelia.” Çocuk gibi mızmızlanırken, ben hâlâ söylediği cümlede kalmıştım.
Bu adamla hep sevişip hem de Darla’ya anlatmak için söz mü vermiştim? Yuh be kızım, ben neymişim böyle. Kekelememek için kendimi zor tutarken, benden cevap bekleyen Darla’ya baktım. “Gittiğinde mi? Sevişmek mi?” Başıyla hemen onayladı beni. “Biz giderken yani, o giderken sevişmedik. Hiç sevişmedik, tabi önceden seviştik.” Şaşkınlığın verdiyle yarım yamalak cümlelerimi sıraladım.
Darla’nın gözlerinin içi parladı. nasıl yoklukta kalmışsın kızım sen? “Seviştik de, aklımda değil.” Ne diyorum ben ya? “İnsanın aklında nasıl kalmaz ki?” gerçekten bu soruyu sorarken, güzel bir cevap bekliyordu benden. “Güzel olduğu için aklımda kalmadı.” Şu an kendimi, tepemizde yanan meşaleyle yakabilirdim.
Dudağının kenarı memnun olmuş gibi yukarıya doğru kıvırılırken, “çoğu insan onun ejderhalar gibi seviştiğini söylüyor.” Kaşlarım, bu kız ne der gibi çatılırken, üst dudağımın kenarı, buruşturduğum yüzüm yüzünden yukarıya havalandı.
“Ejderhalar nasıl sevişir ki?” kendime şu anda inanamıyordum, sorduğum soruya bak ya! “Yani çok sert olduğu söyleniyor. Bunu senin çok iyi bilmen lazım.” Koluma vurunca, sondaki cümleyi benim gerçekten yaşadığımdan emin olarak dile getirmişti.
“Evet evet, çok sertti!” bu sohbetin hemen bitmesini istiyordum, çünkü utançtan yerin dibine girmeme az kalmıştı. “Bizim bir yere gitmemiz lazım, yaralılar bekliyor!” kolundan tutarak yürütmeye başladım. “Ama dikkat et Amelia, eğer öğrenirlerse kellen bir mızrağın ucunda sallanırken bulabilirsin!” kalbim bu cümleyle birkaç saniye durduğunu hissettim, çünkü nefes almakta zorluk çektim. Kafamın bir mızrakta sallanacağını basit bir dille söylerken, bende etkisi büyük olmuştu. Daha adamın adını yeni öğrenirken, sevişmediğim biri yüzünden öldürüleceğim söyleniyordu.
Sakin ol, sakin ol! şimdi ölmeyi düşünme, şimdi bu zamanı atlat.
Adımlarımız ilerledikçe, bakışlarımızın önünde bizi karşılayan aydınlık yere varmak üzereydik. Odanın içinde bizim giyinen kişileri seçtiğimde, etrafta aceleyle koşuşturmaya devam ediyorlardı. Sağ tarafta kalan bu odanın devamında, karanlık koridor uzamaya devam ediyordu.
“Bu sığınağın amacı ne?” Darla içeri girerken sorduğum soruyla birlikte “ejderhalar yüzünden tabi ki!” dedi düz bir sesle yürümeye devam ederken. İçeri hemen , beyaz çarşafların serili olduğu alçak yataklardan birinde yatan yaralıların yanına koşar adım attı Darla.
Odanın ortasına dikildim ve belki elli altmış kadar olan yatağın olduğu odayı izlemeye başladım. Tekrar aynı zonklama şakaklarıma ulaşırken elimi yine oraya bastırdım. Bu sefer odanın tamamını kaplayan rahatsız edici bir koku burnuma gelirken oluşmuştu bu ağrı. Izdırap çeken bedenlerden yükselen inlemeler, ağrıyı daha da şiddetlendiriyordu.
“Kolunu kesmemiz lazım, yara çok fena!” parmaklarım hâlâ şakaklarıma dayalıyken, yan tarafımdan gelen acı dolu feryatlar yüzünden başımı oraya çevirdim. Yaralı adam yatağın içinde dönüp ağlarken diğerleri omuzlarından tutarak daha fazla hareket etmesini engelliyordu. Giydiği siyah gömleğin kolları yoktu . Ve dirseğine kadar yanan kolu, ezilmiş bir etten farksızdı.
Tüylerim diken diken olmuştu bu görüntüden dolayı. Benim gibi giyinen kadınlar ve birkaç erkek onu tutmaya çalışırken, çığlıkları tüm odayı sallıyordu. “Onu görmeden ölmek istemiyorum. Ejderha süvarisini görmeden ölmek istemiyorum!” birbirine kenetlenen dişlerinin arasından kurduğu cümleler acı ve hüzünden oluşuyordu.
“Ölmeyeceksin merak etme!” ağlamamak için tuttuğu göz yaşları yüzünden titreyen sesiyle birlikte bir kadın konuşmuştu. “Amelia?” Donmuş bir şekilde o adama bakarken, acısını her yerimde hissettim ve kimden bahsettiğini de anlam veremedim.
“Amelia!” diye bağırdı biri.
Evet, benim ismimdi bu. Bakışlarım hemen yatağın yanında adamın omuzlarından tutan diğer kadınlardan biri, adım ile seslenince ona değdirdim bu sefer bakışlarımı. “Bedeni uyuşturacak sıvıdan kalmamış, git getir ilaç mahzeninden!” yerimden kıpırdatacak olan tetikleyici sesiyle başım ile hemen onayladım. Arkamı onlara dönerken kurumuş olan dudaklarımı yaladım.
Kendime gelmem için derin bir nefes alırken, neyi onayladığımı bile anlamadım. İlaç mahzeni neredeydi? Bedeni uyuşturacak sıvı hangisiydi? Bilmeden onayladığım şeyle adımlarımı dış kapıya doğru attım. Darla içeri girmeden kapını yanına astığı yanan meşaleyi tekrar elime alıp yürümeye devam ettim.
Dışarıya doğru çıkınca sağ tarafıma dönerek, yanan meşaleyi de ileri doğru uzattım ve o tarafa doğru yürüdüm. Nereye gittiğimi bilmeden gidiyordum, umarım kaybolmam bu karanlık yerde.
Birkaç adımdan sonra bana doğru gelen bir adamı hemen fark ederek durdurdum. “İlaç mahzeni nerede?” başını arkasına çevirerek eliyle geldiği yeri gösterdi. “Biraz daha yürüdükten sonra ilk karşına çıkan sol kapı.” Adama teşekkür ederken, benim hemşire olmama rağmen bu yerleri bilmediğim için garipsememesi için dua ettim.
Yolumu aydınlatan meşaleyle birlikte yürüyüp, duvardan açılan aralıklı duran kapıyı gördüğümde geriye doğru itekleyip içeri girdim. Kapı sonuna kadar açıkken ortasına doğru ilerleyip inceledim odayı. Burası ilaç mahzeniydi. Tahtalardan yapılan rafların üzerinde küçük yazıların yazıldığı küçük kağıt parçaları asılarak yan yana dizilmiş farklı boyutlarda şüşeler vardı. küçük demir parmaklardan oluşan pencerenin kenarlarında gaz lambaları asılmıştı. Hemen elimdekini pencerenin yanında yer alan küçük alana elimdeki meşaleyi astıktan sonra cam şüşeleri incelemeye başladım.
Arkamdaki kapı sert bir şekilde kapanırken, arkamı dönemeden belime sarılan güçlü kollar yüzünden aniden sırtım duvara yaslanmıştı. Daha ben kim olduğunu anlayamadan, sırtımı duvara yaslayan kişinin dudakları benimkilerin üzerine kapandı. Parçalamak ister gibi dudaklarıma kapanan kişinin dişleri etime saplanırken, inlemeyle karışık çığlık kaçmıştı boğazımdan.
Omuzlarından tutup geriye doğru itmeye çalışınca, dudakları bu sefer boynum ile çenem arasındaki girintiye ilerledi. “Demek baya sertmişim!” gülerek söylenen cümlenin sahibini tanırken, elinin birini eteğimin altından çıplak bacaklarımdan ilerleyerek kadınlığıma doğru gittiğini hissetmemle, bacaklarım titremeye başladı korkudan.
Omuzlarından daha sert tutup, sağ bacağımı içeriye doğru katlayarak vakit kaybetmeden kasıklarına geçirdim. Vurduğum darbeyle geriye doğru sendeleyen kişi inlemelerinin arasından kafasını kaldırıp yüzüme baktı. O an o kişinin Dean olduğunu gördüm. “Kızım ne yapıyorsun?” dişlerinin arasından tıslar gibi konuşarak, ellerini kasıklarına yaslayıp iki büklüm olmuştu.
Gözlerim kocaman açılırken elimin tersiyle dudaklarımın üzerine kapatıp hâlâ varlığını orada hissettiğim sıcaklığı yok etmeye çalışıyordum. Asıl o ne yapıyordu? “İki aydır yoktum, özledim seni. Böyle mi karşılıyorsun beni?” pürüzlü çıkan sesinde hâlâ kasıklarına aldığı darbenin etkisinin geçmediği belliydi.
Karşımdaki adam ağrıyla kıvranırken elimin arkasını dudaklarımdan çekmedim, çünkü durumun kötülüğü üzerimden atamamıştım. Derin bir nefes çekerken içime, gözlerinin en koyu yeşil tonuna sahip olan adama baktım. Şimdi yüzüne tomarla tükürsem hak etmiş olacaktı.
“Beni özlemedin mi Amelia?” dedi iki büklüm katlanan bedenini yukarıya doğru kaldırırken.
Ben ise sadece şok olmuş gözlerle, yumuşayan sesiyle benden cevap bekleyen adama baktım öylece.
Devam Edecek…
yorum atmayı ve oylamayı unutmayın:)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |