
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
17.BÖLÜM
♪Clann- I Hold You
Avucumda sıkı sıkıya tuttuğum yeşil elmadaydı bakışlarım.
Dün Son Kale’den geldiğimiz de, masanın üzerinde asla bir elma beklemiyordum. Çünkü bu dileğimin gerçekleştiğini, aslında evim dediğimin yerin bura olduğunu söylüyordu. Evim… Ev diye bildiğim yerin yalan olduğunu… Royan’ın kardeşim olmadığını, anne ve babamın sahte olduğunu… Bu gerçeklik, kalbimi kan revan içinde bırakıyordu.
Dileğim gerçekleşmişti, görünmez meyve sevdiğim elmaya dönüşüvermişti. Evim burasıydı. Olmasını istiyor muydum peki? Royan’ın ablası olmaktan vaz mı geçmem gerekiyordu? Karina’yı geri de mi bırakmam lazımdı? Efendi olmak, yeni evime alışmam mı gerekiyordu?
Bilmiyordum!
Canım acıyordu ama. Çok fazla!
Burnumun üzerine kadar kapattığım peçenin üzerinden, geriye baktım. Turuncu, sarı kumların üzerinden bir el geçmiş gibi dümdüzdü. Sükunet, rahatsız edecek kadar güzeldi. Kumların üzerindeki tek misafir, hafifçe esen rüzgardı. Ayak izlerimiz ise çoktan kaybolmuştu bile.
“Bu yolculuğa beni de dahil ettiğiniz için teşekkür ederim.” Dedi Lowell. Önüme döndüm. Hasılatı alan kişiler gider gitmez, hemen evden çıkmış, Yvonneler’in evine gelmek için yola koyulmuştuk. Bir gece de kumların üzerinde geçirdikten sonra, artık çatlakların yanında açan çiçeklerin önündeydik. Lowell’de yanımızdaydı, çünkü tehlike kaybolmuştu. Az bir süre de olsa!
“Çok laklak etme. Kafamızı şişirme!” dedi Edwin.
“Sıkıcı geçen yolculuklarınızdan sonra ben size baya iyi gelmişimdir.” Dedi Lowell gururla. Yolculuk boyunca düşüncelerimden çıkaran tek şey Lowell’in boş sohbetleri olmuştu. Bana dünya hakkında zibilyon tane soru sormuş, her cevaptan sonra heyecanla bekleyivermişti. Cevap vermesem bile, hafifçe kolumu dürtüklemişti. Kaçış yoktu yani bana.
“Evet, bir ırkın ne kadar çok konuştuğunu kanıtlamış oldun bize.” Dedi Otis. Gözleri yeniden her yerdeydi. Kırpıp kırmadığına bile emin değildim. Yolculuk boyunca bir iki defa konuşmuşluğu vardı. Şimdi dördüncü falan olması lazımdı. Dikkati hep bizden daha fazlaydı.
“Dünya’da da kum var mı efendim?” diye sordu yeniden Lowell. Otis’in söylediğine sadece gülerek karşılık vermişti.
Başımı salladım. “Oralara çöl deriz.”
Beğendiğini belli eden bir dudak hareketi yaptı. “Peki, oradaki insanlar nasıl? Güzel kadınlar var mı?” diye sordu. Çapkın bir yarım gülüş takınmamayı da ihmal etmemişti.
“Oradaki insanlar da sizin benim gibi.” Dedim.
Otis’in bakışları ilk defa dikkatini verdiği yerden çekmiş Edwin’e bakmıştı, Edwin ise gerilmiş, yutkunmuştu gözlerini benden ayırmadan.
Lowell gözlerini açtı şaşkınlıkla. “Sizin bizim gibi mi?” diye sordu. Niye bu kadar şaşırdığına anlam veremedim. “Yani oradaki insanlarda bize benziyor.” Dedim. Aslında burada bazı terimler duyuvermiştim. Mesela İblis, mesela Tarafsız, mesela Sürüngen ve Siren, ya da Peri… İşte onlar kemiklerimi zangırdatıyordu.
“Peki dönüşebiliyorlar mı?” diye sorduğunda, kaşlarımı çattım anlamayarak. “Neye?” dedim. “Yı-” diyemeden Edwin lafını kesti. “Bence devam edelim. Bizi bekliyorlardır.”
Onayladım. Daha fazla açıkta durmak istemiyordum.
“Bazı hikayeler vardı çok önceden.” Lowell konuşurken yanıma gelmiş, Otis arkamızda, Edwin’de bir adım önümdeydi yürürken. “Nasıl hikayeler?” diye sordum Lowell’e bakarken. “Dünya’nın çok güzel ve eşsiz olduğuna dair. İnsanları mutlu, huzur içinde, savaşlar yaşanmadan birlik ve beraber içinde yaşıyorlarmış.”
Burnumdan güldüm. “Savaşlar yaşanmadan mı?” diye sordum. Lowell heyecanla onayladı beni. “Dünya’nın güzel ve eşsiz olduğuna hemfikirim. Fakat savaşlar orada da var.” Dedim. Savaşlar! En korktuğum şeydir.
“Nasıl?” diye sordu Lowell. Sesinde bunu beklemiyor oluşundan dolayı üzüntü vardı. Başını eğdi. “Savaş mı var orada? Ama orası çok güzeldi. En güzel çiçekler orada yetişirdi.” Dedi kırgınlıkla.
“Kim anlattı sana bunları?” diye sordum.
Bana baktı titrek bakışlarla. “Tanrıça Rhea.” Dedi. Başını iki yana salladı hemen. “Ama onun ağzından hiç duymadım.”
Annem.
Yüreğim sıkıştı birden bire. “O mu anlatırdı?” elimdeki yeşil elmayı daha çok sıktım.
Edwin’in de buraya baktığını gördüm göz ucuyla.
Lowell başını salladı. “Dünya’ya gidip gelirdi elindeki taş ile. Oradaki edindiği her bilgi, burada mücevher değerindeydi. Ona göre şekillenirdi hayatımız, ona göre yaşardık.” Yutkundu. “Yani ben bebekken öyleymiş. Şimdi ise gördüğüm tek şey çamur birikintisinden hallice su ve sonsuz kumlar. O güzel şeylere hiç şahit olmadım.” Abisine baktı sonra. “Ama abim ve ablam görmüş” Etrafına kısa bakındı. “Yani az da olsa Tarafsızların bölgesinde bunlara şahitlik edebiliyoruz.” Deyip iç çekti.
Edwin’e baktım bende. Yüzünün yarısını kaplayan peçeden ne hissettiğini göremesem de, gözlerindeki hüzne şahit olabiliyordum. “Dünya onun için de mücevherdi. Dünya’yı çok severdi Tanrıçamız. Bizim için elinden geleni yapmaya her zaman hazırdı.” Dedi Edwin, derin bir nefes aldığını şişip inen göğsünden gördüm. İkisi de anlatırken çok zorlanıyordu. Özellikle Edwin’in her şeye şahit olması çocukken, daha da kötü oluyordu onun için.
Sustuk. Çatlak araziden çıkan beyaz çiçekleri geri de bıraktığımızda, artık yemyeşil çimlerin olduğu yere, hatta derenin olduğu yere kadar hiç konuşmadan yürümüştük. Ve en sonunda bizi tek başına bekleyen Myron’u gördüğümüz de sevinmeden edemedim.
“Niye tek başına?” diye sordum. O da bizi gördüğü için hemen kollarını havaya kaldırmış el sallamaya başlamıştı. “Büyük ihtimalle hasılat için gelmiş olmalılar. Yvonne’de bizi beklemesi için göndermiştir.” Dedi Edwin. Bizde ona el salladık.
Yanına vardığımız da, hemen sırayla uzun süredir görüşmemişçesine sıkı sıkı sarıldı her birimize.
“Yvonne sizi beklemem için buraya gönderdi.” Dedi geri çekilirken. “Bir de İblisler orada.” Çenesiyle işaret etti geldiği yönü. Edwin haklı çıkmıştı tahminleriyle. Yine dik yamacın üzerindeydik. Birkaç adım sonra akan şelale ve evler gözler önüne serilirdi. “Herkes arabaları dolduruyor.” Diye devam etti Myron.
“Ne zaman götürecekler?” diye sordu Edwin.
“Hiçbir fikrim yok.” Dedi Myron. Sonra bana baktı. Biraz üzerimde oyalandıktan sonra, Edwin’e döndü. “Sizin nasıl geçti?” diye sordu. “Yani…” dedi merakla.
Edwin cevap vermedi.
Son Kale’ye taşı bulmak için götürüleceğimden haberi vardı. Emindim. Bunun cevabını bekliyormuş gibi bakıyordu çünkü Myron.
Derin bir nefes aldım. “Bulamadım.” Dedim. Myron bana baktı. Kaşları havalandı Myron’un bilmiyormuş gibi yaparak. “Neyi?” dedi i harfini uzatarak.
“Taşı.” Dedim. “Onu bulamadım.” Kollarımı kovuşturdum. Yeniden hüzün çöktü kalbime. Kendimi fazlasıyla kötü hissediyordum, taşın varlığını hissedemediğim için. Onu bulamadığım için.
“Haberin olduğunu biliyorum Myron. Son Kale’ye götürüleceğimden,” kaşlarım havalandı. “Ya da kadının varlığının bile olmadığından.” Nefes alıp verdim. Eve gitmeme yardım edecek olan kadın aslında hiç yoktu. Sadece beni oyalamak için söyledikleri küçük bir yalandı. Evet üzülmüştüm, ama sorun değildi.
Myron yanağının içini ısırıp Edwin’e baktı. “Üzgünüm.” Dedi, başını öne eğerken. Sesi de yüzü de ne kadar utandığını gösteriyordu.
İç çektim. “Mecburdunuz.” Dedim. Edwin ve Myron’a baktım sırayla. İkisinin de bakışlarında bir ışık geçti. Sanki bu dediğim onları mutlu etmiş gibiydi. “Sizi asla suçlamıyorum.” Gülümsedim. “Tabii gerçekleri bilseydim daha iyi olurdu.”
Çok üzülüyordum. Hem de çok. Özellikle eve gitmem için gerekli olan tek şey o taş iken!
“Peki taşı bulmak istiyor musun?” diye sordu Myron.
Yutkundum. Hepsi evet demem için, bir olumlu cevap için yüzüme bakıyordu. Omuzlarımı dikleştirip, hepsine tek tek baktım. “Onu bulacağım.” Dedim. Hepsi aynı anda gülümsemeye başladı. Sanki umut yeniden bakışlarında filizlenmiş gibiydi.
“Tek şansımız, o taş.” Dedi Myron. “Onun eline geçmemesi lazım, diğerleri gibi. Yoksa…” korkuyla titredi göğsü.
Kemiklerime kadar korku bastı. Aamon’un varlığı, beni gerçekten korkutuyordu. Ya da şu yer altından çıkacak olan kişi. Ya da kendi adamının başını koparan kızı. Hepsi ürkütücüydü. Onların arasından kaybolan taşı nasıl bulacağımı bilemiyordum.
“Karina.” Adımı heyecanla seslenen kişiye dönüp baktığımda, büyük adımlarla bize doğru gelen Yvonne’yi gördüm. Buradan gitmeden önce giydiği kıyafetleri vardı üzerinde. Kolları hemen boynuma sarıldı. Bunu beklemiyor oluşumdan dolayı minicik şaşırmıştım fakat hemen kendimi toparlayıp bende ona sarıldım.
“Karina her şeyi anlamış.” Dedi Myron, hiç beklemeden.
“Biz anlattık!” dedi Edwin’de.
Yvonne kollarını çekerken boynumdan gülüşü yavaş yavaş solmaya başladı. Gözlerimin içine pişmanlıkla bakıyordu. “Üzgünüm Karina.” Dedi Yvonne. Dudaklarımı ağzımın içine yuvarlayıp, “önemli değil.” dedim. Fakat kalbim hâlâ yas tutuyormuş gibi iki büklümdü.
Yvonne gülümsedi mahcup bir şekilde. Anlatılanlar yeniden geldiğinde aklıma, boğazıma bir yumru oturdu. “Hissedebildin mi?” diye sordu. Yumru büyüdü. Yüzü düştü Yvonne’nin cevabı anladığında. “Hissetseydin, her şey farklı olurdu. Ben bile hissederdim buradan.” Dedi. Edwin’e döndü. “Bir şey olmadı değil mi?”
Nasıl farklı olurdu mesela? Ona dokunduğum gibi elimi mi yakardı? Ya da daha fazlası?
Edwin dudaklarını ıslatıp, “Kızıl Mekruhlar’dan biri geldi hasılata.”
Yvonne ve Myron’un gözleri korkuyla büyüdü. “Bir şey olmadı değil mi?” Yvonne yutkundu. “Yani varlığını hissetti mi?” diye sordu. Göğsüme taş oturdu. Eğer orada olduğumu bilseydi neler olacağını düşünmek istemiyordum.
Edwin çok kısa bana bakıp Yvonne’ye döndü. “Hayır. Hissetmedi. Öyle ki Otis’i bile hissetmediler.”
“Çünkü onu da korudu.” Dedi Yvonne bana bakarak.
Anlamayarak yüzlerine baktım. “Nasıl yani?”
Yvonne kuruyan dudaklarını ıslatıp bana baktı heyecanlı ve bir o kadar tedirgince. “Bu iyi bir şey Karina. Yaydığın enerji ırkından bile fazla. Bu yüzden onları da koruma altına alıyorsun.”
Huzursuzca kıpırdandım, hiçbir şekilde anlamadığımı belirten yüz ifademle bakarken. Kalbim boğazımda atıyordu.
Yvonne güldü. “Büyü kullanmana gerek yok.” Nefesim boğazımda asılı kaldı. “Onlardan biri seni fark etmedi, yani Aamon ya da bir başkası da fark edemez.” Diye devam etti Yvonne. Elimdeki elma ile birlikte kollarımı daha sıkı kovuşturdum kucağımda. Söyledikleri diken diken ediyordu tüylerimi. Yvonne gülümsedi. “Tabii bizim diyara geldiğinde, büyü kullanman gerekli. Ama kendi diyarın da buna gerek yok.”
“Bu ne demek oluyor?” deyip Edwin’e baktım. Ağzımın içi kupkuru olmuştu.
Edwin konuşmak için ağzını açmıştı ki, yakınımızdan gelen ses ile durdu. “İki sebebi var bunun,” deyip buraya doğru yürüyerek gelen kişi Valentino’ydu. Yeşil pelerinin şapkasını başına geçirmiş, belinden aşağı sarkan saçları ise ortadaydı. Otis’in hareketlendiğini hatta bir eli kılıcının başını kavradığını gördüm. Edwin’de hemen dik duruşa geçmiş her an beni saklamak istercesine önüme atılacakmış gibi hazırdaydı. Lowell’ ise, Valentino’nun elindeki yay ve oka hayranlıkla bakıyordu.
Gezgin. Valentino, bir gezgindi. Aamon’a bütün haberleri götüren kişi. Evet, ondan da korkuyordum.
“Ne işin var burada?” diye sordu Yvonne.
“Avlanmaya çıktım.” Dedi Valentino, gözlerini benden ayırmadan. Bakışlarındaki rahatsız edici ifade, olduğum yerde kıpırdanmama neden oldu. Yvonne’ye bakıp, “efendiye birkaç hasılat daha gerekli.” Dedi. Neden bilmem, içimdeki sıkıntı büyüdü.
“Her şey var. Yarın götüreceğim.” Dedi Yvonne.
“İblisler gitti mi?” diye sordu Myron. Yvonne göz ucuyla bakıp onayladı onu.
Valentino yarım gülüşle bana bakıp, “ne diyordum ben?” dedi bilmemezlikten gelerek. Yvonne’nin söyledikleri aklımı karıştırmıştı. Daha önce büyü yapmamı, şimdi ise ona gerek olmadığını söylüyordu.
Valentino söyleyeceği şey aklına gelmiş gibi, “evet, nedeni iki şey olabilir.” Gözlerini kıstı. “Yani onların seni saklandığın yerden fark etmemelerine neden olan iki şey.”
İçimdeki merak büyüdü. Gözlerinin içine baktım.
“Efendi Karina’yı.” Dediğinde, “Amaris.” Diye düzeltti, Otis ve Edwin aynı anda.
Beğenmişçesine dudak büktü. “Demek Tanrıça Rhea’nın sana verdiği isim bu.” Dedi Valentino. “Güzelmiş.”
Amaris. Garipsemiyordum ya da en ufak beğenmeme gibi bir şey yoktu içimde. Ya da itiraz etmedim niye söylediler diye. Sanki yıllarca söylenmiş gibi kulaklarım aşina, yıllardır söylemişim gibi dilim alışıktı.
Ama ya Karina?
Valentino dikkatle yüzüme baktı ve bir anda kahkahayı bastı. “Demek her şeyi anlattılar sana.” Başını salladı aşağı yukarı. “Bakışlarındaki ifade, buradan giden kadın gibi bakmıyor. Bir günde her şey değişebiliyor demek ki.” Dedi.
Nasıl bakıyordum bilmiyorum ama içimde kasıp savuran tufanın haddi hesabı yoktu.
Valentino başını yana eğdi. “Birincisi, ya annesi onu mükemmel bir şekilde koruma altına aldı ya da,” içim titredi. “Yarı sürüngen özelliği onu fark edilmez kılıyor.” Dedi. Güldü sonra. “Ya da ikisi birden.” Omuz silkti. “Bilemem.”
Yarı sürüngen?
Göğsüm sıkıştı. Bu kelimeyi birden fazla kez duymuştum. Özellikle Han’a gelen iblislerin, iğrenç bir şeymiş gibi bahsederek söylemlerini. Sürüngen ne oluyordu?
“Eve gidelim.” Dedi Yvonne. Çattığı kaşlarıyla Edwin’e ardından da diğerlerine bakıp, Valentino’da durdu. “Sen de git birkaç tavşan falan avla. Yarın sabah, hasılatlar yola çıkacak.”
Valentino kaşlarını havaya dikti. “Sen değil küçük kardeşim, ben götüreceğim.” Dedi.
Edwin ve Otis’in huzursuzca hareketlendiğini hissettim.
Yvonne bıkkınca iç çekip, “bunu konuştuk seninle Val! Oraya benim gitmem gerek!” dedi.
Dişlerini sıktırdı Valentino. “O cehenneme neden gitmek istediğini iyi biliyorum,” elindeki ok ve yaya daha sert asıldı. “Orası çok tehlikeli!” diğerlerine baktı. “Hepiniz için. Yakalanırsanız, sizi öldürmezler, çünkü ödül olur.” Dediğinde, sesini alçaltmıştı tehlikenin ne kadar büyük olduğunu göstermek istermiş gibi yüzümüze dik dik baktı.
Elimi göğsümden çıkarcasına atan kalbimin üzerine yaslamamak için zor tuttum. Valentino’nun bazen yılışık ve vurdumduymaz biri olduğunu görebiliyordum ama şimdi çok ciddiydi. Özellikle kardeşini korumak istediğinde daha da ciddileşiyordu.
“Sende bizimle gel o zaman.” dedi Edwin. Otis bu fikirden memnun değilmiş gibi genzini temizledi. Niye onu yanımızda istiyordu ki?
Burnundan güldü Valentino. “Yanlış yolunuza yoldaşlık edemem.” Dedi. “Tam bir Tarafsız gibi konuştun!” dedi Edwin alayla. “Ama yanlış yol değil, tüm ırkları kurtarmak için atılan doğru adım yaptığımız.”
Valentino dalga geçme amaçlı başını eğip kaldırdı. “Doğru ben bir Tarafsızım.” Sonra bana baktı. “Ve hiçbir ırk yanınızda durmaya tercih etmez.”
Omuzlarımı dikleştirdim. O taşı sadece kendi için istemiyordu Edwin. Diğerlerinin kurtuluşa ereceğine inandığı içinde istiyordu.
“Ben Sirena ile konuşurum.” Dedi Myron. “Yanımızda durmaya kabul eder.” Yvonne göz ucuyla Myron’a baktı. Myron’da ona. Sirena? Bu ismi bir kez daha Myron’un ağzından duymuştum.
Yüzünü buruşturdu Valentino. “O kadın seni bile öldürür. Eminim ki suyun altında gayet keyfi yerindedir.” Valentino’ya sadece boş boş baktım, çünkü son cümlesinden bir şey anlamamıştım.
“Gidelim. Sıcak bir şeyler içelim.” Dedi Yvonne, başıyla gitmemiz için hareket ederken. Onayladım onu. Kollarım ise hâlâ kucağımdaydı. Sanki tüm şeylerden saklanmak istermişim gibi sıkı sıkıyaydı.
“Akşam görüşürüz, efendim.” Dedi Valentino kollarını iki yana saçıp bedenini hafifçe eğerken. Bu hareketiyle beni selamlamıştı. Efendi kelimesini ise bastırarak söylemişti. Sanki alay eder gibi benimle.
Ardından alt dudağını dişlerinin arasına alıp, yayına geçirdiği okunu sağ tarafına doğru çevirerek fırlattı. Küçük bir inleme sesiyle, yere serilen tavşanı gördüm. Ok tam böğrüne saplanmıştı. Acıyla yüzümü buruşturup diğer tarafa baktım.
Bu duruma hayranlıkla bakan tek kişi Lowell’di. Sanki Valentino’yu örnek alıyormuş gibi bir hali vardı.
Yvonne ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Ayrı renklerden oluşan gözleri parladı. Büyü yapıyordu.
Kalabalığın arasından geçerken, birçok kişi sanki aceleleri varmış gibi oradan oraya koşuşturma halindeydi. Evlerin önünde orta boylarda at arabaları görmüştüm. Ve hepsinin içi de tıka basa yiyecek doluydu. Hasılat! Sormama gerek yoktu. Bunların hepsi Ateş’in Evladı Aamon’a gidecekti. Vermeyenler, itiraz edenler ise öldürülecekti.
Karanlık çoktan üzerimize çöküvermişti. Elimde sıcak çikolata vardı. Dünyadaki gibi değildi ama yine de tadı gayet iyi sayılırdı. Burada olması bile beni şaşırtmıştı doğrusu.
“Bitirdinse doldurabilirim.” Diyen Yvonne yanıma gelip oturdu. İçerde daha fazla durmak istememiştim. Sanki kapalı alanlar beni boğuyor, yaşananlar ve anlatılanlar bir zincir gibi boğazıma dolanıyormuş gibi hissediyordum. Bu yüzden nefes almak için kendimi dışarı atmıştım. En azından gökyüzünde parlayan yıldızlar ve akan şelale sesi beni rahatlatmaya yetecek kadar küçük etkendi.
Yvonne’nin sorusuyla bardağın içine baktım. Çoktan soğumuştu. Sadece iki elim ile sıkı sıkıya tutmuş, düşüncelerin ağırlığıyla dalıp gitmiştim. “Daha var.” Dedim tebessüm etmeye kendimi zorlayarak. O da gülümseyip karşıya baktı.
Derin bir nefes aldığını duydum. “Kadın hakkında yalan söylediğimiz için üzgünüm.” Dedi, samimi bir şekilde. Omuzlarımı silkeledim, sorun yok dercesine tebessüm ederken. Eve gitmem için o kadının varlığına ihtiyacım vardı. Öyle sanıyordum! Ama aslında öyle bir kadın olmadığını aslında taş ile gitmem mümkün olduğunu öğrendim.
“Sana bir anda her şeyi anlatamazdık.” Duraksadı. “Korkmaman için.”
“Peki ya Bert?” Koparılan kafası yine gözlerimin önüne gelince içim titredi. Kadını bulmamızı isteyen oydu.
Yvonne başını eğdi. “Edwin öyle söylemesini istedi.”
Kalbim burkulurken başımı ağır ağır sallayıp önüme döndüm.
Aramızdan akıp giden kısa sessizliği, Yvonne’nin sesi böldü tekrardan. “Korkuyor musun?” bana baktığını hissetmiştim ama ben ona bakmadım. Korkuyor muydum? Çok fazla! O yere gitmek, taşı hissetmek ve eğer oradaysa, nasıl alacağımı hiçbir şekilde bilmiyor, bilmediğim içinde çok korkuyordum.
Kesik nefes aldım. “Sanırım, evet.” Diye cevapladım.
Yvonne genzini temizledi. Benimle yakınlık kurmaya çalıştığını anlayabiliyordum fakat çok fazla zorlanıyordu. Sanki yakınlık, ona çok fazla uzak gibiydi. Garipsiyordu.
“Bende çok korkuyorum!” dediğinde Yvonne, ondan bu şekilde bir cevap beklemediğim için başımı çevirdim yüzüne. Renkli göz bebekleri dalgalanıyordu. Evet korktuğunu görebiliyordum fakat çoğu erkekten bile cesur davranışları olduğu için korkaklık onda eğreti duruyordu benim gözümde.
“Sizin bir taşınız yok.” Deyiverdim. Bize yardım etmesi, hatta diğerlerinden bile daha iyi hayat sürmelerine rağmen –tabii diğer ırkın ambargo altında yaşamak ne kadar iyi bir hayat sayılırsa- bu yolda bizimle birlikte yürüyordu.
Yvonne gülerek başını eğdi. “Evet. Bir taş yaratmak istememişler bizimkiler.” Dedi.
Dizlerimi biraz daha kendime çektim. “Bir gün buradan çıkabilme umuduyla,” dedim. Başıyla onayladı. Derin bir nefes alıp, “ama boş bir umuttu. Çünkü büyük Tanrı’ya savaş açmak affedilemez bir suçtu. Ve öyle olduğunu da kanıtladı.” Dediğinde etrafına bakındı. Kapının iki yanına küçük tabaklara yerleştirilmiş mumlar olduğu için aydınlanıyordu etrafımız. Diğer evlerden yansıyan ışık ve gökyüzünde parlayan Ay’da, karanlığı bölen etkendi.
Hâlâ Araf’talardı. Suçları affedilmedi.
“Bu yüzden de Tarafsız olmayı kabul ettiniz.” Dedim. Buradan gitmeden önce, öyle doğduk demişti bana. Öyle mi doğmuşlardı, yoksa öyle mi olmayı seçmişlerdi?
Yeniden onayladı Yvonne beni. “Hiçbir ırkın yanında yer etmeyecektik. Ne iyi zamanlarında ne de,” yutkundu. “Kötü zamanlarında.”
Ateş’in Evladı İblis yer altından çıkacak olan oğlu için bir balo düzenleyecekti ve orada Tarafsızları da görmek istiyordu. Yani onları yanına çekmek.
“Kötü zamanlarında.” Diye tekrar ettim onu. Göğsüm daraldığında, nefes almak bile zorladı beni. Çünkü onlardan yardım isteyen biri vardı. Edwin durmadan laf çarpıyordu onlara. Bu yüzden aklımda yer edinmişti. “Tanrıça Rhea,” dediğimde, elimi kalbime bastırmak, sızlayan yere parmak basmak istedim. Çünkü orası yanıyordu. “Sizden yardım mı istedi?”
Yvonne yanağının içini ısırdı gergince. Karşıya odaklandığı bakışları, sabit değildi. Zorlanarak başıyla onayladı. “Buraya kaçtı. Bizlere. En yakın ırk burasıydı çünkü.” Kuruyan dudaklarını ıslattı. “Hamileydi. Doğurmak üzereydi.”
Gözlerim kapandı. Sağ yanağımdan usulca bir gözyaşı süzüldü. Doğurmak üzereydi! Yani beni!
İç çekti Yvonne. Üzülüyordu, acıyordu. Canı yanıyordu. “Kimse kapısını açmadı ona.”
Acı çeken nefesim dudaklarımdan boşluğa savruldu.
Gözlerimi açtım. Gözlerimin içi yanıyordu cayır cayır. Yvonne dişlerini sıkıyordu. Öfkelenmişti. “Korktu herkes. Ağlayarak gelen kadına sırtlarını çevirdi her biri bu yüzden. Üzerlerine çökecek olan gazaptan korktular.” Elindeki bardağı sıktırdı.
O halini aklıma getirmek istemedim. Perişan halini, yapayalnız, biçare görüntüsünü getirmek istemedim. Ama öyle ki, un ufak oluyordu kalbim. Buna engel olamıyordum.
Yvonne’nin sert bakışları şimdi ayakucundaydı. Renkli göz bebekleri yeniden parladı. Evet ışıldıyordu. “Küçüktüm.” Başını iki yana salladı. “Ama o ağlayan sesini hiçbir zaman aklımdan çıkaramıyorum. Oradaydı. Her kapının arkasında. Yalvararak yardım etmelerini istiyordu.”
Dudaklarım titredi. Şimdi gözyaşlarım iki yanağımı da esir almıştı. Büyük bir yumru, tam boğazımın ortasına çökmüştü.
“Sonra, sonra sesi kesildi bir anda. Uzaklaşmaya başladı buradan. Ama ondan sonra İblis geldi. Ve tüm Araf ikinci bir savaş ile sarsıldı. Duyduk ki tüm ırkların efendilerinden taşlarını söküp almış.” Nefes alıp verdi zorlukla. “Bizlerden de çoğu ırkı öldürdü. Yardım ettiklerini sandı. İnanmadı kimseye. Keşke yardım etselerdi,” en az benimkiler kadar acı çeken gözleri bana döndü. “En azından boş yere ölmezdi hiçbiri.” Omuzlarını dikleştirdi. “Yemin ederim ki, o gün yardım edebilseydim ederdim.”
Elimin tersi ile gözyaşlarımı sildim. “Kendini suçlama. Senin bir suçun yok.” Dedim hızla. Sesindeki pişmanlığı duyuyordum. Ona inanıyordum çünkü şimdi bile bize yardım ediyordu. O gün de olsa ona yardım ederdi. Ama Edwin inanmıyordu ve çoğu kez onları suçlarken bile şahit olmuştum.
“O,” dedim yutkunarak. Yumru büyüdükçe büyüdü. “Çok güçlü şimdi değil mi?” diye sordum. Ateş’in Evladı İblis.
Yvonne başıyla onayladı. “O taşlar onda olduğu sürece hep güçlü kalacak!” dedi. “Ve son taş. Yani size ait olan, sana ait olan.” Omuzlarım istemeden dikleşti. “O da eline geçti mi, işte Araf kıyametin ortasında kalacak!”
Araf;
Ölüm ve yaşamın ortası.
Cehennem ve Cennettin ortası.
Ve son taş ile kıyametin ta kendisi.
Genzimi temizleyerek omuzlarımı içe doğru gerdim. “Geçitin hâlâ açık olduğunu söylemiştiniz bir keresinde.” Diye teyit ettim.
Yvonne kıkırdadı. “Yoksa o geçitten evine gidip taşı bulmak istemiyor musun?” diye sordu. Öyle olmaması içinde yüzü kasılmıştı.
Gülerek başımı iki yana salladım. Evet aklımın ucundan geçmedi değil. Ama merakta ediyordum.
“Sen artık taşın mühürlediği bir efendisin.” Dedi Yvonne gözlerimin içine bakarak. “Artık taş olmadan,” duraksadı. “Dünya’da birkaç saatten fazla yaşayamazsın.”
Ne?
Gözlerimi kırpıştırdım söylediklerini kafamda tekrar ederken. “Ama nasıl?” diye sordum.
“Buraya gelmeden önce gariplikler fark ettin mi etrafında?” diye sordu.
Düşündüm. Arabanın üzerine konan ve evin çatısının aşağı düşen, ölüsünün bile bir anda kaybolduğu kuşlar görmüştüm. Ve iki kere sokağımız da fark ettiğim garip görünümlü kadın ve kız çocuğu. Elimi sar diye uyarmıştı beni.
Başımı salladım Yvonne’yi onaylayarak.
“İşte o kuşlar,” dedi Yvonne. Kaşlarımı çattım, ben söylemediğim halde onlardan nasıl haberi olduğuna dair. “Taş olmadan Dünya’ya gittikleri için hepsi öldü. Yaşayamadı.” Yüzü gerildi. “Onlar aslında kuş değildi. Hepsi saf kötülükten oluşmuş, iblisin emrindeki kuzgunlardı.”
Kuzgun? Onları burada görmemiştim. Ve evet, bir ikisini yere düşerken görmüştüm. Gariptiler, fazlasıyla. Ona ait bir şeylerin yakınıma kadar gelmesi, tüm tüylerimi diken dikene etti.
“Sizde gelmiştiniz?” diye sordum. Evime gelmiş, taşı aramışlardı. Ama onlara bir şey olmamıştı.
“Evet taş sizden olanları koruyordu. Bu yüzden yabancı bir ırk olmama rağmen Edwin ve Otis olduğu için bizi de korudular. Ama bu kısa süre için geçerliydi. Çünkü taş onlardan da uzakta. Yani etkisi zayıf.” Sonra gözleri irice açıldı. “Çok şükür ki, o kuşların ölüsüne de dirisine de dokunmadın Karina.”
Niyeyse bu son söylediği beni baya korkutmuştu. Bir şey söylemeden devam etmesini bekledim.
“Çünkü çoktan iblisin elinde olmuş olurdun.” Dedi tek nefeste.
Korkuyla yutkundum, gözlerim sanki daha fazla açılırmış gibi yüzüne bakakalırken. O kuşlardan biri arabanın önüne düşerken almak için yeltenmiştim ama elime peçete de vardı. Eğer ki dokunsaydım…aklımdan silmek istercesine bu düşünceyi silkeledim bedenimi. Korkunçtu düşüncesi bile.
Göğsüm daraldı anlatılanlarla. Yvonne’de bunu fark etmiş olacak ki, sakinleştirici bir gülümseme ile, “yarın erken gideceğiz Karina. Dinlen.” Omuzuma çekingen bir şekilde elini koyup, tıpışladı.“O taş sana ve ırkına ait. Ve hissedecek tek kişi de sensin.” Tebessümü derinleşti. “Ve bulduğunda, istersen evine bile gidebilirsin.”
Evime?
Hangi evime?
Yüzüne baktım dostça. “Kolay olacak mı sence?” diye sordum. Korkuyordum çok korkuyordum.
Dudaklarını ağzının içine yuvarladı. “Kolay olmayacak.” Dedi. Fakat yüzüme öyle bir baktı ki, varlığım burada diye bağırıyordu. “Ama zor olmaması içinde elimizden geleni yapacağız.”
Gülümsedim hüzünle. “Çok sağ ol Yvonne.” Dedim. “Ve Edwin’in suçlamaları içinde kusura bakma.”
O zamanları çok küçüktü Yvonne. Elinden hiçbir şey gelmezdi.
Yvonne’de gülümsedi elini çekip ayağı kalkmaya çalışırken. “Kimse unutmayacak. Bizlerde, sizlerde.” Yukardan bana baktı. “Ama şimdi başka hayatlar yaşanıyor. Ve yerim belli.” Deyip kapıyı açarak içeri girdi.
Kucağımdaki yeşil elmaya baktım. Yvonne’ye bahsetmedim. Dilim varmadı. Belki de hâlâ şoktaydım. Belki de kabullenememe aşamasındaydım.
Derin bir nefes alıp karşıya baktım. Yarın yola çıkacaktık. İblisin inine girmek için.
****
“Vazgeçmen için geç değil küçük kardeşim.” Dediğinde Valentino elindeki ölü tavşanı arabanın içine fırlattı. Arabanın kenarında oturmuş olan Myron irkildi. Gün doğar doğmaz hepimiz ayaktaydık. Kollarımı kucağımda kovuşturmuş, dün gece anlatılan ve üzerine eklendikçe eklenen planı düşünüp duruyordum.
Balonun ne zaman olacağına dair bir şey söylememişlerdi zaten bizde o gün değil; şimdi hasılatların götürüleceği zaman gidecektik. Balo zamanı çok fazla kalabalık olacağı için çok fazla dikkat çekeriz diye vazgeçmiştik.
“Senin de susman için geç değil Val!” dediğinde Yvonne, Valentino’nun fırlattığı tavşanın iki arka ayağından tutup arabanın içinde çıkardı. “Diğerlerine yer kalmayacak!”
Diğerleri bizdik!
Edwin, Otis, Myron ve ben arabanın içinde gizlenecektik.
“Plan saçma. O taş her yerde olabilir!” dedi Valentino.
“En iyi ihtimal diğer taşların yanında olabilir.” Dedi Edwin dişlerini sıkarken.
Valentino gözlerini devirdi. “Öyle olsa bile nasıl alacaksınız?”
“Savaşarak!” dedi Otis, sert bakışları Valentino’dayken. Korkuyla Otis’e baktım. Savaşmak mı? Lowell’de korkuyla yutkundu. O bizimle gelmeyecek, durmadan konuşup duran kardeşini vazgeçirmek için uğraşan Valentino ile kalacaktı. Valentino’ya güvenmiyordum, diğerleri de güvenmiyordu. Ama Yvonne güveniyordu. O zaman sıkıntı yoktu.
Valentino burnundan puf diye bir ses çıkarıp güldü alaya alarak. “Binlerce iblise karşı beş kişi mi?” başını iki yana salladı. Kardeşine bakıp, “yaşatmazlar sizi!” dedi. Binlerce iblis! Duymak istediğim kelimeler bunlar değildi asla.
Yvonne gözlerini devirip arabanın içindeki brandayı kenara doğru çekmeye başladı. “Taşı hissetse yeter. O zaman güç açığa çıkar.”
“Neyin gücü?” dedi Valentino. Endişeli ve gergindi. “O taşı kullanmayı bilmiyor.” Bana baktı. “Gücü mahveder onu!”
Korkuyla kalbim sıkıştı. Çöle dönüşüveren ağzımın kuruluğu için arka arkaya yutkundum. En son dokunduğumda elimi fena yakmıştı. Ya da daha kötü bir şey olursa bana? Edwin’e döndüm. Gözlerindeki endişeyi görebiliyordum. Herkes endişeli ve korkuyordu.
“Bir de geri dönüşünüz nasıl olacak?” diye sordu Valentino. “Şimdi gitseniz bile dönüşü çok tehlikeli!”
Geri dönüş hakkında bir şey konuşmamıştık. Şimdi bende Valentino ile hemfikirdim. Gidişimiz bile çok tehlikeliydi.
Valentino Gezgin’di. Edwin öyle demişti. Aamon’a haber götüren birkaç kişiden biriydi. Yerini veya nasıl gidilip gidilmeyeceğini bilmiyor muydu? Ona sormak istedim ama hâlâ onun Gezgin olduğunu bildiğimizden haberi yoktu. Ya da o da bilmiyordu, sorusuna bakılırsa!
Yvonne elini pelerinin içine sokup sarı renkte bir parşömen çıkardı. Gururlu bir ifade ile yukarı kaldırıp, “bununla.” Dedi. Dikkatle baktım, ne olduğunu anlamamışken.
İki yana doğru açtığında, dizlerinin üzerinde yere çömeldi. Parşömeni yere serdi. Hepimiz etrafına toplanıp hafifçe eğildik bakmak için. Parşömenin içi tamamen gördüğümde, üzerindeki şeylerle ağzım bir karış açıldı. Çünkü parşömenin üzerindeki her şekil hareket ediyordu. Sağa sola, aşağı yukarı…
“Nereden buldun bunu?” diye sordu Valentino şaşkınlığını belli eden bir sesle.
Hareket eden şekillere baktım: Evler, dağlar, köprüler, sular ve birçok şey kıpır kıpırdı. Durmaksızın yer değiştiriyordu birbirleriyle. İnanılmaz bir şeydi!
Başını kaldırıp yarım bir gülüşle, Valentino’ya baktı Yvonne. “Sadece büyü öğrenmedim orada.” Dedi. Valentino burnundan soludu. “Hırsızlıkta yaptın yani.” Dedi sorudan çok ikaz ederken onu.
“Çok iyisin Yvonne.” Dedi Myron sırıtırken. Gözleri heyecandan fal taşı gibi açılmıştı. Fakat Yvonne’ye duyduğu hayranlık ortadaydı. Yvonne yanağının içi ısırdı Myron’a kaçamak bir bakış atarken. Valentino genzinden öksürüp uyardı Myron’u.
“Burası,” dediğinde Yvonne işaret parmağını parşömene bastırdı. “Ateş’in Evladının bölgesi.” Bize baktı sonra. “O bölgeye nerden nasıl gidileceğini gösteriyor.”
“Ama hepsi hareket ediyor, geri dönüşü nasıl anlayacağız?” diye sordu Edwin. Haklıydı. Yvonne burnundan güldü. Ayağı kalkerken bir adım geri çekildik hepimiz. Ne yapacağını dört gözle izliyordum. “Bu şekilde.” deyip iki ayağıyla da parşömenin üzerine çıktı ve o anda hareket eden her şey durdu. Şaşkınlığım ikiye katlandı.
Dağlar, köprüler, sular ve birçoğu kendi yerine geçti.
“Bunu bulan hiç kimse anlayamazdı.” Dedi Yvonne parşömene bakarken. “Ama oradaki yer cücelerinden öğrendim.” Kendini beğenmiş bir gülümseme takındı. “Onlarla iyi ilişki kurdum desem yeridir.”
“Süper o zaman.” dedi Edwin, sevincinden sarı irislerini dalgalandırırken. Bana baktı ve gülüşü derinleşti. “Nasıl döneceğimizi biliyoruz. Geriye sadece bir şey kalıyor.” Deyip bana doğru geldi. Omuzlarımı içe doğru büktüm. Gerim gerim gerilmiştim.
“Oraya girdiğimiz anda, sadece taşı hissetmen kalıyor.” Deyip rahatlatmak ister gibi omuzlarımdan tuttu. Ama öyle ki kaskatı kesilmiştim. “Çok durmayacağız.” Başını eğip yüzüme bakmaya çalıştı. “Taş seni bulacak. Çağıracak.”
Valentino’nun alaycı gülüşünü duydum. Daha da gerildim. “Ya sonra?” dedim zorlukla. Taşı hissedecektim. Ya o da taşların arasındaysa. Ama Yvonne demişti; o acıyı iliklerime kadar hissederdim. Acı yoktu. Yani taş onda değildi.
“Sonrası elinde olacak taş.” Dedi Edwin. “Taş sana zarar vermez, sen onun asil varisisin. Seni güçlü kılacak o.” Nefesim yetmiyordu. Kalbim ise sıkışan göğüs kafesim yüzünden ağrıyordu.
Sessiz kaldım bir şey demedim. Ki Otis’in, “geliyorlar.” Demesiyle herkes kıpırdaşmaya başladı. Etrafıma bakındım. Kimsecikler yoktu.
“Bin Karina.” Dediğinde Edwin, arabanın tekerine basıp içine girip sırt üstü uzandım. Lowell, “İyi şanslar efendim.” Deyip bir elini göğsüne yaslayıp hafifçe eğilerek reverans yaptı karşımda. Sonra eve girdi hızlıca. Edwin bindi. Yanıma uzandı. Onun yanına Myron ve hemen onun yanına da, Otis uzandığında, Yvonne ve Valentino hızlıca üzerimize siyah brandayı örtmeye başladı.
Valentino bu durumdan memnun olmadığını belli eden homurdanmalarını işitirken, Yvonne sessizce işini halletmeye çalışıyordu. “Sakın ses etmeyin.” dediğinde branda tamamen görüş alanımı da kapatıvermişti.
Saç diplerime kadar ürpermiş, etim kemiğim zangır zangır titremeye başlamıştı. Küçük bir arabaydı. İki kasa balık, birden fazla ölü tavşan ve sincap. Bir iki kasada meyve sebze vardı. Çoğunu indirmişti Yvonne; bize yer açılması için.
Sesler gelmeye başladı. Sanki tüm iyi havayı içine çekmiş, geriye karanlık ve is bırakıvermişti. Yaklaştı adım sesleri. Durdu. Tam arabanın yanında. İçim sıkıştı. İs içime abanmıştı sanki.
“Tarafsızların asil ırkları.” Dediğinde buz gibi bir ses, arkasından iğrenç bir kahkaha atmıştı. Bileğimden sıkıca tutulan elle, başımı yana çevirdim. Edwin. Bakışlarım titreyen elime indi. Deli gibi esiyordu. Bu kadar titrediğimin farkında bile değildim. Başını yaklaştırdı yüzüme. “Korkma.” Yutkundu. “Biz buradayız!” Göğsüm bir balon gibi şişip iniyordu.
“Selam size iblisin evlatları.” Diyen Valentino’nun övgü dolu sesini duydum. Ama daha çok inceden iğneleme vardı tonunda.
“Hasılatlar hazır.” Dedi Yvonne. Arabanın kenarına iki kere vuruldu, göstermek ister gibi. “İyi iyi.” Dedi buz gibi ses. Sanki o sesin içinde binlerce leş yığılmış gibiydi. Cinayet kokuyordu.
Bir toynak sesi duydum, yerde ileri geri gidiyormuş hissi verirken. Yutkunarak, boşta kalan elimi üzerimizdeki brandanın altına yasladım. Diğer elimi hâlâ Edwin tutuyordu. Ağır bir şekilde kaldırmaya başladığımda, Myron’un homurtusunu duydum fakat içimdeki aç bak, dürtüsünü engelleyemedim.
Branda aralanıp minik bir alan yarattığında bana, kör karanlıktan bile simsiyah kocaman iki at girdi bakışlarımın önüne. Nefesimi kesti görüntüsü. Kocaman başı vardı. Gözlerinin üzerinde yuvarlak demirler asılmıştı. Ağzının içinde dışarı fışkıran sivri dişler, en kalın eti bile parçalayacak kadar güçlü görünüyordu. Dudakları yoktu. At değildi sanki. Cehennemin kuytu köşelerinde yaratılmış kadar korkunç bir yaratıktı.
Üzerlerinde ise birileri oturuyordu. Ama sadece siyah botları ve botlarının altındaki kırmızı renk görünüyordu. Üst bedenini göremiyordum. İkisi de karanlıktan var olmuş gölge gibiydiler. At homurdandı. Burun deliklerinden soluk bir duman yükseldi. İğrenç kokusu burnuma gelince yüzümü buruşturup brandayı geri kapadım.
Hayvanları bile korkunçtu. Eğer onlar hayvansa tabii ki!
“Her şeyden var mı?” diye sordu korkunç sesli kişi. “Her zamanki gibi.” Dedi Yvonne. Sesi duygusuzdu.
“Aç o zaman.” dedi aynı kişi.
Ne?
Edwin’e döndüm hızla. Diğerleri de bana dönmüştü. Hepsinin yüzündeki ifade aynıydı. Korku! Branda açılırsa sonumuz geldi demektir.
“Hasılat tam takır. Gerek yok!” dedi Yvonne. Sakinliğini korkuyordu.
“Bizde bakalım Tarafsız.” Dediğinde, Yvonne’nin sesli nefesini duydum.
Tam o anda Valentino’nun gülüşünü duydum. “Ah yüce gönüllü efendinin sadık yaverleri.” Dedi. Atlar hareket etti. Nallarından çıkan sesler ölümü çağrıştırıyordu. “Biliyorsunuz ki, büyük bir balo verilecek. Şimdi bu kadar şeyi bekletirseniz, hepsi çürüyecek. Şimdiden yola koyulsanız iyi olur.” Diye devam etti.
Valentino bize yardım mı ediyordu? Diğerleri de en az benim kadar şaşkın ve anlam veremiyordu. Ama öyle görünüyordu.
“Tarafsız haklı.” Dedi ilk defa sesini şimdi duyduğum diğer kişi. “Efendi bekletilmekten hoşlanmıyor.”
Diğeri güldü alayla. “İlk defa Tarafsızların ağzından doğru kelimeler çıkıyor.”
“Böyle güzel hünerlerimiz var elbette.” Dedi Valentino gülüşünün arasından.
“Tamam.” Dedi soğuk ses. “Gidelim.” Arabanın ön tarafı hafifçe yukarı yükseldi ve bir kişinin üzerine bindiğini hissettim. Yvonne. “Gözlerini bağla.” Dedi aynı kişi. “Gözlerimi bağlamama ne gerek var. Zaten gidip gelmek tehlikeli ve zor.” Dedi Yvonne tüm duygulardan arınmış boş bir sesle. Sesi tam arabanın önünden geliyordu.
“Sus ve dediğimizi yap!” dediğinde, Yvonne homurdandı. Ama başka bir şey demedi. Sanırım gözlerini bağlıyordu. Gidilen yolları görmemek ve öğrenmemesi için yapıyorlardı.
Araba hareket etti. Edwin’in parmakları daha sıkı sardı bileğimi. Onlara döndüm ve tüm kemiklerimi ağrıtan nefesimi geri bıraktım. Hepsi benim gibi nefesini uzun süredir tutmuş gibi rahatladılar. Oraya gidiyorduk. Ateşin Evladının bölgesine.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |