
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
15.BÖLÜM
♪Clann – Arise Instrumental
Omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Her yerinden çiçekler açan çatlaklı araziyi geride bırakmış, kumların esiri olan bölgeye girmiştik. Yine kavurucu güneş tepemizdeydi fakat hafiften esen rüzgar sayesinde az da olsa serinleyebiliyorduk. Ama dudaklarımın kuruyup çatlamasını önleyecek kadar kuvvetli değildi. Şimdiden yanmaya başlamıştım.
Bundan sonrası sadece bir gün sürecekti eve varmamız. O zamana kadar kumlara ve güneşe sabretmem gerekiyordu.
“Hasılatı ne zaman almaya gelecekler?” diye sordum, ortalarında yürümeye devam ettiğim kişilere bakarak. Otis çok fazla konuşmuyordu, gözleri her yerde, tetikteydi. Cevap vermesini beklediğim kişi Edwin’di.
Bana baktı Edwin. “Ya bu gece ya da yarın sabah. Belli olmuyor ne zaman gelecekleri.” Dediğinde, hafifçe başımı salladım anladım der gibi.
“Ne vereceksin peki onlara?” diye sordum bu sefer. Rüzgar, ayağımın altındaki altın sarısı kumları etrafa savuruyordu hafifçe. Bir şeyler vereceğini söylemişti evden çıkarken. Merak etmiştim vereceği şeyi. Ya da önceden de bir şeyler verebiliyor muydu, yoksa canını yakıyorlar mıydı bir şeyler veremediği için? Düşünmek bile canımı yakıyordu!
“Ne verirsem kabul ediyorlar zaten. Yeter ki elimiz boş olmasın.” Deyip gülümsedi bana bakıp. Gülüşüne bende karşılık verdim. Rahatlatıcı bir gülüş vardı. İnsan, gülmeden edemiyordu.
İçi çekip karşıya baktı. “Ama elimizi çabuk tutmamız gerekiyor.” dedi. Yerini küçük bir sıkıntıya bırakmıştı.
“Ne için?” diye sordum. Kumların içinde yürümek beni zorlasa da, her yalpaladığımda, Edwin’in kolundan tutup destek alıyordum.
“Yvonnelerin yanına dönmek için.” Bakışlarını çok kısa bana dokundurup tekrar karşıya baktı. “Onlarla bilirlikte bir yere gideceğiz!” dedi.
Kaşlarım çatıldı aklıma gelen şey ile. “Balo değil mi?” diye sordum. Gözlerini kaçırıp, başını salladı. Korku yine dört nala üzerime gelmeye başlamıştı. Yer Altı’nın Hükümdarı’nın çıkacağı için verilecek olan o balo. Ve durmadan bahsettikleri taşların, dağıtılacağı zaman…
Ve dün gece çıkmış olmalıydı! Söylentiler o yöndeydi.
“Onlardan Hasılat’ı geç alıyorlar. Bizde onlarla gideceğiz!” dedi Edwin çekingen bir sesle.
Adımlarım yavaşladı ama durmadım. “Ya oraya gitmek istemesem? Hani bana o kadını bulacaktınız?” dedim, küçük bir serzenişle. İsimleri bile beni ürperten kişilerin yanına değil gitmek, isimlerini bile duymak istemiyordum.
Edwin durdu. Bende durdum. Tam karşıma geçip gözlerimin içine baktı. Omuzlarımdan tutup, tebessüm etti. “Seni hiçbir şeye zorlamayacağım Karina. Senin kararına bırakacağım.” Dediğinde, burnumu çekip yere indirdim bakışlarımı.
Benim kararım eve gitmekti, baloya değil!
Benim kararım o kadını bulmaktı, iblislerin olduğu cehennemin kuyusuna inmek değil!
Derin bir nefes alıp verdim. “Ben,” dedim, yutkunurken. “Beni eve götür.” Gözlerinin içine baktım. “Sadece evime gitmek istiyorum.” dediğimde, dudaklarını içeri gömüp başını salladı.
Kollarımı bıraktı ve tekrar yanıma geçip yürümeye kaldığımız yerden devam etmiştik. İblisler kötüydü. Yaptıkları şey, ahlaka sığan işler değildi. Ben onlarla karşı karşıya gelmek için o baloya gitmek istemiyordum. Bu yüzden kararım kesindi. O baloya gitmeyecektim. Yanımdaki adamlara üzülsem de, taş umurumda değildi. Fakat kalbimdeki o şeye engel olamıyordum. Ve o şeyin ne olduğunu da bilmiyordum.
Uzun süredir akıp giden kumların üzerindeydik. Güneş batıyordu ve artık etraf soğumaya başlıyordu. Kollarımı birbirine sardım, ellerimi üzerlerine sürterken. Üşümeye başlamıştım. Daha gidecek yolumuz vardı ama eskisi gibi açıkmış ya da susamış sayılmazdım. İyi görünüyordu, midem ve vücudum.
Edwin bana bakıp, “burada duralım.” Dedi. Etrafına çok kısa göz gezdirdi. “Kum fırtınası çıkabilir!” dediğinde, irice açılan gözlerimle ona döndüm. “Ne? Gerçekten mi?” diye sordum. Başını salladı, bu durumdan memnun olmamışçasına dudaklarını bükerken.
Gözlerimi ayakucuma indirdim. Rüzgar hafiften üzerimizden esiyordu fakat kum fırtınası çıkacak kadar etkisi olacağını düşünmüyordum. Ama yine de kumları ayaklarımın etrafından arka tarafa doğru sürüklüyordu.
Otis her yeri gözleriyle didik didik ettikten sonra, pelerinini çıkarıp, “oturun efendim.” Dedi. İkiletmeden dediğini yapıp, kumların üzerine oturdum. Edwin’de pelerinini çıkarıp, yanıma çömeldiğinde, Otis’te diğer yanıma oturup iki koca adamın arasında sıkışmama neden oldular.
İkisi de aynı anda pelerinlerini bir çadır gibi; hem kendi üzerlerine, hem de benim üzerime örtüp, altında sakladılar bedenlerimizi. İkisinin de kolları havada, pelerinlerini tutuyordu. Bacaklarımı karnıma kadar çekip, kollarımı etrafıma sardım. İki etten duvar örmüşlerdi bana. Dışardan asla korunaklı gibi görünmese de, şu anda kendimi güvenli ve rahat hissediyordum.
Dudakları ıslatıp, dışarda artan rüzgarın sesine kulak verdim. Islık sesine benzer bir ses duyuluyordu, örtünün dışında. “Şu.” Dedim burnumu çekerek. Dışarda çıkacak olan kum fırtınasına dikkatimi vermek istemiyordum. “Yer altından çıkacak olan kişi.” Deyip burnumdan güldüm. Alaycı bir gülüş değildi aksine korkuyordum. “Kim?” dediğimde, Edwin’e baktım. Onun gözleri, üzerimdeki pelerinlerdeydi. “Kötü biri mi? Babası gibi?” deyip birazda oturduğum yerde küçüldüm.
“Kötü demek, yanlarında iyi kalır!” dediğinde Edwin kulakları dışardaydı. Pür dikkat dışarıyı dinliyordu. Kaşlarım havalandı. Ama duyduğum korku, pençelerini göstermişti.
“O ırk, sadece saf kötülükten oluşmuş!” deyip dudaklı öfke ile düz çizgi halini aldı. “Kız kardeşleri de öyle.” Dedi fısıltıyı andırır bir sesle başını yere eğerken.
Şaşkınlıkla gözlerim kocaman açıldı. “Kız kardeşleri de mi var?” diye sordum. Başını yerden kaldırmadan, onayladı beni.
“Kızıl Mekruhlar!” dedi dişlerinin arasından Otis.
“Kızıl Mekruhlar mı?” diye sordum anlamayarak. “Ta kendileri.” Diye cevaplayan Edwin’di.
Mekruh!
Anlamını biliyordum:
Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şeyler.
“Öyle çirkin, tüm Araf’taki en berbat şeyleri üzerlerinde toplamış cadıdan olma yaratıklardır.” Dediğinde Otis, gözleri sinirden dalgalanıyordu. Edwin eğdiği başını, Otis’e doğru çevirmiş, dinliyordu. O ırklardan olan her şeyden nefret ediyorlardı. Beşikte büyüyen çocuktan tut, mezarda yatan ölüsüne kadar!
“Onlarla karşılaştınız mı?” diye sordum. “Hem kız kardeşleriyle ve yer altından çıkacak olan o kişiyle.”
İkisi de aynı anda kafasını olumsuz anlamda salladı. “O yer altından hiç çıkmaz!” ilk cevaplayan Otis’ti. “Kız kardeşlerinden biriyle de, Edwin karşılaşmış olmalı. Ben hiç denk gelmedim.” dediğinde, başımı Edwin’e çevirdim.
Bir an dışardaki rüzgar yüzünden, dikkatimi dışarıya verdim. Sert esmeye başlamış, üzerimdeki pelerini kaldıracak kadar etki etmeye başlamıştı. Pelerine çarpan kumları da hissedebiliyordum. Eğer daha fazla hızlanırsa, kumların altında kalmamız kaçınılmazdı. Kum fırtınasında ölmek istemezdim doğrusu!
Yine Edwin’e odaklandım. Edwin, Otis’in dediği şeyi onayladı. “Hasılatların birinde gelmişti.” dedi. “Çok korkunç muydu?” diye sordum. Onların çok korkunç olduğunu biliyordum ve Otis’te onlardan Mekruh diye bahsetmişti. Öyle olmamaları imkansız olurdu. Edwin, hiç vakit kaybetmeden başını iki yana salladı. Cevabı beni şaşırtmıştı. “Korkunç derece de güzeldi!” dedi mırıldanarak. Kaşlarım çatıldı. Böyle cevap vereceğini beklemiyordum.
Otis’te yanlış duyduğunu düşünerek, başını ileri doğru uzatıp Edwin’e baktı, benim gibi. Edwin dediği şeyin farkına vardığında, hızla başını bize doğru çevirip, “güzellikte korkunç olabiliyor. Bu da onların laneti.” Dedi. “Güzelliğinin yanında büyük bir kibirde taşıyor.” Başını tekrar yere eğdi. “Ve onu öldürecek tek şey, kibri!”
Çatık kaşlarım düzeldi. Yerini ise şaşkınlığa bıraktı, ağır ağır başımı anladığımı sindirip sallarken.
Derin bir çektim, korku pençelerini kalbime saplamaya başlarken. “Yer altından çıkmayan biri şimdi neden çıkıyor?” diye sorduğumda, üzerimizdeki pelerinler, yukarıya doğru kalkmaya başladığında, gözlerimi kısıp yanımdaki iki adama daha çok sokuldum. Onlarda bana daha çok sokuldu, pelerinlerin ucundan sıkı sıkıya tutarak. Ayağımın dibine yığılan kumları hissedebiliyordum.
Tekrar pelerinleri sabitlediklerinde, “Ya da o kişi yer altından çıkmış mıdır?” diye sordum. Edwin, Bilmiyordum der gibi başını iki yana sallayıp, verdiği derin nefesle omuzları yükselip indi. “Tüm ırklara büyük bir korku salmak için de öyle söylentiler yaymış bile olabilirler. Çünkü babasını dinleyip de Araf’a çıktığını hiç görmedim. Hep yer altındaydı!”
Yer altı! Asla mecaz anlam taşımıyordu. Ne yapıyor olabilirdi orada? Nasıl biri, yer altında hiç çıkmadan yaşıyordu? Aklıma, kendisini dine bağlayan keşişler gelmişti. Onlarda kendilerini, herkesten uzak tutarak ibadetlerini yapmak için dört bit yanı kapalı alanlarda yaşıyorlardı. Öyle bir şey olabilir miydi?
Gerçekten oradan çıkacağını söylemeleri korkunçtu! Büyük bir tehdit oluşturuyordu. Korkunun pençeleri, kalbimde sızıntılar meydana getirirken, “taşı bulmuşlar mıdır peki?” diye sordum.
“Sanmıyorum. Yoksa, Araf’ın altı ve üstü yer değiştirirdi.” Dedi Edwin. “Bu kadar mı güçlü taşlar?” diye sordum. Başı ile onayladı beni. Her şeyi merak etmeye başlamıştım.
Taşlar nasıl oluşmuştu? O taşları nasıl eline geçmişti ve bizde de neden bir taş vardı?
Rüzgar çölü altından vurup üstünden çıkarmaya başladı. Öyle şiddetlenmişti ki, sorularımı düşüncelerimi kendisiyle götürmüştü. İstemeden gözlerimi kapatıp, kollarımın arasına aldım başımı. Ama Edwin ve Otis iki yanımdaydı. Onlar bana birer kalkan olmuştu iki taraftan fakat bedenime çarpan sert kum taneleri, beni tedirginliğe boğuyordu.
“Ne zaman biter?” diye sordum yüksek sesle. “Bilmiyorum.” Diye bağırdı Edwin’de. Sesimizi duyurmak için yüksek sesle bağırmamız gerekiyordu çünkü rüzgarın sesi daha kuvvetliydi.
Bedenimizin etrafı bir kum tepesine dönüştüğüne emindim. Her yerimizi sarmıştı kumlar. “Uyu, istersen.” Diye bağırdı Edwin. “Sabaha karşı durur anca!” dediğinde, başımı iki yana salladım. “Bu kum fırtınasında uyumak güvenli olmaz.” Dediğimde güldü. “Biz yanındayız. Bize zarar veremez. Güven bana!” dediğinde, dostça gülümsedi. Bende gülümseyerek karşılık verdim.
Kollarımı dizlerimin üzerine yaslayıp, alnımı da kollarımın üzerine bıraktım. Edwin büyük bir güven veriyordu tabii ki de, fakat dışarısı hiç vermiyordu. Ses ve hissettiğim kum taneleri, sabah olana kadar gözlerimi açık tutacaktı. Sırtımda, Otis ve Edwin’nin kollarını da hissettiğimde, tamamen o ikisinin ortasında kapana kıstırılmıştım. Fakat o ikisin verdiği sıcak güven, gözlerimi kapamama neden oldu. Uykum yoktu ama yorgundum!
“Karina!” diye fısıltı kulağıma geldiğinde, gözlerimi yavaşça araladım. Alnımı kolumun üzerinden kaldırdığımda, bir çift gülen gözle göz göze geldim. “Uyan, eve gidiyoruz!” dedi Edwin sırıtarak. Dışarıya kulak verdiğimde, rüzgarın sesi yoktu. Kum fırtınası durmuştu ve çok az uyku çekmeme rağmen iyi hissediyordum. Kumlarda uyumak gerçekten iyi geliyordu insana.
Başımızdaki pelerinleri aynı anda kaldırdıklarında, gözlerime gelen güneş ışınları yüzünden kolumu, yukarı kaldırıp engelledim. Pelerini, ön tarafa doğru fırlattığında, çenem aşağı düştü gördüğüm görüntüyle. Diz kapağıma gelen bir kum havuzu vardı ve üçümüzde bu kumların ortasında kalmıştık. “Önce ben kalkayım.” Dediğinde Edwin, zorlandığını belli eden sesler çıkararak kalkmaya çalıştı yerden destek alarak.
Oturduğu yerden kalktı ve yan tarafında biriken kumlar altına doğru yuvarlandı. Kollarımı havaya kaldırdım. Otis’e elini uzattı önce. O da hiç vakit kaybetmeden Edwin’in elini tutup kalktığında, onun da diğer tarafındaki kumlar bana doğru yuvarlanmıştı. Ve ikisi de aynı anda ellerini bana doğru uzattı. İkisinin de elini tuttuğumda, hiç zorlanmadan beni ayağı kaldırdılar.
Ve diz kapağımın biraz altında biten kumların içinde bata çıka yürümeye kaldığımız yerden devam ettik.
****
Zorda olsa bata çıka yürüdüğümüz çölden sonra, yan yana dizilmiş tahtadan evler görünmüştü. Kumlar, o kadar yükseğe çıkmıştı ki, evlerin yarısı kuma batmış vaziyetteydi. Ortadaki su birikintisi, ben buradayım der gibi parlıyordu. Fakat su değil, sadece çamurdan oluşuyordu. Yolda yürürken, ilk çıktığımız sığınağı görmemiştim. Çünkü kum yüzünden her yer aynıydı. Farklı yoldan bile gelmiş olabilirdik.
Adımlarım yavaşladı fakat durmadım ileriye bakarken. İçimde garip bir his vardı. Elimi, istemeden kalbimin üzerine kapadım. Gözlerimi kısıp karşıya iyice baktım. Bana saldıran kız çocuğu hâlâ aynı yerinde duruyordu. Onu buradan bile görebiliyordum. Hatta birkaç evin önüne de onun gibi uyuyan çocuklar yerleştirilmişti. İçim sızladı!
Lanet!
Onların laneti!
Ateş’in Evladının onlara yaptığı lanet!
Dişlerimi sıktırdım, yüreğim acı acı sızlarken. Niye?
Gidecektim zaten buradan! Onlara neden üzülüyordum?
“Edwin!” diye seslendi kısık sesle Otis. Otis’e döndüğümde, yan tarafa doğru bakıyordu. Han! Bakışlarının odağı orasıydı. Edwin’in de oraya baktığını hissettim. Han’ın önünde toplanmış birkaç kişi vardı. Ve hepsinin bakışları yukardaydı. Yüzlerindeki ifade durgun ve üzgündü.
“Ne oluyor orada?” diye sordum. Edwin’e baktım göz ucuyla. Üst üste bastırdığı dudakları titredi. “İyi şeyler olmuyor!” dediğinde, gerilimi buram buram hissettim. “Sakın başını yukarı kaldırma Karina!” dediğinde Edwin, başım ile onaylayıp pelerini biraz daha alnıma kadar çektim.
Adımlarımızı, önünde birkaç kişinin olduğu Han’a doğru atmaya başladık. “Gözcüler var mıdır içlerinde?” diye sordum kısık sesle. Biraz daha Edwin’e doğru eğmiştim başımı. “Onlar genellikle sığınaklarda olur. Ama belli olmaz, sen yine de kulaklarını dört aç!” dedi. “Gözler değil miydi o?” dedim başımı geriye atarken. Bana bakıp küçük gülümsemesini attı. “Bizde kulaklar.” Dedi.
Han vardık. Kalabalık biraz kenara doğru çekildiğinde, gördüğüm görüntüyle irkilerek Edwin’e çarpmamı sağladı, dudaklarımdan dökülecek olan büyük bir çığlığı zar zor engellerken. Edwin kollarını iki taraftan omuzlarıma sarıp, göğsüne bastırdı beni, başımı kendisine doğru çevirirken. “Sakin ol!” diye fısıldadı, saçlarımın üzerine. Sesi titremişti.
Kapının üzerine asılmış bir kafa vardı. Bert!
Bize yardım eden o yaşlı adamın kafasıydı!
Gözlerim irice açılırken, tüm bedenim titremeye başlamıştı. Bert’in kafasını koparmışlardı. Görüntü, ilmek ilmek işlendi hafızamın dip köşelerine. “Onu,” dedim hâlâ titreme her yerime yayılırken. Edwin daha sıkı sardı kollarını bedenimin etrafına. Otis’te tam yanımda durmuştu. “Onu öldürmüşler!” dedim. Başım esiyordu. Edwin’in göğsüne yasladığım parmaklarım tirtir titriyordu.
“Kapıyı geç açtı onlara.” Dedi Edwin, başını diğer tarafa çevirirken. Dişlerini sıktırdığı için çenesi seğiriyordu. Üzülüyordu ama en çok öfkesi vardı.
“Bir şeyler sakladığını düşünmüş olmalılar!” dedi önümüzdeki kişilerden biri. Titreyen bakışlarımı, yan tarafıma doğru ağır ağır çevirdim. “Lütfen Tanrı’ım, onu bağışla!” diyen adam, üzüntüyle bir baş hareketi yapmıştı.
Bert’in koparılmış kafasına baktım. Alnının ortasından açılan bir çivi vardı ve arkasındaki kapıya asılmıştı o çividen.
Nasıl bu kadar acımasız olabilirlerdi?
“O kadının dölünü sakladığını düşündüler!” dedi bir başkası.
“O öldü. Annesiyle beraber o da öldü! Yaşamıyorlar.” Dedi ilk önce konuşan adam tekrardan.
“Onlar öyle düşünmüyor. Umarım yaşamıyordur da, yoksa ırkımızdan kimse kalmayacak!” dedi ikinci kişi. “Herkesin onu sakladığını düşünüp, herkesi tek tek öldürecekler!” Büyük bir tiksinti ve öfke duyuyordu. Kime karşı bilmiyordum ama öldüğünü düşündüğü kişilere olduğu kesindi.
Kalbim sızlıyordu. Ama o sızıntıdan acı da vardı, büyük bir öfkede vardı. Bert’e baktım uzun uzun, gözlerim titrerken. Bize yardım etmişti ve biz onu geride bırakmıştık. Ve bizim yüzümüzden öldürülmüştü. Benim yüzümden!
“Abi!”
Küçük harflerle kurulan kelimeyle irkilerek, Edwin’in tam yanında beliren Lowell’i gördüm. “Lowell!” dedi Edwin’de biraz şaşkınlıkla. Kolları hâlâ bedenimin etrafındaydı.
“Geldiniz, sonunda!” dedi Lowell, gülümseyerek. Fakat bakışları Han’a doğru döndüğünde, gülümsemesi yavaş yavaş solmaya başladı. “Onu öldürdüler.” Dedi dudaklarını üst üste bastırmadan önce. “Ve bizlere ibretlik olsun diye de kapıya astılar!”
Edwin, baştan aşağı kardeşini inceledi. Gözlerinde korku vardı. Ona bir şey olmasından korkuyordu.
“Sen iyi misin?” diye sordu Edwin kısık sesle. “Evleri gezmediler değil mi?”
Başını iki yana salladı, gözleri karşıdayken. “Buradaki pis işlerini yaptıktan sonra, gittiler.” Dedi Lowell. “Kimse durdurmadı. Hepsi korkuyla kaçıştılar!” başını aşağı eğdi. “Ben bile yapamadım! İzlemekten başka elimden bir şey gelmedi.”
“Onları durduramazdın! Kendini suçlama.” Dedi Edwin. Çenesi sanki daha fazla seğirmesi mümkünmüş gibi, daha da seğirdi. Dişlerini çok fazla sıkıyordu.
Lowell dudaklarını ağzına yuvarlayıp, başını salladı. “Bir gün durduracağız!” dediğinde, dudakları usulca kıvırılıp bana döndü. “Hoş geldiniz, efe-” diyemeden, Otis tam önüne geçip kaşlarını havaya kaldırdı susmasını isteyerek. Edwin’de, “burada olmaz.” Deyip çatık kaşları başımın üzerinden ön tarafı kolaçan edip, “gidelim!” dedi.
Arkamızı Han’a dönüp, ilk uyandığım eve doğru yürümeye başladık. Ama öfke ile, ama içimde engelleyemediğim kinle! Arkamda bıraktığım kafası koparılan Bert’e bakmak istedim ama yapamadım. Yapabildiğim tek şey yumruklarımı sıkmak olmuştu. Tırnaklarım avuç içime battı. Ama öfkemi dindirmedi. Neden böyle hissettiğimi bilmiyordum. Neden ve niye?
“Nasıldı yolculuk? İyi geçti mi?” diye soran Lowell tam önümüze geçip, öyle yürümeye başladı. Ben hâlâ Otis ve Edwin’in ortasındaydım. “Onu bulabilecek misiniz?” diye sordu hepimize bakarken.
“Kadını mı?” diye sordum.
“Ne kadını?” diye farklı bir soru yöneltti Lowell. “Eğer, Yol Gösterici’yi soruyorsan o bir şey yapamaz. Sadece yol gösterir sana.”
Kaşlarım çatılırken, dudaklarım anlamadığımı belirten bir şekilde aralandı. Edwin’e baktım, soru işaretler zihnime kazınırken. Valentino’da ne kadını diye sormuştu, Lowell gibi. Edwin’in gözleri, geri geri yürüyen kardeşinin üzerindeydi. Öldürecekmiş gibi bakıyordu.
“Edwin.” Diye seslendim bana bakması için. Zorda olsa bakmayı başarabildi yüzüme. “O kadın var değil mi? Beni eve götürecek kadın?” öyle olmasını umut ediyordum fakat çırpınan yüreğim tam tersini söylüyordu.
“Seni eve sadece taş götürebilir!” dedi Lowell. Hızla ona döndüm. “Ne?” diyebildim sadece.
“İstersen kardeşinin kellesini şimdi alabilirim.” Diyen Otis ile ona döndüm. Öldürücü bakışları Lowell’in üzerindeydi ve dudakları öfkeden titriyordu.
Ne? der gibi kollarını iki yana açan Lowell, Otis ile Edwin’e sırayla bakıp, “ona bir şey anlatmadınız mı? Hani bizimle kalmayı seçecekti? Hani bizimle savaşacaktı?” deyip Edwin gür sesle, “Sus Lowell!” diye bağırdı. Ardından yanlış bir şey yaptığının farkında olarak, etrafını kolaçan etti.
Kesik bir nefes burnumdan çıktı. “Savaş olmayacak!” dedim başımı iki yana sallarken. “Taşı da bulmayacağım!” deyip çenemi birazcık dikleştirdim. “Ben eve gideceğim sadece!”
Ailemin özlemi, kat kat artmıştı yüreğimde. Bilmediğim bu yer, gerçekleşen anormal şeyler ve tüylerimi ürperten isimler beni deli etmek üzereydi. Daha fazla kalamazdım.
Lowell’in neşeli suratı hüzne bulandı, omuzları düşerken. Başını salladı ağır ağır anlamış gibi. Gözlerini yüzümden çekip aşağı indirdi.
Dolan gözlerimi elimin tersiyle sildim. “Kadın yok!” burnumu çektim. “Bana yalan söylediniz!”
Şimdi ben ne yapacaktım?
Nasıl gidecektim evime?
Yüreğim sıkıştı, dört bir yandan.
“Başka çaremiz yoktu.” dedi Edwin. Sesi bin parçaydı.
Eve varmıştık. Bakışlarım yine evin önünde bağlı duran kız çocuğuna kaydı. Kumlar yine bedenin etrafında yığılmış, omuzlarına kadar yükselmişti. Paslı demir bilekliği buradan bile görebiliyordum.
“Özür dilerim.” Dedi Edwin tam önümde dururken. Islak kirpiklerimi ona doğru çevirdim. Ama ondan nefret edemiyordum. Öfkem yoktu içimde. “Neden gerçeği söylemediniz? Neden bir kadının olduğunu söylediniz?” diye sorduğumda, sesimin titrememesi için kendimi sıktım. Ama dudaklarımın titremesine engel olamadım.
Edwin’in gözleri yalvarır gibi bakıyordu. “Seni korkutmak istemedim. Mecbur kaldık!” dediğinde, göz ucuyla Otis’e baktım. Başını yer eğmişti. O da utanıyordu. Pişmandı ve üzülüyordu. Bundan emindim!
“Bir anda böyle bir yere gelmen senin için faciaydı.” Gözlerini çok kısa kapatıp açtı. “Nasıl bir anda taş bulunmadan gidemezsin diyebilirdim sana.” Derin bir nefes aldı. Gülümsemeye çalıştı. Kötü biri olmadığını bana asla yanlış yapmadığını anlatır gibiydi, tebessümü bakışları. “Sana söz, buradan gideceksin. Seni evine göndereceğim.”
Lowell homurdandı. Edwin’in omuzunun üstünden baktığımda, abisinin arkasında durmuş, kollarını göğsünde bağlamıştı. Ayağının ucuyla da, kumu eşeliyordu. Abisinin dediklerinden hiç memnun görünmüyordu.
Edwin’e baktım. “Şimdi eve girelim. Bu akşam gelebilirler!” deyip başıyla içeriyi işaret etti. İçimde kara delik gibi büyüyen umutsuzlukla başımı zorda olsa salladım.
Son kez kız çocuğuna baktım. Fakat gözlerinin kapalı olduğunu düşünürken, bakışlarının tam üzerimde olduğunu gördüm. Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Hareket etmiyordu. İstemeden, tüm tüylerimin bu bakışlar yüzünden diken diken oldu.
İçeri girdim.
****
Büyük çığlıkların arasındaydım. Ama bedenimin etrafını saran kollar vardı. Güvende hissediyordum bu yüzden. Gözlerimi usulca açıyorum fakat görüş alanım çok bulanıktı. Birkaç saniye sonra şiddetli bir ışık patlaması bakışlarımın önüne seriliyor. “Kurtulacağız!” diyordu derinlerden gelen bir ses.
Kirpiklerimin üzerine, konan ıslak şeyleri hissediyorum ve bu kısa süreliğine gözlerimin kapanmasına neden oluyordu. Geri açtığımda, bulanık hâlâ geçmemişken, bulanıklığın arasında beliren gülen gözler, hareket etmemi sağlıyor.
Yukarı kaldırıyorum bakışlarımı. Kül vardı gökyüzünde. Kül yağıyordu. Kanla karışık. Kirpiklerimin üzerindeki yağmur damlası değildi. Kandı! Çığlıklar artmaya başlamıştı. Kırpıştırdım gözlerimi. Küller etrafa dağılıyordu usulca. Her yerdeydiler. Biri ağlıyordu! Acı çekiyordu!
Biri bana doğru gelmeye başladı. Üst bedenini eğdi hafifçe. Kim olduğunu ya da kime benzediğini seçemiyordum. Durdu tam karşımda. Bir elini bana doğru uzattı. Hiç beklemeden bende kolumu kaldırıp işaret parmağı hafifçe ileri doğru uzattım. Onu açık saçık göremesem de, ona dokunmak için yanıp tutuşuyordum.
İşaret parmağım, onun parmaklarına usulca dokundu. Dudaklarımdan kesik bir nefes boşluğa doğru savruldu. “Kurtulacağız!” dedi boğuk sesi. Dudaklarının kıvrıldığını gördüm. Gülümsüyordu.
Neyden kurtulacaktık?
Güvenli kollar bedenimin etrafından çekildi. Boşluğa düştüm ve kendimi kırmızı elbiseler içinde bir yolun ortasında buldum dizlerimin üzerinde. Kasvetli ağaç dalları, yolun iki tarafında da sonsuzluğa uzayıp gidiyordu.
Çığlıklar arkamdan yükseldi. Ağaç dallarından göğe kuşlar bağırarak kanat çırptı ve ben, Anne diye bağırdım.
“Anne!” irkilerek uyandığımda, bakışlarımın önünde Edwin’i gördüm. Gülümseyerek bedenini eğmiş bana bakıyordu.
“Rüya görüyordun.” Dediğinde, doğruldu. Burnumdan soluklanıp elimin birini alnıma çıkarıp gözlerimi kapadım, sırt üstü yatağa uzanırken. “Evet.” Dedim uykulu bir mırıltıyla. “Kötü müydü?” diye sordu.
“Bilmiyorum.” Deyip gözlerimi açtım. İyi veya kötü olduğunu bilmiyordum ama farklı bir duygu barındırdığı kesindi. Yataktan doğrulup, Edwin’e baktım. “Geldiler mi?” diye sordum. Başını iki yana sallayıp, pencereye doğru ilerledi Edwin. Perdenin kenarından tutup minik bir alan yarattıktan sonra dışarıya baktı tek gözüyle. “Kimse gelmedi ama bugün kesin gelirler.” Dedi.
Dün eve geldiğimizde, hepsi sabaha kadar nöbet tutmuş beni gizlemeye çalışmışlardı. Otis’te dışardaydı. Tek bir saniye bile yerinden ayrılıp içeri gelmemişti. Ben ise daha fazla ayakta kalmaya dayanamamış Edwin’in yatağında uyumuştum.
Edwin hâlâ pencerenin önündeyken, yatağın yanındaki küçük masanın üzerine koyduğum meyveye baktım. Orada mı diye, elimi uzattığımda, parmaklarıma çarptı varlığı. Hâlâ oradaydı. Görünmüyordu.
“Seninle bugün bir yere gideceğiz.” Dedi Edwin, bana bakarak. Pencerenin önünde dikilmeye devam ediyordu. “Nereye?” diye sordum. “Daha gelmediler. Dışarı çıkmak güvenli olur mu?”
“Çok durmayacağız orada. Sana göstermek istediğim şeyler var!” dediğinde, gülümseyip, “sen üzerini giy. Dışarda bekleyeceğim seni.” Deyip kapıya doğru ilerlerken, “ne vereceğini belirledin mi?” diye sorduğumda adımları durdu. Ama bana doğru dönmedi.
Bir süre öylece yerinde bekledikten sonra, duvarın önünde duran dolaba doğru ilerledi. Eğilip alt çekmecelerin birini kendisine doğru çekip özenle katlanmış elbiseleri çıkardı ve bana doğru döndü.
Yapacağı şeyi anladığımda, gözlerim yuvalarından fırlayacak kadar açıldı.
“Olmaz!” dedim hemen yataktan fırlarken. O kıyafetler ablasınındı. Onları veremezdi. “Olmaz Edwin, onlar ablanın!” derken, önünde durmuş, dolan gözlerle bir elbiselere bir ona bakıyordum.
Yutkunup elbiselere baktı. “Vermek zorundayım!” dedi. “Benim yüzümden mi? Ben geldim diye mi vereceksin onları?” dediğimde, bir adım yaklaşıp elimin birini elbiselerin üzerine koydum.
“Hayır!” dedi hemen. “Senin yüzünden değil.” dudaklarını ıslattıktan sonra, “zaten bunları verecektim. Eğer vermezsem, Lowell’e zarar verirler. Kendimi geçtim artık. Onun zarar görmesini istemiyorum.”
Dudaklarım titredi. Üst üste bastırmam bile fayda vermedi. “Onlar sana, size, ablandan kalan son şeyler!” dediğimde, yüreğim un ufak oldu. Bana bile verirken, Edwin ve Lowell’in ne kadar zorlandığını gözlerinden görmüştüm.
“Lowell’i de kaybedemem.” Dedi alçak sesle. Gözlerim kapandı usulca. Yanağımdan bir yaş, çeneme doğru süzüldü. “Ablamda istemezdi!” deyip kesik bir nefes aldığını işittim.
“Lowell çok üzülecek.” Dedim acıyla yutkunarak. “Dün konuştum onunla. Kabul etmek zorunda kaldı.” Dedi. Zorunda kaldı. Başka çaresi yoktu çünkü. Başımı ağır ağır salladım. “Üzgünüm.” Diyebildim sadece.
“Sen üzerini giy Karina.” Deyip gülümsedikten sonra elindeki elbiselerle dışarı çıktı.
Üzerimi giyindikten sonra odadan çıktım. Masada oturan Lowell’i gördüğümde, masanın üzerindeki bakışları bana doğru çevrildi. Bu sefer benim bakışlarım masaya kaydı. Katlanmış kıyafetler orada duruyordu. Bakışlarındaki hüzün, bir hançer gibi yüreğime saplanmıştı Lowell’in.
Bana da kıyafet ve pelerin vermişlerdi. Pelerin hâlâ yanımdaydı fakat diğer kıyafetler Yvonne’nin evindeydi. Onları sağ salim onlara verecektim. Sadece onlar kalacaktı çünkü.
“Gidelim Karina.” Dediğinde Edwin, Lowell’e gülümsedim. O da bana gülümseyip, “gülerken daha güzelsin.” Dedi. Bu sefer gülüşüm artarken, gözlerimi de kapatıp başımı utandığım için eğmiştim. “Yaşına göre büyük laflar ediyorsun.” Dedim gülüşüm yüzüme genişçe yayılmışken. Bana bu hali Royan’ı hatırlatmıştı. Durmadan arkadaşlarıma yürüyen ve durmadan saçma kelimelerle iltifat ettiğini düşünüyordu. Onu çok özlemiştim.
“Yaşım sizi aldatmasın.” Deyip büyük bir gururla omuzlarını dikleştirdi. “Hem bir efendiye iltifat etmek, ırkı için büyük bir onurdur. Kimse bu onuruna erişemez.” Dedi.
“Eğer gerçek bir efendi olursam, sana bu lafları yasaklayacağım.” Deyip güldüm. Edwin ve Lowell’de gülmüştü bu dediğime.
Ama ben efendi olmayacaktım!
“Biz birkaç dakika sonra döneriz Lowell.” Diyen Edwin ardından bana bakıp, “gidelim Karina.” Diyerek kaşıyla çıkışı gösterdi. Başımı salladım onaylayarak.
Önde Edwin çıkıp, arkasından da ben çıkarken, ilk işim o kız çocuğuna bakmak oldu. Hâlâ öylece oturuyordu. Dün gece birkaç kere bakma girişinde bulunmuştum ve onun gözleri hep açık bir şekilde bizim eve doğru bakıyordu.
Otis’i aradı gözlerim bu sefer fakat ortalıkta görünmüyordu. Ama nöbet tuttuğuna emindim.
Gözlerimi ondan alıp yanımda bir adım önde yürüyen Edwin’ baktım. Evin yan tarafına geçmiştik ve yavaş yavaş ev arkamızda kalıyordu. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Bizlere ait olan yere.” Dedi. Adımları çok hızlıydı. “Çok hızlısın.” Dedim gülerek. “Eve çabuk yetişmemiz gerekiyor. Her an gelebilirler.” Dedi bana bakıp önüne döndükten sonra.
“Onlar geldikten sonra da gidebilirdik.” Dedim.
“Olmaz!” dedi. “Onlar gider gitmez, Yvonnelerin evine geri gideceğiz hiç beklemeden.”
“Onlarda biliyordu değil mi, kadının olmadığını?” dediğimde, derin bir nefes alıp verdim burnumdan.
Başını diğer tarafa çevirdi Edwin, ardından başı ile onayladı.
“O zaman oraya gitmeye gerek yok.” Dediğimde, Edwin alt dudağını kemirmeye başladı. “Baloya kesin gideceğimi düşünüyorsun? Taşı bulacağımdan eminsin?”
Ben taşı bulmak istemiyordum. Bunun başka çaresi olmalıydı.
Sessiz kaldı, bir şey söylemdi.
“Başka çaresi yok mu?” diye sorduğumda, küçük bir kum tepesinin zirvesine çıkmıştık. Büyük bir yapı karşıladı beni. Altın sarısı duvarları buradan bile parlıyordu. Duvarların dipleri, kum taneleri yüzünden yere doğru gömülmüştü. Bu yüzden alçak görünüyordu.
Büyük bir çatısı vardı. Girişinde Beyaz kolonlar, yan yana ve karşı karşıya sıralanmıştı. Kaldırım taşları ile bezenmiş olan giriş, yarısından sonra kayboluyordu. Çünkü tüm kum, her yere sahip olmuştu.
“Burası neresi?” diye sordum ağzım açık kalırken. Diğerlerinden çok farklıydı. gösterişliydi ve ayakta kalmaya çalışacak kadar heybetliydi. “Atalarımızın yurdu.” Dedi Edwin, tebessümle. “Son Kale.” Dediğinde adımlarını ileriye doğru atmaya başladı. Bende onu takip ettim.
Beyaz kolonlara doğru geldiğimizde, omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Evler görünmüyordu. Küçük kum tepesinin arkasında kalmıştı. Önüme döndüm. Beyaz kolonları inceledim. Kolonların etrafına beyaz yılanlar sarılmıştı ve her kolonun etrafında bunlar işlenmişti.
Taşlarla bezenmiş girişe adımımı attığımda, minik bir rüzgar yüzümün üzerinde geçti, saçlarımı geriye doğru savurdu. Dudaklarımdan kesik bir soluk, rüzgara karıştı. Taşların üzerindeki serili kumları da diğer tarafa götürdü esen rüzgar.
Parmaklarım beyaz kolonların üzerinde gezdirirken, adımlarımı binaya doğru atmaya başladım. Her bir kolona gelirken, elimi indirmek yerine havada tutuyordum. Sıcak çöle rağmen, kolonların üzeri buz gibiydi.
Büyük çift kanatlı kahverengi kapının önüne geldiğimizde, demir halkaları yılandan oluştuğunu gördüm. Edwin, ellerini kapının üzerine yasladı ve içeriye doğru açtığında, içerdeki soğukluk olduğu gibi dışarı akın etti.
Nefesimi tutmak zorunda kaldım. İçeri girdim Edwin’den sonra. Edwin kenara doğru çekildi ve, “Son Kale’ye hoş geldin.” Dedi. Ağzım bir karış açılırken, bakışlarımı tavana kaldırdım. Kubbe şeklinde oluşan tavanın üzerinde farklı farklı süslemeler yapılmıştı. Ve genellikle sarı renkten oluşuyordu.
Büyük pencerelerden içeriye vuran gün ışığı, binanın içini aydınlatılması için yeterliydi fakat içerdeki kasvet yerli yerindeydi. Ama beni boğmak yerine farklı bir havaya sokmuştu. Kötü anlamda değildi asla.
Bakışlarımı ağır ağır yere doğru indirirken, duvarda asılı duran tablo ile duraksadım. Dudaklarım sanki daha fazla aralanacakmış gibi daha da, aralandı.
Büyük tabloda bir kadın resmedilmişti.
Hafifçe bedenini yan döndüren kadın, beyaz bir elbise giyinmişti. İnce beline sarı bir kemer bağlamıştı. Boynundan astığı tek askılıkla, iki omuzu da açıkta kalmıştı. Beline kadar uzanmış dalgalı gri renkteki saçlarını, bir omuzundan aşağı serbest bırakmıştı. Tıpkı benim ön tutamlarımda beliren renk gibi.
Su gibiydi. Çok güzeldi. Adımlarımı tabloya doğru attıkça, kadının zarafeti de büyüyordu.
“Bu kim?” diye fısıldadım. Elimin birini havaya kaldırdım tabloya dokunmak için ama duraksadım. Yüzüne baktım. Güzel yüzünde büyük bir hüzün vardı. Gözleri çok yorgundu. Ama yeşil gözleri bir zümrüt gibi parlıyordu.
Ayaklarının dibine baktım. Beyaz bir yılan, başını ileriye doğru uzatmıştı. Doğru görüp görmediğim için gözlerimi kıstım ve gerçekten bir yılan olduğunu gördüm. Yılanın yarısı görünmüyordu çünkü beyaz elbise, kapatıyordu.
Bakışlarımı tekrar yüzüne çıkarırken, iki kürek kemiğinin ortasındaki boşlukta bir şey asıldığını fark ettim. Elimi yakan taşın ta kendisiydi. Öyle ki unutmam imkansız olurdu. Yeşil gözlerine tırmandı bakışlarım ve o anda duyduğum kelime beni iki büklüm etti acıyla.
“Amaris!”
Tiz bir fısıltı kulaklarıma nakşetti. Saniyesinde gözlerimi kapatıp, parmaklarımı şakaklarıma bastırdım. Ağrı, bir balyoz gibi vurmuştu iki taraftan. Fakat ağrıyı umursamadan, yavaş yavaş araladım gözlerimi çünkü tablodaki kadını iyice bakmak istiyordum. İçimde bir şeylerin yüreğime doğru aktığını hissetmiştim. Kadının yeşil gözleri, yüreğimden bir şeyler koparmıştı. Sebebi neydi?
“Yıllar önceydi.” Diyen Edwin’in sesiyle ona döndüm. Bir adımla yanıma gelmiş, tabloyu izliyordu. “Kimsenin bilmediği yıllar.” Ellerini arkasında bağlamıştı. “Beş ırk, tüm evrenin yaratıcı olan Işık Tanrısıyla, büyük bir savaşa girmişlerdi.”
Kaşlarım çatıldı. Ama bir şey söylemeden Edwin’in devam etmesini bekledim.
“Evrene sahip olmak için yaratıcıyla savaşa girmek, sonları olmuştu. Beş ırkın yanında kimse yer almadı. Ve hepsi, Işık Tanrısı’nın yanında yer alarak, savaşı kaybetmelerine neden oldu.” Deyip omuzlarını dikleştirdi.
Beş ırk?
Kalbim hızlanmaya başladı. Anlattığı şeylerin bir masal olup olmadığını anlamaya çalıştım ama değildi, gerçekti.
Edwin devam etti. “Savaşın galibi Işık Tanrısı, bu beş ırkı sonsuza kadar Araf’a hapsetti. Ölüm ve yaşamın ortasına.” Bana döndü. “Cehennem ve Cennettin ortasına.”
Araf;
Ölüm ve yaşamın ortası.
Cehennem ve Cennettin ortası.
Dudaklarımı üst üste kapatıp, burnumdan kesik bir nefes aldım. Bakışlarım, Edwin’in sarı irislerindeydi.
“Onlar için Araf; sadece cehennemdi. Çünkü güç ve kudreti seven ırklar için Araf, dayanılmazdı.” Başını yere eğdi. “Fakat diz çökmek hiçbirinin kanında yoktu. Af dilemek yerine; Araf’ta ölmeyi tercih ettiler.” Genzini temizleyip bakışlarını tabloya kaldırdı. “Ve Işık Tanrısı onları sonsuza kadar görmezden geldiğinde, beş ırk bir araya geldi. Araf, daha fazla yaşanılabilir olması için ve kendi suçları yüzünden yitip giden çocuklar için beş ırk, Cehennem Tepesi’nde buluştular.”
Tabloya bakan gözleri, dalgalanıyordu. Kesik kesik aldığı nefesi yüzünden cümleleri tökezliyordu ama yine de güçlü durmaya çalışıyordu.
Edwin yutkundu. “Beş ırk,” dedi. “Yer Altı’nın Sürüngenleri, Ateş’in Evladı İblisler, Orman’ın Sonsuz Koruyucu Perileri ve Deniz Suyuna Hakim Sirenler.” Dediğinde, nefesim dudaklarımda asılı kaldı. Duyduğum bu isimler hem korkutmuş hem de şaşırtmıştı.
Ateş’in Evladını birçok kez duyup, onlardan kaçmak için oradan oraya savrulmak zorunda kalıyordum. Ve bu peri dedikleri şeyler, beni öldürmek üzereydi. Onlardan kıl payı kurtulmuştum.
Sürüngenleri de duymuştum ama onlar hakkında bir fikrim yoktu. Peki ya şu Deniz Suyuna Hakim Sirenler? Onlarda neyin nesi oluyordu.
Edwin’in bakışları bana döndüğünde, yüzümün her yerinde gezindi sarı irisleri. “Fakat son ırk, onlarla gelmeyi istemedi. Çünkü bir gün Işık Tanrısı’nın onları affedeceğine inandı. Ve o son ırk, Tarafsızlardı!” dedi.
Tarafsızlar!
Yvonne ve Valentino!
Şaşkınlığım çevreledi beni. Anlattıkları dilimi yutmama sebep olacak cinstendi.
“Cehennem Tepesi’nde buluşan bu dört ırk, kendi enerjilerinden daha büyük taşlar oluşturdu.” Dediğinde, “B- bu aradığımız taşlar mı?” diye sordum kekeleyerek. Başını salladı Edwin beni onaylayarak. Derin nefes almama neden oldu.
Demek dört taş vardı ve bu şekilde oluşmuştu hepsi.
“Her bir taşın kendisine göre özellikleri vardı: Orman’ın Sonsuz Koruyucu Perileri; orman onların ellerindedir, ağaç ve doğa onlara hizmet eder ve o taş sayesinde tüm doğa canlı kalırdı. Deniz Suyuna Hakim Sirenler; her su, onlara haber götürür, bu sayede herkesten ve her yerden haberleri olurdu. Taş ise suyun altındaki her canlının yaşam kaynağıydı. Taş olmadığı için su altında pek canlı bulamazsın artık. ” Derin bir nefes alıp verdikten sonra devam etti. “Ateş’in Evladı İblisler; enerjiyi o taş sayesinde sağlarlardı. Güç verdiği takdirde, taşı elinin tersi ile itip sahip çıkmazsan, gücü alır seni öldürür de.” Bana baktı. “Yer Altı’nın Sürüngenleri’nin yarattığı taş, dünyaya gidip gelmelerini sağlarlardı. Orada öğrendikleri her yeni bilgiyi kendilerine sunup, öyle yaşam sürdürürlerdi.”
Ve son söylediği taş benim eve gitmemi sağlayacak anahtarın ta kendisiydi. Edwin zorlansa de konuşmaya kaldığı yerden devam etti.
“Dört taş, kendi sahiplerinin eline konduğunda, yemin etti her biri, söz verdiler. Kimse, kimse ihanet etmeyecek, taşları almak için bir girişimde bulunmayacak. Ve Cehennem Tepesi’nden uzaklaştı ırklarının efendileri.” Deyip yutkundu Edwin. Arkasına bağladığı ellerini daha çok sıktırdı. “Taşlar efendisine, ırkına ve evine sadıktı ama bir kişi düzeni bozdu.” Dediğinde, gözlerim tablodaki kadına kaydı.
Taşlardan biri elimi yakmıştı ve şimdi onun nerede olduğunu bilmiyorduk. Diğerleri ise Aamon’daydı. Diğerini de bulursa, tüm taşların onu yenilmez yapacağını bildiğim kişideydi.
Tabloya yaklaşıp, parmaklarımı resmin üzerine koydum. Gözlerim kadında, kulaklarım devam etmesi için Edwin’deydi. “Nasıl bozdu?” diye sordum. “Aşık oldu!” dediğinde Edwin, kaşlarım çatıldı anlamayarak. Yan döndüm ama ona bakmadım, gözlerim zemindeydi ve birkaç saniye sonra tekrar tabloya baktım.
“Tüm evreni ve tüm ırkları yerle bir edecek olan aşkın, esareti altına girdi.” dediğinde, burnunu çekti. “Ve yerle bir etti de.”
“Bahsettiğin kişi,” deyip Edwin’e baktım. “Aamon mu?”
Başını salladı.
Aamon aşık mı olmuştu?
Bir aşk, her şeyi mahvedebilir miydi ki?
Ama etmişti. Sunulan her yer, belli ediyordu kendisini.
“Kime aşık oldu?” diye sordum.
“Sürüngenlerin Tanrıçası Rhea!” dedi Edwin. Sürüngenlerin Tanrıçası Rhea!
Parmaklarımı tablonun üzerinde sürüdüm. Ona dokundum, onu hissetmek istedim. Çünkü bana hissettirdikleri farklı olmuştu.
“Tablodaki kadın. Sürüngenlerin Tanrıçası Rhea, anneniz!” dediğinde, parmaklarım durdu. Gözlerim irice açılırken, nefesim boğazıma art arta dizildi. Ağır ağır tablodaki kadına bakışlarımı kaldırdım. Annem dedikleri kadın bu muydu?
“Anneni herkes tanır. Gerçek bir Efendi’idi.”
“Buraya aitsin Amaris. İsmin bu. Herkes duydu.”
“Aşk, onu mahvetmesine göze aldı. Ama seni kurtarmayı başarmış, yarattığı ve pişman olmayacağı tek taşsın onun için!”
Yaşlı adam Bert’in sesi kulaklarımda çınladı.
Hızla Edwin’e döndüm. Yüzünün her karışını izledim, yalan söyleyip söylemediğini anlamak için. Ama hayır, yalan söylemiyordu. Gerçekti!
Ama benim… Benim bir annem, bir ailem vardı. Gözlerim doldu, dudaklarımın titremesine engel olamadan.
“Aamon annenin, tanrıçamızın canını aldı. Seni kurtarmak için, dünyaya gitti. Ama kendisini kurtaramadı.” Başını aşağı eğdi. “Kimse ona yardım etmedi, edemedi. Annene yardım eden herkesi tek tek öldürdü Aamon.” Kalbim sıkıştı. Gözümden bir yaşın, yanağımdan aktığını hissettim. “Hâlâ da öldürmeye devam ediyor.”
Bana yaklaştı Edwin. “Ama sen yaşıyorsun. Sen Son Kale’yi ayakta tutacak tek kişisin. Sen olursan Karina, tüm ırklar yuvalarından çıkıp yanımızda dururlar.” Dedi. Parmaklarım, pelerinin kenarlarından tuttu sıkıca. Elini kalbimin üzerine koydu. Güçlü bir nefes dudaklarımdan kaçtı. “Hisset Karina. Diğer ırklara yaptığı eziyetleri hisset, bizlere yaptığı eziyetleri hisset!”
Gözlerimden yaşlar akmaya başladı.
Edwin’in ablasına ait kıyafetleri mecburen vereceği düştü zihnime.
Lowell’in masanın üzerinde duran kıyafetlere bakışı geldi.
Bert’in suçu olmadığı halde, koparılmış kafası ve ibretlik olsun diye kapının üzerine asılışı geldi.
Kız çocuğunun elleri bağlı bir şekilde evlerinin önünde oturuşu geldi. Üzerlerine düşen lanet yüzünden, tüm çocuklar ve ailelerinin bu eziyete katlanmak zorunda olduğu geldi.
Yıldız Düşme Festivaline zorla katılmaya, katılmak istemeyenleri ise dövüp öldürdükleri geldi.
Yaşadıkları yurtları aklıma geldi… Ve bir çoğu…
Bir hıçkırık koptu, dudaklarımdan. Bacaklarımdaki kanın çekildiğinde, dengemi kaybederken, Edwin’in kollarımdan tutarak düşmemi engelledi. Hatırladıklarım, zihnime, kalbime işkence ettirdi.
Tüm hepsini hissettim!
Hissetmek istemedim!
“Taşı bulalım Karina. Sana söz, hep yanında olacağım.” Dedi. “Son taşı bulamazsak, herkes ölecek Karina. Ölmek bile kurtuluş çünkü böyle bir yaşam ölmekten bile beter!” Edwin’in de gözleri dolmuştu. Öyle derin bakıyordu ki gözlerimin içine, tüm yaşananları görebilirdi insan. Görmüyordum ama kalbim deli gibi yanıyordu!
“Geldiler!” diyerek binanın içine girip bağıran Otis ile bakışlarımız yan döndü. Nefes nefese kalmıştı. Edwin, yanaklarımdaki yaşları parmak uçlarıyla silip, alnımdan öptü.
Geri çekildi ve arkasını dönüp, zemindeki dikdörtgen mermerlerden birini kaldırdı. “Otis, Karina sana emanet. Ben geleceğim onları gönderdikten sonra.” Dediğinde, tekrar bana doğru gelip bileğimden hafifçe tuttu. Her yerim uyuşmuştu. Kıpırdayamayacak kadar hem de.
Otis ilk önce zeminde açılan karanlık yere girdi. Ardından Edwin hızlı adımlarla oraya doğru götürüp, “özür dilerim.” Dedi. “Bunları sana anlatmak zorundaydım!” deyip kollarımın altından tutup bir çocukmuşum gibi hiç zorlanmadan yukarı kaldırdı ve açtığı zemine doğru indirdi. Bu sefer Otis’in ellerini hissettim kollarımın altında. Yavaşça açılan bölmeye indirdiler.
Otis kolumdan tutup yere oturttu. Edwin gülümsemesi dudaklarındayken, kenara bıraktığı mermeri, geri koymaya başladı yerine. Karanlık yavaş yavaş yoldaş olurken bize, dizlerimi karnıma kadar çekip etrafına doladım kollarımı.
Anlatılanlar, tek tek zihnimde kan akıtıyordu.
****
Adım sesleri duvar diplerinde yankılandı. Adım seslerinde bile çıkan ürkütücü ses, duvar diplerine sinen böcekleri hareketlendirdi. Hepsi bir tarafa doğru kaçışırken, bu sefer büyük bir ses, öfke ile hışırdadı. Kalın zincir sesleri! Sağa sola doğru hareket ettirdi bileklerine bağlı olan zincirleri. Gözlerini açmasa da gelen kişinin adım seslerini on metreden tanıyacak kadar ezberlemiş ve öfkesi yeniden dirilmişti.
Başını yerden kaldırmadı. Ama tüm bedeni gerilmişti. Zor da olsa söyleyeceği kelimeleri ağzından toplayıp, “git buradan!” diye tısladı. Gelen adım sesleri durdu. Tüyler ürpertecek ve bir o kadar tiksindirecek gülüşü yayıldı. “Sana bakmaya geldim.” Gülüşü durdu. Ama dudaklarından silinmedi. “Kız kardeşim!” dedi bastırarak.
Başını sağ tarafa eğdi. Kolunu hareket ettirdiğinde, kalın zincirden çıkan ses, öfkesini harladı. “Esaretini izlemek sana zevk mi veriyor?” diye sordu tiksinerek. Bedeni halsiz düşmüş, göz kapaklarını kaldıracak kadar gücü kalmamıştı. Kaç yıldır burada tutulduğunu hatırlamıyordu. Aklında tek kalan şey; abisinin onu buraya tıktığı ve bir daha Günyüzü göstermediğiydi.
“Bir şeye ihtiyacın var mı, diye bakmaya geldim.” Dediğinde gözleri, bacaklarını toplayıp altına yerleştiren, bileklerinden ve ayaklarından, kalın zincirlerle bağlı olan kadını süzdü. Zincirler, paslanmıştı. Kolları havada asılı kalmıştı ve üzerinde solmuş, eski yırtık bir elbise vardı. Eski güzelliğinden eser kalmamıştı!
Kadının başı önüne düştü. Dudakları düz çizgi halini aldı. Yeniden kollarını oynattı ve zincirlerden rahatsız edici sesler çıktı. Bilekleri morarmıştı. Her hareketinde, tenine değen zincirler canını yakıyordu ama yine de vazgeçmiyordu.
“Git buradan!” dediğinde, teni sızım sızım sızladı. “Git buradan Aamon!”
Aamon çenesini dikleştirdi. “Seni baloya davet etmeye geldim. Airen yer altından çıkıyor!” dediğinde, kadının kaşları çatıldı. Uzun siyah saçları yüzünü kaplamıştı. Gözlerini yavaşça aralamaya çalıştı fakat kirpik diplerinde bile ağrılar vardı, açamadı.
“Airen yer altından çıkmaz!” dedi. “Annesini yalnız bırakmaz.” Diye mırıldandı bu sefer.
“Çıkıyor!” dedi Aamon, dudağının bir kenarı kıvırılırken. “Ben emrettim, o da çıkıyor!”
Başını iki yana salladı kadın. “Sana inanmıyorum. Airen seni dinlemez!” duyduğu cümleler, göğsünü kaldırıp indirdi. Her nefeste, kaburgaları çatlıyor gibi hissediyordu.
“Onun yanından geliyorum, kız kardeşim.” Güldü Aamon alayca. “Sana da selamını getirdim. Halasını özlemiş.”
Dudaklı tiksintiyle yukarı doğru kıvrıldı. Gözlerini aralamayı başardığında, bakışlarının önüne dökülen saçlarının arasından onu gördü. Abisini! Önceden öyle olan fakat artık herkes tarafından iblis olarak bilinen kişiyi. Artık onun içinde iblisti. Ateşten yaratılan iblis.
Başını iki yana salladı, üzerine yığılan kaşlarıyla. “Airen’den uzak dur! Seni iblis!” dediğinde, onun hakkında söylediği her şeyin yalan olduğunu biliyordu. Airen hakkında söyledikleri, hepsi birer dalga amaçlı söylenmiş cümleler olduğunu biliyordu.
Burnundan güldü Aamon. “Dileğin gerçekleşecek kız kardeşim. Taşları dağıtacağım.” Dediğinde, ifadesi bocaladı kadının fakat eski halini alması uzun sürmedi. “Bu yüzden bir balo düzenleyeceğim.” Deyip çenesini biraz dikleştirdi Aamon. Bir adım, elleri, ayakları bağlı olan kadına doğru attı. “Ama sen davetli değilsin. Geraldin.” Güldü yeniden.
Alaycı tınısı, kadının tüm kollarını hızla ileri geri sallandırmasına neden oldu öfkeyle. Bileklerinden çıkan acı sızı, dişlerini sıktırmak zorunda bıraktı. Aamon kalın zincirlere ve bağlı olduğu yere çok kısa göz gezdirdi. “İhanetini burada çekmek zorundasın!” dediğinde, gözleri keskinleşip kadına baktı.
Geraldin.
Ondan kalan ve hatırladığı tek şey ismiydi. Ve neden buraya hapsedildiği de.
“O kadını hak etmiyordun!” dedi Geraldin dişlerinin arasından. Bu söylediği onu deli edeceğini biliyordu. Ama geri adım atmayacaktı. Bu halde bile olsa. Elleri kolları, bağlı olsa bile.
“O kadını seviyordum!” diye bağırdı Aamon. Gözleri öfke ile açılıp, göz bebekleri mum ışığı gibi dalgalandı. Geraldin irkildi fakat tepkisizliğini korumaya çalıştı. “O kadını benden aldın. Abine ihanet ettin.” Başını salladı ağır ağır.
“O kadını sevmiyordun.” Dedi Geraldin, başı öne düşmemesi için çabalarken.
“O kadını canımdan da çok seviyordum.” Dedi Aamon, tiksinti bu sefer onun dudaklarına yerleşirken. Karşısında bağlı kadına öfkesi hat safhadaydı. Ve tiksiniyordu, onun gibi! “Onu benden aldın Geraldin. Ona yardım edip, benden çaldın!” dedi sesi düşerken.
Başını iki yana salladı Geraldin güçsüz bir şekilde. “Onu senden kurtardım. Sen onu sevmiyordun, sen ona takıntılıydın.” Dediğinde, bakışlarını zor da olsa karşısındakine kaldırmayı başardı yeniden. “O seni sevmiyordu Aamon. O başkasını seviyordu.” Yutkundu acı acı. Genzindeki kan, dişlerine, diline bulaşıyordu. “Arkadaşımı senden kurtardım.” Dedi mırıldanarak.
“Kes sesini!” diye bağırdı Aamon. “Onu canımdan da çok seveceğimi iyi biliyordu. Ama o,” tiksintiyle yüzünü buruşturup yere indirdi bakışlarını. “O başkasına tercih etti beni.” dudakları düz çizgi haline aldı ve yeniden kız kardeşine baktı. “Ama ölmeyi seçti. O adamdan olan kızını doğururken ölmeyi seçti. O sevdiği dünya, tek nefeste canını aldı!”
“Sen evliydin Aamon. Üç çocuğun vardı.” dedi Geraldin, nefesi yavaş yavaş azalırken. “Karına da üzülüyorum Aamon. Ama nefrette ediyorum. Çünkü hâlâ seni seviyor!” Burnundan aldığı sesli soluklar, göğüs kafesini sıkıştırıyordu. “Sen Yedide’yi de hak etmiyorsun!”
Aamon güldü. Gülüşünün altında can yakan acı ve üzüntü vardı. “Onun için, her şeyden vazgeçerdim. Beni seven herkesten. Umurumda bile olmazdı. Şimdi ise; kendim için, ondan bile vazgeçerim.”
Öyle olmayacağını biliyordu Geraldin. Tüm ırklar biliyordu, sevdiği kadın içinden her şeyden vazgeçeceğini. Ama şimdi dilindeki dikinler, belli ediyordu öfkesini. Şimdi büyük aşkın yerini, büyük bir nefret almıştı. Her şey bir gün kendi zıttına dönerdi. Aşk gibi! Nefret gibi!
Başka adım sesleri duyunca Geraldin, karşıya baktı. Kimin geldiğini anlamıştı. Kanat sesi ve ardından zemine inen sisten bile daha fazla, yerini sessizlik alan kişinin kim olduğunu anlamış ve tanımıştı. “Kuşunu da al git Aamon.” Deyip genzinden güldü.
“Ona kuş deme Geraldin, alınır.” Dediğinde, omuzunun üzerinden arkasına baktı gülerek. “O bir Haberci Kuzgun!” kız kardeşine tekrar döndü. “Ona itaat et.”
Arkasında, siyahlar içindeki kadın, ellerini arkasında birleştirmiş, sadece şapkasının altından koyu dudakları gözüküyordu ve dudaklarının kenarında sinsice bir gülüş kondurmuştu.
“Yardakçın!” dedi Geraldin dişlerinin arasından. “Kuşunu da al git!” dediğinde, ensesinde bir ağrı baş gösterip, tüm bedenine yayılmıştı. Fakat inlememek için sıktırdığı dişleri bile zayıflamıştı.
“Bir kızı varmış, Geraldin.” Dediğinde Aamon, Geraldin’in kaşları çatıldı anlamayarak. Sessiz kalmayı tercih etti. Bir şey sormadı.
“Yaşadığına adım kadar eminim.” Yutkundu Aamon.
Geraldin, abisinin acı çektiğini görüyordu.
“Bir kızı olduğunu biliyor muydun?” diye sordu Aamon. “Doğururken yanındaydın.” Dediğinde burnundan soludu öfkesine sahip çıkmak ister gibi.
Anıları, zihninin köşelerinde belirdi. Çığlıklar yükseldi her bir yerden. Acı çığlıklar. Yardım dileyen çığlıklar ve kan gölüne dönmek üzere olan Araf… Abisinin yarattığı yıkıma şahit oluyordu. Kollarındaydı kadın. Kucağında kızıyla dünyaya göndermeyi başarmıştı fakat abisine yakalanmaktan kendisini kurtaramamıştı.
Biliyordu bir kızı olduğunu. Yanındaydı. Ama ikisinin de öldüğünü duymuştu. Ama şimdi, kızı yaşıyormuş. Abisinin yalan söyleyip söylemediğini anlamıyordu ama yine de sevinmesine engel olamamıştı. Mutlu olacak kadar da tükenmiş bir durumdaydı. Arkadaşını kaybettiğini öğrendiği gün, tutsaklığından daha fazla acı vermişti ona. Burada tutulmaktan daha ağırdı onun için.
Geraldin sessiz kaldı. Başı öne doğru düşmüştü. İfadesizliği buz gibiydi.
“Biliyordun!” dedi Aamon başını sallarken. “Şimdi bende biliyorum. Taşlar bana haber verdi. Yaşıyor kızı!” Dudaklarında öfke ve tiksintiyle harmanlanmış küçük tebessümü, “onu bulacağım!” dedi sessizce.
Son kez kız kardeşine baktı. Ölmek üzere olan genç kadının sadece kaburgaları sayılıyordu. Et, kalmamıştı. Sadece derisi vardı. Bilekleri incelmiş, her yerden çürükler meydana gelmişti.
“Abine olan ihanetin, seni öldürecek Geraldin.” Arkasını döndü. “Sen artık benim küçük kız kardeşim değilsin!” dediğinde, tek bir duygu kırıntısı yoktu dilinin ucunda.
“Taşları onlara verme!” diye mırıldandı Geraldin. “Taşlar onları öldürür!”
Aamon güldü, dudağının bir kenarı yukardayken. “Hayır, onlar Araf’ın efendileri olacak!” dedi.
Geraldin başını iki yana salladı. “Taş onlara ait değil. Efendileri başka. Onları öldüreceksin!” dedi kesik kesik nefesler soluk borusundan kaçarken.
“Sen kendini düşün kardeşim. Kendi kaderine ağla! Abin seni hiç affetmeyecek!” dedi Aamon önüne dönerken. Adım sesleri yeniden yankılandı. Haberci Kuzgunu da geçip en önde yürüyerek, Geraldin’i yeniden arkasında bıraktı.
Devam Edecek...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |