
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
18.BÖLÜM
♪Clann- Welcome The Storm
Sağa sola sallanan araba yavaş yavaş ilerliyordu. Sadece tekerinden çıkan gürültü duyuluyordu. Ölüm kadar sessiz olan atlardan veya üzerindeki kişilerden nefes sesi bile çıkmıyordu. Ya çok sessizlerdi ya da korkudan tüm duyu organlarım iflas etmişti.
Yirmi dakikayı aşkındır hareket halindeydi araba. Ne zaman varacağız ya da ne kadar süreceğini diğerleri de bilmiyordu. Yvonne’nin bile aklı karışmıştı çünkü anlamaması için çok fazla dolambaçlı yollardan geçirdiğini, süreyi bilerek uzattıklarını söylemişti.
Vicdan azabı gibi sıkıntıya sürükleyen sessizliği Myron’un “Iyk.” Demesiyle bölünmüş, ona dönüvermiştik. “Sessiz ol.” diye uyardı Edwin dişlerinin arasından. Araba yavaşladı. Nefesim hızlandı. Myron sanki başının arkasını görebilecekmiş gibi geriye baktı elinde tuttuğu ölü bir balık ile. Arabanın yavaşlaması onu da tedirgin etmişti.
Elindeki balığa baktım. Myron ağlak bir ifadeyle balığa dik dik bakıp, “akrabalarımdan biri olma ihtimali sizce kaç?” diye sorduğunda, yüzüm ne saçmalıyor bu? Der gibi buruşturdum. Balığı biraz havaya kaldırınca Otis’in tam yüzünün önünde durdu. “İndir şunu. Bayıltacaksın beni.” dedi iğrenerek Otis. Haklıydı çünkü balık kokusu her yerdeydi.
“Hissediyorum, bizlerden biri bu.” Dedi Myron. Edwin eline vurdu hafifçe Myron’un. Hepimiz yan yana, birbirimize yapışmış vaziyetteydik. “Bu balıklar sizin sularınızdan gelmiyor.” Dedi. Yüzü aydınlandı Myron’un sevinçle. “Gerçekten mi?” diye sordu.
Edwin başıyla onayladı. “Sirena izin vermiyor. İkiye bölünmüş sulardan bu.”
İkiye bölünmüş sular mı? Şimdi bu ne demek olduğunu onlara sormayacaktım çünkü tehlikenin tam ortasındaydık zaten. Daha da kendimi bu cevaplarla sıkmak istemiyordum.
Yvonne’nin öksürdüğünü duydum. Tam önden geliyordu sesi. Büyük ihtimalle o kullanıyordu arabayı. Atlarda çekiyor olmalıydı.
Arabanın birkaç santim yüksek olan kenarına biraz daha omuzumu yaslayıp, etrafı dinlemeye başladım. Gözlerimi usulca kapadım o anda, fısıltıyı andıran sesler, kulağıma gelmeye başlar başlamaz.
“Ölüm…”
“Çabuk olun…”
“Yaklaşma daha fazla…”
“İblisler…”
Sesler kesik kesik ve her harfinde nefret, kin vardı. Neredeydik? Sesleri gelenler kimlerdi?
Brandanın altına elimi yerleştirip hafifçe kaldırdım. Upuzun kalın gövdeli, yeşillikten uzak, tüm isi, pisliği kendine çekmiş ağaçlar göründü. Göğe uzanan dalları incecikti. Birbirine sürterken, kulak kanatan cinsten sesler çıkarıyordu; öyle ki iki elimi de kulaklarıma kapatmak duymak istemedim. Güneş namına bir şey yoktu. Karanlıktı. Çok fazla karanlıktı. Ama güneşin hâlâ tepede olduğunu biliyordum. Derinlerden insanı huzursuzluğa boğan hayvan sesleri geliyordu. Ormandı burası. Ama bildiğimiz o ormanlardan değildi; kurutulmuş, yok edilmişti. Ruhu öldürülmüş gibiydi.
“Dalların arasındalar.” Dedi Edwin kulağımın dibine. “Her yerdeler.”
Ensemden aşağıya doğru bir ürperti geçti. Kim? Gözlerim oralara tırmandı. Fakat karanlık ve hâlâ duyulan fısıltıdan başka bir şey yoktu. Gizleniyorlar mıydı?
Edwin’in nefesini hissettim yeniden. “Orman perileri.” Dedi.
Dudaklarım bir karış aralandı. Ormanın sonsuz koruyucu perileri. Şu anda o ormana mı girmiştik? Beni öldürmeye çalışmışlardı. Bunu sadece ben ve Yvonne biliyorduk. Diğerlerine anlatmamıştım. Şimdi onların içinden geçmek tırnak diplerime kadar kıymık batıyormuş hissine kapılmama neden oldu.
Araba iki yana sallandı. Buz gibi ses, “efendinin kulağına gitmesini istemiyorsunuz, defolun.” Dedi öfke ile.
“Saldırıyorlar mı?” diye sordu Myron. Edwin’in titrek sarı irisleri brandanın üzerindeydi. “Cürret edemezler.” Dedi. “Diğerleri ise, işler değişir.” Diye söze atıldı Otis. Diğerleri mi?
“Çabuk…”
“Gelme…”
“Uzaklaş, buradan…”
Fısıltı sesler peş peşe konuşuyordu. Sesleri sanki ormanın diğer ucundan duyulacak kadar yankı yapıyordu. Güçlü bir o kadar da tıslamaya benzerdi.
Araba yavaşlamıştı sallantıya rağmen ama durmamıştı. Yeniden küçük bir sarsıntı geçirip yoluna kaldığı yerden devam etti. Buz gibi ses güldü. “Efendiye selamlarınızı iletirim.” Dedi. Orman perileriyle dalga geçiyordu. Peri dedikleri şeyler tehlikeliydi; hatta dinlemeden ya da kim olduğunu önemsemeden öldürecek kadar. Onların fırlattığı dal parçalarından zar zor kurtulmuştum.
Brandayı geri kapadım. O seslerden birini görmek istemedim. Çünkü sesleri bu kadar kan dondurucuysa, neye benzedikleri ne yapardı bilemiyordum.
Araba kaldığı yerden yoluna devam etti. Bir saatten fazladır yoldaydık. Kimsenin ağzını bıçak açmamıştı çünkü tüm bedenimizi yavaş yavaş soğuk esir alıyordu. Kollarımı bedenimin etrafına dolamış, dişlerim birbirine çarparak takırdıyordu.
Yvonne bahsetmişti. Gideceğimiz yerin kar ve tipiden başka bir yer olmadığını. Branda esen rüzgardan dolayı inip kalkıyordu. Yanımızda bu yüzden kalın ve sıcak tutacak postlar getirmiştik. İner inmez onları giyinecektik. Yolumuza daha fazla tehlikeli bir şey çıkmamıştı. Seslerde duymamıştım.
Atlar homurdandı. Nal seslerini duydum şimdi. Hemen onun arkasından ise içinde olduğumuz araba önce yavaşladı sonra ise durdu. Gelmiştik! Ölüme! Yüreğim ağzımda atmaya başladı.
“İn Tarafsız!” dedi aynı ses. Yere zıplama sesi geldi. “Hey.” Dedi Yvonne. “Benim gördüğümü sizde gördünüz mü?” diye sordu. Diğerleriyle birbirimize baktık anlam veremeyerek.
“Ne oldu?” diye sordu ölümcül ses. “Birini gördüm. Hatta birilerini.” Dedi Yvonne.
“Ne saçmalıyorsun?” dedi ölümcül ses hiddetle. “Sürüngenler, sürüngenler diyarınızda.” Diye bağırdı Yvonne.
Atlar yere sert vurmaya başladı. Yeri oynatacak derecede kişnediler. “Ölümleri olur.” Dedi öfke ile sesin sahibi.
“Kaçıyorlar!” diye bağırdı Yvonne. Nefes falan yoktu artık alabileceğim. Myron’un hoşuna giden kıkırtısını duydum. Ama ben gülmek bir tarafa kaskatı kesilmiştim.
Atlar zeminin üzerinde sertçe hareket etti ve o anda bir yöne doğru koşmaya başladılar. Branda üzerimizden kalktı. Sırıtarak Yvonne’nin yüzüyle karşılaştım. Ama görüş alanım çok sürmeden kirpiklerimin arasına dolan kar taneleri yüzünden gözlerimi kapayınca silikleşti. Soğuk her yerdeydi. Tenimin her yerini ısırıyordu.
“Onları atlatmanın kısa yolu buydu!” dedi Yvonne nefes nefese. Edwin, Otis, Myron aynı anda ayaklandılar. Edwin bana da elini uzatıp kaldırdı. Hızla arabadan indiler. Buz gibi soğuk derimin altına kadar işledi. Bende arabadan indim fakat esen tipi yüzünden görüş alanım kısıtlı da olsa her yerdeydi bakışlarım. Sağıma döndüm, onlar kalın postları çıkarmaya başlarken.
Kar ve tipinin dört bir tarafını esir aldığı büyük bir yapı, arazinin tam ortasındaydı. Birkaç metre yağan kar, binanın etrafını kaplamıştı. Tüm beyazlıkların içinde kocaman bir siyah saf kötülük kurulmuş gibiydi. Yüksek duvarları, her duvarın üzerinde sivri mızraklar ve tam önümüzde demir bir kapı vardı. Kalpleri buzdan, gözleri ise alevdendir. Yvonne’nin söyledikleri kulaklarımda çınladı.
Daha fazla inceleyemedim çünkü soğuk bir hançer gibi etimi lime lime etmeye başladı. Kollarımı kucağımda kavuşturduğum sırada Edwin büyük yünlü postu uzattı bana. Hızla giyindim. Postun şapkasını başıma geçirip gri tutamlarımı içine sıkışırdım.
“Hadi içeri girelim.” Dedi Yvonne postun iki yakasını önünde birleştirirken.
Dudaklarım şimdiden morarmış, yanaklarım ise uyuşuvermişti. Ondan kaçarken, ona gelmek nasıl bir akıl işiydi bilmiyordum. Edwin elimden sıkıca tuttu. Büyük adımlarla yüksek binalı kuleye doğru ilerledik.
Ama o anda… kalbim. Kalbim de bir şeyler oldu. Anlamlandıramadım bir şeyler. Görüş alanımı kapatan kara rağmen sağ tarafa çevirdim başımı. Uzayıp giden boşlukta sadece hızlıca uçuşan kar taneleri vardı. Kalbimin en derin köşelerinde büyük bir delik açılmış gibi oraya anlamlandıramadım bir his dökülüveriyordu. Neydi bu his?
Gözlerimi kıstım. Usul usul gözlerimi kırpıştırdım. Ama sadece bembeyaz boşluk vardı. Ama o tarafta bir şeyler olduğu kesindi. Oraya bak gör der gibi. “Eğilin.” Dedi Yvonne. Sesini duymamla önüme döndüm. Boğazımı kupkuru etmişti o his.
Otis arkamdaydı. Myron ve Yvonne en önde gidiyordu. Yüz üstü eğildiklerine, sivri mızrakları olan demir kapının altındaki küçük boşluktan geçmeye başladılar. Edwin elimi bırakmadan önce o sonra da ben geçtim. Biraz zorlasa da, ezilen kar sayesinde geçmek kolaylaştı.
“Niye kimse yok!” dediğinde Myron, etrafıma baktım titreyen çenem ile. Ya soğuktandı ya da korkudan. Ama bildiğim bir şey vardı ki, tehlikenin göbeğindeydik. Etrafta duyulan tek ses, karla karışık rüzgarın rahatsız edici uğultusuydu. Rüzgar sesini severdim ama şimdi ölüm çanı gibiydi. Ölüm burada, yakınınız da diyormuşçasına.
“Çoğu hasılat alıyordur!” dedi Yvonne. “Geri kalan da en kuytu köşelerde kötülükle uğraşıyordur.”
Edwin’in bana baktığını gördüm. Kaşları hafifçe alnının üzerine yığılmıştı. “Karina,” diye fısıldadı. Hatta sadece dudaklarının hareketini gördüm desem daha doğru olurdu. “Bir şeyler hissediyor musun?” Yutkundum. Evet, hissettiğim bir şeyler vardı: korku.
Soğuk genzimi şimdiden yakmaya başladı. Burnunum ucu, gözlerimin içi kırağı tutmuş gibiydi.
Geniş demirden basamakları tırmanmaya başladık. Büyük iki kanatlı kapının üzerinde hiçbir desen yoktu. Kafamı yukarı kaldırdım. Tam üzerimize doğru uzamış buz sarkıtları vardı. öyle ki hançerden bile sivri uçları vardı. Üzerimize düşse, kafatasımızı ikiye ayırabilirdi.
Yvonne soluk soluğa bize bakış attı. Ardından büyük kanatlı kapının üzerine elini yaslayıp içeriye doğru açtığında, nefesim göğsümü dövdü. İçerden, yüzümüze doğru soğuk hava kütlesi çarpıp bizi de aştı. Sessizlik. Sadece sessizlik.
İçeri girdik. Büyük kalın gövdeli kolonlar her yerdeydi. Sonu belli olmayan karanlık bir koridor uzayıp gidiyordu. Her yanında kapılar vardı. “Bir şeyler duyuyor musunuz?” diye sordu Yvonne. Omuzunun üzerinden bize baktı. Otis ve Edwin aynı anda başını iki yana salladı. Yvonne bana baktı. Sormadı çünkü soruyu anlamıştım. Taşı hissediyor musun? Başımı iki yana salladım.
Yvonne yutkundu. “Tamam. Beni takip edin.” Dediğinde hızlı fakat minik adımlarla ilerledik. O anda omuzlarımın iki yanından tutulup nefes nefese kalmış bir göğse çarparken, Yvonne ve Myron bir kolonun arkasına saklandığını gördüm. Başımı geriye attığımda, beni tutanın Edwin olduğunu gördüm. Hemen onun yanında kılıcının başından tutan Otis vardı.
Yvonne karşıdan bize sus işareti yaptı. Myron onun arkasındaydı ve dikkatleri az önce gittiğimiz yolun üzerindeydi.
Kirpiklerimden ses çıkmaması için gözlerimi bile kırpmadım. Derken konuşmalar kulağıma geldi. Ve adım sesleri. “Şu balo işi iyi oldu.” dedi biri hevesle. Bir kadındı. “Evet, efendiyi görmek iyi olacak bizler için.” Dediğinde bir kişi de onun da baya hevesli olduğunu anladım. O da bir erkekti.
Kadın yeniden, “ama şu ırkların gelmesi iyi olmadı. Onlardan nefret ediyorum.” Dedi.
“Ha.” Dedi adam gülerek. “Onların acı çektiğini görmek az da olsa eğlendirir bizi.”
Yvonne ve Myron’un gerildiğini gördüm. Edwin’in de omuzlarımı tutan ellerinin de aynı şekilde kasıldığını.
“Kapı neden açık?” diye sorunca kadın, irkildim ve direkt açık olan kapıdan içeriye doğru şimdiden yığılmaya başlayan karı gördüm. “Sanırım dışarda da bir şey var!” dedi adam da. Adım sesleri hızlandı.
Siyah pelerin giyinen iki kişi kolonların arasından çıktı. Sırtım, Edwin’e daha çok yaslandı. Ama gözlerim, karanlıktan bile korkunç olan kişilerdeydi. Ya da İblislerde. Arkaya doğru savrulan pelerinin uçlarından çıkan ses ürkütücüydü. Ne sağlarına ne de sollarına bakmadan öylece yürüyüp dışarıya yürümeye devam ettiler. Yüzleri görünmüyordu çünkü pelerinin şapkaları başlarındaydı. “Lanet olsun, arabanın orada ne işi var?” dedi adam öfke ile. “Hangi aptalın işidir acaba?” dedi kadında dişlerinin arasından. Dışarı çıktılar ve kapıyı kapadılar.
Rahatlamış bir şekilde omuzlarımı serbest bıraktım. Bizi fark etmemişlerdi.
Myron ve Yvonne kolonun arkasından çıkıp, eliyle gelin yaptı Yvonne. Edwin omuzlarımı bıraktı fakat yeniden bileğimden tuttu. Koridorda sessizce ilerlerken, Yvonne kapalı olan kapılardan birini açıp, arkasına geçti. “Hızlı olun!” dedi. Sırayla içeri girdik. Arkamızdan kapıyı örttü fakat bakmadım çünkü ağzım bir karış açılmıştı burasıyla.
