17. Bölüm

16.BÖLÜM

kadriş yazar
kadrisyazar_

ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ

16.BÖLÜM

Clann-Caves

 

Kafam çok karışıktı. Hissettiklerim, hissedemediklerim hepsi birbirine girmiş vaziyetteydi. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi ya da ne hissedeceğimi bilemiyordum. Edwin’in söyledikleri, dönüp duruyordu karışık düşüncelerimin arasında. Ve daha da karıştırıyordu.

Tanrıça Rhea…

Annen…

Annem!

Olabilir miydi?

Çocukluğumu hatırladım. Annemin diğer çocuklardan beni nasıl uzak tuttuğunu. Beraber parka ya da bir yere çıkarken, her yere attığı tedirgin bakışlarını. Ya da arkadaşlarımla zorla tanışmak istediğini. Bu yaşıma kadar okula ben istemesem bile arabayla bırakıp almalarını. Royan’da çocukluk geçirdi benim gibi ama asla benim kadar sıkı yönetim altında değildi. O, çok rahat bir çocukluk geçirmişti benim aksime. Ama ben, ben hep ev hapsinde sayılacağım bir hayatım olmuştu.

Ve en son bulduğum kutu ve içinden çıkan taş…

Her şey o gün daha da kötüleşmişti.

Annemi ilk defa o kadar korkmuş ve tedirgin görmüştüm. Bir şeyden ya da bir şeylerden beni saklamak, korumak istiyormuş gibi bir hali vardı. Annem biliyor muydu? Annemin bunlardan haberi var mıydı? Ya da sadece bir tesadüf müydü tüm bu korku ve endişeleri?

Tesadüf olmasını çok istiyordum fakat kalbim aksini söyler gibi atıyordu.

Canımı yakan gözyaşımı yanağımda hissettiğimde, parmaklarımın ucuyla hızlıca sildim, arkamı hafifçe Otis’e dönerken. Ortam karanlıktı beni göremezdi fakat yine de ağladığımı bilsin istemiyordum.

Ailemi düşündüm, yıllarca ailem olarak bildiğim kişileri. Kalbim ağrıdı.

Royan benim kardeşim değil miydi? Canımdan bile çok sevdiğim kardeşim! Evet, o çok güzel bir çocukluk yaşamış olabilirdi, istediğini yapmakta, istediği yere gitmekte özgürdü fakat asla onu kıskanmıyordum. Hiç kıskanmamıştım da! Çünkü o, gittiği hiçbir yerden eli boş dönmez, bana da bir şeyler alıp getirirdi. Bazen dışarı bile çıkmak istemeyip benimle abla kardeş olarak vakit geçirmek isterdi.

Anneme hep karşı çıkardı, bu yüzden. Fakat annem herkesi alt etmeyi başarırdı.

Royan’ı çok özlemiştim.

Bunca zaman anne, baba bildiğim kişiler aslında, ebeveynim değil miydi mesela?

Kabullenilmesi çok zor bir düşünceydi. Aklım ve beynim hâlâ inkar ediyordu!

Derin bir nefes alıp, karnıma çektiğim bacaklarımın etrafına doladığım kollarımı çekip, ıslak yanaklarımı sildim.

“Efendim?” diye fısıldadı Otis. Saklandığımız bu zaman diliminde sessizce yanımda oturmuş bir şey dememişti.

Göz ucuyla baktım. Artık karanlığa alışmıştı gözlerim. Yüzünü az da olsa seçebiliyordum.

“İyi misiniz?” diye sordu.

Titreyen dudaklarımı üst üste bastırdım, burnumu çekerken. Göğsümü sıkıştıran bir ağlama tufanı vardı içimde. Ve her an hıçkırarak yeniden ağlayabilirdim.

“Ağlıyor musunuz efendim?” diye sorduğunda, gözlerimi sıkıca yumup başımı eğdim. Akmasına engel olamadım gözyaşlarımın. Yanaklarımdan usulca süzüldü, çenemin altına doğru.

“Ağlamayın efendim. Gözyaşlarınızı mutlu olacağınız zamana, sizden çalınan hayatı geri aldığınız zamana saklayın!” dedi güçlü ve bir o kadar çaresiz sesle.

Sizden çalınan hayat…

Benim, çalınan hayatım!

Eğer her şey doğru ise, o kadın gerçekten benim annem ise onunla olacak hayatım çalınmış demekti bu. Benim hayatım gerçekten çalınmış mıydı?

Kalbim acıyla iki büklüm oldu. Elimi istemeden sol göğsümün üzerine yasladım. Sol göğsüm hiç bu zamana kadar hissetmediğim duygularla doluydu. Canımı yakıyordu, hissettiklerim. O kadına hissettiklerim canımı yakıyordu!

Neden? Neden? Neden?

Annem olduğu için mi?

Annem olmasını istiyor muydum peki?

Ne hayır diyebiliyordum, ne de evet diyebiliyordum bu soruya!

Peki çalınan bu hayatta ben kim oluyordum?

Karina mıydım? Efendi miydim?

Ben kimdim?

Aklımı kaçıracaktım!

Titreyen ellerimi yerden destek almak için zemine koydum ve zor gelse de ayağı kalkmaya çalıştım, fakat Otis’in sesiyle duraksadım.

“Efendim, yapmayın!” dedi Otis telaşla. Benim gibi oturduğu yerden doğrulduğunu hissettim.

“Bir şey yapmayacağım!” dedim cılız bir sesle ve elimin tersi ile burnumu silip halsiz düşen bacaklarımın üzerine kalkmaya çalıştım yeniden. Saklandığımız yer epey genişti. Bir adam uzunluğundaydı. Bu yüzden rahat hareket edebiliyordum.

Üzerimizde duran mermerin altına elimi yerleştirip hafifçe yana doğru kaydırdım. İçeriye giren cılız ışık hüzmesiyle, sadece bir gözümün sığabileceği alanla, karşıya baktım ve büyük tablo, bakışlarımın önüne serildi.

Tanrıça Rhea.

Annen, dedikleri kadın.

Annem!

Sanki göz göze gelmişiz gibi kenetlendi bakışlarımız birbirine.

Orman yeşili gözleri; acıyı, hüznü ve en çokta şefkati barındırıyormuş gibi bakıyordu. Fakat dik omuzları her şey ile baş edecek kadar kuvvetli, boyun eğmeyecek kadar da, güçlüydü.

Bu güzellikte, bu zariflikteki kadının hayatta olmadığı gerçeği üzmüştü beni. Önceden vardı, varlığı herkese destek olmuş ve koca bir ırkın efendisi artık buralarda değildi! Benim kalbimi öğüten bu gerçeklik, onu tanıyan seven kişileri ne hale sokmuştur düşünemiyordum.

“Gerçekten benim annem misin?” diye mırıldandım küçük harflerle, tablodaki kadının gözlerinin içine bakarken. “Ben senin kızın mıyım?”

Bert o gün annemin kim olduğunu söylemişti. Acı çığlıklarının arasından haykırdığı o ismi sesinden duymuştum ama şimdi onu bir tabloda görmek, yüzünü, gözlerini, bakışlarındaki tüm duyguları görmek, hançer saplanmış gibi hissettirmişti kalbime.

Alevden bile sıcak olan gözyaşlarım, göz pınarlarıma dolmaya başladı yeniden.

Burnumu çekip dudaklarımı ıslattıktan, “Aa-”o ismi telaffuz edemeden durdum. O isim beni korkuturken, şimdi iğrendiriyordu. Alt dudağımı ısırıp geri bıraktığımda, yutkundum. “Aamon, ann-” duraksadım. Çünkü daha bu kelimeyi söylemek için erken ve zordu. Annem, demek imkansızdı! “Aamon, Tanrıça Rhea’ya, aşık mı olmuştu?” diye sordum Otis’e. Sesim, bedenim gibi güçsüzleşmişti.

Edwin’in anlattıklarını hâlâ idrak etmiş sayılmazdım. Durmadan sesli bir şekilde dile getiresim vardı anlayana kadar.

Onaylayan mırıltı çıkardı Otis. “Aşk, ikisi için de zehirdi!”

Gözlerim usulca kapandı. Aamon’un aşkı onu mahvetmişti. Öldürmüştü!

Otis sesli nefes verdi. “Biri,” deyip durdu. “Biri aşkı için her şeyi, herkesi felakete sürükledi.” Yutkunduğunu işittim. “Biri ise, aşkı için kendisini feda etti!”

Otis’in zor bela kurduğu cümleleri tarttım. Aşkı için felakete sürükleyen Aamon’du.

Aşkı için de kendisini feda eden, Rhea mıydı?

“Nasıl?” diye sordum, bakışlarımı tablodan ayırmadan.

“Sizin için efendim.” Dediğinde Otis, yüreğime bir taş oturdu. Nefes alamayacağımı sandım. “Siz onun en büyük aşkıydınız!” diye devam etti.

Gözlerim boşalıp dolarken yeniden, ifademe ağır bir darbe yemişim gibi sallandı. “Kendini benim için feda etti!” diye mırıldandım.

“Evet.” Dedi Otis, söylediğim cümleyi onaylayarak. Ağzının içi kurumuş gibi arka arkaya yutkunuyordu. Onun içinde zordu konuşmak. “Sizi kurtarmak için kendi canını hiçe sayarak, Dünya’ya gitti. Daha kendi bede-” diyemeden sustu.

“O taşla değil mi?” diye sordum. Onaylayan sesler çıkardı.

O taşın amacını artık biliyordum. Dünya’ya gidip gelmelerini sağlardı. Beni de kurtarmak için o taşı kullanmıştı. Ve beni kurtarırken ölmüştü. Ama beni kurtarmayı başarmıştı. Kendisini feda ederek!

“O gün Aamon, peşine düşmeseydi, belki efendimiz de yaşıyor olacaktı. Sizinle birlikte!” Dişlerini sıktırdı. “Mecbur kaldı. Yoksa, sizde olmayacaktınız. O iblis, ikinizi de öldürürdü yoksa!”

Kaşlarım çatıldı. “Eğer Aamon aşıksa neden öldürmek istedi onu?” dediğimde, aklıma gelen şey ile ifadem darbe yedi. “Otis,” deyip hızla başımı arkaya çevirdim. Açtığım küçücük alandan sızan ışık, Otis’e doğru vuruyordu. “Eğer, o benim annem ise, babam kim?” diye sordum, cevabın o olmamasını dileyerek. Aamon babam olabilir miydi?

Ya da daha farklı biri?

Fakat dışardan gelen gür bir sesle, Otis hızla doğrulmuş, kollarımdan tutarak beni yanına çekip oturtmuştu.

“Buraya bu şekilde girmezsin!” diyen Edwin’in sesini duyduğumda, Otis’e baktım, heyecanla. Edwin’in gelmesine sevinmiştim, fakat Otis işaret parmağını dudaklarına yasladığında, ses çıkarmamam gerektiğini anlayarak, hemen başım ile onayladım onu. Yalnız değildi Edwin!

“Hadi ama, küçük bir ziyaretten bir şey olmaz!” dedi bir kadın sesi alayla. O kimdi?

Olduğum yerde put kesildim. Otis’in de benden kalır yoktu ve hâlâ boynumdan geçirdiği ellerini, kollarımdan çekmemişti.

Adım sesleri doldurdu kulaklarımı. Ve o anda üstümüzde siyah botlar görüş alanımıza girdiğinde, Otis ile irkilerek sırtımızı daha çok duvara yasladık.

Kırpmadığım gözlerimi, esmesine engel olamadığım başım ile birlikte biraz daha yavaşça yukarı kaldırdığımda, beline astığı kılıç ve kılıcının üstüne doğru dalgalı bir şekilde dökülen kızıl saçlar giren kadını korkarak inceledim.

Üst bedenini saran beyaz gömleğinin birkaç düğmesi açıktı. Belinde ise siyah deri bir korse vardı. Dirseğine kadar ise siyah eldivenler takmış, bir avcuyla da, belinin yanındaki kılıcının başını kavramıştı. Sırıtarak karşıya bakıyordu.

Tutulmuş gibi olan boynumu, Otis’e döndürdüğümde, dikkatlice yukarda görünen kadını izlediğini gördüm ve usulca elinin biri çekip o da kendi kılıcının başını sardı parmakları. Her zamanki gibi tetikte olmaya başlamıştı.

“O kim?” diye sordum kısık sesle.

Otis ağır bir şekilde bana döndü ve çok kısık bir sesle dudaklarını hareket ettirdi. “Kızıl Mekruhlar!”

Ne?

Aamon’un kızlarından biri mi?

Yer altından çıkacak olan kişinin kız kardeşi!

Tekrar kadına döndüm. Yan profilini görsem dahi çok güzel olduğunu buradan görmek bile mümkündü. Ufacık burnu ve dalgalı kızıl saçları, beyaz yuvarlak yüzünü ön plana çıkarıyordu.

Otis’in üçümüz çöldeyken söyledikleri geldi aklıma.

“Çirkin, tüm Araf’taki en berbat şeyleri üzerlerinde toplamış cadıdan olma yaratıklar!”

Fakat hayır. Otis’in söylediklerinin tam tersiydi, karşımdaki kadın.

Bu sefer Edwin’in söyledikleri aklıma geldi.

“Korkunç derecede güzeldi! Güzelliğinin yanında büyük kibirde taşıyor!”

Evet kesinlikle güzeldi fakat bakışları, sırıtışı kibrini ortaya çıkaracak en iyi görseldi.

Yer altından çıkacak olan kişinin kız kardeşlerinden birine denk gelmek, korkunçtu.

“Çıkın buradan!” dedi Edwin hiddetle. Kadın güldü. Aldırış etmiyordu. “İstediğiniz hasılatları verdim. Buraya gelmeniz gerekmiyordu!” bir adım daha atıldığını duyduğumda, “Kıpırdama sürüngen!” dedi bir erkek sesi. Lanet olsun, sadece yabancı bir kadın yoktu burada, bir erkek daha vardı yabancı olan!

Hasılat!

Kardeşine ait kıyafetler!

İçim yandı o an.

Kadın, başını kaldırıp etrafına bakındığında, zemindeki açık olan bölmeyi görecek diye diken üstünde oturmaya başladım. Ama hayır bakışları yere inmedi hiç.

“Burası babama ait artık diyebiliyorum!” dediğinde kadın, yüzündeki sinir bozucu ifade asla silinmemişti.

“Babana ait değil. Burası bir iblise ait olamaz!” dediğinde Edwin, adım sesleri duyuldu yukarda. Kadın elini kaldırdığında, adım sesleri kesildi.

Edwin’e zarar verebilirlerdi. Bu kadının tek başına buraya gelmediğini yukardan gelen seslerden anlamıştım! Birden fazla kişi olabilirdi.

Kadın başını hafifçe omuzuna doğru yatırıp, “Edwin’di değil mi adın?” diye sorduğunda, burnundan güldü. “Bakışlarındaki öfke, geçen seferki ile aynı!” deyip sırıttı. “Fazlasıyla tüylerimi ürpertiyorlar.” Söyledikleriyle, ses tonu arasında dağlar kadar fark vardı. Dalga geçiyor gibiydi.

“Çıkın buradan!” diye bağırdı Edwin. “Burası bir sığınak, kutsal mekan. Bir efendiye ait!”

Kadın alayla güldü. “Mekan duruyor fakat,” deyip başını tabloya çevirdi. “Bir efendiniz var mı orası belli değil!”

Kaşlarım çatıldı. İçimdeki öfkeyi alevlendirmişti.

Kadın tekrar önüne döndü. “Bir efendiniz var mı Edwin?” diye sordu, alttan bakışlarını sunarken.

Nefesim boğazımda asılı kaldı o an. Bir şeylerden şüpheleniyormuş gibi çıkan sesi, beni tedirginliğe sürükledi.

Kadın, alt dudağını dişlerinin arasına aldı, karşı tarafı gözlerini kırpmadan izlerken. Edwin’in uzun süre sessiz kaldığında, kadının dudağının bir kenarı sinsice yukarı kıvrıldı.

Efendileri Tanrıça Rhea yoktu.

Efendi olarak adlandırdıkları kişi olarak da ben vardım.

Benim yaşadığımı biliyorlar mıydı?

Buradayım…

Duyduğum fısıltıyla oturduğum yerde sıçramış, bedenimi Otis’e daha çok yaslamıştım, dudaklarım şaşkınlıktan aralanıp dehşetle açılan gözlerim zemine inerken.

“İyi misiniz efendim noldu?” diye sordu Otis kulağımın dibine fısıldayarak.

Kırpmadığım gözlerim, yuvalarından çıkarcasına zeminin üzerinden hareket ettiremiyordum. Otis’in sorusuna cevap veremeyecek kadar, gelen fısıltıya kendimi vermiştim.

Kulak ver…

Küçük fısıltıyı yeniden duyduğumda, Yvonne’nin evinde yaşadıklarım aklıma geldi. Aynısını orada da yaşamış, onları duymuştum.

Aynısı, burada da yaşanıyordu!

Yutkunarak Otis’e baktım, duyup duymadığını anlamak için. Gözlerimin içine endişelenerek bakıyordu. Fakat duyduğuna dair yüzünde tek bir emare yoktu.

Çağır… dedi fısıltı. Yanındayım… diye tamamladı bir diğer fısıltı.

Kalbim ağzımda atmaya başladı. Onların ne olduğunu ya da neden sadece benim duyduğumu anlayamıyordum. Onlar kimdi?

Korkma…

Gözlerim her yerdeydi.

Seninleyim…

Sesleri çok yakındaydı.

Kulak ver…

Ama onları göremiyor, sadece seslerini ben duyuyordum.

Kimdiler?

Bir süre daha kulak kabarttığımda, Edwin’in sesi, yeniden yukarı bakmama sağladı, sertçe yutkunmadan önce. Duyduğum sesler neydi ya da kime aitti bilmiyorum ama o fısıltıların, benimle birlikte hareket ettiğine emindim.

“Çık!” dedi Edwin dişlerinin arasından tıslar gibi.

Kadın dudaklarını üst üste bastırdı ve tek kaşını kaldırdı. Usulca yan tarafa doğru döndüğünde, tabloya doğru ilerlemeye başladı. İstemeden, sırtım duvardan ayrıldı. Tabloya zarar verecek diye endişelenmeden edememiştim.

Otis’in bir eli hâlâ kolumdayken parmaklarının tutuşu sıklaştı.

Adım sesleri de o kadınla birlikte artmaya başladığında, Edwin görüş alanıma girdi. Çok kısa zemine bakan gözleri, tedirgin bir şekilde kadına yoğunlaştı yeniden. Fakat bir adım daha atamadan, siyahlar içinde iki kişi omuzlarından tutarak geriye doğru çekmeye başladı. Tutan kişiler pelerinin şapkalarını örttüğü için yüzleri görünmüyordu.

Ama Edwin tutan kişilere direnmiş, ayaklarını sertçe zeminde tutarak, geriye doğru çekmelerine izin vermemişti.

“Sakin ol,” dedi kadın. “Ölmüş olan efendinize zarar vermeyeceğim!” deyip güldü. Bakışları tekrar tabloya dönerken, Edwin göz ucuyla bu tarafa doğru baktı. Sanki göz göze gelmişiz gibi sarı irisleri dalgalandı. Endişeliydi ve korkuyordu, görebiliyordum bunu.

Kadın, siyah eldivenin içindeki elini tabloya doğru uzatmaya başladığında, Edwin kadının kolundan yakaladı fakat omuzlarından tutan kişilerden biri karın boşluğuna attığı yumrukla iki büklüm oldu inleyerek. “Seni alçak ırk.” deyip bir daha vurduğunda, yüz üstü düşürüvermişti Edwin’i. “Ona nasıl dokunursun?!”

Sanki o darbeleri ben yemişim gibi canım yanmıştı, olduğum yerde irkilirken!

Gözlerim yuvalarından çıkarken, bağırmamak için kendimi zor tuttum. Fakat Otis’in yanımda hareketlendiğini hissettiğimde, ona baktım. Ayağı fırlamak üzereydi, başından tuttuğu kılıcıyla birlikte. Kolundan tuttum iki elle hemen. Başımı iki yana salladım, öfke ile açılmış gözlerle bana bakan Otis’e.

Birkaç saniye yüzüme baktı. Çaresizdi görebiliyordum fakat öfkesi daha fazlaydı.

Otis sesli nefes verip yerine oturduğunda, yüzü kasılmaktan titrediğini gördüm.

Kadının sesi yeniden duyulduğunda, yukarı baktım tekrar.

“Bunu yapmak için benden izin aldığını hatırlamıyorum!” dediğinde kadın, başından tuttuğu kılıcını hızla kınından çıkarmış, ileriye doğru savurmasıyla, minik bir inleme ve etrafa doğru saçılan kan ile tam önüme kanlar içinde gözü açık bir baş düşüvermişti.

Elim hızla dudaklarımın üzerine kapandı, bağırmama ramak kala. Sırtım hızla duvara yapışmış, olduğum yerde titremeye başlamıştım. Otis ise biraz daha yaklaşmış, kollarının arasına almıştı beni.

Lanet olsun, kadın, Edwin’e vuran adamın başını koparmıştı!

Bunu asla beklemiyordum! Korkunçtu!

Edwin dehşetle açılan gözleri, kopmuş kafaya bakarken, taş tutmuş ifadesiyle, ağır ağır kadına kaldırmaya başlamıştı, bakışlarını.

Üstümde, tam önüme düşen kanlar içindeki kopmuş kafaya bakarken, açık nefesim tükenmiş, alamıyordum. Yüzünün yarısına kadar örttüğü siyah bir peçe vardı. Gözleri simsiyahtı. Fakat yüzünün yarısı yanmış gibiydi. Simsiyah gözleri ise tam olarak gözlerime kenetlenmişti.

Göz gözeydik.

Deli gibi esmeye başladı tüm uzuvlarım.

Kadının alayla gülüşü tekrar yankılandığında, kılıcının parlak kısmı kanlar içindeydi. “Lanet olsun,” deyip burnundan güldü yeniden. Kana bulanmış kılıcını koluna sürtüp temizlemeye başladı. “Giderek kız kardeşime benziyorum.” Dediğinde sakinlikle kılıcı kınına yerleştirdi. Ardından avuçlarını yere bastırmış, dehşetle alttan kendisini izleyen Edwin’e baktı.

Dudağının kenarı kıvrılmıştı. Gözlerini kısıp, beklemediğim bir şekilde elini Edwin’e uzatıverdi. Edwin’de şaşırmış ona uzatılan ele bakmıştı anlamayarak. “Onların kusuruna bakma!” diyen kadın, tutması için parmaklarını hareket ettirdi.

Edwin yutkunarak, dudaklarını ıslatıp bakışlarını zor bela yukarı kaldırdığında, bir uzatılan ele bir de, tebessüm ederek kadının gözlerinin içine bakıyordu. Yeniden sertçe yutkunduğunu gördüm ve tutup tutmamak konusunda tereddüt yaşasa da, titreyen elini yavaşça kadının uzattığı elinin avuç içine koydu. Kadın parmaklarını sardı ve destek vererek, Edwin’i yerden kaldırdı.

Edwin kalktığında, kadın ile karşıya karşıya durdular.

Bakışlarımı o ikisinden almama neden olan şey, açtığım minik alandan içeriye doğru sızıp zemine düşen kan damlasının çıkardı ses olmuştu. Kopartılan kafadan çıkan kan, olduğu gibi oturduğumuz yere doğru dökülüyordu, yukarıdan. Öğürmemek için kendimi tuttum ve elimin arkasını burnuma ve ağzıma kapadım çünkü paslanmış demir kokusu, midemi bulandırmaya başlamıştı.

“Gidelim!” diye bağırdı kadın ve adımlarını az önce bedenden ayırdığı kafaya doğru atmaya başladı. Bacaklarımı kendime çektim, sırtım resmen duvarı delip diğer tarafa doğru çıkacakmışım gibi daha da yaslarken. Bizi görecek diye ödüm kopuyordu. Çünkü kendi adamına bunu yapan, bizlere neler yapmazdı?

Kadın yerdeki kafayı kaldırdı. Altından olduğu gibi kan döküldü zemine. Öğürtülerim genzime kadar tırmandı ve yutkunmaya çalışsam da epey zorlanmıştım.

Gözleri, değmemişti olduğumuz yere kadının.

“Seni yapılacak baloda görmek isterim Edwin!” dedi kadın, bedenini yan döndürürken.

Edwin, gözlerini kırpıştırdı, daldığı yerden uyandırılmış gibi. “Hayır!” dedi Edwin, çok kısa söyleyeceği kelimeleri düşünürken. “Irkımız, asla sizinle aynı yerde duramaz!” dedi duraksayarak. Hâlâ kadının yaptığı hareketi aşamamıştı.

Kadın güldü. “Sadece seni davet etmiştim!” dedi. O kadar sakin ve bir o kadar da alaylı konuşuyordu ki, az önce bir adamın kellesini bedeninden ayırmış biri gibi durmuyordu.

Edwin’in ifadesi darbe yemiş gibi sallandı. Kadının böyle konuşmasını beklemiyor gibiydi.

Edwin çenesini kaldırdı. “Irkıma asla ihanet etmem!” dedi kendinden emin bir şekilde.

Kadın sinir bozucu bir şekilde kıkırdadığında, “keşke efendiniz de, kaçmadan önce ırkınızı düşünseydi.” Yalandan başını omuzuna yatırdı. “Sizi düşünmeden terk etti.” dedi, üzülüyormuş gibi yapmacık bir sesle.

Edwin’in yutkunduğunu gördüm. İfadesi bocalamıştı ama duruşundan ödün vermemişti.

“Tekrardan görüşmek üzere.” Dedi kadın sırıtarak ve görüş alanımdan çıktı.

Bahsettiği kişi Tanrıça Rhea’ydı. Anlamıştım.

Edwin’in bakışları yan taraftayken, bir süre öylece bakmaya devam etti. Ardından bakışları olduğumuz yere sabitlenirken, hızla adımlarını bu tarafa doğru atmaya başladı.

Mermeri diğer tarafa doğru çektiğinde, “Karina.” Dedi tek solukta. Nefesindeki korkuyu duyumsamıştım. Hızla yerimizden doğrulduk Otis ile. Elimi uzatıp, “iyi misin Edwin?” diye sordum. İki elimi de tuttuğunda, Otis’de belimden tutup yukarı kaldırdığında, saklandığımız yerden beni çıkarmışlardı.

Dışarıya çıkar çıkmaz beklemeden boynuna kollarımı sardım. Güldü Edwin, ellerini sırtımda hissederken. “İyiyim Karina, merak etme.” Dedi. “Canını yaktılar!” dediğimde, daha sıkı sardım kollarımı. Az önce onu vurarak canını yakmışlardı.

Geri çekildiğimde, her zaman ki sıcak gülümsemesini dudaklarına yerleştirdiğini gördüm. Fakat yan taraftaki zemine bulaşan kanı gördüğümde, Edwin’in koluna saplanmış geriye doğru çekilmiştim. İçimdeki tiksintiye ve en çokta korkuya engel olamıyordum. Saniyeler içinde gerçekleşen o görüntü, şimdiden beynimin en derin köşelerine kazınmıştı.

“O kadın,” dedim yutkunup gözlerimi kapatırken. “Birinin başını koparttı!” dediğimde, “bende beklemiyordum!” dedi Edwin.

“Kızıl Mekruhlar!” dedim fısıldayarak.

“Onlardan biri olduğunu nerden biliyorsun?” diye sorduğunda Edwin, gözlerimi usulca araladım ve Otis’e çevirdim, onun söylediğini demek için. Otis ise dizlerinin üzerine çökmüş, zemindeki kanı silmekle meşgul olduğunu gördüm. Seyiren yüzünü ve öfkeden kaynayan bakışlarını görebiliyordum fakat yine de bulaşan kanı hızlı hızlı temizlemekten de geri durmuyordu.

“Onlardan çok kan akacak daha!” dedi Otis dişlerinin arasından. Bakışlarını çok kısa bana değdirip yere baktı. “Sizin için temizliyorum efendim. Kötü hissetmeyin diye!” dediğinde, içimdeki iyi hissetmeye engel olmadım. Otis hoşlanmadığı bir şeyi şu anda benim için yapıyordu.

Edwin’e baktım, daha fazla kana bakamayacağımı anladığımda. Sorusuna karşılık, “Otis söyledi onlardan biri olduğunu!” dedim.

“Sen görmemiştin Otis?” diye sordu Edwin.

Otis durdu ve bakışlarını Edwin’e kaldırdı. “Kibri, gözlerinden aşmıştı.” Devam etti işine. “Kızıl saçlar ve mavi gözler, Yedide ve Aamon’un kızlarından biri olduğunu gösterir.”

“Yedide mi?” diye sordum anlamayarak Edwin’in yüzüne bakarak.

Edwin başını salladı. “Aamon’un karısı. Yer altından çıkacak olan iblisin ve kızlarının annesi.” Dedi.

Yer altından çıkacak iblis, cümlesiyle sertçe yutkundum. Belki de çoktan çıkmıştır. Taşın peşine düşmüştür!

Dudaklarımı ıslatıp, bacaklarımın etrafına kollarımı dolayarak Edwin’e baktım. “Rhe… Yani Tanrıça Rhea’yı seven Aamon’un çocukları ve karısı mı vardı?” diye sordum. Onu severken, bir ailesi olması üzücü ve iğrenç bir durumdu. Kalbim bunu tam tersini olmasını söylese de, Edwin’in kaçırdığı gözleri ve düşen suratıyla öyle olduğunu kanıtlamıştı. “Maalesef. Çocukları ve karısı varken, Tanrıça Rhea’ya, annenize, aşık oldu!” dedi Edwin.

Daha da iğrendim ve nefret ettim. Nasıl böyle bir şey yapardı? Nasıl midesi kaldırırdı, böyle iğrenç bir şey hissederken?

“Yedide ve oğlu bu yüzden yer altında kalmayı seçti. Araf’a çıkmadılar o günden bu zamana kadar!” dediğinde Edwin, genzime oturan yumruyu, itmek için yutkundum art arda. “Kızıl Mekruhlar’dan biri babasının yanında, diğer ise onlardan uzak bir yerde yaşıyor!” diye devam etti.

“Peki bu gelen kimdi?” diye sordum.

“Helena!” dedi Edwin.

“Onlarda mı nefret ediyor Aamon’dan?” diye sorduğumda, derin bir nefes aldım sıkışan göğsümü rahatlatmak için.

“Helena babasının en büyük yancısı. Çok sever onu, yanında kalan kızı da oydu! Fakat, hepimiz çocuktuk, olanlar yaşandığında. Onlarda çocuktu! Ama herkes kalbinde hissetti her şeyi. O gün herkes büyüdü, gördüğü ölümler yüzünden. Çünkü o acıları küçük çocuklar ne tanırdı, ne de bilirdi!” dediğinde Edwin kesik bir nefes aldı. “Ama onlar seviyor mu, nefret mi ediyorlar kimse bilmiyor!

Titrek bakışları yüzümde birkaç saniye oyalandı, ardından zemine baktığında çoktan yaşlarla dolduğunu gördüm. “Büyük yıkımdı. Araf kanla yıkandı. Öyle intikam duygusu yerleşmişti ki buz gibi kalbine, gözü çocuklarını bile görmedi!” Eliyle hızla yanaklarını sildi. Ama fayda vermiyordu, bir yenisi daha dökülüyordu yanaklarına. “O gün ablamı da kaybettim ben! Onu da öldürdüler!” dediğinde, titreyen dudaklarımı üst üste bastırdım.

Neyin intikamıydı bu?

Aşk nasıl bu kadar felakete sürükleyebilirdi, onu ve herkesi?

“Ne zaman oldu?” dediğim kekeleyerek. “Ne zaman Araf kanla yıkandı?”

Gelece cevabı tahmin ediyordum.

“Tanrıça Rhea sizi Zümrüt Mağarasında doğurmaya başladığı anda!” dedi Edwin gözlerimin içine bakarak.

Gözlerim kapandı son cümlesini beklemeden. Biliyordum!

Kanı çekilen bacaklarıma rağmen, ayağı kalkmaya çalıştığımda, Edwin elimden tutup destek verdi. Ayağı kalkar kalkmaz, ilk önce tabloya doğru döndüm önümü. Tanrıça Rhea ile göz göze geldim yeniden.

Bir adım attım ileriye ama gerisi gelmedi, olduğum yerde durdum.

Derin bir nefes alıp,“Taş nerede olabilir?” diye sordum.

Edwin ve Otis’in ayaklandığını hissettim.

“Her yerde, her yerde olabilir!” dedi Edwin heyecanla. “Sizi takip etmesi gerekiyordu. Siz nereye o da oraya fakat…” dediğinde sustu, devamını getirmedi Edwin.

Başımı omuzuma çevirdim ama arkama bakmadım. “Yani o gün çölde uyandığımda, taş da yanımda mı olması gerekiyordu?” diye sordum.

Onaylayan ses çıkardı Edwin.

“Ama yanımda değil!” dedim.

Edwin yeniden onaylayan ses çıkardı. Yerinde huzursuzca kıpırdandı. Gergindi sanki.

“Peki onu nasıl bulabiliriz?” diye sordum. O taşı bulmayı şimdi çok istiyordum. Fakat bu sefer eve gitmek için değil, gerçek sahiplerine vermek için.

Otis ve Edwin iki yanımda belirdi, bedeniyle birlikte savurdukları rüzgarlarıyla. Otis yanımda dururken, Edwin karşıma geçti, heyecanla gülümserken.

“Hissediyor musun taşı?” diye sordu Edwin, ağzı kulaklarındayken.

Hissettiğim tek şey, onlara, herkese ve her şeye duyumsadığım hüzün ve hüzünden doğan büyük bir öfkeydi.

“Ne hissetmem gerekiyor?” diye sordum.

Heyecanlı bir şekilde ellerini ovuşturup, “yaydığı enerji çok yüksek, sadece efendi soyundan gelen kişi hissedebilir. Yani sadece taşın efendisi olanlar!” Bu sefer ellerini iki yana açıp anlatmaya başladı. “Taşın varlığını; düşüncelerin, damarlarında akan kanın, en çok da kalbinin en derin köşeleri hisseder!” diye devam etti Edwin.

Başımı iki yana salladım. “Bu dediklerini hissedemiyorum!” dediğimde, tırnaklarımı avuçlarıma bastırdım.

Edwin rahat olmam için kaşlarını havaya kaldırıp derin bir nefes aldı. “Etrafına bakın Karina, bu yüzden seni Son Kale’ye getirdim. Belki taşı burada hissedersin diye!” dedi.

Tek kaşım yukarı kalktı. “Bu yüzden mi buraya geldik?” diye sordum. Edwin bilerek getirmişti beni buraya.

Mahcup olmuşçasına dudaklarını ağzının içine yuvarlayıp başını eğdi. “Mecburdum!” dalgalanan sarı irisleri yüzümü buldu sonra. “Yanımızda olman için, sana mecburuz!”

Çok üzgündü. Ona kızmıyordum. Yapması gerekenleri yapmaya çalışıyordu. Başımı sallayıp etrafa bakınmaya başladım. Duvarların üzerine gezindi gözlerim, ama Edwin’in söylediklerinin çeyreğini bile hissetmiyordum.

Tabloya doğru yürüdüm. Parmaklarım dokundu üzerine. Hafifçe sürüdüm. Gözlerimde kendiliğinden kapandığında, parmaklarım ilerlemeye devam etti. “Amaris!” Tanrıça Rhea’nın sesi kulaklarımda çalındı, o gün ki gibi. Narindi. Çığlık atmıyordu ya da bağırmıyordu. Her şeyin yolunda olduğunu söylemek ister gibi sakinleştiriciydi.

Kapattığım gözlerimin ardına, ıslak kirpiklerin altında kırpıştırdığı yeşil gözler geldi.

İlk defa burada görmemişim gibi tanıdıktı. Ama o gözlerde kayıp vardı. Kıyamet vardı!

Tablonun dışında çıktı parmaklarım bu sefer, soğuk duvarların sert yapısı tenime değerken. Derin bir nefes aldım, kalbimde hissetmek için taşı. Ama hayır, sadece oyuk oyuk kalbime açılan derin acılardı.

Gözlerimi araladım ve yavaşça yan tarafta duran Otis ve Edwin’e baktım. Öyle umutla bakıyorlardı ki yüzüme, hissetmediğimi söylersem, yerle bir olacak gibiydiler.

Edwin gözlerimin içine uzun uzun baktı, bir şeyler söylememi ister gibi.

İstemeye istemeye başımı iki yana salladığımda, Otis başını eğdi. Edwin gözlerini kapadı, dudaklarını ağzının içine yuvarlarken.

“Üzgünüm!” dedim. “Varlığını hissedemiyorum!” gözlerimin dolmasına engel olamadım.

Edwin burukça gülümsedi. “Sorun değil Karina. O taş senin, elbet kavuşacaksın ona!”

Hafifçe başımı sallayıp onayladım onu.

Zorda olsa Son Kale’den çıkmış eve gelmiştik. Lowell hemen art arda sorularını sormaya başlamıştı. “Taşı bulabildin mi?” diye sordu bana bakarak ilk önce. “Sus Lowell!” dedi Edwin. Lowell cevabın bu olmadığını bilse de, anlamıştı bulamadığımı. Başını önüne eğerek üzüntüyle önümüzden çekilmişti.

Lowell ve diğerlerinin çaresiz yüzlerini daha fazla dayanamayacağımı anladığımda, kendimi direkt başka odaya atmayı istiyordum. İlk işim hemen, Edwin’in bana verdiği odaya girmek olduğunda, yatağın yanındaki masanın üzerinde duran şey ile adımlarım kesildi. Masanın üzerinde elma vardı, yeşil bir elma!

“Lowell?” diye seslendiğimde endişeyle, “efendim?” diyerek yanıma geldi.

Yutkunarak yanımda beliren Lowelle’e çok kısa yüzüne bakışlarımı çevirip tekrardan, yeşil elmaya döndüm. “O elmayı sen mi bıraktın?” diye sordum, korku ve bir o kadar da heyecanla.

Başını iki yana salladığını fark ettim Lowell’in. “Hayır. Siz evden çıkar çıkmaz, odaya girdiğimde, burada duruyordu.” Dedi. “Bende dokunmadım hiç.”

Yvonne ile ormanda gezerken, bana gösterdiği en inanılmaz olaylardan biriydi. Bir ağaç vardı ve görünmez meyveler bahşediyordu. Onlardan birini alıp dilek dilediğinde, dileğin gerçekleştiği gün, en sevdiğin meyveye dönüşür ve görünür hale gelirdi.

“Lütfen, bir an önce evime, aileme kavuşayım. Burası bana göre değil, ben buraya ait değilim. Evime gitmek istiyorum.”

O gün ağaçtan bir meyve koparırken, bir dilek tutmuştum ve ne dilediğimi gayet iyi hatırlıyordum.

Şimdi ise masanın üzerinde duran yeşil bir elma vardı.

“Edwin?” diye seslendim. Yutkunup, bakışlarımı yeşil elmadan çekerek, omuzumun üzerinden Edwin ve Otis’e çevirdim. “Bu baloya gidiyoruz!” dedim.

Edwin ve Otis’in heyecandan gözleri büyüdü ve birbirlerine bakmaya başlamışlardı. Lowell’in de onlardan kalır yanı yoktu.

O taşı hissetmem ve bulmam gerekiyordu. Son Kale’de yoktu taş!

Belki de diğer taşların yanındaydı!

“Bugün yola çıkıyoruz o zaman.” Diyen Edwin’in heyecanını sesinde bile görürken, başımı sallayıp, yeşil elmaya tekrardan bakmak için önüme döndüm.

****

 

Taş duvarlara soğuk esintiler vuruyordu. Üzerine asılan meşaleler, vuran soğuk rüzgarlar yüzünden durmadan sağa sola doğru dalgalanıyordu. Ölüm sessizliği vardı her duvar köşesinde. Ufak tefek fısıldaşmalar duyulsa da, kin ve öfkeden başka bir şey yoktu kelimelerde. Mutluluğun son damlası bile silinmişti diyarlarının yüzeyinden. Buz tutmuş kalpler hiçbir şey hissetmiyordu.

Yuvarlak dikdörtgen masa soğuk duvarların ortasına konulmuştu. Demir masa, parmakları uyuşturacak kadar som soğuktu. Ama soğuk, buza dönmüş kalplerinden daha sıcaktı, kar ve fırtınanın hüküm sürdüğü evleri.

“Babacığım!” dedi masanın başında oturan genç kadın. Elinde keskin bir hançer vardı. İşaret parmağını hançerin ucuna bastırmış oynuyordu. “Yine ben erken geldim.” Diyerek kıkırdadı, keskin hançeri mavi gözleri süzerken.

“Biliyorum Helena.” Diyen Aamon, ellerini arkasında bağlamış bir şekilde, masanın başında oturmuş genç kadına baktı. “Bu yüzden en sevdiğim çocuğum sensin!”

Helena’yı gülümsetmişti babasının söylediği şey.

Helena’nın kızıl saçları, kandan kırmızıydı. Gören herkes, kandan yapıldığını sanardı. Gözleri, buz sarkıtı gibi masmaviydi. Gören herkes, kalbine saplanır, oracıkta öleceğini zannederdi. Kan kırmızısı kızıl saçları, ince belinin altında bitiyordu. Giydiği kırmızı elbise, bedenini sarıp sarmalamış, beyaz göğüslerini ön plana çıkarmıştı.

Dudağının bir kenarı yukardayken, boş masaya göz gezdirdi Helana. Alttan bakışlarını, arkası dönük adama çevirdiğinde, “erkek kardeşimin geleceğinden emin misin babacığım?” diye sorduğunda, dilini üst dudağına yasladı. Ardından sırıtarak, “efendi Aamon’a karşı geleceğini sanmıyorum ama!” diyerek, çenesini dikleştirdi.

Aamon güldü. “Karşı gelemeyecek kadar önüne ufak bir teklif sundum.” Dedi kısık sesle.

Ne teklifi sunduğunu umursamadı ya da merak etmedi Helena. Tek düşündüğü diğer kardeşlerinden önce buraya gelmek ve babasını sevindirmekti.

Kapı gür bir şekilde açıldı o anda. İçeriye rüzgarıyla birlikte biri girdi. Helena, sırtını yasladığı demir sandalyenin üzerinde kıpırdamadı. Rahat bir şekilde üzerine yayılmış, dirseğini demir sandalyenin kenarına yerleştirmişti. Başını yana çevirdi. Bakışlarının önüne içeri giren kişinin siyah botları girdiğinde, yavaşça başını yukarı kaldırdı. Dudaklarına büyük bir sırıtış yerleşirken, “hoş geldin küçük kız kardeşim.” Dedi.

Gelen kişi, önce Helena’ya, ardından, arkası dönük duran Aamon’a çevirdi. “Kısa tutsak iyi olur.” Diyerek, masanın kenarındaki demir sandalyenin birini geriye doğru çekip oturdu. Ellerini ise sandalyenin iki yanına yerleştirerek karşıya baktı.

Helena gelen kız kardeşinin yüzünden ayırmadı bakışlarını. “Bir acelen mi var Hera?” diye sordu küçük bir iğnelemeyle. Hera ifadesini bozmadı. Başını ağır bir hareketle Helena’ya çevirdi. “Senin küçük kız kardeşin değilim! Ben senin ikizinim!” diyerek tekrar önüne döndü. “Bir acelem yok!” deyip yutkundu. “Ne için geldik?” diye sordu Hera, Aamon’a dönmeden. İkisi de neden çağrıldığını bilmiyordu.

“Öğreneceksin, Hera!” dedi Aamon. “Abini bekliyoruz!”

Hera’nın bakışları dalgalandı. “O gelmez! Gelmeyeceğini hepimiz biliyoruz.” Dedi. Aamon güldü. Ama bir şey demedi. Sessiz kaldı. Geleceğinden emindi Aamon. Gelmezse, gözlerine iki ruh gönderecekti.

“Solgun mavi gözler, taranmayan kızıl saçlar ve bakımsız kıyafetler.” Dedi Helena büyük bir tiksintiyle Hera’yı süzerken. “İkizim olduğuna kimse inanmaz, kardeşim.” Deyip güldü. Elindeki hançerle oynamaya devam ediyordu, umursamazca.

Hera’nın yüzünde birkaç mimik oynadı. Sinirini yutmak için burnundan derin soluklar alıyordu. Sandalyenin üzerindeki parmakları, sandalyenin başını sertçe kavradı. Fakat hiçbir şey söylemedi Helena’nın söylediklerine karşı. Helena, Hera’nın bu durumdan aşırı zevk alıyordu.

“Lenora’ya kötü davranmışsın Hera.” Dedi Aamon. Hera kaşlarını çattı. Kimden bahsettiğini anlayamamıştı. Birkaç saniye düşündükten sonra, kimden söz ettiğini anlamış, tek kaşını hava kaldırarak Aamon’a dönmüştü. “Ziyaret edilmekten hoşlanmadığımı biliyorsunuz!” dedi. “O kuşunda istediği zaman evime gelemez.”

“O kuşun bir adımı vardı?” dedi Helena şaşırmış gibi. “Ben isimsiz sanıyordum.” Deyip güldü.

“Seni çağırması için ben görevlendirdim.” Dedi Aamon, omuzunun üzerinden Hera’ya dönerek. Gözleri Hera’nın yüzünün yarısını kaplayan bez parçasına kaydı. Hera, yerinde huzursuzlanarak kıpırdandı. Eliyle, bez parçasını düzeltmek istedi ama kendisini tuttu.

Aamon tekrar Hera’nın gözlerinin içine baktı. “Lenora bir Haberci Kuzgun. Ona yanlış yapan, bana yapmış olur!” dedi tek kaşını havaya kaldırıp uyardığını belli edercesine.

“Kız kardeşine ihanet eden bir kuşa fazlasıyla güveniyorsun!” dedi Hera, çenesini havaya kaldırırken. Dik bakışları Aamon’un üzerindeydi. Aamon yarım ağız tebessüm etti. Kızının inatçılığı ve dik başlılığını küçüklükten bu yana alışıktı fakat hiçbirinin özelliklerini bilecek kadar onlarla vakit geçirmemişti.

“O kuştan nefret ediyorum.” Dediğinde Hera, önüne döndü.

Helena’nın gözleri, Aamon ve Hera’nın üzerinde usulca gidip geliyordu. Dudaklarına mimik bir tebessüm kondurmuştu sinsice.

“Lenora doğru olanı yaptı!” dedi Aamon. “Kız kardeşi ban-”

Hera burnundan güldü alayla. Aamon’un lafı yarıda kesildi.

Hera, dudaklarını ıslatıp başını hafifçe sağa sola doğru salladı, öfkesini sakin tutabilmek adına. “Bu konuları konuşmak için gelmedim ben! Ne konuşulacaksa, şimdi konuşulsun. Yoksa gideceğim!” dedi. Tüm diyarı alt üst eden konulara kendisi de hakimdi. Ne duymak ne de dahil olmak istiyordu.

Helana güldü. “Bir acelen mi var küçük kız kardeşim?” diye sordu. Hera’yı çok kısa inceledi. “Çok gergin görünüyorsun. Çabuk gidip de ne yapacaksın o yerde?” Güldü alaycı bir şekilde. “Zaten yalnız yaşıyorsun!”

“Seninle kalmaktan iyidir!” diye fısıldadı Hera. Helena bu söylediğini duyarak, kocaman sırıttı.

Helena aşağılayıcı bakışları bu sefer, Hera’nın yüzünün yarısını örten beze kaydığında, sırtını yasladığı sandalyeden biraz doğrultup, öne doğru geldi. Başını omuzuna yatırıp, “yaraların iyileşiyor mu? Yoksa yüzün tanınmayacak hale gelene kadar yaralar devam mı ediyor kardeşim?” dediğinde, Hera hızla Helena’ya çevirdi bakışlarını dehşet içinde.

Göz bebekleri hızla sağa sola doğru dalgalanarak, Helena’nın söyledikleri yüreğinde büyük yaralar meydana getirdi. Yavaş yavaş dolan gözleri, yüzündeki ifadesizliği bozmuştu. Helena umursamadı. Kalbinde açtığı yaralar, yüzündeki yaralardan daha fazla acı veriyordu Hera’ya.

Helena her zaman onun yaralarıyla dalga geçer, küçümseyerek konuşurdu. Aralarında hiçbir zaman kardeş ilişkisi olmamıştı. Babaları gibi onlarda birbirlerine yabancıydı. Sadece birbirlerini yaralayıcı cümleler kullanırlardı.

Helena, siniri bozucu bir ifadeyle süzmeye devam ederken, “Sanırım iyileşmiyor ha kardeşim? Yüzünün diğer yarısını da kapatmak zorunda kalacaksın!” deyip yalandan dudak büzdü.

Derin bir nefes aldı burnundan Hera. Dolan göz pınarları, yanaklarından akmaması için kendini sıktı. Ama çenesinin titremesine engel olamamıştı. Yüzünün yarısını saklayan peçeye dokunmak istedi. Yaralar, gözünün altına kadar ilerlemişti. İlerleyen zamanlarda peçe, gözlerinden birini de kapatmak zorunda kalacaktı. Bir süre sonra, yüzünün diğer yarısına da sıçrayacaktı yaralar. Ve yavaş yavaş sonunu getirecekti.

Kesik bir nefes çekti burnundan içine. Başını önüne döndürdü. Bakışları, demir masanın üzerine saplandı. Acıyla yutkundu. Yaraların neden açıldığını, bu odanın içindeki üç kişide iyi biliyordu. Ama sustu. Sustukça kalbindeki yaralar genişledi.

“Ama yaralarına rağmen hâlâ güzelsin küçük kız kardeşim!” diyen Helena, sesli bir şekilde gülüp, elindeki hançerin ucuyla, Hera’nın yüzündeki peçenin altından tutup yukarı kaldırmaya çalıştığında, Hera irkilerek, başını geriye doğru atıp hızla yan çevirdiği bedeniyle, Helena’nın bileğinden yakaladı, diğer eliyle de göğsünde sakladığı hançeri çıkararak, Helena’nın boğazına dayaması, saliseler içinde gerçekleşmişti.

Burun buruna geldiler.

Hera sinirden titriyordu.

Helena, sinir bozucu bir şekilde sırıtıyordu. Hançerin boğazına dayanmasına minik bir tepki bile vermemişti.

Hera, bıçağı biraz daha bastırdı, Helena’nın boğazına. Helena, hareket etmedi. Göz ucuyla, hançere baktı. Tenine dayadığı kısmı, kana bulanmıştı. Kesilen kısmı umursamadı bile. Tekrardan Hera’nın kızgın yüzüne kaldırdı. Bakışlarında tek duygu kırıntısı yoktu.

“Bir daha,” dedi Hera, deli gibi dalgalanan gözleri, Helena’nın gözlerinin içine bakarken. “Bana dokunursan,” dişlerini sıktırdı. “Senin sonunu getiririm!”

Bileği havada yakalanan Helena, elindeki hançerle, Hera’nın gözlerinin içine bakıyordu. Tepkisizdi.

Aamon, iki kardeşin, konuştuklarını ve neler yaptıklarını duyuyor, fakat tek kelime bile edip durdurmaya yanaşmıyordu. Sessizce arkalarını onlara dönmüş, bekliyordu. Asıl aklı fikri gelecek olan oğlunaydı.

Helena tek kaşını kaldırdı. “Dene bakalım.” Dedi.

Hera burnundan soluyordu. Sıktırdığı dişleri yüzünden çene kemiği seyiriyordu. Bıçağı öyle sert kavramıştı ki, parmak boğumları beyaza çalmıştı. “Son uyarımdır sana!” dedi Hera, dişlerinin arasından.

Helena burnundan güldü. “Ağlayacak mısın yoksa küçük kardeşim?” diye sordu yalancı bir hüzünle.

Hera dilini ısırdı. Gözlerinin dolmasına asla engel olamıyordu.

Açığa çıkması gereken öfkesini şu anda, yana doğru kaydıracağı bıçak darbesiyle kusabilirdi. Ama durdurdu kendisini zorda olsa. Helena’nın söylediklerini umursamamaya çalışacaktı. Fakat ne kadar güçlü görünmeye ne kadar çalışsa da, yüzündeki yaraların onu cesaretini ve özgüvenini parçalıyordu. Kendinden utanıyordu!

“Geliyor!” dedi Aamon. Kimsenin görmediğini bilerek, dudağının kenarı usulca kıvrılmıştı, başını hafifçe yan tarafına çevirirken.

Kapı içeriye doğru açıldı. Hera karşıya baktığında, içeriye giren kişiyle, Helena’nın bileğini sertçe bıraktı.

Bakışları dalgalandı. Geleceğini tahmin etmiyordu. Uzun süredir, annesiyle birlikte yer altındaydı. Söylentiler herkesin kulağına gitse de, ihtimal vermiyordu asla. “Abi!” diye şaşırarak mırıldandığında, gözleri kapının önünde beliren kişinin alev saçan gözlerinden ayıramıyordu.

Helena’da arkasına döndü. Kaşları şaşkınlıkla yukarı kalktı. Fakat fazla sürmeden önüne döndüğünde, alttan bakışlarını arkası dönük olan adama kaldırdı, yarım ağızla gülerken. “Abiciğim.” Dedi Helena. Hançerin ucuyla oynamaya devam etti. “Beklenmedik sürpriz oldu!” üst üste attığı ayağını sallamaya başladı.

Airen içeri girdi, soğuk rüzgarıyla birlikte. Gözlerinde yanan alev, harlanmıştı. Sırtındaki siyah pelerin, arkaya doğru savuruluyordu. Ayağındaki botlardan çıkan ses, soğuk duvarların köşelerinden duyulacak kadar güçlüydü.

Yukarı doğru dalgalanan alev gözlerini, ona şaşırarak bakan Hera’nın yüzünde çok kısa tutup, masanın diğer tarafına geçti. Hera şaşkındı. Onu burada görmeyi beklemiyordu. Gelmeyeceğine adı kadar emindi. Hera derin bir nefes alıp, arkası dönük olan Aamon’a baktı. Yıllardır yer altından çıkmayan kişiyi nasıl çıkardığını bilmediği için şaşkın ve huzursuzdu. Hera, yeniden Airen’e baktı. Uzun süredir onu görmemişti bu yüzden, her bir zerresine baktı ve hasret giderdi.

“Abi,” diye fısıldadı Hera. “Annem nasıl?” diye sorup yutkundu.

Airen ifadesizdi. Hafifçe başını omuzuna çevirdi fakat kardeşinin yüzüne bakmadı. “İyi!” dedi sadece. Tekrar bakışlarını önüne çevirdiğinde, arkası onlara dönük olan Aamon’a saplandı.

“Taşları istemiyorum Aamon!” dedi Airen buz gibi sesle. “Taş için buraya gelmedim!”

Kız kardeşlerine zarar vereceği ihtimali yüzünden yer altından çıkmıştı. Babaları olmasına rağmen, ona güvenmiyordu. Çünkü zarar vereceğine adı kadar emindi.

“Biliyorum!” dedi Aamon. “Ama o taşlar sizin olacak. Üçünüzün de!”

Üçü de şaşkındı. Babalarının taşlarını verme ihtimalini asla düşünmemişlerdi.

“Ne taşı?” diye sordu Hera, kaşlarını çatarak. “Ben taş falan istemiyorum!”

Helena’nın dudağının kenarı, daha da kıvrıldı. Duydukları onu memnun etmişti. “Taşlar büyük güç verir. Ve güç herkesi dize getirir!” dedi.

Üçü de şaşkındı. Airen şaşkınlığını belli etmeyecek kadar ifadesiz, Helena kamufle edecek kadar kurnazdı. Hera ise tüm duygularını bir anda açığa çıkarır, sonra ise bir şey olmamış gibi toparlamaya çalışırdı. Fakat beceremezdi.

Babalarının taşlarını verme ihtimalini asla düşünmemişlerdi. Şimdi bu fikri, onları şüphelendirmişti.

“Taşlar, öldürür!” Hera yumruklarını sıktı. “İzinsiz alınan taşlar,” acıyla yutkunup çok kısa gözlerini kapatıp açtı. “Yaralar açar!” dediğinde, yıllardır tiksindiği için bakamadığı yüzü aklına geldi. Taşlar yüzünden, yüzünün yarısı mahvolmuştu.

Aamon güldü. Arkasını yavaşça dönerken, karşısında dimdik duran Airen’i gördü. Bakışları ilk, Airen’nin yanan gözlerine ilişti. Gözleri, alevin arkasındaki ruhları aradı yeniden. Ama görmek imkansız olduğunu iyi biliyordu. “Kardeşlerini ikna et Airen.” Dedi Aamon.

“Ben taş falan istemiyorum!” diyerek hiddetle oturduğu yerden kalktı Hera. Bakışları masanın diğer tarafında duran Airen’in üzerindeydi. Airen ise Aamon’a bakıyordu, gözlerini kırpmadan.

Aamon keskin bir nefes soludu burnundan. Hera’ya döndürdü bakışlarını. “Gücü elinize vereceğim Hera.” Dedi bastıra bastıra.

“Sen ölümü avuçlarımıza bırakıyorsun!” dedi Hera dişlerinin arasından.

“Ölümden bu kadar korktuğunu bilmiyordum Hera?” dedi Helena, tek kaşını imayla yukarı kaldırırken. Hera’nın omuzları dikleşti. “Hem bir arada olan taşlar öldürür. Tek taş bir şey yapmaz!” deyip başını yana yatırdı hafifçe Helena.

“Onlar sahiplerinden ayrı. Bu onları ölümcül yapıyor. Sahiplerinden izinsiz alındı!” diye çıkıştı Hera.

“Birkaç gün sonra, balo düzenlenecek. Tüm ırklar davetli olacak. O zaman taşlar her birinize dağıtacağım!” dedi Aamon, Airen’e bakarak.

Hera sinirle güldü. “Taşlarını aldığın ırkları mı davet edeceksin?” diye sorduğunda, ellerini demir masanın üzerine yaslayıp eğildi.

“Acılarını tekrar gözlerinde görmeyi sabırsızlıkla bekliyor olacağım!” dedi Helena, neşeyle gülerken.

Aamon Hera’ya bakıp, tebessüm ederek başıyla onayladı. “Tüm ırklar son kez taşlarını görmek isteyecektir!” dedi iğneleyerek.

Hera, başını iki yana salladı. “Ne o baloya geleceğim, ne de o taşlara elimi süreceğim!” dedi.

“O zaman,” dedi Aamon, Airen’e bakarak. “Ruhun, abine çabuk kavuşur!”

Airen dişlerini öfke ile sıktırdı. Hera, anlamayarak babasının yüzüne bakarken, ne dediğini anladığında yerini büyük bir şaşkınlığa ve acıya bırakıvermişti. “beni öldürecek misin?” diye sordu dudakları tiksintiyle kıvırılırken.

“Hayır!” dedi Aamon Hera’ya dönerek. “Sen kendini öldüreceksin. Dediğimi yapmazsan, sonunu kendin yazmış olursun!”

Hera, başını yukarı kaldırıp Aamon’a baktı. Parmaklarını avuç içine gömüp, sertçe sıktırdı yumruklarını. “Taşlar umurumda değil!”

“Ve,” dedi Aamon omuzlarını dikleştirirken. “Son taşı da bulmanızı istiyorum!” dediğinde, Hera ve Helena kaşlarını çattı anlamayarak.

Airen tepkisizdi. Ne dediğini anlamıştı, son taşın ne işe yaradığını iyi biliyordu. Babasının yanına geldiği zaman, çok düşünmüştü. Güç için istemediğini gayet iyi biliyordu. Dünya’ya gidip o kadının ruhunu aramak isteyecekti. Fakat farklı diyarlarda kaybolan ruhların bulunması zor olduğunu herkes biliyordu. Ama Aamon ne onu sevmekten vazgeçiyordu, ne de aramaktan.

“Dünya’ya gitmek istiyorsun!” dedi Airen ruhsuzca. “O kadının ruhunu orada aramak için!”

Hera’nın gözleri irice açıldı. Helena, dilini damağının içinde gezdirmeye başladı, yutkunduktan sonra.

Aamon sessiz kaldı. Sessizliğini evet olarak kabul ettiler.

“Balo birkaç gün sonra düzenlenecek. Hazır olun!” dediğinde Aamon, sesindeki otoriteri hepsi hissetti.

Helena oturduğu yerden kalkıp babasının önünde eğilerek reverans yaptı, son kez Airen ve Hera’ya bakıp dışarı salondan çıktı.

Hera titreyen içiyle son kez Airen’e baktığında, yutkunup geldiği yere gitmek için ayrıldı.

En son da Airen yanından ayrıldığında, Aamon yalnız başına kaldı.

 

Devam Edecek...

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 13.02.2025 19:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...