24. Bölüm

AYI KAPANI

kadriş yazar
kadrisyazar_

MASKENİN ARDINDAKİLER

 

23.BÖLÜM

 

AYI KAPANI

 

Tomme Profitt - Noble Blood

 

 

“Kaçırılma günü…”

 

“Beyefendiye söyleyin güvenli bir şekilde giriş yaptık!” Elindeki telsizin düğmesini serbest bıraktığında, stresten kuruyan dudaklarını ıslatıp, karşıdan cevap beklemeye koyuldu. Telsizden çıkan ses, sadece cızırtıdan ibaretti.

Bakışları arada telsize kayarken, başını yan koltukta oturan adama çevirip, “Ne kadar kaldı?” diye sordu. Başındaki şapkayı düzelten adam, ağzının içinde çevirdiği sakızı patlatıp, “Beş altı saatten az kaldı.” Dedi Navigasyon'a bakıp, tekrar telefondan oyununu oynarken.

Dikiz aynasından arkayı kontrol etti, diğer eli direksiyonu daha sert kavrarken şoför. Yol yüzünden arada bir hakimiyetini kaybediyor, dikkatini telsizden gelecek herhangi bir ses için veriyordu. Yağan yağmur, gittikleri yolu daha da zorlaştırıyordu.

“Arkadakiler hâlâ bize yetişemediler!” deyip sıkıntıyla burnundan nefesini verdi şoför.

“Biz bu silahları ülkeye sokalım da, diğer kamyonetin içindeki kişiler umurumda değil!” dedi yan koltukta oturan adam umursamazca.

“Ara sor, arkamızdalar mı diye!” dedi şoför, elindeki telsize bakışlarını tedirgince çevirirken. Ne karşıdaki adamlar onları görebiliyordu, ne de o, onları. Fakat yüreğindeki korku, bedenini titretmekten alıkoyamıyordu.

Güçlü olduklarını, ellerinin kollarının hiçbir deliğe uzanmamak gibi bir söz konusu olmadığını iyi biliyorlardı.

Yan koltukta oturan adam başı ile onaylayıp, telefondaki oyunu kapatıp, kulağına götürdüğünde, karşıdan direkt çağrı cevaplanmıştı. “Neredesiniz? Çabuk yetişin bize!” dedi hızla. Bir süre karşı tarafı dinledi. Şoföre bakıp, “kaçakçılardan biri fenalaşmış, onunla ilgilenmişler!” dedi burnunu çekerek. “Birkaç kişide yolda inmiş, rahatsızlandıkları için. Arkadan takip ediyorlarmış.” Sıkıntılı bir nefes verip, “bu yüzden yavaşlarmış!” diye devam etti.

Şoför ağzının içinde bir küfür savurdu. “Fenalaşmışsa, öldürsünler! Ülkeye kaçak yollarla sokuyoruz, bir de doktorculuk oynamanın sırası değil!” dedi hiddetle.

“Duydunuz! Fenalaşanı, gebertin.” Deyip telefonu kapadı.

Şoför, telsizin düğmesine basılı tutarak, “Beyefendiye söyleyin, silahları ve kaçakçıları güvenli bir şekilde ülkeye soktuk!” deyip parmağını düğmeden çekti. Tedirginlik yaşıyordu. Eğer istediği görevi küçükte olsa sorun yaşatırlar ise onları sağ bırakmayacaklarını iyi biliyorlardı. Fakat şu anda seviniyorlardı çünkü hiçbir sorun olmadan, ülkeye giriş yapmışlardı. Verilen görevi başarılı bir şekilde yerine getirmiştiler. Beyefendi onları, çok iyi bir şekilde mükafatlandıracaktı.

Çok kısa beklemenin ardından, telsizin başındaki düğme iki kere yeşil ışıkla yanıp söndü. Karşı taraf konuşmak yerine bu şekilde cevabını vermişti. Her şey yolunda, bir sorun olmadığı anlamına geliyordu. Şoför ve yanında oturan iş birlikçisi birbirlerine heyecanla bakıp zafer kazanmışçasına çığlık attılar. Ardından büyük kahkahalar attılar.

“İyi para koparacağız!” dedi yanındaki adam.

“Hem de nasıl? Belki onu görebileceğimiz bir iş bile verebilir yanında!” dedi şoförde, telsizi hevesle havada sallarken.

“Üç gündür yoldayım, teslim eder etmez yataktan kalkmayacağım!” diyen adam kollarını ensesine bağlayıp koltuğa yaslanmak için önüne geri dönmüştü ki, ön camda gördüğü şey ile, “arabayı durdur!” diye bağırarak öne doğru atılıp elini ön kaputa yasladı.

Şoför bağırmanın etkisiyle hızla ayağını frene basıp kamyoneti durduğunda, telsiz elinden yere düşmüş, iki eliyle de direksiyonu kavramıştı. İkisinin de gözleri yerinden çıkarcasına ön cama saplandığında, boğazlarını yırtan bir yutkunmayla yerlerinden kıpırdayamadılar.

Kamyonun önünde, siyahlar içinde bir kişi duruyordu. Yüzünde ise hayvan figüründe maske vardı.

Yağmur hafiften çiseliyor, silecekler sağa sola doğru hareket ediyordu.

“Bu kim lan?” diye sordu yanındaki kişi telaşla.

Şoför, aniden önüne çıkan bu kişiyle şaşırmış, birkaç saniye kendisine gelmek için derin nefesler almaya başlamıştı. Gözlerini birkaç defa kırpıştırıp kıstı. Sağa sola doğru hareket eden silecekler ve durmadan camın üzerinde biriken yağmur damlaları yüzünden siyahlar içindeki kişiyi görmek zorlaşıyordu.

Gözleri irice açılırken, dili yutulmuşçasına yanındaki kişiye bakıp, zar zor “haberlerde gösterilen maskelerden bu!” diyebildi.

Yan koltukta oturan kişi alayla gülüp, “binlerce taklitçileri var. Onlardan biridir kesin!” deyip ön cama bakışlarını çevirdi, ağzındaki sakızı çiğnerken. Orta parmağını gösterip, “siktir git başka yerde oyna, piç kurusu!” diye bağırdı.

Maskeli kişi, başını hafifçe sağ omuzuna yatırdı. Ellerini arkasından bağlamıştı. Maskenin altından sadece gözleri belli oluyordu. Ne düşündüğünü ya da ne tepki verdiğini anlayamıyorlardı. Fakat maskenin altındaki tebessümünü görselerdi, farklı bir tepki vereceklerini iyi biliyordu.

“Sana diyorum it, yürü git!” diye yeniden bağırdığında, şoföre bakıp, “ez iti!” dedi hiç düşünmeden. Ortaya attığı fikirle sırıtıp, kamyonetin önünde duran adama baktı.

Şoför, çoktan terlemeye başlamıştı bile. Gözleri, bir anda yolcu koltuğunun yanındaki camın önünden geçen karartıyla oraya döndü. Korkuyla yutkundu. Kim olduğunu ya da neye benzediğini göremedi, geçen kişiyi. Göz yanılması bile olabileceğini düşündü. Tek gördüğü siyah bir karartıydı.

“Sana diyorum. Ez bu iti yolumuza devam edelim.” Diyen adam, şoförün kolunu dürttü. Kuruyan dudaklarını yaladı şoför, “ya gerçek maskeli kişi ise?” diye sordu fısıldayarak. Gözleri, bir daha ön cama saplandığında, maskeli kişinin aynı şekilde durup onları izlediğini gördü. “Eğer onlardan biri ise, kesinlikle yalnız değildir!” dedi korkuyla.

“Sikeyim onları!” diye yükseldi yan koltuktaki kişi. “Taklitçilerinden biridir. Ki gerçek maskeli kişiler var mı yok mu bile bilinmiyor. Onların burada ne işi olur?” deyip başındaki şapkayı biraz daha geriye doğru attı.

Kamyonetin arkasından sesler yükseldi. Ülkeye sokacakları kaçakçılardan birkaçıydı.

“Niye durduk? Daha varmış olamayız!”

“Devam edin!”

“Bir an önce devam edin!” diyerek seslerini yükseltip, kamyonete vurmaya başladılar.

“Fazla sorun çıkmadan halledelim işlerini!” dedi yan koltukta oturan adam, ardından torpido gözünü açıp içinden bir silah çıkardı. “Beyefendiye söz verdik, her şeyi düzgün yapmalıyız.” Deyip, çıkardığı silahı sıkıca tuttuktan sonra, “ben o iti hallederim!” deyip kapıyı açmak için yeltenmişti ki, maskeli kişinin hareket ettiğini gördü. Gözleri oraya çevrildiğinde, maskeli kişi arkasında bağladığı elinin biri çıkarıp kulağına götürdü. Gözlerini ise kırpmadan onlara bakıyordu.

“Amacım asla bir Robin Hood olmak değil. Asıl istediğim şey daha farklı benim.” Maskenin altından gülümsedi. “Ben fareciği istiyorum!” arkasındaki diğer elini de çıkardığında, deri eldivenli avuç içindeki silahı kamyonetin ön camına doğru uzattı. “Ama buradayım ve ben, bir işi asla kötü yapmam!” cümlesini bitir bitirmez, silahından çıkan kurşun ön camdan geçip, yan koltukta oturan adamın alnına saplandı. “Başlıyoruz!” dedi kulaklığına doğru sırıtarak.

Adamdan çıkan kan, olduğu gibi şoförün yüzünü kırmızıya bulamıştı, gözlerini ne olduğunu anlamadan sımsıkı kapatırken.

Büyük bir taşın arkasından Artemis çıktı. “Seni zorla getirmedik buraya!” deyip bacaklarının yanına iliştirdiği keskin bıçaklarının ikisini de çıkarıp ellerinde döndürmeye başladı. “Hiçbir yere zorla gitmem zaten!” diyen Arın ile birlikte ikisinin de gözleri, kamyonete kaydı.

Bu sefer kamyonetin arkasından Dua çıkıp onlara doğru gelmeye başladı. Ellerinde sanki toz varmış gibi, birbirine sürtüp temizlerken, “Kapılara zincirleri bağladım. Çıkamazlar!” deyip belinin etrafına sardığı diğer zinciri söküp, sert bir şekilde iki yöne doğru çekti. Zincirden çıkan ses, dudaklarının iki yöne kıvrılmasını sağlamıştı.

“Diğerleri yolda!” dedi hepsinin kulaklıklarında Kaya’nın sesi duyulurken. “Yaklaşmak üzereler.”

“Dua silahları ve diğer adamları içeri hapsetti!” dedi Arın.

“İkinci kamyonette de silahlar olabilir!” dedi Kaya’da. “Onlara da dikkat edin!

Üçü de aynı anda başını sallayıp, elbisenin siyah ucunu aşağı doğru çekiştirip, ağızları görünecek bir şekilde ortaya çıkardılar.

Şoför, öfke ile bağırdığında gözleri yuvalarından çıkacak kadar karşısındaki kişilere bakmaya başladı. Kan, yüzünün bir tarafını el koymuştu. Dudaklarından, kirpiklerinden, saçlarının ucundan, olduğu gibi kan süzülüyordu. Gaza basmaya başladı.

Kamyoneti üzerlerine sürmeye başladığında, “gebert!” dedi Artemis, Arın’a bakıp. “Hemen!” diyen Arın, silahı tekrar ileriye doğru uzatıp çıkan kurşun bu sefer şoförün alnından küçük bir delik açılmasını sağlamıştı. Şoför sırt üstü koltuğa, direksiyonu saran elleri ise boşluğa düşmüştü. Kamyonet ise hâlâ üzerlerine gelmeye devam ediyordu.

Cam ikinci kurşunla tuzla buz olmuştu.

Kamyonetin içindekiler çığlık atmaya devam ediyordu.

Arın üzerine doğru gelen kamyonete doğru koşup, ön kaputuna zıpladı, oradan da, tuzla buz olmuş ön camdan geçip az önce öldürdüğü kişilerin ortasına oturur oturmaz frene bastı. Ardında da el frenini çekip, kamyoneti tamamen durdurdu. Ardından, adamlar da ne kadar silah var ise hepsini aldı.

“Kaç kişi var sence?” diye sordu Artemis, Dua’ya bakıp.

“Beşi geçmez!” dedi Dua tekte.

“Yine geç kaldı!” dedi Arın, kamyonetin ön kaputundan aşağı zıplarken.

“O da orayı hallediyor. Geç kaldığı için suçlamamak gerek!” dedi Artemis, başka yöne bakışlarını kaçırarak.

Arın burnundan derin bir nefes alıp, “o zaman herkes dikkat etsin kendisine!” deyip uzun süre gözleri Artemis’in üzerinde asılı kaldı. Ardından, topladığı silahların birini, Dua’ya, diğerini de Artemis’e uzatıp verdi. Birini de kendisine alırken, “bu silahları kullanın. Kendi silahımızdan kurşun çımasın sakın!” dediğinde, kızlar aynı anda onayladı.

“Umarım siz kızlar işi batırmazsınız!” deyip kendi silahını beline yerleştirdi.

“Götün sıkıştığında, yardım isteme sakın o zaman!” dedi Artemis burnundan gülerken.

“Ölmeyi tercih ederim daha iyi!” deyip elinin arkası ile dudaklarının üzerinden geçti Arın.

“Bunları halledin. Geliyorlar!” kulaklıktan sesi tekrar duyuldu Kaya’nın.

“Tamam. Farecikte burada olur birazdan!” diyen Arın çoktan şeytani gülüşünü iliştirmişti dudaklarının kenarına. “Dua sen kamyonetin diğer tarafına, Artemis sen de diğer tarafına geç!” dedi Arın, işaret parmağı ile yerlerini göstererek. “Ben de tam kapının önünde olacağım!”

“Kurşunların ilk hedefi mi olmak istiyorsun?” diye sordu Dua düz bir sesle.

“Dua haklı.” Arın’ın kolunu tuttu Artemis. “Kamyonetin içi silah ve kurşunla dolu. Kullanabilirler!” dediğinde, Arın’ın bakışları tuttuğu eline inince, yavaşça bıraktı.

Tek kaşı havalandı Arın’ın maskenin altından. “Öyle olmaması için dua edeceğiz o zaman!” dedi boş bir sesle.

Dua bir şey daha söylemeden başını iki yöne doğru sallayıp, kamyonete doğru ilerledi. Ön kaputa doğru tek bir hamleyle çıktığında, “kızım dur, n’apıyorsun?” diyen Arın’ın sert sesiyle, omuzun üzerinden geriye baktı. “İlk çıkanları sırayla öldüreceğim!” dedi, işaret parmağını dudaklarına götürüp sessiz olmalarını isterken.

Artemis ile Arın birbirlerine bakıp başlarını aynı anda sallayarak yerlerine geçti.

Dua kamyonetin ucuna yüz üstü uzanarak sessiz bir şekilde ilerleyip, Arın’ın verdiği silahın ucunu aşağı doğru sarkıttı. İlk çıkanları tek tek avlayacaktı. Beş kişi olduğunu tahmin ediyordu içinde. Beş kişi beş kurşun! Hiçbirinden kaçmazdı hedef!

Arın zincirli kapıların önüne gelip, silahı ileri doğru uzattı, kabzasının altına diğer elini yaslarken.

Artemis ise Arın’ın yan profilini görebilecek bir şekilde, yerini almıştı.

Kamyonetin içindeki çığlıklar susmuş yerini ise derin bir sessizlik almıştı. Etrafta duyulan tek şey, yağmur sesi, ağaçların hışırtısı ve arada sırada göğe yükselen kargalardı.

Arın yerlerine geçen herkese kısa bir göz attıktan sonra, “içerdekiler size zarar vermeyeceğiz!” dedi kamyonete çevirirken.

Yalandı!

Başları görünür görünmez, hepsi ölecekti!

Dua, biraz daha kamyonetin ucuna doğru sarkıp, elini aşağı uzattı kapıların açılmaması için bağladığı zinciri sökmek için.

Arın çok kısa, Dua’ya bakıp tekrardan konuştu. “Eğer bize teslim olursanız, hiçbirinize dokunmadan evlerinize teslim edeceğiz!” deyip dudağının bir kenarı, söylediği yalanla havaya dikelmişti.

Dua yavaşça bağladığı zincirin ucunu açmak için çekmeye başladığında, zincirden çıkan ses, üçünün de bakışlarının birbirine değmesine neden oldu. Dua durdu. Arın devam etmesi için başı ile onayladığında, Dua tekrardan yavaşça zinciri açmaya başladı.

“Kız gelmek üzere!” dedi Kaya. “Arkadakilerde yetişmek üzere!”

Arın dudaklarını ısırıp, başını sağ omuzuna yatırıp gözlerini çok kısa açıp kapadı. Isırdığı dudaklarını geri bırakıp bir küfür savurdu. “Üçe kadar sayacağım.” Bunlarla vakit kaybetmek istemiyordu. Asıl işi gelecek olan Nida’ydı.

“Bir!” dedi Arın. Artemis’e baktı.

Dua biraz daha kamyonetin ucuna gelip, zinciri açmaya devam etti.

“İki!” dediğinde, Artemis’te Arın’a baktı.

“Üç!” dedi Arın ve o anda kamyonetin içinden silahlar patlamaya başladı. Kapıların üzerindeki zincir açılıp yere düştüğünde, “Dua!” diye bağırdı Arın. Kamyonetin içinden tavana doğru silah sıkmaya başlamışlardı. Dua kamyonetin üzerinden en uca doğru yuvarlanıp yere kolunun üzerine düştü, büyük bir inleme ile.

Kamyonetin altından çıkan bir kişi koşarak Artemis’e saldırdı. Artemis sırt üstü yere düştü, gelen kişiyi daha anlamadan.

Bir kişi daha altından çıkıp Arın’a doğru koşmaya başladığında, Arın tekte sıktığı silahından çıkan kurşun adamın alnına saplandı. Fakat öldürdüğü adamın arkasından çıkan kişiyle Arın’ı sırt üstü düşürdü. Elindeki silah diğer tarafa düşmesine neden oldu, çarpmanın etkisiyle. Arın’ın gözleri, üzerindeki adam da değil, Artemis’in üzerine yoğunlaşmıştı. “Sikeyim!” diye büyük bir küfür savururken, üzerindeki adamın çenesine bir yumruk attı fakat aynı saniyelerde kendisi de yüzüne yumruklar yemeye başlamıştı.

Artemis adama bir yumruk attı fakat adamın sadece burnu kanamıştı. Üzerinden itememişti. Dua inleyerek yerinden doğrulup, koşar adımlarla Artemis’in üzerindeki adamın ensesinden tutup diziyle suratına geçirdi. Adam yan tarafa düştü. Kamyonetin altından çıkan bir diğer kişi koşarak gelip Dua’nın sırtına tekme ile vurdu. Dua yere düştü o hızla. Fakat adam üzerine gelmeden kasıklarının arasına vurduğu tekme ile, adam iki büklüm oldu. Yerinden kalkıp, adamı altına aldı, yumruklarla öldürene kadar vurmaya başladı.

Artemis, bu sefer adamın üzerine çıkıp ağzına, burnuna sağlam bir yer kalmayacak bir şekilde yumruklar atmaya başladı. Adam, aldığı darbelerle başı sağa sola düşerken, gözleri çok kısa Artemis’in bacaklarının yanına astığı bıçaklarına kaydı. Elini uzatıp bıçağın biri çıkararak, Artemis’in yanağına derin bir çizik attı bıçağın ucuyla.

Başı diğer tarafa düştüğünde, diğer bıçak darbesi gelmeden adamın bileğinden hızla yakaladı. “Sikeyim seni! Bir de benim kızlarımla, bana vurmak ha?” dediğinde, adamın bıçak tutan elini geriye doğru büktü. Adamın çığlığı, bileğindeki kemiklerin kırılma sesiyle birbirlerine karıştı.

Arkalarından bir silah patladı. Geriye doğru baktıklarında, Arın’ın üzerindeki kişinin gırtlağına dayadığı silah ve havaya fırlamış bir çift kafatası gördüler.

“Nida geldi!” dedi Kaya. “Fakat arabası çamura saplanmış bu tarafa doğru gelemiyor!”

Dua ve Artemis’in altındaki kişiler ağızları burunları kanlı bir şekilde hızla kendilerini kurtarıp, ileriye doğru koşmaya başladılar. Arın arkadan giden kişinin bacağına bir kurşun sıktı. Fakat adam sadece çığlık atmış, koşmaya devam etmişti yaralı bir şekilde.

Arın doğrulup hızla dağa doğru tırmanmaya başladı. “Arın planı mahvetme!” diye bağırdı Dua arkasından. Fakat Arın onları duymayıp hızla dağa doğru tırmanmaya devam etti. “Köpeği birazdan sal Kaya!” dedi Arın son kez omuzunun üzerinden, Artemis ve Dua’ya bakarak. Fakat adımlarında azalma bile olmamıştı.

“Diğer kamyonet bir iki dakikaya burada olur!” dedi Kaya nefes nefese. Nida’nın arabası çamura batınca, koşarak gidip bakmış tekrar eski yerine geri dönmüştü. “Bu iyi bir şey!” dedi.

“Kaç demiştin?” diye sordu Artemis, acıyan yanağını silip elini gözlerinin önüne getirirken. Elinin üstü hep kana bulanmıştı ve silmesine rağmen yanağından kan akmaya devam ediyordu.

“Beş!” dedi Dua burnundan gülerek.

“Dörtmüş!” dedi Artemis’de, onun gibi gülüp elinin tersi ile burnunu silerek.

Dua hızla kamyonetin yanına düşen silaha tekme savurup kapılarını iki yana doğru açtı. Kasa kasa silahlar ve şarjörlerle karşılaştılar. “Bunları neden kullanmamışlar?” diye sordu düz bir sesle. Diğer tarafa doğru savurduğu yerdeki silaha baktı. Sadece onu kullanmışlardı ve onunla da tavana kurşun sıkmışlardı.

“Silah kullanabildiklerini düşünmüyorum!” dedi Artemis alayla. “Sana kurşun gelmedi değil mi?” diye sordu.

Dua kamyonetin içine atlayıp, “hayır!” diye cevapladı. Silah ve şarjörlerin önündeki kasaların birinin önünde dizlerini kırıp oturdu. IMI UZİ silahlarından ikisini alıp havaya kaldırdı. Omuzunun üzerinden Artemis’e bakıp, “sen git kaçan adamları öldür! Ben gelen kamyoneti tarayacağım!” deyip iki elinde tuttuğu silahlarla ayağı kalktı.

 

 ****

 

Büyük bir duman evin önünde, karanlığı yararak göğe doğru yükseliyordu. Diğer gecelere nazaran, bu gece gökyüzünde Ay vardı. Ateşin etrafında duran kişilerin yüzleri, ayazdan dolayı kızarmıştı. Ateş, hepsinin yüzlerini aydınlatıyordu, karanlıkta.

“Bugün de iyi iş çıkardık!” dedi Kaya, bağdaş kurarak oturduğu yerde. Elinde bir tablet vardı ve halledilmesi gereken kişilerin listesine bakıyordu. Diğer elinde ise geçen yıldan kalmış bir kavanoz Nutella vardı. Kaşlarını çatmış, açık ekrana gözlerini kısarak bakıyordu. İsmi içinden okuyup, “öldürüldü.” Dedi kısık sesle. Birini daha okuyup, “öldürüldü.” Dedi yeniden. Çikolatadan bir kaşık alıp ağzına götürdü.

Kaşları bu sefer yazan isme ve resme kayınca, gözlerini iyice kısıp ateşi izleyen kişilere kaldırdı. “Orhan Ziyad, öldürdük mü onu?” diye sordu. Tekrar ekrana baktı. “Öldürdüğümüz kişilerin arasında görmedim sanki.”

“Evet.” Dedi Arın ifadesizce. Bakışları ateşteydi. “Tüm cinayeti de o işlemiş gibi yaptık.”

Başını salladı Kaya, hoşuna gitmiş gibi. “Tamam, şimdi hatırladım.” Bir kaşık dolusu çikolatayı ağzına götürüp yedikten sonra, “Büyük bir kavga çıkmış, daha sonra da anlaşamadıkları için birbirlerini öldürmüş gibi süsü vermek güzeldi!” deyip güldü.

Arın, göz ucuyla Artemis’e baktı. Yanağı boylu boyu çizilmişti. Arada yaranın sızladığına dair izler görüyordu, Artemis’in yüz ifadesinde. “Iskaladın!” dedi Arın boş bir sesle, tekrar önüne dönerken.

Artemis, burnundan güldü ne dediğini anladığında. “Iskalamadım. Eğer ıskalamasaydım, Nida şu anda yaşamıyor olurdu!”

Kaya’da tek kaşını kaldırıp Arın’a baktı. “Gerçekten Artemis’in ıskalayacağını mı düşündün? Bu çocuk aptal he.” Deyip alayla güldü.

“Aptal aptal konuşma lan!” dedi Arın, dişlerinin arasından.

Kaya, alık alık Arın’a baktı. “Hem sen gelip bana demedin mi, Artemis adamın boğazına bıçak saplayıp öldürdü diye.”

Arın, göz ucuyla Artemis’e baktı. Artemis ise Kaya’ya bakarak gülümsüyordu.

“Öyle bir şey demedim!” dedi Arın.

“He he!” dedi Kaya, umursamayarak. “Hayran kalmış gibi anlatıyordun. Bıçaklar onun parmakları, adam ondan kaçamazdı zaten, diyordun!” diyen Kaya, göz kırparak, olayı hatırlamasını sağlamaya çalışır gibi.

Arın zaten söylediklerini hatırlıyordu ama yine de öyle olmamış gibi davranmaya çalışmaya çalışıyordu. Fakat kaçırdığı bakışları, yutkunuşları ele veriyordu.

Artemis’te göz ucuyla Arın’a dönüp baktı. Dudaklarındaki gülümseme silinmemişti. “Demek, öyle düşünüyorsun?” diyen Artemis, kendi beğenmiş bir tavır takınarak omuzlarını dikleştirdi.

“Kaya boş yapıyor.” Dedi Arın, ayağının ucuyla toprağı eşelerken. Bakışları da, yerdeydi.

“Demedin mi se-?” diyemeden Kaya, Arın hızla başını kaldırıp, “kes lan!” diyerek sözünü kesti.

“Bıçakları kullanmakta üstüme yok.” Diyen Artemis, kollarını göğsünde birleştirerek, ateşe çevirdi bakışlarını.

“Benim kadar değil!” dedi Arın, sesli nefes vererek.

“Bir gün yarış yaparız o zaman?” diyen Artemis, tek kaşını kaldırmış, Arın’a bakmıştı.

Arın tek kaşını kaldırıp indirdi. “Yaparız!” dedi Artemis’e bakarak.

İçerden Dua çıktı. Ateşin etrafında toplanan kişilerin yanına doğru adımlarını atmaya başladı. “Uyanmadı mı hâlâ farecik?” diye sordu Arın. Dua, “hayır!” diyerek yanlarına geldi. “Elbiseni giymişsin?” diye sordu Kaya gülerek, Dua’yı baştan aşağı inecelerken.

“Güle oynaya karşılayacak halimiz yok ya!” dedi Dua. Ardından Arın’a bakarak, “İşleri mahvediyordun az daha!” dedi.

Arın sesli bir nefes verdi gözlerini devirirken. “Ben olmasam, ormana dağılan kişileri yakalayamıyordunuz!”

Dua burnundan güldü ama hemen ciddi ifadesini takınması uzun sürmedi. “Bu işleri berbat etmeni değiştirmiyor!”

“Tamam hallettik!” dedi Artemis, Dua ve Arın’a bakarak.

Kamyonetin içindeki kişileri, Dua öldürmüş, arkadan gelen kişiler ise silah seslerini duyar duymaz ormanın içine dağılmıştı. Fakat onlarında yakalanmaları uzun sürmemişti. Altı kişiyi de enselerinden yakalamış, bulundukları yere getirmişlerdi.

Arın öldürülen kişilerden birini şoför koltuğuna yerleştirmiş, kamyonetle birlikte derenin içine atmadan önce yüzüne maske yerleştirmiş, notu da içine asmıştı. Şoför ve yanındaki kişiyi ise, yaktıktan sonra cesetten kalan parçaları gömmüştü, çünkü kurşun kendi silahından çıkmıştı.

Arın burnundan sesli nefes verdi. “Bu siktiğim şeyleri yapmak bile istemiyorum!” dediğinde, üçünün de bakışları Arın’a çevrilmişti. “Bizi Robin Hood yapmaya çalışıyor ama sikimde bile değil!” dedi Arın kızgınlıkla. Cebindeki sigara paketini ve çakmağı çıkardı. Son iki dal kalmıştı. Birini çıkarıp dudaklarına yerleştirdi. “Bana ne ülkeye, uyuşturucu silah sokuyorlarsa!” deyip elinin biriyle dudaklarının üzerini kapatıp, çakmakla yaktı ucunu.

Dua, Kaya, Artemis birbirlerine çok kısa bakıp ateşi izlemeye başladılar.

Arın sigaradan derin bir nefes alıp geri üfledi burnundan. Elindeki paketi Artemis aldı. “Yapmak zorundayız!” dedi. “Bize acı verenleri bulmak için, Peder’in dediklerini yapmak zorundayız!”

Arın göz ucuyla yanındaki kadına baktı. Artemis’in yanağı sızladı, vuran ayazla. Dişlerini sıktı mimik bir inlemeyle. Sızlayan yaraya aldırış etmeden, paketin içinde son kalan dalı alıp dudaklarına yerleştirdi.

Kaya derin bir nefes aldı, dişlerini sıkarken. Dua’nın yüzünde tek bir mimik oynamadı. Fakat mavi gözleri, baktığı ateşten daha çok alevlenmişti.

Artemis, Arın’a baktı. Parmaklarını Arın’a uzattı, Arın’ın bakışları git gide boşluğa savurulurken. Arın bir şey demeden, dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarasını alıp Artemis’in iki parmağının arasına yerleştirdi. Ne yapacağını ikisi de iyi biliyordu.

Artemis minik bir tebessümle, Arın’dan aldığı sigarasının ucuyla kendi sigarasını yakıp, derin bir nefesle işaret ve baş parmağının arasına alıp çıkardı kendi dudaklarından.

Kendi sigarasını Arın’a uzattı. İçine çektiği dumanı üfledi. Gri duman, ikisinin arasında uçup dağıldı.

Dua alttan bakışlarını çok kısa Artemis’e dokundurup önüne döndü.

Arın küçük bir yutkunuşla, gözlerini kaçırdı. Fakat çok sürmeden, Artemis’in uzattığı sigarayı aldı ve birkaç saniye ucu yanan sigaradan çıkan sesi dinledi. Alttan bakışlarını Artemis’e kaldırdı. Artemis ise gözlerini ondan kaçırmadan, aldığı sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi.

Arın’da aldığı sigarayı kendi dudaklarına yerleştirdi.

“Birazdan uyanır!” dedi Kaya, dalan bakışları ateşteyken.

“Herkes yerini biliyor. Sen de salak saçma hareketler yapma!” dedi Arın, Kaya ters bakarak.

“O zaman zevki çıkmaz ki. Onu nasıl korkutacağımı biliyorum.” Deyip ellerini birbirine sürttü sinsi bir plan aklına gelmiş gibi gülerken.

“Telefonlar yakıldı mı?” diye sordu Dua. Üçü de evet der gibi başını salladılar. Her olayda iletişim için yanlarına aldıkları telefonu tek seferlik kullanır, ardından yok ederlerdi. Arkada bir şey bırakmamak, yaptıkları işlerden daha önemliydi.

“Peder’in dediği adamlar mı hepsi?” diyen bir kişinin sesiyle, tüm bakışlar karanlığın içinden kendilerine doğru gelen kişiye doğru çevrilmişti. Birkaç saniye öylece kimin geldiğini anlamak için gözlerini kıstıklarında, gelen kişinin Cesur olduğunu anlamışlardı.

“Oo nihayet teşrif edebildiniz ha?” dedi Arın sinirle gülerken. Adımlarını Cesur’a doğru atmaya başladı. Diğerleri de onun arkasından yürümeye başladı. “Çok geç kaldın Cesur, çok!” dediğinde, dişlerini sıktırdı.

“Benim de halletmem gereken işler vardı!” dedi Cesur adımlarını durdurarak. Bakışları, Arın’ın arkasında duran Artemis’e kaydı.

Yanağında açılan yara izini, kalbinde hissetti.

“Erken geleceğini söylemiştin!” deyip elinin tersi ile burnunu sildi Arın. “Artemis yaralandı. Kimin yüzünden,” öfke ile sırıttı. “Senin yüzünden!”

“Senin de payın var!” dedi Dua boş bir sesle. “Kızı yakalamak için bizi orada bıraktın!

Artemis, derin bir nefes aldı gözlerini kapatırken.

Arın, omuzunun üzerinden Dua’ya bakıp, sinirle burnundan soludu. “Hepinize demiştim. Asıl işim farecik! Ben başına taşları yığmasam kaçacaktı.”

“Bende olmasam, orada öldürecekti!” dedi Kaya’da histerik bir tonla.

“İyi misin Artemis?” diye sordu Cesur. Diğerlerinin söylediklerini umursamamaya çalıştı.

Artemis çok kısa gözlerini kaçırıp tekrar Cesur’a bakarak, başı ile onayladı iyi olduğunu. “Sadece ufak bir çizik!” dedi.

Cesur, Arın’a baktı ardından. “Yetişmeye çalıştım.” dedi.

Arın başını geriye doğru atıp, hafifçe kaşlarını çattı. “Hep yetişeceğini söylüyorsun, fakat yine de ortada bırakıyorsun bizi!” dilini yanağının içinde oynatıp, başını hafif omuzuna yatırdı. “Bu yalanlardan sen de bıkmadın mı?” diye sordu alayla.

“Burada işte Arın. Uzatma artık!” dedi Artemis, Arın’ın yanına bir adımla gelip kolunu tutarken.

“Savunma onu!” diyen Arın hafif sesini yükseltip, kolunu sertçe çekerek, Artemis’in elinden kurtardı.

Artemis’in gözleri dalgalanırken, yavaşça yutkundu. “Savunmuyorum!” diyebildi. Sesinin bile çıkmasına şaşırmıştı.

Cesur gözlerini kapadı. “Hırsın ve kinin mahvedecek seni!” dedi alçak sesle.

Arın histerik gülüş attı. “Hırs ve kinim sağ tutuyor beni. Ve o hırs ve kin beni değil, yaratanların sonunu getirecek!”

“Canın acıyor mu?” diye sordu Cesur, dudaklarını üst üste bastırıp Artemis’e bakarak.

Artemis derin bir nefes aldı. Acıyordu ama ona söylemek istemedi. Arın, omuzunun üzerinden Artemis’e bakıp, “Yaralandın! Umurunda bile değilsin!” dedi Arın alay ve sinirle gülerken.

“Sus artık!” dedi Cesur.

“Ne o?” bir adım attı Arın, Cesur’a doğru. “Gerçekleri duymak zoruna mı gidiyor?” başını iki yana salladı Arın. Dudaklarındaki sinir bozucu gülüş, Cesur’un kanındaki son damlayı öfke ile harladı.

Son kez Cesur’a bakıp arkasını dönüp gitmek isteyen Arın’ın ensesinden tutup kendisine doğru çeviren Cesur, Arın’ın burnunda sert bir yumruk attı. Artemis ve Kaya şaşkınlıkla inlediler. Arın geriye doğru sendeleyip düşmek üzereyken, Kaya ikisinin ortasına geçti hızla. “N’apıyorsun Cesur!” diye soludu.

“ABİ!” diye bağırdı Artemis, iki eliyle Cesur’un kolundan tutarken.

Dua şaşırdı ve ifadesini hızla toplayıp, yerinde hareketsizce kalmaya devam etti. Diğerleri bile yıllardır duymadığı bu kelimeye, atılan yumruktan daha çok şaşırmıştı.

Cesur’un elleri iki yanına düştü duyduğu kelimeyle. Uzun süredir duymadığı kelime bir hayal ürünü gibi gelmişti ona. Fakat öfke, şaşkınlık ve acıma vardı o tek kelimede. O an duymak bile istemedi bu üç harfi.

Kardeş.

Fakat Cesur ve Artemis için bu kelime artık onlara;

Kan ve Deş’ti.

İkisinin de yürekleri deşildi, kan akıtıldı. Unutuldu onlar için kardeş kelimesi. Unutturuldu. Artık, deşip, kan akıtıyorlardı.

Arın’ın burnundan kan akarken, dişlerini sıktırdı. Elinin tersini burnuna yasladı.

Kaya, Arın’ı itekleyerek evin önüne götürmeye başladı hızla. Dua’da peşlerinden gitti.

Artemis bu sefer ellerini Cesur’un göğsüne yaslayıp itekledi geriye doğru. “Arın’a vurmaya hakkın yok!” dedi, sesi çatlarken. Sustu Cesur. Sadece Artemis’in dolan gözlerine bakakaldı. Başını sağa sola doğru salladı Artemis. “Haklı olduğu için mi vurdun ona?” omuzları düştü. Cesur dudaklarını üst üste bastırdı, ağrıyan kalbini dindirmek için.

Hayır, haklı değil, diyemedi!

Sustu. Sustukça yandı.

Burnunu sertçe silip Cesur’a bakışlarını kaldırdı Artemis. “Ben senin içini biliyorum,” kesik bir nefes göğsünü yırtarcasına çıkmak istedi fakat sadece yutkuna bildi. “Haklı olduğu için ona vurmadın.” Bir damla gözyaşı yanağından süzüldü. “Acım, seni parçaladığı için, bir şey yapamadığın için Arın’a yumruk attın, abi!” dediğinde, yüreği yangın yerine dönüvermişti. Hızla yanaklarını silip arkasını dönerek diğerlerinin yanına gitti.

Cesur, arkasından bir süre öylece baktı.

O gece Arın, Artemis’in yarasını kapatmak için elinde bir merhem ve sargı beziyle odasına gitmiş, sabah olana kadar aynı odanın içinde sadece oturup sigara içmişlerdi, hiçbir şey konuşmadan.

 

 

****

 

“Kurt kuzuları kapmış,

Çoban oturup ağlamış,

Ormanı deli gibi dolanmış,

Onları bulamayınca, canına kıymış.”

Rüzgarı saçlarımda, güneşi tenimde hissediyorken, sırt üstü uzandığım yerde bir taraftan şarkıyı mırıldanıyor, bir taraftan ise çoban, kurt ve kuzu, resmini bir kağıda çiziyordum. Kurt kocamandı. Kuzular üzgün. Çoban ise küçücük yalnız başına kalmıştı koca ormanın ortasında. Böyle çizmemi istiyordu, ben de onun dediğini yapıyordum.

Dilimin ucunda bu sıralar tutturduğum bir şarkı vardı. Durmadan bunu mırıldanıyor, bundan başka bir şey söylemiyordum. Nereden duyduğumu ya da nasıl öğrendiğimi bilmiyordum. Kendi uydurduğum bir şarkı bile olabilirdi.

“Kurt kuzuları kapmış,

Çoban oturup ağlamış,

Ormanı deli gibi dolanmış,

Onları bulamayınca, canına kıymış.”

Şarkıyı mırıldanmaya devam ettiğimde, bu sefer de bir ayağımın ucunu da şarkının ritmine uydurdum. Fakat resim çizmemi engelleyen başka bir faktör vardı. Durmadan dikkatim ona doğru kayıyordu. Burnumdan soluyarak, etrafımda durmadan dönüp duran kadına bakmak için havada tuttuğum kağıdı hafif kucağıma indirdim.

Beyaz uzun bir elbisesi vardı üzerinde. Ayakları yalındı. Siyah, uzun saçları birbirine girmiş, bu yüzden uzun oldukları belli olmuyordu. Etrafımda bir daire çizerek dönerek gülüyor, bazen de zıplayarak, kollarını şarkıya eşlik ettiriyordu.

“Ayakların acımıyor mu?” diye soruyorum dönüp duran kadına. Sesli bir kahkaha atıp, “hayır hayır. Şarkıya devam et!” deyip adımlarını daha çok hızlandırıyordu. “Başım dönüyor dur artık.” Dediğimde, kaşlarımı çatıyorum hızla. Ona sadece, karşıma gelince görebiliyordum. Arkaya bakışlarımı çeviremeyecek kadar halsizdim. “Şarkı çok güzel. Söyle söyle!” dediğinde, bir kahkaha daha attı.

“Kaç yaşında kadınsın, böyle yapmak yakışmıyor sana!” diyordum fakat o beni asla duymuyor, yorulmadan yaptığı işine devam ediyordu. Benden büyüktü. Çünkü boyu uzundu. Boyu uzun olanlar büyük sayılırdı değil mi? Ya da bakışları? Yüzündeki ifade… Çünkü etrafımda dönüp duran bu kadın asla çocuk gibi bakmıyordu! Bunu anlayabiliyordum. Fazla neşeli bakıyordu. Çocukların bakışları üzgün ve sinirli olurdu!

“Senle ben aynı yaşıttayız.” Diyerek karşılık veriyor gülerek. “Bende resimler çiziyorum, yere uzanıyorum…”

“Dalga geçme benimle.” Deyip atarlanıyorum. “Senle ben, asla aynı yaşta olamayız.”

Bu kadını daha önce gördüğümü hatırlamıyordum. Ne zaman gelmişti ki? Ya da ben ne zaman gelmiştim buraya?

“O zaman benimle oyun oyna.” Deyip zıplaya zıplaya etrafımda dönmeyi sürdürüyor. “Olmaz! Yapmam gereken bir resim var.” Dediğimde, tekrar boya kalemimi alıp, Kurt’un ayaklarını çizmeye başlıyorum. Havada tutarak resim yapmak işlerimi zorlaştırsa da, böyle yapmak hoşuma gidiyordu.

“Çoban koyunları buluyor,

Kurt ölüyor,

Koyunlar etrafa dağılıyor.”

Kadın, şarkıyı kendisi söylemeye başladığında, hızla kağıdını göğsüme indirip, “yanlış söylüyorsun, şarkı böyle değil.” diyerek kızıyorum. Kadın bu halimi eğlenceli bulmuş olacak ki kıkırdayarak, “şarkı böyle. Ben bu şekilde duyuyorum.” Diyor. “Şarkı böyle değil, eğer böyle söylersen sana kızar.” Dediğimde, kadın yavaşlıyor fakat durmuyor.

Tam karşımdaki büyük gövdeli ağacın arkasında bir hareketlilik sezerken, bakışlarımı kadından alıp oraya yoğunlaştırdım. Bu yerde sadece bir ağaç vardı ve o da çok büyüktü. Devasaydı. Birçok çocuk altında serinleyebilirdi.

Küçük bir baş, durmadan başını ağacın arkasından çıkarıyor bana bakıyordu. Fakat tam ne olduğunu anlayamadan kendisini geri çekiyordu.

“Şarkı, şarkı söyle bana!” diyordu kadın gülerken. “Oyun, oyun oyna benimle!”

Söylediklerini duysam da dikkatim tam şu an ağacın arkasında beni izleyen kişideydi.

“Benimle oynamak isteyen biri daha var!” dediğimde, “geldiler geldiler!” diyerek bağıran kadın tam karşımda durup dönmeyi bıraktığında, artık ağaç ve arkasındakini göremez hale geldim. Kadına bakışlarımı kaldırdığımda ise elimin birini alnıma dayamak zorunda kalmıştım çünkü güneş ışınları olduğu gibi gözlerimi geliyordu.

Heyecanla tam karşıya bakıyordu. Ben de onunla birlikte baktığı yöne başımı çevirdiğimde, büyük bahçenin demir kapıları iki yöne doğru açılarak içeriye, beyaz minibüsün girmesi için yol veriyordu. “Kim geldi?” diye soruyorum kadına ama ona değil, içeri giren minibüse bakıyordum.

“Yeni arkadaşlar geliyor. Yaşasın!” deyip ellerini birbirine çarparak ses çıkarmasına neden oluyor.

Minibüs tamamen bahçeye girdiğinde, büyük binanın içinden ise birkaç kişinin çıktığını görüyordum fakat yüzlerini buradan net bir şekilde göremediğim için kim olduklarını anlayamıyordum. Birkaç kişinin de buraya baktığını görür gibi olmuştum ama emin değildim bu konuda.

Ellerimi yere bastırıp uzandığım yerden doğrulurken, göğsümde duran kağıt ise yere düşüverip, rüzgar yüzünden yan tarafa doğru savruluşunu birkaç saniye izlememe neden olmuştu. Fakat umursamadım!

“Onlar yakın arkadaşın değil senin!” diyerek, kadına bir bakış atıp ayağı kalkıyorum. Ellerim hızla, toprağa bulanmış kalçamı temizlemek için kullanırken, gözlerim yeniden minibüsün üzerine yoğunlaşıyor. Binadan çıkanlar, minibüsün diğer tarafına çabuk adımlarla vardığında, artık gözden kaybolmuşlardı. Ne yaptıklarını ya da ne konuştuklarını duymak imkansızdı buradan.

İçgüdüsel olarak bakışlarım binanın en yüksek katındaki penceresine doğru kalktığında, sanki oradan birinin beni izlediği hissi içime doğmaya başlamıştı. Fakat perdeleri kapalıydı. Ya da kimsenin fark edemeyeceği kadar aralıktan izleniyordum, bilmiyorum.

“Arkadaş değiller mi?” diye soruyor kadın üzülerek. “Bilmiyorum.” Diyerek bir omuzumu silkeleyip alt dudağımı sarkıtıyorum. Yan gözle yanımdaki kadına baktığımda, dehşetle açılmış iri gözlerle, işaret parmağını karşıya uzattığını gördüm. Nereyi gösterdiğini görmek için tekrar önüme dönüyordum ki, “YANGIN!!!” Diye bağıran kadın olduğum yerde irkilmeme neden olduğunda, bakışlarım hızla binanın en tepesindeki pencereye doğru kaydı.

İçerisi alev alevdi. Dumanlar çıkıyordu her pencereden. Çığlıklar yükselmeye başladığında, kulaklarımı kapatma hissi uyanıyor içimde. Ama benim adımlarım olduğum yerde çivilenmiş, gözlerim pencereden ayırmadan oraya bakıyordum.

Kalbim şimdiden boğazımda, kulaklarımda atmaya başlamıştı. Ne yapacağımı bilemeden tüm uzuvlarım uyuşmuş hareket edemiyordum. Sırtımda hissettiğim dokunuşla, tüm bedenimi irkilerek geriye doğru çevirdiğimde, bir kız çocuğunun tam karşımda durarak beni izlediğini gördüm.

“Sen yapmadın!” dediğinde, gözlerinden akan yaşlar yanaklarını ıslatmaya başladı. Islak gözlerini arkaya doğru çevirdiğinde, “senin suçun değildi!” dediğinde, ben de omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Az önce gelen minibüsün de bina gibi cayır cayır yandığını gördüm.

“Ama nasıl?” diye sordum kendime kendime. “Ne zaman oldu bunlar?”

Her şey bir anda gerçeklemişti. Ne olduğunu anlayamamış kafam karışmıştı.

Kız çocuğuna tekrar bakıyorum. Usulca dudakları yukarı doğru kıvrılıyor, gülümsemeye başlıyordu. Fakat gözleri dolu doluydu, gözyaşlarıyla. “Nerdesin sen bakalım? Sabahtandır seni arıyorum.” Diyen bir genç kız tam karşıdan sırıtarak bana doğru geliyordu. Diğer kız çocuğuna göre bu daha uzundu, fakat zayıftı. Gözlerinin altı çökmüş fakat gülümsemesi capcanlıydı.

Bu kimdi? Bana mı söylüyordu?

Dudaklarım aralandı bir şeyler söylemek için fakat bakışlarının bende olmadığını anladığımda, durdurdum kendimi. Bakışları, tam önümdeki kız çocuğunun üzerindeydi.

“Yordun beni.” güldü gelen kız. “Bir daha yanımdan ayrılma olur mu?” dediğinde, küçük kız tamamen gülümseyip arkasını döndü, gelen kıza bakmak için. “Saklambaç oynamak istemedin benimle.” Deyip kollarını göğsünde birleştirdi küçük kız çocuğu. “Tamam. Hadi oynayalım. Söz veriyorum, hep seninle oynayacağıma.” Dedi gülümseyerek gelen kız. Ve küçük kız çocuğunu kucağını alıp gitti. Bana bakmadı. Görmedi beni.

Anlamsız bir seslenme çıktı dudaklarımın arasından, elimin birini ileriye doğru uzatırken. Bana bakmasını, beni görmesini istedim. Fakat ayaklarıma değen ıslaklıkla bakışlarımı ayakucuma indirdiğimde, bileklerime kadar gelen bir kan gölünün ortasında olduğumu gördüm. Ayaklarımı sırayla indirip kaldırarak, gerçek olup olmadığını anlamaya çalıştım.

Fakat bir kan gölünün ortasındaydım! Kanın keskin kokusu hızla burnuma geldiğinde, öğürerek, elimi dudaklarımın üzerine kapadım. Etrafım kararmaya, az önce güneş olan bir bahçenin ortasında değilmişim gibi bir cehennemin ortasında belirmiştim. Kadın neredeydi? Yanan bina ve minibüs nereye kaybolmuştu?

Ellerim dudaklarımın üzerindeyken gözlerim etrafıma bakındı. Bu kan gölünde hareket edemiyordum. Bacaklarımın komutu bende değil gibiydi. Fakat duvarın dibinde hareketsizce yatan birini görüyorum. Gözlerim, gördüğüm görüntü ile kocaman açılıyor, nefesim kesilme raddesini geliyordu.

Kuzenimi!

İlayda!

Alnından vurulmuş, kan gölü olmasına sebep olan, onun kanıydı.

“Nida!” Bir kadın çığlığı ismimi söylemesiyle arkamı döndüğümde, birinin bana koşar adımlarla geldiğini görüp, “ben yapmadım!” diyerek fısıldadım.

“Ben yapmadım!”

Boğazımı yırtan büyük bir çığlıkla gözlerim hızla açıldı. Çığlık, benim çığlığım!

Kendi sesim uyandırdı beni.

Bakışlarımı büyük bir pencere ve içeriye vuran güneş ışığı karşıladığında, sıkıca yumup bir daha geri açtım. Kirpik diplerim acıyordu. Şakaklarım ağrıyordu. Uyuşan kolumu yukarı kaldırıp, avuç içimi şakağıma yasladım. Sert bir baskı uyguladım oraya.

Her yerim, ağrıyordu! Tenim ezilmiş gibiydi.

Dişlerimin arasından acı bir inleme döküldü.

Avuç içimi şakağımdan çekip, olduğum yere indirdiğim bakışlarımın yanına bıraktım. Yataktaydım. Rahat bir yataktı. Bakışlarım tekrar cama çevrilirken, göğe doğru uzanan ağaç dallarını görebiliyordum. Büyüktüler.

Neredeydim? Burası neresiydi?

Sesli, derin bir nefes almak istemiştim ki, daha önce çaldığına emin olmadığım bir müzik sesi, kulaklarımın içini doldurdu. Ne zamandır çalıyordu, bilmiyordum! Derinden ve boğuk bir şekilde ulaşıyordu bana. Kulak kabarttım, gelen sese. Ama anlamsız gelen harfeler yüzünden seçilmiyordu. Şarkı sözleri birbirine girmişti sanki!

Yan döndüğüm yatağın içinde sırt üstü uzanırken, gözlerim tavana sabitlendi. Birkaç saniye orada oyalandıktan sonra, başımı biraz eğip, üzerimdeki kalın yorgana baktım. Gri çarşaftı. Ve güzel kokuyordu. Bahar gibi! Ama bahar kokusu, içimi ferahlatmak yerine, beni daha da karamsarlığa ve huzursuzluğa sürüklüyordu.

İki taraftan ellerimi yatağa bastırıp doğruldum. Gri, her yerin gri olduğu bir oda karşıladı gözlerimi. Gri dolap, gri duvarlar, gri halılar. Oda büyüktü ve açılan kocaman pencere sayesinde iyi aydınlanıyordu.

Tenimin her yerinde ısırıklar hissettiğimde, yeniden sıktırdığım dişlerimin arasından inlemeler dökülüverdi. Yüzümün önüne dökülen saçlarımın bir tutamını kulağımın arkasına sıkıştırıp, üzerimdeki gri kalın yorganı diğer tarafa doğru attım, bacaklarımı yatağın içinden çıkarırken.

Siyah eşofman ve siyah tişörtleydim. Avuç içimdeki sargı bezi dikkatimi çekince bakışlarımın hizasına kaldırıp baktım, kaşlarım hafiften çatılırken. Yeni yapıldığı belliydi. Tertemizdi. Bu sefer ense kökümde bir ağrı baş gösterince, inleyerek başımı öne doğru eğip sargılı elimle ovaladım.

Elim hala ensemdeyken, dikkatimi bu sefer yatağın baş ucundaki komodinin üzerindekiler çekti.

Yarısı boşalmış sürahi, bardak ve gümüş renginde bir tas vardı. Hemen yanında ise katlanılmış bir bez duruyordu. Gözlerim, yatağın önündeki kırmızı kovaya indi bu sefer. Kim bırakmıştı bunları? Ben neredeydim?

Gözlerimi açıp kapadım. Müzik hâlâ devam ediyordu.

Midem içeri doğru büzülür gibi olduğunda, iki büklüm bir şekilde oturduğum yatağın üzerinden kalkmak için derin bir nefes alıp verdim. Zorda olsa yatağın ucundan kalkabildim. Acı her yerimde baş gösterirken, minik adımlarla kapıya doğru yürüdüm. Nerede olduğumu merak ediyordum!

Kapının kolundan tutup içeriye doğru açarken, boğuk ve derinden gelen müzik sesi netleşti. Her yerdeydi. Büyük bir hoparlöre bağlamış gibiydiler. Biraz olduğum yerde kalıp kulak verdim çalan müziğe. Birbirine giren şarkı sözleri çözülmeye, anlamsız gelen harfler anlaşılmaya başladı.

“Kıskanır rengini baharda yeşiller,

Sevda büyüsü gibisin sen Firuze.

Sen nazlı bir çiçek,

Bir orman kuytusu,

Üzüm buğusu gibisin sen Firuze...”

Cızırtılıydı. Fakat rahatsız etmiyordu. Bir plaktan çıktığına emindim.

Kapıyı tamamen araladığımda, bakışlarımı bir balkonun tırabzanı karşıladı. Bir evin üst katındaydım. Adımı attım dışarıya kapıyı arkamdan kapamadan. Balkonun korkuluğuna doğru ilerledim. Müzik daha da netleşti, tıkanan kulağımın içinde.

“Acılı bir bakış yerleşirse eğer,

Kirpiğinin ucundan göz bebeğine,

Her şeyin bedeni var, güzelliğinin de.

Bir gün gelir ödenir,

Öde Firuze.”

Durdu adımlarım. Aşağıda bir karartı hissettim. Görmek için boynumu biraz uzattığımda, tüm kanım çekildi ve adımlarım olduğu yere bir mıh gibi çakıldı. Gördüğüm kişiyle, tüm uzuvlarım buz kesti. Aşağıda oturan O’ydu. Cesur!

Yan profili görünecek bir şekilde koltukta, üzerinde sadece kot pantolonu varken, ileriye doğru üst bedenini eğmiş otuyordu. Bakışları eğdiği bedeninin olduğu yerdeydi.

Boğazıma dizildi nefesim bir yumruk gibi. Sertçe yutkunurken, kalbimin üzerine vurdu bu sefer yumruklar ardı ardına. Patladı zihnimde, anıların, yaşanmışlıkların korkunç yüzleri.

Arın silahı ileriye doğru uzattı ve silah bir kere patladı. Yüzümün yarısı sıcak bir ıslaklıkla temas edince, büyük bir çığlık harabenin içini doldurdu. Benim çığlığım!

Bedenim titredi, kollarımı iki yanımdan kendime yaslayıp, boğazımdan yükselen hıçkırığı durdurmak için elimi sertçe bastırdım ağzıma. Gözlerim doldu ve yanağımdan akan yaşlar ellerimin üzerine akın etti.

Ölüm!

İlayda sırt üstü yere düşmüştü. Alnının üzerinde küçük bir delik vardı oradan zemine doğru kan süzülüyordu. Gözleri açıktı ve buz tutmuş mavilikleri bana doğru bakıyordu.

Kuzenimin canlı mavileri, solmuştu. Soldurmuşlardı!

Ölmeden cehennemi yaşattılar bana her biri. Ölümü yaşattılar. Kuzenimi öldürdüler. Hiç acımadan vurmuşlardı onu. Zihnim o görüntü ile dolup taşınca, gözlerimi sıkıca kapatıp, sessiz ağlamalarım sesi, avuç içime doldu.

Nasıl? Nasıl? Nasıl?

Neden? Neden? Neden?

Göğsüm sıkışınca, boşta kalan elimle tişörtümden sıkıca tutup, bağrıma bastırdım yumruk yaptığım elimi. Annem. Babam. Amcam. Onlarda oradaydı. Onları da öldürmüşlerdir! Battı yüreğime bu gerçeklik tenime.

“Nida!” diye bağırıyordu annem. “Korkma kızım, sana bir şey olmayacak!” diye bağırıyordu.

Ben yaşıyordum. Annem bana, bir şey olmayacağını söylemişti, peki ya onlara?

Olduğum yere çöküp bağıra çağıra ağlamak istiyordum. Fakat tek yapabildiğim, tişörtümün üzerindeki elimi göğsüme bastırabilmek ve sessizce ağlamak olmuştu.

Şimdi ise onlaydım!

Cesur ile!

Katille!

“Benim!” dedi arkamdaki sesi. Belime bir kol dolandı. Sırtım, arkamdaki adamın göğsüne sertçe yaslandı. “Seni buradan kurtarmaya geldim!” dedi boğuk bir ses ve ayaklarım saniyesinde yerden kesildi.

Beni buraya getirmişti. Son anda hatırladığım, belime dolanan kol ve kulağıma doğru gelen fısıltısıydı.

Müzik başa sardı. Islak, gözlerimi araladım. Karşıya baktım. Dirseklerini, dizlerinin üzerine yaslamış, masanın üzerine doğru eğilerek, bir şeylerle uğraşıyordu. Dudaklarının arasında tükenmekte olan bir sigara vardı. Yukarıya doğru yükselen gri duman yüzünden gözlerini kısmak zorunda kalmıştı.

Fakat tüm dikkati, hareket eden ellerinin üzerindeydi. Bir şeylerle uğraşıyordu.

Dudaklarımın üzerindeki elimi çekmeden, dikkatlice baktım ve elindekinin silah olduğunu gördüm. Masanın üzerinde ise mermiler vardı.

Yutkundum, genzimi yakmasına rağmen. Niye beni buraya getirmişti? Neden beni öldürmelerine izin vermemişti? Arın’ın bana silah doğrultuşunu hatırladım. Tüylerim diken diken oldu saniyesinde. Öldürecekti beni. Neden o silahtan çıkan merminin de beni öldürmesine izin vermedi?

Ama kuzenimi öldürmüşlerdi!

Ya o gelenler? Onlar kimdi?

“Maskotu eğlendirme zamanı!” diye bir kişinin bağırmasıyla, tüm gözler binanın köşesinde beliren kişiye kaydı. Elinde bir silah sallıyordu ve dişleri görünecek bir şekilde sırıtıyordu.

Sesi, görüntüsü çok korkunçtu. En az maskeli kişiler kadar tüyler ürperticiydi.

Silahı masanın üzerine bıraktı Cesur. Dudaklarının arasındaki sigarayı iki parmağının arasına alıp sertçe içine çekti. İçeri doğru çöken yanaklarıyla birlikte gözlerini kapadı. Geri açtığında, sigarayı dudaklarının arasından çekip, içine çektiği dumanı, hem burnundan hem de ağzından dışarıya doğru üfledi. Ardından parmaklarının arasında küçülen sigarayı, masanın üzerindeki kül tablasının içine bastırıp, ayaklandı.

Heykel gibi dikildiğim yerde irkilip, hızla adımlarımı geriye doğru atıp sırtımı duvara yasladım. Balkonun parmaklarının arasından sadece çıplak üst bedenini görünüyordu. Pantolonunu hafifçe yukarıya doğru çekip, gözlerini buraya kaldırmadan karşıya doğru yürüdü.

Kuzenimin katili!

Nereye getirdiğini, ya da neden buraya getirdiğini bilmiyordum fakat o bir katildi! Bizi kaçırdılar. Kuzenimin ölmesine neden oldular. Belki ailemi bile öldürmüşlerdir ve beni de öldüreceklerdi!

Elimi ağzımdan çekip, kesik ve fakat göğüs kafesimi yırtarcasına nefes alıp sırtımı yasladığım yerden çekip, sola doğru döndüm. Yanında kalmayacaktım!

Hızla adımlarla aşağı kata doğru inen merdivenlere yürümeye başladım. bacaklarım, beni öldürecek kadar titrese de, beni yarı yolda bırakmalarını göz ardı ederek, kendimi zorladım yürümeye. Gözlerim ise masanın üzerinde duran silah ve mermilere çarpmadan duramıyordu. Merdivenlerin başına geldim. Tırabzanları sıkıca tutup merdivenleri sessiz fakat hızlı inmeye başladım.

Bakışlarım, Cesur’un gittiği yöne doğru çevrildi. Kapısı ve ışığı açık bir oda vardı ve tezgah ve masadan anlaşılacağı üzere orası mutfaktı. Cesur yoktu fakat yere doğru düşen gölgesi, orada olduğunu kanıtlıyordu.

Hızlı olmam lazımdı. Ama düşünemeyecek kadar zihnim hiçliğe doğru savrulmuştu. Ama o hiçlik; yaşattıkları yüzünden allak bullaktı.

Çıplak ayaklarım son basamağı da indiğinde, bir silah ve dört merminin yan yana olduğu masaya doğru ilerleyip, hiç düşünmeden, silahı parmaklarımın arasına aldım, işaret parmağımı tetiğinin üzerine yaslarken.

“Nida!”

Adımı duymam ile birlikte, korku dolu bir inleme çıkıvermiş, hızla önümü sesin geldiği yöne doğru döner dönmez, karşılaştığım yüzle, silahı ona doğrulttum. Cesur. Tam karşımdaydı.

Şaşırmış gözleri, tam gözlerimin içine bakıyordu. Bir adım gerileyip, titreyen koluma rağmen silahı biraz daha yukarı kaldırdım. Yaklaşırsa, vururdum!

Çok kısa elindekilerine bakıp, tekrar yüzüne kaldırdım. Elinde bir tabak, içinde ise hazırlanmış sandviç tarzı bir şey vardı. Diğer elinde ise portakal suyu vardı.

Şaşkın ve korku dolu olan gözleri, üzerimde birkaç saniye dolandı, ardından masanın üzerinde bırakıp gittiği mermilere ve masanın üzerinde olması gereken silahın elimde olmasına bakıp, burnundan sesli bir nefes alıp verdi gözlerini açıp kapatarak. Şimdi ise tam yüzüme ve çatık kaşlarla bakıyordu bana.

Bir adım bana doğru attı. “İndir o silahı!” dedi.

“Yaklaşma bana!” dedim dişlerimin arasından. Durdu.

Terden sırılsıklam olmuş saçlarım, yüzüme yapışmış, görüş alanımı kısıtlıyordu. “Katil!” dedim dişlerimin arasından. “Kuzenimin katili!” gözlerim doldu, titreyen çeneme zorluk çıkarırken.

Derin bir nefes alıp verdiğinde, omuzları da nefesine eşlik etti. “Seni kurtardım!” dedi, gözlerimin içine bakarak. Başımı iki yana salladım hemen. “Beni o cehennemden kurtarmadın. Cehennem sensin!” dediğimde, bakışlarının donuklaştığını fark ettim belli belirsiz ama çok uzun sürmedi.

Dudaklarını ıslatıp, tek kaşını havaya kaldırarak, “İndir o silahı Nida. Saçmalıyorsun!” dedi.

“Seni öldürmemden mi korkuyorsun?!” dedim iğrenerek.

Güldü. Alaycı tınısı tüylerimi diken diken etti. “Cehennem olan bir adam, ölümden korkar mı?” diye sordu, iki kaşını da havalandırırken. Olduğum yerde hareketlendim ama tek bir saniye bile silahı ona doğrultmaktan geri durmadım. “Hem,” dedi minik bir tebessüm dudağının kenarına kondururken. “Beni, senin öldürmen, hoşuma giderdi!”

Silahı daha sert tutup, kaşlarımı daha da öfke ile çattım, söyledikleri midemi bulandırırken. “Sen iğrenç bir adamsın.” Yanağımdan, alev topunu andıran bir göz yaşı yanağıma doğru süzüldü. “Sen benim kuzenimi öldürdün!” diye bağırdım. “Senin o zavallı arkadaşların kuzenimi öldürdü!” dudaklarım titredi, öfkem üzüntümle karışırken. “Ailemi bile öldürmüşlerdir! Ne yaptıklarını bile bilmiyorum! Onlara ne olduklarını bile bilmiyorum!”

Yüzüme öylece bakıyordu, tek bir mimik bile olmadan. Beni izliyordu.

“Beni neden buraya getirdin ha?” bu sefer gözyaşlarımı durduramadım. Aktıkça yaraladılar. Yaralandıkça ağladım. “Neden beni de öldürmelerine izin vermedin ha?” Silahı daha sert kavradı parmaklarım. “Şimdi de ben seni öldüreceğim!”

Buruk bir tebessüm yer aldı dudaklarının kenarında. Başını da hafifçe omuzuna yatırdı. Yanılıyor muydum bilmiyorum ama yaşadıklarım bir ızdıraptı bana. Bu yüzden gerçek olup olmadığını anlayamıyordum.

“Sen kimseyi öldüremezsin. Sen böyle biri değilsin!” dedi, alçak sesle.

Elime bile silah almamıştım bu zamana kadar. Silah bile gördüğümü hatırlamıyordum. Ama şimdi öyle şeyler yaşatmışlardı ki bana, kafasına sıkacak kadar öfke ile dolup taşmıştım. Öfke tüm benliğimi sarmalamıştı.

“Sen beni tanımıyorsun!” dedim bastıra bastıra. Silahı salladım hafifçe havada. Bakışlarımın tam hizasındaydı. Namlu tam katran karası gözlerinin üzerindeydi.

“Kuzenini ben öldürmedim!” dedi kaşlarını havaya kaldırarak. Bu sefer ben alayca güldüm. Yaklaştı.

“Sakın!” dedim bakışlarımı hemen ayaklarına indirip kaldırırken.

Bakışlarını benden ayırmadan, bir şey olmayacağının hissini veren kaşlarını havaya kaldırırken, minik adımlarla ortamızda duran masaya doğru yaklaştı. Elindekilerini usulca masanın üzerine bıraktı. Geri doğrulurken, ellerini havaya kaldırıp bir adım geri gitti.

“Sen onu kandırdın!” dedim güçsüz düşen sesimle. “Ölmesine sen sebep oldun!”

O katilin söyledikleri çınladı kulaklarımda.

“Biliyor musun, sen olmasan bu kadar başarılı olamazdık!” dedi Kaya İlayda’ya bakarak. İlayda’da iki elini de koluma dolayıp titreyen bedenini daha çok yapıştırdı bana.

Kaya bana baktı. “Seni partiye gitmesi için ikna etti. Çünkü yakışıklı ortağınızın da oraya geleceğini sanıyordu.” Güldü. “Ee ben kuzenini de suçlamıyorum. Ortağınızın kendisi söyledi İlayda’ya, orada olacağını.”

Göz yaşlarım yüzünden tıkanan burnumu çekerken, büyük bir yıkılmışlıkla başım omuzumun üzerine düştü, sızlayan gözlerim usulca kapanırken. Onu kandırmıştı! İlayda’yı tanıyordum ama öleceğini bilse, başına bunların geleceğini bilse asla kabul etmezdi.

Gözlerim tekrar açıldı ve büyük bir tiksintiyle yüzüne baktım Cesur’un. İfadesizce beni izliyordu. Bakışları bir şey anlatmıyordu. Sadece büyük bir boşluk vardı. Katran karası gözleri, açılan bir karadelik gibi, hiçliğe savuruyordu.

“Ne yapacaksın şimdi?” diye sordu düz bir sesle, diğer sorularımı umursamayarak. “Beni öldürüp, buradan kurtulacağını mı sanıyorsun?”

Hızla omuzumun üzerinden geri bakıp ona döndüm. Dış kapı kapalıydı.

“Ölünü görmek bile hoşuma gider benim!” dedim tiksinerek üst dudağımın kenarını havaya kaldırırken.

Güldü burnundan. “Buradan kaçışın olmaz Nida! Buradaki tek çıkışın benim!” diyerek, kollarını birkaç santim ile belinin kenarında iki yana kaldırdı, kendini göstermek ister gibi.

Nerede olduğumu, nereye getirdiğini bilmiyordum ama yanında da asla durmak istemiyordum.

“Siktir git!” dedim tıslayarak.

Gülüşü büyüdü. “Dediğim gibi, tek çıkışın benim!”

Adımlarım geri gitti. Zemine inen bakışları, ayaklarıma baktıktan sonra tekrar yüzüme çıktı. Alt dudağının dişlerinin arasına alıp, sıkıntılı bir nefes verdi. Belli etmese de, göğsü inip kalkıyordu.

“İndir o silahı Nida!” dedi buza dönüşen sesi. Başımı iki yana salladım. Adımlarım geri geri gitti. O da adımlarını atmaya başladı. “Silah eline yakışmıyor!” dedi, dudağının bir kenarı kendini beğenmişlikle süslenirken.

“Katil olmadığım içindir!” dedim adımlarım geri gidip, sırtım tam kapıya yaslanırken. Onun da adımları durdu. Silahı daha da yukarı kaldırdım. Boşta kalan elimi de arkama götürüp, kapının kolunu tutup aşağı indirerek, kendime doğru çektim. Ama açılmadı. Keskin bir nefesi burnumdan içime çektim. Ama umutsuzluğa kapılmadım. Kapılmamam gerekiyordu!

Cesur’un bakışları da, yapmaya çalıştığım yerdeydi. Bana baktı yeniden. Ellerini bu sefer havaya kaldırıp sakinleşmemi ister gibi, “buradan gidemezsin Nida!” alttan bakışları sivrileşti. “Buna izin vermem!” dedi.

Yutkundum acı acı. Titreyen parmaklarım kapının kolundan sürüdüm ve kapının deliğine geldiğinde, elime değen anahtarla, nefesim tam dudaklarımda asılı kaldı. Kurtuluşumdu!

Evin içinde çalan şarkı devam ediyordu. Ama suyun altındaymışım gibi kulaklarıma sadece boğuk boğuk geliyordu.

“Duru bir su gibi,

Bazen volkan gibi,

Bazen bir deli rüzgar gibi,

Gözlerinde telaş,

Yıllar sence yavaş,

Acelen ne, bekle Firuze…”

Başımı aşağı yukarı salladım. “Senden izin isteyen yok katil!” dediğimde, anahtarı çevirdim. Cesur’un gözleri büyüdü. Fakat bakışlarındaki dehşet kendini ele veriyordu.

“Silahın içi boş!” yarım gülüşü büyüdü.

Ne?

Yalan mı söylüyordu?

Titreyen göz bebeklerimi, yüzümü kaplayan saçlarımın arasından onun katran karası gözlerine diktim. Ama hayır, ciddiydi!

Ama olup olmadığını görmem için bu tetiği çekmem gerekiyordu. İki türlüde elinde olurdum yoksa!

“Beni öldürmezsin!” dedi başını belli belirsiz sağa sola sallarken. Sesi dümdüz, bir şey barındırmıyordu.

Silahı tutan elim titredi. Buradan gitmem lazımdı. Onunla kalmamam gerekiyordu. Boğazımı yırtan bir yutkunmayla, diğer elimi de anahtardan çekip silahı tutan elimin üzerine yasladım.

Ben silah kullanmamıştım. Ben silah görmemiştim. Ama kuzenimi öldürmüşlerdi. Aileme ne olduğunu bilmiyordum.

“Sakın Nida!” dedi Cesur başını öfke ile belli belirsiz yana yatırırken. “Sakın dışarı çıkma!”

Beni öldürme değil!

Silahı sıkma değil!

Yüzüme baktı ve bir anda ileri doğru atılırken, “Geber!” dedim dişlerimin arasından fısıltıyla. “Hayır!” diyerek bağıran Cesur bir adım bana atmışken, gözlerimi kapadım ve hiç düşünmeden tetiğe bastım.

Silah patladı. Bir inleme döküldü, “Nida!” diye.

“Öde Firuze.”

Şarkı sustu. Şarkı bir daha başa sarmadı.

Silah boş değildi!

Silah sesi kulaklarımın zarını patlattı. Kalbimin sesi ise ona karıştı.

Zangır zangır titreyen bendenim ile gözlerim hızla açıldı ve dizlerinin üzerine çökmüş Cesur’u gördüm. Sağ elini, sol omuzunun biraz altına bastırmıştı ve parmaklarının arasından su gibi kan dökülüyordu. “Nida,” dedi boynunu bükerek. Yutkundu. Aralıklı dudaklarının arasından, sesli nefesler dışarı zorlukla çıkıyordu.

Cesur’u vurmuştum!

Gözlerim yuvalarından çıkarcasına ona baktım. Başım da deli gibi esmeye başladı. Silah yavaş yavaş aşağı indi, elim kolu titrerken.

Kurşun koluna mı saplanmıştı?

“Lütfen,” dişlerinin arasından acıyla iniltiler döküldü. “Dışarı sakın çıkma!”

Az önce ki boş bakışlarının yerini, acıyla kıvranan göz bebeklerinin içine baktım ama art arta patlayan silahlar varmış gibi kulaklarımın içinde, sadece uğultular duyuluyordu.

“Nida,” dedi yeniden gözlerini sıkıca yumarak. Parmaklarını daha sert bastırdı, omuzuna.

Burada duramazdım!

Arkamı dönüp kapıyı açtım, dudaklarımdan koca bir hıçkırık, gözyaşlarımla beraber dışarı akın ederken. Sert bir ayaz, yüzüme tokat gibi çarptı ve deli gibi titreyen bedenime ağırlık yapan silahı yere fırlatıp evden çıkarak koştum.

Yüzümdeki ter, ayazla birlikte buza döndü. İçime çektiğim nefes değil, taş kütlesi gibi göğsüme oturdu. Koştum çıplak ayaklarla. Arkama bile bakmak istemiyordum. Son sürat bir çita gibi, ayağımın altında ezilen yaprakların huzursuz eden sesiyle, önümdeki sırayla dizilmiş ormanlık alana doğru koştum. Bir çember altına alınmış gibiydim ağaçlar yüzünden.

Onu vurmuştum. Düşünmeden vurmuştum.

Kan akıtan anılar hücum etti zihnime.

İlayda! Alnından vurulan, İlayda!

Annem! Çaresizce, gözlerimin içine bakarak, korkmamamı söyleyen annem!

Dayım! Çığlığı, karanlık duvarları yıkan, dayım!

Bir hıçkırık daha koptu, yuvarlandı dudaklarımdan boşluğa doğru. Yüreğim, parçalandı, ezildi yaşadıklarım yüzünden.

“SERÇE!”

Gür bir ses, arkamdan geldi ve önümdeki ağaçların tepesinde tüneyen kargaların, korkuyla göğe doğru kanat çırpmasını sağladı.

“SERÇE!” diye yeninden bağırdı. Cesur! Acıyla haykıran o’ydu.

Adımlarım olduğu yere kenetlendi. Dudaklarım aralanırken, hızla başımı arkaya doğru çevirdim. Terden ıslanan saçlarım, burnuma, yanağıma yapıştı. Ortasında kaldığım çember içe doğru daralıyordu ve sanki aynı çember, boğazıma dolanıyormuş gibi nefes almamı engelliyordu.

Cesur, ölmemiş miydi? Onu vurmuştum ama! Acı acı kıvranıyordu.

Titreyen gözlerim, sonunda bana doğru koşan Cesur’u gördü. Sol kolu boylu boyunca kan içindeydi. Sağ eli, hâlâ koluna sarılıydı.

“Nida,” dedi gözlerini çok kısa kapattığını görürken. “Canın yanacak!” deyip açtı gözlerini. Bana doğru gelmeye devam ediyordu.

Canımı çoktan yakmıştınız zaten!

Bacaklarımın takati kalmasa da, önüme döndüm ve koşmaya başladım. Duramazdım. Ona yakalanamazdım. Kalın gövdeli ağaçların olduğu yere birkaç metre kalırken, tonlarca ayağımın altına yığılan yaprakların üstünden basarak gidiyordum ki, “SERÇE!” diye yeniden bağırdı Cesur. Ve o anda küçük bir ses, ardından bileğimden vuran ince sızı, saç diplerime ulaşana kadar arttı ve boğazımı yırtan bir çığlıkla kalçam yerle buluştu.

Gözlerim dehşetle açıldı ve gördüğüm şeyle, iki elimde, sağ bacağımı sıkıca tuttu.

Siktir, hayır!

Ayak bileğim, bir ayı kapanın içindeydi.

“Hayır!” dedim yükselen titreme her yerimi ele geçirirken. Gözlerim yuvalarından çıkacaktı.

Giydiğim eşofmanı, ayı kapanının sivri yerleri delip geçmişti ve bileğimden kanlar süzülmeye başlamıştı. Büyük bir acı baş gösterdi ve çığlığım göğü de, yeri de inletti.

Ellerimi iki yanımdan geriye doğru yasladım, hıçkırıklarım çığ etkisi olup, ormana düşerken. Ayağım acıdan kopmak üzereydi. Sivri yerleri, tenimin her yerindeydi ve saplandığı yerlerden kan akıyordu. Hayır, hayır, hayır…

“Nida,” diyen Cesur’un nefes nefese kalmış sesini duydum. “Tamam, dayan.”

Bedeninden önce rüzgarı, ulaştı bana. Sonra ise kendisi.

Ellerini, yanaklarımda hissettim. Gözlerim çok kısa açıldı. Parmaklarının dokunuşu, yanaklarımdaydı ve tüm bedeni benim gibi titriyordu.

“Dayan, lütfen!” dedi yeniden. Gözleri ıpıslaktı.

Kafamı acıyla geri atıp, sıkıca yumdum gözlerimi. Başımı geri öne getirdim ve ayağıma bakmak istedim.

“Bakma Nida, bakma kurban olayım!” dedi yalvarışları birazdan ağlamaya dönüşecekmiş gibi.

Dizlerinin üzerinde yanıma çökmüştü. Parmaklarını yanaklarımdan çekip, ileriye doğru uzattığım bacağıma doğru süründü, dizlerinin üzerinde. Sol kolu, kandı.

Bacağım kopacak kadar sızladı ve istemeden bağırarak bakışlarım oraya indi. Ayaklarım kan içindeydi. “Tamam, tamam!” dedi Cesur, kan içinde kalan ayağıma bakarken, hava da tuttuğu elleri titriyordu. “Seni kurtaracağım, sana bir şey olmayacak!” dediğinde, yutkundu burnunu çekerek. Kendi kendine konuşuyordu sanki.

Ayı kapanın etrafına yasladı ellerini. Bana baktı. Parmaklarım, toprağı avuçlamıştı. Gözlerim açılıp kapanıyordu acıdan. “Ben açtığım gibi, ayağını hemen çek.” Dedi Cesur, titreyen sesle.

“Senin yüzünden!” diye bağırdım. Acı, iki katına çıkarmıştı bağırışımı.

“Serçe,” dedi ağlamaklı tonla. Dolan gözleri, tekrar oraya indi ve, “bir, iki,” diye saymaya başladı. Derin bir nefes aldığını duydum. “Üç. Çek Nida!” diye zorlukla çıkan sesiyle, zorda olsa dediğini saniyede yapmış, bedenim yana düşmüştü.

Kolunun birini bacaklarımın altında, diğerini ise sırtımda hissettiğim gibi kendimi onun kollarının arasında, buldum. Beni kucağına almış, eve doğru koşmaya başlamıştı. “Canın yandı Serçe.” Dedi, başım kolunun üzerine düşerken. “Canını yaktım, Serçe.” Daha sıkı sardı kolları bedenimin etrafını.

Kapanıp açılan gözlerim, sol koluna değdi. Bakışlarım bulanıklaşsa da, kolunu saran kanı görebiliyordum. Onun da canı yanıyordu ama sadece ben inliyor, ben bağırıyordum.

Bileğimde ne kadar kemik varsa, kırılmış gibi, ne kadar sıcak su varsa, üzerine atılmış gibi cayır cayır yanıyordu. Acı her yerdeydi. Birbirine vurduğum dişlerimin arasında, saç diplerimde, tırnak aralarımda…

“Dayan Nida.” Dedi Cesur soluk soluğa. Bakışlarımı, şakaklarında, alnında, burnunun ucunda biriken boncuk boncuk ter süzülen adama kaldırdım. Yüzünde görmediğim korku, endişe vardı. Öyle ki endişeden, korkudan büyüyen göz bebeklerinin karalığı, dışarı akacak gibiydi. “Dayan güzelim.” Diyordu, gözleri gibi titreyen sesi.

Bir inleme daha döküldü dudaklarımdan boşluğa doğru. Kollarının arasında hareketlendim.

“Senin yüzünden.” Dedim cılız bir sesle. “Biliyorum, Serçe.” Dedi, endişeli gözlerini yüzüme indirirken. “Biliyorum, ben cehennemim! Biliyorum, ben aşağılık bir adamım.” Sesi git gide düştü her harfinde. “Ama,” sesli bir nefes kaçtı dudaklarından. “Sana bir şey olmayacak!”

Dudaklarını üst üste bastırdı karşıya bakarken. Ayağı ile kapıya sert bit tekme savurdu. Kapı sertçe geriye doğru çarptı ve kapı üzerimize gelirken, Cesur kollarında beni içeri soktu.

Ağlamalarım, inlemelerim göğü yeri sallarken, bedenimi koltuğun üzerine bıraktı. “Geliyorum Nida, geliyorum Serçe!” diyerek, koşar adımlarla merdivenlerden yukarı çıktı. Koltukta doğrulup ayağıma bakmak istedim ama şiddetli bir ağrı vurduğu gibi geri yatırmıştı beni. Ama gördüğüm görüntü, daha fazla bağırmama ve ağlamama neden oldu. Ayaklarım toz içinde ve sadece üzerinde kan vardı.

Cesur, son üç basamağı tekte indiğinde, ışık hızıyla yanımda bitmişti. Elinde tıbbi malzemeler vardı. Masanın üzerine bıraktı getirdiklerini. “Kan,” dedim nefesim tükenirken. Bakışlarım onun sol koluna değdi. “Kolun kanıyor!” dediğimde, dudaklarımı dişlerimin arasına alıp, parmaklarımı koltuğun başına sapladım.

Kolundan akan kan, parmaklarının arasından aşağı doğru süzülüyordu.

Yüzüme dokunurken, o kanın sıcaklığını tenimde de hissetmiştim.

Gülüşünü duydum. Gülüşü yanıyordu, acı çekiyordu. “Az önce sen yaptın, unuttun mu?” dedi.

Burnumdan derin bir nefes aldım, başım sağa sola doğru acıyla kıvranırken. “Müdahale et!” dedim. Bakışlarım bulanıklaşmaya, midem bulanmaya başlamıştı.

“Müdahale edeceğim sana, merak etme.” Dedi Cesur ve ellerini eşofmanın kenarında hissettiğim gibi yırtılma sesi geldi. Aşağı baktığımda, eşofmanı diz kapağıma kadar yırttığını gördüm. “Bakma Nida!” dedi Cesur, işaret parmağını çenemin altına yaslayıp, hafifçe yukarı kaldırırken.

Elinin üzerine şişeden bir şeyler boşalttı. Sonra tepsiden bir şeyler alıp, yaranın olduğu yere bakışlarını indirdi. “Uyuşturacağım!” dedi kısık sesle. İğneydi elindeki.

“Kolunu sar!” dediğimde, dudaklarımı üst üste batırdım ve söylediğim şeyle yüzüme bakan Cesur’a kaldırdım gözlerimi. “Koluna müdahale et!” dedim ve kapanan gözlerimle, Cesur’un bacağıma iğne yaptığını gördüm sadece.

 

****

 

Bir damla gözyaşı, kirpiklerinden kurtulup yanağına doğru düşerken, titreyen parmakları beyaz çarşafı cansız yatan bedenin saçlarına çeker çekti. Gözlerini kapadığında, midesindeki büyük bir bulantıyla elini ağzına kapatmak istedi fakat kendisini durdurdu.

Sırtına yumruklar iniyordu sanki. Göğsüne bir taş oturmuş, ne ittirebiliyor ne de kaldırabiliyordu. Yaşadıkları bir uçurumun dibine sürüklemiş, parmak uçlarında bekletiyor gibiydi.

Buz kesen elleri bir müddet kapattığı çarşafın uçlarında tutarak bekletti. Yüreği sıkışıyor, içinde büyük yıkıma neden olan çığlıklar kaburgalarını un ufak ediyordu. Fakat tek bir kelime, tek bir küçük inleme bile dökülmüyordu bastırdığı dudaklarının arasından. Akıttığı gözyaşları, çığlıklarının küçük yankılarıydı sadece.

Tek yapabildiği ağlamaktı. Üç saattir beklediği cansız bedenin başında, yapabildiği tek şey ağlamaktı. Ama gözyaşları bile, içindeki alevleri söndürmekte yeterli değildi. Daha da bir benzin gibi harlıyordu. Fakat ağladığı içinde kendisine şaşırıyordu. Ağlamalıydı. Yitip gidene kadar ağlamalıydı.

Islak kirpikleri titrek bir şekilde aralandığında, beyaz çarşaf bir kar misali kapattığı küçük kızın altından görünen saçlarına saplandı. İçi titredi o an ve ilk defa genzinden bir inleme firar etti ve elini hızla dudaklarının üzerine kapadı iki büklüm olurken. Kaybediş, bir hançer gibi karnına saplanmıştı.

Sevdiğini kaybetmek ve bir daha onu göremeyeceğinin acı gerçeği, tüm iliklerini sızlattı.

“Kurtaramadım!” dedi ucu sivri cümle, dilini kanatırken. Başını iki yana salladı, gözlerinden yaşlar akarken. “Onu kurtaramadım!”

Bir adım arkasında bir heykelden farksız bir şekilde duran adamın sesli nefeslerini duyuyordu fakat tek odağı, canını yakan ölü bedendeydi. Üç saattir beklediği bu zaman diliminde, ne zaman geldiğini bile bilmiyordu. Belki de hep ordaydı. Bir adım arkasında! Bakışlarını çevirip arkasını döndüğünde, hep orada olduğunu bilerek bakıyordu.

“Senin suçun değildi!” dedi geçen süre zarfında ilk defa sesini işittiği adam. “Elinden geleni yaptın.”

“Daha fazlasını yapmam gerekiyordu.” Dediğinde parmakları, koyu kahverengi saçların üzerine dokundu. Som soğuktu. Birinin saçları, insanı üşütebilir miydi? Canını yakacak kadar üşütmüştü. Artık rüzgarda uçuşmayacaktı saçları. Gözlerinin önüne gelip görüş alanını kısıtlayan saçlarını, kulağının arkasına sıkıştırmayacaktı. Gülmeyecekti. Gülüşü, başkasını gülümsetmeyecekti!

Yandı, yandıkça ağladı!

“Günahı bile yazılmamıştı!” parmak uçlarını, burnunun ucuna götürdü. Saçlarındaki koku daha uçup gitmemişti. Koku olduğu gibi parmaklarına bulaşmıştı. Derince nefes aldı, zorlukla. Parmaklarına bulaşan kokuyu, sonsuza kadar içine çekip tutmak istedi.

“Kızım!” dedi ve saçlarına dokundurduğu parmaklarını, üzerinde gezdirmeye başladı yeniden. “Affet beni. Kurtaramadım seni.” Yanında duran adama bakmak için omuzunun üzerine çevirdi yaşlı gözlerini. “Beni affetmeyecek değil mi?” diye sordu canını çok yakmasına rağmen. Ellerini iki yanına indirip kollarını bedenine yasladı. Kendisini saklamak, sakladıkça küçülmek istedi.

Adam, burnunun üzerine düşen gözlüğü işaret parmağıyla itekleyip, çarşafın altında yatan cansız bedenden bakışlarını ayırıp kadına çevirdi. Bir toprağa çok su verirseniz, içinde yetişen ne var ise çürür. Kadın da çok ağlamıştı ve içindeki her şeyi çürütmüştü.

Ağlamasını durdurmak istedi fakat ikisinin de yapmak isteyecekleri şeyler imkansızdı!

“Affedilmeyecek bir şey yapmadın.” Dediğinde, yüzünün yarısını kaplayan maskenin ucundan tuttu. Gözlerini, kadının ıslak gözlerinden ayırmıyordu. Kadın ise maskeyi tutan adamın ellerindeydi bakışları. Maskeyi çıkaracağını düşünüyordu fakat adam asla maskesini burada çıkardığını görmemişti.

Adam, bir adım kadına yaklaştı. Tereddüt etse de, elinin birini kadının beline yasladı. Kadın derin bir nefes aldı, bedenine değen dokunuşla. Omuzları içe doğru gömüldü. “Sen yanlış bir şey asla yapmazsın.” Dediğinde, kulağının arkasına fısıldadı.

“Kızımı kurtaramadım ama,” dedi kadın çenesi titrerken.

“Elinden geleni yaptın.” Dediğinde adam, başını kadının başına yaslayıp hafifçe vurarak karşıya bakmasını sağladı. Maskesini usulca indirdi adam. Kadın hissetti maskesini indirdiğini. Görmek, bakmak istedi fakat kendisini durdurdu kadın.

Kulağının arkasında adamın sıcak nefesleri hissettiğinde, tırnaklarını avuçlarına batırdı. “Sen hata yapmazsın,” diyen adamın bu sefer sıcak nefesleri değil, dudaklarının dokunuşu yer almıştı. Kulağının altı ve omuzunun biraz ortasında kalan yere dudaklarını bastırdığında, kadın irkildi. “Hata yapsan bile,” dedi ve tüy gibi dokunuşla yeniden öptü. “Ben yanındaydım.” Usulca dudaklarını geri çektiğinde, bir adım da geri gitmişti. “Kızına veda et!” deyip maskesini burnun üzerine yeniden çekti. “Toplantıya gitmen gerek!”

Kadın burnunu çekti ve omuzlarını dikleştirdi. Fakat kendisinden büyük bir ağırlık taşıyordu sırtında.

Başını salladı kadın ve yumruk yaptığı ellerinin üzerini başparmağıyla sıvazladı. Aklı az önce yaşanılan olayda kalmıştı. İçindeki kıpırtının ne olduğunu bilmiyordu fakat bu kıpırtı ne sinirlendiriyordu ne de mutlu ediyordu. “Bir daha,” dedi kadın çenesini kaldırırken. “Bir daha böyle şey yapma!” deyip adama baktı çatık kaşlarla. Eli istemeden adamın öptüğü yere gitti ve elinin tersi ile usulca sildi. Fakat böyle bir şeyin yeniden tekrarlanmasını istemiyordu. Çünkü sonu iyi olmayacağını biliyordu.

Adamın gözleri kadının sildiği yeri buldu. Başını eğdi ve belli belirsiz başını sallayarak onayladı.

Kadın yutkunarak, cansız bedenin üzerine yeniden baktığında, aldığı derin nefes bir taş gibi göğsüne oturdu. İçindeki ağıtlar, mumun dibini eriten ateş gibi, yüreğinin en derin köşelerine kadar sinip eritiyordu.

Kuruyan dudaklarını ıslatıp, beyaz önlüğünün içinden küçük bir not defteri çıkardı. Diğer cebinden iste tükenmez kalem çıkarıp başına bastı ve kulak tırmalayan kağıdın sesini umursamadan yazmaya başladı.

Ölüm Tarihi:

27 Tem. 2010, bir çocuk daha öldü.

Başını iki yana sertçe salladı ve üzerini karaladı.

Bugün ölen çocuk, benim kızımdı.

Ölen Kişi:

Ezgi Akel

Ölüm Sebebi:

Kalp yetmezliği

İlaçlar işe yaramadı.

Bu hafta 98. Kayıp.

Son noktayı koymak üzereyken, binalarda sallantı yaratacak kadar tiz bir çığlık her yeri sardı. İkisi de bakışlarını tavana kaldırdı. Öyle güçlüydü ki çığlık, en üst katta olmasına rağmen zemin kata kadar ulaşmıştı.

Ardından bir çığlık daha geldi fakat bu çığlık acı çeken bir çığlıktan öte, öfkesini bir yırtıcı hayvan gibi kusan birine ait gibiydi. Acı çeken çığlığa, yardım etmek için atılmıştı. Şayet oradan çıksaydı, parmakları bir pençeye dönüşüp acı çektirenin boynuna saplanırdı.

“066.” Dedi adam mırıldanarak.

“Biliyorum.” Dedi kadın. “Çığlıklarını artık ezbere biliyorum.” Deyip not defterine yazdıklarına baktı.

Kağıdı hızlıca yırtıp işaret ve baş parmağı ile iki katlayıp cebine koydu. Omuzlarını içe gömerken, sıkışan göğsünü rahatlatmak için derin nefes aldı. Ama yetmedi. Nefes, zehir gibi geldi. İçini parçaladı. Yanındaki adam öylece onu izledi. Burnun ucuna doğru düşen gözlüğünü parmağıyla geri itekleyip, çaresizce durdu yerinde.

“Herkes toplantıya geldi mi?” diye sordu kadın.

“Tüm herkes şu an seni bekliyor.” Dedi adam.

Kadın başını salladı. Ellerini ceplerine yerleştirdi. “Aşıları denedin mi?” diye sordu kadın.

Adam tavana tekrar baktı. Farklı çığlıklar arka arkaya geliyordu. Hepsini ezberleyecek kadar alışmıştı kulakları. “Deneniyor!” dediğinde kadının yan profiline yeniden indirdi gözlerini. Çığlıklar kanıtlar nitelikteydi.

“Hiç olanlar, işe yaralamalı.” Kadın tek kaşını kaldırıp adama baktı. “Diğerleri için!”

Sonra çarşafın altında morarmış buz tutmuş bedene indirdi. “Varlıkları fark edilmez, yoklukları telaşlandırmaz!” dedi kadın yeniden. “Bize gerekli olanlar onlar!”

“Toplantı kısa sürsün.” Dedi kadın, adamın yanından geçip kapıya doğru giderken.

“Kaçta görüşmeye başlayacaksın hastalarla.” Dedi adam, yan gözle kadına bakıp başını eğerken önüne.

“Bir saat içinde.” Dediğinde kadın, kapının kolundan tuttu fakat açmadı. Eli öylece kaldı, adımları duraksarken. Titrek bakışlarını arkasına çevirdiğinde, çarşafın altında görünen saçlara baktı. Kızına aitti! Çarşafın altında ölen kişi kızıydı. “Üzgünüm.” Dedi mırıldanarak. Dudaklarını ağzının içine yuvarladı.

“Kızın için her şeyi yaptın!” dedi adam küçük harflerle. Başını iki yana salladı kadın. “Her şey yapsaydım, kızım yaşardı.” Dedi nefretle. Boşta kalan elinin arkasıyla, sertçe burnunu, oradan da yanaklarını sildi.

Son kez kızına baktığında, kirpiklerinin arasından yaşlar düştü peş peşe. Önüne döndü ve kapıyı açıp sonsuza kadar onu arkasında bırakıp çıktı.

 

Devam Edecek...

 

 

Bölüm : 30.01.2025 20:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...