Tüm duvarları boydan boya kaplayan kocaman bir kitaplık mevcuttu. Yukarıya doğru kubbe şeklinde birleşiyordu. Her bir duvarın önünde ise başka bir kitaplık daha konulmuş, aralarında ise birkaç metre vardı. Herkesin diğer kitaplara ulaşabilmesi için yüksek merdivenler dayamışlardı. Burası hayatımda görüp görebileceğim en güzel kütüphaneydi.
“Büyü öğrenmeyi ve haritayı buradan çalmıştım.” Dedi Yvonne. Diğerleriyle birlikte gördüğümüz yeri inceliyorduk. Kağıt kokusu keskindi. Tabii yıllardır dokunulmadığını gösteren küf ve nem kokusu da mevcuttu.
“Karina?” dediğin de Yvonne ona baktım. “Bir şeyler hissedemedin mi hâlâ?”
Sıkıntılı bir iç çektim. Kafam allak bullaktı. Tek düşündüğüm şu an, hepimizin ölmek olacağıydı. Ellerimi yüzüme çıkarıp sertçe sıvazladım. Boğazıma kadar bir ağlama duygusu yüklendi. Yutkundum.
“Tamam, sakin ol şimdi.” Dedi Edwin. Bu halimi görmüş ve bana yardım etmek ister gibi bir adım yaklaşıp gözlerimin içine baktı. “Buralarda olma ihtimali çok yüksek. Sadece konsantre ol.” deyip gülümsedi. Omuzlarımı içeri doğru gerdim. Sırtıma binlerce iğne saplanıyormuş gibi ağrı yapıyordu.
“Biri geliyor!” dedi Otis irice açılmış gözlerle. “Kitaplıkların arkasına girin hemen.” Dedi Yvonne mırıldanarak. Hepimiz hızlıca sağımızda duran kitaplığın arkasına girdik. Otis’e baktım. Eve gelen iblisleri de duymuştu, şimdi de. Kulakları baya keskindi.
Kapı açıldı. Nefesimi tutarak içeri girecek olan kişiye baktım. Fakat içeri giren kişi altmış santim boylarında, siyah bir elbise giyinmiş, gözleri kapalı ve çekik, elleri ise katlanmış bir biçimde göğsüne yaslıydı. Ama gülümsüyordu. Hepimiz birbirimize baktık. “Yer cüceleri.” Dedi Yvonne kısık sesle. Haritanın nasıl kullanacağını onlardan öğrenmişti.
“Kitaplar… Kitaplar… Hepsi efendiye hizmet eder…” kıs kıs güldü elinin birini dudaklarına kapatarak. İki ön dişi göründü konuşurken. İkisi de uzun ve sivriydi. Yüzü buruşuk olduğu için yaşının büyük olduğunu düşünüyordum.
“Efendi… Efendi… Araf’ın tek sahibi...” yeniden gülüp içeri paytak paytak yürüdü. “Kendisi yücedir… O burada… Bizim için geldi…” söylediği her kelimeyi sanki şarkı söylüyormuş gibi kuruyordu. Kimden bahsediyordu? Aamon’dan mı?
Durdu yer cücesi. Kapalı gözleri etrafına bakındı. Sonra da kokladı. Ağzının içinde mırıldandı. “Misafirim var…” güldü. “Sen misin acaba?” deyip yeniden güldü. Bizi fark mı etmişti? Korkuyla bizimkilere baktım. Yvonne derin bir nefes çekip kolundan tutmaya fırsat verilmeden kitaplığın arkasından çıktı. Myron ona doğru seğirtti. Fakat Edwin kolundan tutup izin vermedi.
“Ben buradayım.” Dedi Yvonne ellerini arkasında birleştirirken. Öyle dimdik duruyordu ki, hiçbir şeyden korkmadığına yemin edebilirdim.
“Aaa.” Dedi adam sevinçle. Gözleri yumuluydu. “Sen misin Yvonne?” Yvonne’yi tanıyordu. Başını salladı yer cücesi ve paytak paytak yürüyerek Yvonne’ye yaklaştığında bizlerde aynı anda kitaplığın arkasında geriye doğru kaydık.
“Benim hasılatları getirdim.” Dedi Yvonne.
Yer cücesi kıs kıs güldü. “Uzun süre oldu değil mi görüşmeyeli?” sonra omuzları dikleşti. Yvonne’nin huzursuz olduğunu gerilen sırtından gördüm. “Sen de bana ait olan bir şey var Yvonne.” Ve yeniden güldüğünde rahatladım. “Onu neden aldın benden?” Dedi üzülerek. Neyden bahsediyordu ki? Haritayı mı kastediyordu? Gerildim.
“Üzgünüm. Sadece çok beğenmiştim.” Dediğinde Yvonne, işaret ve baş parmağını pantolonun kemer kısmından içeri sokup bir şey aramaya başladı. Sonunda aradığını bulduğunda parmaklarını çıkarıp yer cücesine uzattı. Yeşil taşlı bir yüzük. Onu niye almıştı ki?
Bir şey oldu yeniden. Kalbime. Elimi üzerine bastırdım. Büyük bir sancı girdi. Gözlerim açık olan kapıya ilişti. Yer cücesi, “ha, evet evet buydu aradığım. Bana ait olan bu muydu?” yüzüğü aldı. “Evet, senindi bu. Aradığın buydu!” dedi Yvonne’de. Yer cücesi yüzüğe baktı. “Böyle bir şeyim mi vardı benim?” aklı karışmış gibiydi. Kulaklarım ondaydı ama gözlerim hep açık olan kapıya ilişiyor, kalbimdeki sancı büyüyordu! Ne oluyordu?
Usulca bizimkilerin yanından ayrıldım. Sessiz bir panter gibi minik adımlarla kapıya doğru yürüdüm. Omuzumun üzerinden geriye baktığımda, hepsi gerilmiş, açtıkları kocaman gözlerle ne yaptığımı anlamaya çalışıyorlardı? Ama kalbim burada çıkmamı, kapının dışını görmemi istiyordu!
Yer cücesi ve Yvonne’nin yanından bir kedi misali kayarken, Yvonne’nin yüzü dehşete bulandı. Bir adım yer cücesinin yanına gelip beni görmesini engelledi. “Evet aradığım buydu Yvonne!” diye bağırdı yer cücesi ama ben çoktan dışarı çıkmıştım.
Hemen bir kolonun arkasına tünedim. Dışardaki rüzgar, sanki burada esiyormuş gibi duvarlara vuruyordu. Bir çığlık misali oradan oraya seken ses, en son göğüs kafesimi yırtıp kalbimin üzerine uzanıyordu. Kalbim… Kalbim deli dehşet bir şekilde buraya çıkmamı bakmamı istedi. Taş burada mıydı? Kalbim onu hissediyor muydu?
Kolonun arkasına iyice tünedim. Ellerimi üzerine yaslayıp başımı kolonun arkasından çıkardım. Etrafa bakındı titrek yeşil gözlerim. Ruhu katledilmiş, en güzel şeylerin kırıntısı bile bulunmayan bu yer, sadece ölümü çağrıştırdı bana. Ölümden bile korkunçtu. Ölümden daha korkunç şeyler olabilir miydi? Burası tam öyle bir yerdi.
Sonra… sonra bir şey oldu. Ilık bir nefes ense kökümü okşamaya başladı. Tırnaklarım kolonun soğuk duvarına saplandı. Arkamda biri vardı! Gözlerim fal taşı gibi açılırken, nefesim düzensizleşmeye, kalp atışlarım hızlı hızlı atmaya başladı.
Biri vardı, lanet olsun arkamda biri duruyordu!
Gözlerim sanki karanlığın bir parçası gibi arkamda dikilen kişiyi görecekmiş gibi yana kaydı. Ama hayır tek duyabildiğim, benim aksime onun düzenli nefes alıp vermesiydi. Bağırsam bizimkiler yardımıma gelir miydi? Ya onlara da bir şey olursa? Ya başka birileri de gelirse? Arkamdaki varlıkla yüzleşmem gerekiyordu.
Sertçe yutkunup usulca bedenimi döndürürken, sırtım hızla duvara yapıştı. Titrek göz bebeklerim önce vahşilikle iki yana kıvrılmış biçimli dudaklara çarptı; yavaşça yukarı tırmandığında, en koyu toprakları göz bebeklerinde birikmiş; ıssız ve bir o kadar da puslu, keskin kahvelerle karşılaştım. Simsiyah saçları; yıldızsız geceleri anımsatacak kadar koyuydu. Beyaz teni ise gecenin ortasında beliren dolunay ışığı kadar parlaktı. Giydiği siyah gömleğin birkaç düğmesi açık olduğu için tenini ortaya sermişti. Bu kimdi?
Başını yana yatırdı. İki elimde, iki yandan kolonun üzerine saplandı. Biraz daha sırtım kolona yaslanırsa iki ortaya kırılacaktı. Göğsüm inip kalkıyordu titrek bir şekilde.
Keskin kahveleri parladı ve tepeden tırnağa tüm vücudum da gezindi. Sonra yeşil gözlerimde durdu. “Kimsin sen?” diye sorduğunda, derin sesi buz gibi bir parmağın sırtımdan aşağıya doğru kaydırmış gibi tüm derimi kabarttı. Başımı kolona yasladım.
İblis miydi? Onlardan birine mi yakalanmıştım? Beni öldürecek miydi? Onunla duvar arasında sıkışmıştım. Kaçacak yerim yoktu.
Dudaklarımın arasından sesli bir nefes boşluğa doğru savrulduğunda, bedeni belli belirsiz biraz daha yaklaştı bana. Boyu çok uzundu. Geniş omuzları yüzünden arkasında neyin olup bittiğini göremezdim. Göz ucuyla, bizimkilerin içinde olduğu kütüphaneye baktım fakat bakışlarım orada çok oyalanmadı çünkü karşımdaki kişinin de o yöne baktığını gördüm. Kütüphanenin kapısı yavaşça kapanmaya başladı. Bu hareketi yutkunmama neden oldu. O mu yapmıştı?
Gözleri usulca bana döndü, kapı kapanır kapanmaz. Başını diğer omuzuna yatırdı bu sefer. “Kimsin sen?” diye sorduğunda yeniden, ellerimi arkama götürüp yumruk yaptım. Tırnaklarım derime batıyordu. Bakışlarını kıstı. Keskin kahveleri ruhumdaki en gizli köşeleri görecekmiş gibi dikkatlice bakıyordu.
Bedenim deli gibi esmeye başladı çoktan. Bir cevap vermem gerekiyordu. Dudaklarımı hızlıca ıslatıp, yutkundum. Ama fayda vermedi çünkü ağzımın içi kupkuruydu. “Asıl sen kimsin?” diye sordum.
Dudaklarını üst üste bastırıp, bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı. Nefesi yüzüme çarpıyordu. “Sence, soru soracak bir durumda mısın?” dedi boğuk bir sesle. Haklıydı. Şu anda soru soracak bir durumda değildim ama kim olduğumu da ona söyleyemezdim.
Tek kaşı havalandı. Ama gözlerinde şüphe dağılmadı. “Yer Altı’nın Hükümdarı ve Ruh Bekçisi!” dediğinde tek nefeste, yüzü yüzüme yaklaştı, kendi nefesim boğazıma bir diken gibi battı.
Yer Altı’nın Hükümdarı mı?
Ruh Bekçisi mi?
Yoksa… yer altından çıkacak olan kişi bu muydu?
Siktir!
“Araf’ta,” dedi. “Bu güzellikte birinin olduğunu bilseydim, daha erken çıkardım.” Deyip yarım gülüşü dudaklarının kenarında daha çok yer kapladı.
Kaşlarım çatıldı. Kalbim ise bana itaatsizliğinin kanıtı olarak, göğüs kafesimden çıkmak için hun harca, çırpınıyordu. Bana iltifat mı ediyordu yoksa dalga mı geçiyordu?
Oydu… Airen… Yer altından çıkacak olan kişi…
Celladımın eline bilerek kendi başımı hediye etmiştim.
Keskin kahveleri, şapkanın altından çıkan gri tutamlarıma iliştiğinde, işaret parmağına acele etmeden doladı. Sırtıma iğneler battı sanki. Dokunuşu, damarlarımdaki tüm kan akışını hızlandırdı. Yüzümü inceledi. Gülüşü silinmeden, “Soluk griler, yırtıcı bakışlar ve açık bir ten.” dediğinde tam gözlerimin içine baktı. “Diyarımda ne işin var Minik Sürüngen?”
Dudaklarımı üst üste bastırdım ama burnumdan aldığım nefese el koyamadım. Gözlerimi kaçırmadım.
Sürüngen?
Minik Sürüngen?
Söyleminde öyle bir alaycılık vardı ki, içimdeki öfkenin baş göstermesine engel olamadım.
Aamon’un oğlu! Annemin katili! Hayatımın çalınmasında rol oynayan kişi! Ve iblisler!
Kaçmalıydım, şimdi! Arkadaşlarımı da alıp buradan hızla kaçmalıydım.
Sorusuna cevap vermedim, kısacık zaman diliminde akıp giden sessizliği bölen tek şey benim aldığım nefes sesiydi. Derken, avını kıstırmış sinsi bir avcı gibi gözleri keskinleşirken, bir adım daha yaklaştı bana. Aramızdaki minik alandan kıvrılarak geçen soğuk rüzgarı hissedebiliyordum.
Arsız bir yavaşlıkla boynum ve kulağımın arasında kalan boşluğa doğru, başını yaklaştırdığında, içgüdüsel olarak başımı yukarı kaldırdım, nefesim dudaklarımda asılı kalırken. Ona dur demek ya da duvar ve onun arasından çıkmak için yapabileceğim hiçbir şey yokmuş gibi elim kolum bağlandı.
Burnunun ucu tenime değdi. Parmak uçlarımda yükseldim. Koklamaya başladığında beni, burnunun ucu bu sefer tenime sürtündü. Gözlerimi kapadım o anda. Uzuvlarım uyuştu. Tüm otokontrolüm devre dışıydı.
Durdu. Hırıltılı bir nefes verdi. “Kokun!” dedi boğuk sesle. Başını çekti ve gözlerimin içine baktığında, keskin kahvelerinin içindeki yaramaz ışık gitmiş, yerini ise karanlık almış gibiydi. Gülüşü yoktu dudaklarında. “Sen insansın!” ve o anda iki elini de duvarın iki yanına yasladığında, gözlerim yuvalarından çıkarcasına yüzüne bakakaldı.
Onunda benden kalır yanı yoktu. İnsan olmam onu da şaşırtmıştı.
Yumruk yaptığım elimin birini arkamdan çıkarıp, onu kendimden uzaklaştırmak ve buradan kaçmak için usulca avuç içimi göğsüne yasladım ama o anda büyük bir hava kütlesi ikimizin arasına girdiğinde, karşımdaki kişinin nefesi içine kaçtı ve birkaç metre öteye sert bir şekilde savurulup, sırtını duvara çarptı. Olduğu gibi duvarın önüne yığıldı bedeni.
Ne olmuştu burada? Lanet olsun ona sadece dokunmuştum!
Dizlerimin bağı çözüldü. Ellerimi dizlerime yaslamak için kendimi tuttum. Bir karış aralanan dudaklarımın arasından, uzun süredir tuttuğum nefeslerim boşluğa doğru peş peşe savruldu.
Titreye titreye başı önüne düşen kişinin yanına ilerledim. İnleyerek yerinde kıpırdandı. Durdum. Elini kasıklarının biraz üstündeki yere doğru bastırdı. “Sikeyim.” Dediğini duydum, dişlerinin arasından. Ölmemişti! Tırnaklarımı avuç içime bastırıp ona doğru ilerledim biraz daha. Başını canı yandığını belli eden inlemelerle kaldırdığında gözlerimin içine baktı.
Yüzümde biraz oylandıktan sonra, iki eli de gömleğinin iki yanından tutup sertçe açtı. İrkildim! Düğmeleri her bir yere dağıldı. Gördüğüm şey ile dizlerim titredi. “Beni,” dedi nefes nefese. “Lanetledin!” Ne? Kasıklarının biraz üstündeki yerden kan akıyordu. Az önce karşımda hiçbir kuvvetin onu yerinden kıpırdatamayacak olan kişi, acı çekerek yerde uzanıyordu.
Kanı eliyle temizledi. Kan oradan çekildiğinde, biraz daha yaklaştım. Zarar veremezdi şimdi bana. Kendi canıyla cebelleşiyordu. Ama az önce insan olduğumu öğrendiği için boğazımı sıkacak kadar şaşırmıştı. Yaraya baktım. Ama orada yara değil, derisinin altında hareket eden çift başlı bir yılan hareket ediyordu. Sivri, yarık dili dışardaydı.
“Beni,” dedi yeniden nefes nefese. Dişlerini sıktırdı. “Lanetledin!”
Onu ben mi yapmıştım?
Yılan uzun kuyruğunu başının altına doğru getirdiğinde, yerdeki adam kıvrandı. Yanında dizlerimin üzerine çöktüm.
“Üzgünüm!” dedim birden bire. Acı çekiyordu. Ama eğer yer altından çıkacak olan kişi ise ona üzülmemem gerekiyordu. Fakat acı çekiyordu. Derisinin altındaki yılan acı çektiriyordu ona.
“Yılan kalbime,” dedi. Gözlerimin içine baktı. Terlemeye başlamıştı. “Oraya ulaşmaması gerek.”
“Ben,” dedim kekeleyerek. Onu nasıl yaptığımı bile bilmiyordum. “Bilm-” cümlemi tamamlamama izin vermeyen bir çığlık koptu. Karşıya baktım. Kütüphaneden geliyordu. Myron’un çığlığı.
Hızla kalktım. Bileğimden tuttu, yerdeki kişi. “Minik Sürüngen, düzelt lanetini.” Dedi. Zorlansa da sırıtmaya çalıştı. Kalbim boğazımda atmaya başladı. “Kalbime gidecek bu!” dediğinde başını geriye attı. Bileğimi sağa sola doğru hareket ettirip parmaklarından kurtardım. “Ben bilmiyorum!” deyip hızla yanından kalkıp, kütüphaneye doğru koştum.
Acı çeken nefesini duydum. Şimdi düzensizleşmişti. Nasıl yaptığımı, derisinin altındakinin ne olduğunu bile bilmiyordum. Gözlerimden sıcak yaşlar yanağıma doğru akarken, içeri girdim. Edwin, Otis ve Yvonne şu anda karşılarında tir titreyen Myron’a bakıyorlardı şok olmuş bir biçimde. Yvonne’nin elinde ise kanlı bir kılıç vardı.
“Ne oldu?” diye sordum. Etrafıma çok kısa bakınıp yer cücesinin burada olup olmadığını kontrol ettim. Ve boğazı kesilmiş bir şekilde yerde uzandığını gördüm. Yvonne’nin boğazını kesmişti onun. Neden?
“Myron’u gördü ve üzerine su attı.” Diyerek yanıma gelip açıklama yaptı Edwin. Gözlerimi kırpıştırdım anlamayarak. Myron’a baktığımda ise pelerinine bulaşan suyu seyrediyordu. “Su haber götürdü. Sirena burada olduğumu biliyor!” dedi Myron başını kaldırıp bizlere bakarken. “Bu su bizim!”
Kaşlarım alnıma yığıldı. Edwin hızla elimi tuttu. Otis Yvonne’nin elindeki kanlı kılıcı alıp yerine soktu. Yvonne ise hemen Myron’un elinden tutup, “çıkalım buradan!” dedi.
Kütüphaneden hızla çıktığımız da, yerde acıyla kıvranarak uzanan kişinin aynı yerinde olmadığını gördüm. Gözlerim hemen etrafa bakındı ama sadece esen rüzgar ve uğultusu vardı.
Otis hızlıca dış kapıyı açtığında, rüzgarla karışık kar olduğu gibi suratlarımıza nüfus edince kesik bir nefes içime kaçtı, gözlerimi kamaştırırken. Yvonne, Myron’un elini, Edwin’de benim elimi bırakmadan hep birlikte dışarı çıkıp basamakları indik. Aynı hızla demir kapının altından çıkarken, yerde uzanan adamı göremediğimin şaşkınlığıyla tekrar arkama baktım. Niye bilmiyorum ama içimdeki bak duygusuna engel olamamıştım. Fakat göğsüm bir anda duran Edwin’in sırtına çarpınca önüme döndüm.
“Vay, vay, vay.” Kötü bir kahkaha atınca karşımdaki kişi, midem yanmaya başladı. İki siyah giyinimli kişi tam şu anda önümüzde sırıtarak bizlere bakıyorlardı. Yüzlerinin yarısı yanmış ve delik deşikti. Göz bebekleri kömürden bile karaydı. Kirpikleri yoktu. Üzerimizdeki kar, onlara dokunmadan es geçiyordu. Ve sesinden anlaşılacağı üzere bizi buraya getiren kişilerdi.
“Bizlere veda etmeden nereye böyle?” dediğinde bir adım bize doğru attılar. Edwin beni arkasına sakladı. “Güceniriz!” dediğinde, sol tarafımız da hareketlilik oldu. Oraya döndük. İki kişi de oradan sırıtarak bize doğru geliyordu. Genç yaşlarda biri kadın biri erkekti. Önümüzdeki bir kişi de sağ tarafımıza geçince, etrafımızı tamamen sardılar.
“Yeni oyun arkadaşlarımız!” dedi kadın. Ellerini iştahla birbirine sürttü. Birkaç dakika önce koridordan geçen kadındı bu. Karanlık yoldaşları olmuş, hatta onun bir parçası gibi, korkunçtular.
“Ne yapsak ki acaba?” dedi kadının yanındaki adam, dilini alt dudağına sürterken. “Önce derilerini soyalım kardeşim, sonra da, uzuvlarını koparırız!” dedi kadında. Hepsi aynı görünümdeydi. Göz bebekleri siyahtan da siyahtı.
Bir adım daha bize doğru attıklarında, ayaklarının altındaki ezilen kar kulağımı tırmaladı. Edwin bir kolunu arkasına atmış, üzerimdeki postun kenarlarından tutmuştu. Otis en önde, Yvonne ve Myron ise el ele tutuşmuş tam ortamız da tetiktelerdi.
Kalbim boğazımda atıyordu. Midemden yükselen safra sıvısı genzimi yakıyordu. Etrafımızı sarmışlardı. İblisin evlatları! Ne yapacaktık şimdi? Nasıl kurtulacaktık?
Dizlerim titredi. Fakat korkudan değil, kalbim de yeniden hissettiğim bir neden dolayı oluvermişti. Gözlerim yeniden bir kasırga gibi kendi etrafında dönüp duran kar tanelerinin olduğu boşluğa baktım. Bir şey görünmüyordu. Uzayıp giden sonsuzluktu sanki. Parmaklarım kalbimin etrafına saplandı. Onu oradan söküp atmak istedim çünkü ritmi felaket bir şekilde değişmişti.
“Acele etmeyin kardeşlerim, tüm vakitleri dolduracak kadar ırk var şu an önümüzde!” dedi bizi buraya getiren iblis. Dikkatimi o boşluktan zar zor çekip aldım. Kadın güldü. Gülüşü midemi bulandırdı. “Efendimiz bayılacak!” dedi.
Bizi buraya getiren adam çenesiyle Yvonne’yi işaret etti. Myron Yvonne’nin önüne geçti. “Özellikle şu Tarafsız’ın kızına neler yapacak, merak ediyorum!” Başını öfke ile yana yatırdı. “Sürtük bizi kandırdı!” dediğinde dişlerini göstererek sırıttı. “Ve yanında getirdiği diğer ırkları.” Dediğinde yanındaki diğer iblis, gözleri didik didik edercesine baktılar bize. Myron dişlerinin arasından tısladı sinirle. Yvonne daha sıkı tuttu elini.
Göğsüm sıkıştı. Kaçacak ya da onlara savunma yapacak kadar donup kalmıştık. Kaçamazdık! Savunma yapamazdık!
Kadın güldü. “Ben şimdi oynamak istiyorum onlarla!” dördünün de bakışlarındaki siyahlık, üzerimize akıyormuş gibi nefessiz bırakıyordu beni.
Yvonne, Myron, Otis ve Edwin’in duruşu dik ve korkusuzdu. Gözleri dördünün üzerinde durmadan gidip geliyordu. Ama korktuklarına adım kadar emindim.
“Senindir kardeşim.” Dediğinde kadının yanındaki adam, dördü aynı anda üzerimize atıldı. Gözlerim yuvalarından fırlayacak kadar açıldı, nefesim boğazıma kaçarken. Otis, kılıcını çekti. Yvonne, Myron ve Otis bize doğru gelirken, Edwin’in arkasına sokuldum daha da.
Derken üzerimize gelen kişilerin adımları durdu. Başları yukarı kalktı ve titremeye başladılar. Ve minik bir çığlık atmama neden olacak şey yaşandı. Hepsinin başı bir anda koptu ve ayaklarının dibine düştü. Kollarımın arasına başımı saklarken, gözlerim demir kapının önünde duran kişiyle saplandı kaldı.
O’ydu. Hafifçe dokunmama rağmen, bir anda havaya uçup sırtı duvara çarpan ve beni lanetledin, diyen kişinin ta kendisiydi. Bedenim tir titrerken, ona baktım. Onun keskin kahvelerinin içini bile buradan görebiliyordum. Tam üzerimdeydi. Yüzü kaskatı kesilmişti.
Dişlerini sıkıyordu ve eli tam olarak, derisinin altında çıkan iki başlı yılanın olduğu yerin üzerindeydi. Dizlerinin üzerine çöktü. Keskin kahveleri geri çekildi ve sadece akı göründü. Başını geri atarken, bir patlama daha duyuldu ön tarafımızdan. Edwin bile irkildi. Ama bakmadım çünkü ikimizin ortasına doğru uçuşan kül parçaları çok kısa da olsa dikkatimi dağıtmıştı.
Ve ona baktım. Keskin kahveleri yeniden görünmüştü. Başını iki yana salladı ve acı çekmesine rağmen, yarım bir gülüş dudaklarında yer edindi. Sanırım bu gülüş, onu son kez görmediğimi bir daha karşıma çıkacağını kanıtlıyordu.
“Gidelim Karina.” Diyen Edwin’in boğuk sesini duydum ve elimden yeniden tuttu ve yürütmeye başlattı. Kalbimi dinledim ve son kez o boşluğa baktım. Beni kendine doğru çeken boşluğa. Dizlerinin üzerine çökmüş kişiye bakmadan önüme döndüğümde, ne o dört kişi vardı ne de onlara dair bir iz. Hepsi gitmişti.
Ve biz de oradan koşarak uzaklaştık.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |